27 Ekim 2014

Rollerimiz üzerine

Öbür insanlarla ilişkilerimizi azıcık incelediğimizde çok ilginç sonuçlara varırız. Hepimiz gündelik yaşamımız içinde türlü çeşitli insanla karşılaşıp muhatap oluruz. Bu karşılaşmalar sonucunda da farklı farklı rollere bürünürüz. İstesek de bürünürüz istemesek de. Evde ayrı bir roldeyizdir, işte ayrı, sokakta ayrı. Hatta daha da indirgeyebiliriz. Evimizde küçük çocuklara yönelik üstlendiğimiz rolle anne babamıza yönelik üstlendiğimiz aynı değildir. Aynı şekilde, kendi sokağımızdaki insanlara karşı rolümüzle yabancı bir sokaktakilere karşı rolümüz aynı olamaz.

Kendimden örnek vereyim. Malum, sonbaharın ilk ayı geride kaldı, herkes yazın yapacağını yaptı, ya da üç ay boyunca yan gelip yattı benim gibi, şimdi artık birbirine benzer günler yaşıyor hemen tüm insanlar. Sabah evden çıkıp akşam dönmek suretiyle, zaten kısalmış olan günleri birbiri ardına geride bırakıyoruz. Bendeniz güne annemle başlıyorum. Annem karşısındaki rolümü istesem de yazıya dökemem. Eşek kadar adam oldum ama onun gözünde değişeceğim yok; annem için yıllar önce neysem bugün de oyum. Acaba tüm erkekler mi böyle, yoksa bana özgü bir durum mu, evlenip barklanmadan yaşın kaç olursa olsun annenin gözünde seni doğurduğu günkü bebeksin. Her sabah bana kahvaltı hazırlayan annemin yanında galiba en doğal rolüme bürünüyorum. Kahvaltı sofrasında bazen annemin kafasından bana dair neler geçtiğini kestirmeye çalışırım. Pek konuşmam. Çayım biter bitmez annem hemen doldurur, ben de bir kaşık şeker atıp karıştırmaya başlarım. Kahvaltı bitince kendimi dışarıda bulurum. Sokağa çıktığım anda artık tekmil insanlar gibi farklı bir rol giymişimdir üstüme. 

Biraz sonra servise binerim. Öğretmen arkadaşlarla laf salatası yaparız bol bol. İşin içinde olmayan bilemez, öğretmenler bazı ortamlarda o kadar tuhaf insanlar olurlar ki, onları öğretmenden başka her şeye benzetebilirsiniz. İşte, sabah servisi de öyle bir ortamdır genelde. Yer yer çocukça şakalar bile girer o laf salatalarının içine. Yarım saat ya da kırk dakika sonra okula vardığımızda, üstümüzdeki rol kendiliğinden, ama bizim bile fark edemediğimiz bir hızla, deyiş yerindeyse kaşla göz arası değişir. Artık öğretmenizdir. Siz kim olursanız olun, kendinizi ne olarak görüyorsanız görün, okuldaki her öğrencinin gözünde öğretmensinizdir; her şeye gücü yeten öğretmen... Öğrenciler küçükse, gözlerinde baba figürünün bile üstündesinizdir. Sınıfınıza girdiğinizdeyse, kırk dakikalığına oranın her şeyisinizdir. İşte o anda en yapmacık, doğallıktan en uzak rolünüze bürünürsünüz. Sanırım yalnızca öğretmenlikte değil, aklınıza gelecek her meslekte böyledir; insanlar en çok iş yerinde sahte, suni rollere bürünürler. Akşama kadar müşterilerin yüzüne mecburi sahte gülüşler serpmek zorunda kalan insanları düşünsenize... Ne diyorduk, sınıfta ağırbaşlılığınızı takınmak zorundasınız. Çünkü öğrenciler kafalarındaki öğretmen figürü dışındaki bir figürü kabullenmek istemezler. Onlara arkadaşlarıymışsınız gibi davrandığınız olur, şakalaştığınız olur, dertleştiğiniz olur ama illa ki o öğretmen-öğrenci ilişkisi yerinde durur. Basit olsun, zor olsun, herhangi bir öğrencinin bir sorunu oldu mu çözmek zorundasınız, bir sorusu oldu mu cevaplamak zorundasınız, zira giyindiğiniz rol bunu gerektirir.

Okul biter, öğrenciler evlerine yollanır ve biz tekrar servise bineriz. Bu kez herkesin üzerinde günün yorgunluğu vardır. Sabah ne konuşulmuş, ne edilmiş, unutulmuştur bile. Şimdi konuşulanlar daha çok teknik meselelerdir. Okulla, derslerle ilgili meseleler... Buna bağlı olarak üstümüzdeki rol zorunlu olarak bir kez daha değişmiştir.

Servisten inilince herkes kendi yoluna koyulur. Kimi evine gider, kimi işlerini halletmeye bakar. Bense çoğunlukla yakın bir arkadaşımın yanına giderim. Otururuz, çay üstüne çay içeriz, türlü türlü meseleden konuşuruz, dertleşiriz, tavla oynarız, yeneriz, yeniliriz. Bereket versin, burada büründüğüm rol de olabildiğince samimidir. Bu arkadaşımın yanında en çok şunun farkına varıyorum ki, insan ağzına geleni değil, içinden geçeni söyleyebildiği ortamlarda kendini bulur. Şu rutin hayatımızın içinde böyle ortamların olması, yorgunlukta bir fincan kahve, bir bardak sıcak çay gibidir.

Filmlerde oyuncular bir role bürünürler, ama gördüğünüz gibi biz insanlar gerçek hayatta pek çok role bürünmek zorundayız. Zor. Neresinden baksan zor. Doğal roller hadi neyse de, mecburi roller insanı bazen kendinden bezdiriyor. Ama ne yapalım, yapılacak bir şey yok. Atalarımız binlerce yıl önce bugünkü rollerimizin temelini atmışlar, biz de onların günahını çekiyoruz. Her şeye rağmen henüz ölmedik.

11 yorum:

  1. Güzel konu Harun.
    İşten ayrılmamın en büyük nedenlerinden biri buydu. Alt ünvanlarda çok farketmiyor hangi rolü taşıdığın, ama yukarı doğru çıktıkça kendin olmakta giderek zorlanıyordun bizim meslekte, ben de bu kadarı yeter demiştim. Kendimi şizofren gibi hissetmeye başlamıştım. Oysa kadınlar bunu erkeklerden daha iyi kıvırır ve sürdürür.
    Galiba bir ilişkide kendiliğindenlik yoksa çökmeye mahkumdur. Hatta kesin öyle. Ben en çok teyze ve hala rollerimi seviyorum. Karşımdaki ne kadar saf ve doğal ise ben de o kadar rahat oluyorum, galiba buradaki püf nokta onların öyle olduğundan emin olmam.
    Bu arada benim adım Azize. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hoş geldin Azize. İşten ayrılmış olmana üzüldüm nedense, çünkü çok sayıda işsiz var. Yine de senin mutluluğun önemli, işi bırakmak seni mutlu ettiyse hiçbir sorun yok. Umarım her şey yolundadır.
      Sevgiler...

      Sil
    2. Sadece en yakınlarım buna üzüldüğü zaman üzülüyorum. Bir de bazı arkadaşlarımın, akrabalarımın bir ünvabım olmadan beni çok dikkate almadıklarını gördüğüm zaman. Bazen en yakınların bile olabiliyor bu gerçi. İnsan üzülüyor tabii.

      Sil
    3. Üzülmemek mümkün değil ki böyle bir durumda. O bazı akrabalarınla arkadaşların sırf unvan için seni dikkate alıyorlarsa hiç olmasınlar daha iyi, naçizane fikrim bu. Ben olsam çoktan onları hayatımdan çıkarmıştım bile.
      Sevgiler...

      Sil
    4. Teşekkür ederim.

      Sil
  2. Annenle belirttiğin ilişkinin benzerini babamla babaannem arasında görmüştüm bir keresinde. Babaannemin koskoca babama " oğlum açmısın?" deyişindeki şefkat güzel ve ilginçti. Kızlarla anneleri arasında çok olmuyor bu, anne-oğul daha farklı galiba. Freud ' a biraz bakmak lazım:) Bir yerde okumuştum, erkekler anneleri ile yaşadığı müddetçe çocuk kalırmış. - lafım meclisten dışarı- :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Demek ki yalnız değilmişim. Sevindim. :) Anne-kız ilişkisinin daha farklı olduğunun sanırım ben de bilincindeyim.
      Anne kesinlikle harika bir fikir. Kim düşündüyse tam isabet etmiş. İyi ki anneler var.
      Sağlıkla kal...

      Sil
  3. Annenin en temel ve ilk kaygısı, "besleyebilecek miyim? doyurabilecek miyim" taze annelik günlerinde sütün yetip yetmeyeceğinden yıllar içinde başka bir şeye evrilir ve her daim çocuğunu beslemek, doyurabilmek aslında kişisel bir tatmindir. Kız çocuğuna bu duyguyla yaklaşmak yerine bu güdüyü miras bırakmak üzerine şartlanılıyor sanırım. Bende böyle olmadı gerçi :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba semiaa. Bak, bunu bilmiyordum, şimdi senden duydum. Sanırım annelik dediğimiz olgu her durumda dönüp dolaşıp fedakârlık noktasına geliyor. Besleyebilecek miyim kaygısı olsun, başka kaygılar olsun, her anne, çocuğuna yönelik kaygılarının bir tür fedakârlıkla gidermeye çalışır, haksız mıyım?
      Sevgiler...

      Sil
  4. Annenin çayın bitince çay doldurması tuhaf geldi bana biraz :)) Ben hasta olduğumda bile annemden su istesem çok utanırım, yanlış gibi. Sanırım bu da çevreyle ilgili bir şey belki cinsiyet de etkili emin değilim.
    Yazını çok beğendim, tebrik ederim. Keyifle okudum :))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba Şenay. Tuhaf mı geldi? Halbuki bana doğal geliyor. :) Galiba sözünü ettiğim annemin gözündeki yerimden kaynaklanıyor bu durum. Eminim senin annen de senin için farklı düşünmüyordur.
      Teşekkür ederim, sevgiler...

      Sil

Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.

Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.

Sayfa başına git