3 Temmuz 2013

Edebiyatın Perde Arkası

Bir kitap okudum ve hayatım değişti, demeyeceğim ama, bir kitap okudum ve şapka çıkardım, bunu rahatlıkla diyebilirim. Yazarın Yalnızlık Burcu kaç zamandır okunacaklar listemdeydi, nihayet ona da sıra geldi. 

Semih Gümüş'ü Radikal Kitap'taki yazılarıyla tanıdım, on yıl oluyor herhalde. Daha sonra, çıkarmaya başladığı NotosÖykü (sonraları yalnızca Notos) dergisini izlemeye başladım büyük bir keyifle. Bendeniz Platon'un pek çok düşüncesini benimserim, özetle, bir şeyi kim hakkıyla yapıyorsa o yapmalı, diyor Platon, hastalandığımızda herhangi birine değil doktora, masa yaptıracağımız zaman da yine herhangi birine değil marangoza gideriz, biçiminde özetleyebileceğimiz düşünceleri, edebiyat söz konusu olduğunda niye geçerli olmasın? Bize edebiyat lazım olduğunda "herhangi biri"ne değil de edebiyatçıya gitmeliyiz ki sağlam sonuçlara ulaşabilelim.

Başka edebiyatlar için de öyle midir, bilmiyorum, en azından Batı'da öyle değildir diye de tahmin ediyorum, Türkçe edebiyat söz konusu oldu mu o kadar kafa karışıklığı var ki, deyiş yerindeyse bugün Türk edebiyatının en belirgin özelliği bir kafa karışıklığı denizi halini almış olmasıdır, yanlış mı düşünüyorum? Sapla samanın iyiden iyiye birbirine karıştığı bir dönemden geçiyor Türk edebiyatı. Her şeyden önce, insanlar edebiyatla edebiyat olmayanı birbirinden ayırma yetisini tamamen yitirmişler bana göre. Aslında belki de hiç kazanmadılar bu yetiyi. Gözlemlediğim kadarıyla genç okurlar –ne kadar okur oldukları da ayrıca tartışılması gereken bir konu– bırakın edebiyatla edebiyat olmayanı ayırabilmeyi, edebiyatın ne olduğunu bile anlayabilmiş ya da öğrenebilmiş değiller. Ferrarisini Satan Bilge'nin iyi kitap olarak değerlendirildiği bir ortamı gözünüzün önünde canlandırın, bana hak vereceksiniz. 

Öğretmen odalarında sıklıkla o sırada revaçta olan kitaplar görüyorum. Öğretmenlerimizin elinde birer çoksatar kitap... Dışarıdan bakan bir göze her şey normal görünür, öğretmenlerin kitap okumasından daha doğal ne olabilir? Gelgelelim, o çoksatar kitapları ilkokul mezunu ev kızlarının elinde de görüyoruz, çoksatar kitap sonuçta, adı üstünde, herkes alıyor, ancak şöyle bir sorun var, öğretmen dediğinin biraz daha ileride durması gerekmiyor mu? Ne bileyim, bir ev kızına Tanpınar okutamazsınız, okumadığı için de suçlayamazsınız ama söz konusu olan bir öğretmense, ondan edebiyatla edebiyat olmayanı ayırabilmesini beklemek de hakkınız bir yerde. Ama nerede! Suç ve Ceza ile Ferrarisini Satan Bilge'yi ayırt edemeyen bir eğitim ordusundan söz ediyorum, umarım anlaşılabiliyorumdur. (Bu arada, bereket versin ki öğretmenlerimiz o çoksatar kitapları da okumuyorlar, içiniz rahat olsun. Hep gözlemlerim, bir iki gün çantalarında taşırlar, ilk gün beş-on sayfa okurlar, ikinci gün iki-üç, nadiren otuz sayfa okuyanlarına da rastlanır, sonra kaderine terk ederler.).  

***
Konuyu biraz dağıttım, farkındayım. Sapla samanın birbirine karıştığı durumlarda, kendilerine göre hava hoş olanlar için değil elbette ama gerçekten kaliteli edebiyat okumak isteyenlerin imdadına eleştiri yetişiyor. Belki biraz iddialı gelecek ama bana kalırsa ortalama Türkçe okurunun eleştirinin ne olduğunu anlamasına şöyle temiz bir kırk yıl daha var. En azından Yazarın Yalnızlık Burcu'nda okuduklarımdan bu sonucu çıkarıyorum. Düşünün, roman yazan kimi insanlar bile eleştirinin ne olduğunu anlamış değil. Bu hep dikkatimi çeken bir şeydi, vatandaş bir roman yazıyor ve bekliyor ki eleştirmen romanını övsün, hatta şişirsin. Eleştirmen beklentisini karşılamayınca da veryansın ediyor, vay şöyle, vay böyle. Sanıyor ki eleştirmen kendisinin bekçisi. Halbuki, kim ne derse desin, eleştirmen, yazar için değil, okur için vardır. Bir edebiyatın okuru neyin iyi, neyi kötü olduğuna, neyi okuyup neyi okumayacağına nasıl karar verecek? İşte, tam da bunun için vardır eleştiri. Bu da iddialı olacak ama, bana göre bir yazarın bir eleştirmene –eleştirmen art niyet taşımadığı sürece– tek söz etmeye hakkı yoktur. Çünkü, sen kitabını yayımladığın anda artık o senden çıkmış oluyor bir bakıma. Kitabını insanlara sunuyor olman, gelebilecek her türlü eleştiriyi peşin olarak kabulleniyorsun demektir. Kabullenmiyorsan kitabı yayımlamamalısın. Bir başka deyişle, kitap yayımlanmadığı sürece yazarındır, yayımlandığı anda artık okur ona ortak olur. Çünkü kitap bir domates değildir, domatesin üreticisi onu pazara gönderir, tüketici onu alır evine götürür ve domates evde yenir, yendiği anda da her şey bitmiştir. Üreticiyle tüketici arasındaki ilişki o domatesin yenmesine kadar sürer. Ama kitap öyle midir? Yazar üretir, yayımlar. Okur onu aldığı anda da kendisiyle onun arasında bir tür üretici-tüketici ilişkisi başlar ve bu ilişki gerekirse ömür boyu sürer.

***
Yazarın Yalnızlık Burcu, 29 denemeden oluşuyor. Huyum olmamasına karşın kitabı, kendileri de birer deneme olan önsözünü okuyup sonsözünü de sona bırakmak üzere, sondan okumaya başladım. Başlangıçta birbirinden bağımsız gibi görünen bu denemelerin, kitabı okuyup bitirdikten sonra, aslında günümüzün genel edebiyat sorunları üzerine yazılmış, birbiriyle yakından ilgili denemeler olduğunu görüyorsunuz. Edebiyatın perde arkasını görmek isteyenler için birebir. Bir deneme kitabı ama eleştirinin ne olduğunu anlamak için de birebir.

2 yorum:

  1. Güzel bir yazı okudum, kendi adıma teşekkür ederim.

    Okuma listeme kaydettim bile,

    İyi okumalar :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben teşekkür ederim hocam. Şimdiden iyi okumalar dilerim. Yine bekleriz, sağlıkla...

      Sil

Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.

Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.

Sayfa başına git