Ne doğumum yıldızlar tarafından müjdelendi,
ne de bu dünyadan gidişim Tanrı'yı zor durumda bırakacak,
ve kulaklarım asla neden doğduğumu bilemedi,
bu yüzden ölümüm de sessiz olacak.
Nasır Ali'nin, çocukluğundan itibaren sahip olduğu tek yetenek müziktir. Bu nedenle 21 yaşındayken annesi onu Şiraz'a götürür. Orada zamanının en önde gelen müzik üstadı Ağa Muzaffer'den keman dersleri alır.
Şiraz'da İran adlı bir kızla birbirlerine aşık olurlar. Kızı babasından ister, ancak adam kızını vermek istemez, çünkü Nasır Ali sanatçıdır ve geçimini sağlamak için yeterli parası yoktur. Çaresiz, ayrılırlar ama ne o, ne de kız birbirlerini hiç unutmazlar. Bu durumdan üstadına da söz eder. Üstadı da, artık benden öğrenebileceğin her şeyi öğrendin, diyerek, sandığından eski kemanını çıkarır ve "bana da üstadım armağan etmişti, artık senin" diyerek ona verir ve ekler: "Bundan böyle kaybettiğin aşkın, çaldığın her notada yaşayacak, senin nefesin, iç çekişin olacak. Bu aşk değerlidir, çünkü ölümsüzdür. Bunu çok iyi bilirim." Üstadın dediği çıkar, Nasır Ali o günden itibaren hayatta müziğiyle var olmaya başlar, müziği her şeyin üstüne koyar.
Ailesini ve geri kalan her şeyi ihmal eden biridir Nasır Ali. Karısı Ferhengiz, onu çok seven, işine bağlı bir matematik öğretmenidir. İki çocuğuna da anneliğin yanısıra babalık da eder. Bir gün sabrı tükenir, Nasır Ali'nin vurdumduymazlığına dayanamaz ve hıncını onun kemanından alır; kemanı aldığı gibi yere vurup kırar. Bu, Nasır Ali için hayatta her şeyin bittiği andır. Önce başka bir keman alır ama bu keman onun istediğini vermekten çok uzaktır. Bu kez şansını kardeşi aracılığıyla bulduğu bir Stradivarius'ta dener, ama o bile çare olmaz. Onun biricik aşkı, üstadının armağanı olan kemanı kırılmıştır, yeri hiçbir kemanla doldurulamayacaktır, Nasır Ali bunun çok iyi farkındadır. Hayatı birden kararmış, hiçbir dayanağı kalmamıştır. Böylece, artık yaşamanın hiçbir gerekçesi de kalmamıştır.
Böylelikle Nasır Ali ölmeye karar verir. Oracıkta birkaç klasik intihar yöntemi geçirir kafasından; tren yoluna yatmak, uçurumdan atlamak, kafasına sıkmak, hap almak. Ama bunlardan hemencecik vazgeçer, "sonuçta o, devrinin en büyük keman sanatçısı Nasır Ali Han'dır," itibarına yakışır bir intihar yöntemi düşünür ve bulur, yatağına yatıp ölümü bekleyecektir. Bundan sonra film, Nasır Ali'nin yatakta boyuna sigara içip ölümü beklediği sekiz gününün öyküsünü anlatır.
Anlatıcının Azrail olduğunu, altıncı günün başında Nasır Ali'yle buluşmaya geldiğinde öğreniriz. Peki, acaba bir an önce ölmeyi dileyen Nasır Ali, Azrail'i karşısında görünce ne yapar? Siz olsaydınız ne yapardınız?
O kadim soruyu bir kez daha sormanın zamanıdır: İnsanı yaşatan nedir?
çok merak ettim, derin bir filme benziyor. umarım izleme şansım olur...
YanıtlaSilSelam zeze, izlemelisin. Çok iyi kurgulanmış bir film. Ben çok sevdim. Sağlıcakla...
SilSelam,
YanıtlaSilİzledim ben tavsiyen üzerine. Hayat, ölüm, sevmek üzerine takip edilesi, üzerinde epeyce düşünülesi şeyler söyleyebilen, çok güzel bir film. Sevdim ben oldukça. Anlatma biçimi de iyi bir sinema örneği ayrıca.
"İnsanı yaşatan nedir" demişsin ya; ben Tutkudur, diyebilirim. Bu filmde de bu var bence. Aşık olmadan önce hocası tekniğinin iyi olduğunu ama bir şeyin eksik olduğunu söylüyor. Keman çalabilmek için gerekli olan "hissiyata" sahip değildi henüz. Aşık olduktan ve acı çekmeye başladıktan sonra o da tamamlandı. Ve hocası da tamam dedi. İlla bir kadına/erkeğe olması gerekmiyor tutkunun. Bir işe, göreve, edime, umut edilen bir yola, öğrenilmek istenen herhangi bir şeye olabilir. Bahçede siyah lale yetiştirmek mesela hatta. Önemli olan bir "şeye" tutkuyla bağlanmaktır. Zaten Azrail de bir ara öyle diyor : "Hayatından vazgeçmiş bir adamdan daha kötüsü yoktur." " Sadece bu hayatın var" demekle de sanırım, öyle ya da böyle bununla yapacaksın bir şeyler ama yapacaksın diyor.
Yalnız, ben Ali Nasır'ın sadece kemanı kırıldığı için intihar etmeye çalıştığını düşünmüyorum. Irene' nin onu tanımamazlıktan gelmesi, bir selamı dahi esirgediğini sanmasından sonra artık keman çalmasının da bir anlamı kalmadı onun için, zaten de kırılmıştı hem kalbi hem kemanı. Birbirini tamamlayan tutkularını kaybetmişti yani..
Güzel filmdi...
Selam Aze, hoş geldin. Ben de oldukça sevdim bu filmi. İki kere izledim, bir kez daha izlerim herhalde.
Sil*
İnsanı yaşatan tutkudur; sana katılıyorum. Tutku: zaten bizi bu hayatta tutan bir şeylere ihtiyaç duymaz mıyız her zaman? Aklıma geliyor ister istemez, hiçbir yere, hiçbir şeye tutunmadan da yaşayamaz mıyız acaba? Ben mesela, bazen boşlukta sallanmak istiyorum öylece, mümkün müdür acep? :)
Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam' ında bahseder; bir trabzana tutunmayı hayatta bir şeylere tutunmak sanan insanlar biliyorum gibi bir şey. O da hiç bir şeye tutunmadan yaşamanın olurluluğundan bahseder. Aylak Adam romanını çok tasvip etmem, sonuçta gayrimenkul geliri ile geçinen bir adamın çalışmamanın gerekliliğinden ya da anlamlılığından bahsetmesini çok anlayamıyorum, anlamlı bulamıyorum. Ama Hiç bir şeye tutunmadan yaşamak ya da öylece boşlukta kalmak; zaten öyleyiz dünya da gibi geliyor. "Öylece bırakılmışız." Olabilir... Ben, insanın kendine yakıştırdığı, kendinin onayladığı, kendinin sevdiği, istediği, önce kendinin saygı duyduğu ve inandığı her durumun olurluluğuna inanırım. O yüzden senin için mümkünse, mümkündür...
SilSevgimle,