30 Ağustos 2008

Afacan Çocuk

Böyle çocukların pek kalmadığını sanıyordum. Teyzemin küçük oğlunu görünce sevindim doğrusu. Bu tür çocuklar olmadan olmuyor. Sizlere bu yazıda teyzemin dört yaşındaki oğlundan söz edeceğim.

Geçenlerde teyzem çocuklarıyla bize geldi. Ben oğlunu bundan daha küçükken görmüştüm tabii ama bu kadar yaramaz bir çocuğa dönüşeceğini tahmin etmemiştim. Teyzem içeri girince su istedi. Biraz sonra su geldi, teyzem içti suyunu. Bunun üzerine bizimki başladı:

"Ben önce içecektim, neden içtiiin!"
"Sana da getirsinler oğlum sen de iç."
"Hayır ben o suyu içecektiiim!"
"Oğlum ne fark eder su değil mi istediğin?"
"Hayır o senin içtiğindi benim suyuuum, çabuk karnından çıkar ver o suyu!"

Diyalog bir süre devam etti. Bizimkinin inadı inat: İlla ki o suyu içeceğim. Annem de amcamlardaydı, o an geldi. Bizimki tekrar başladı:
"Bu kadın da nereden çıktı? Söyleyin gitsin çabuk. Kim bu?"

Annem de huyunu bildiğinden çıktı, biraz sonra arka kapıdan tekrar girdi. Bu sefer de sızlandı mızlandı ama... Bu arada teyzemle annem öpüştüler. Ufaklık bu sefer de bu duruma bozuldu:
"O kadın seni niye öptü?"
"Oğlum ablam o benim."
"Olmaz seni öpmesin!"
"İyi tamam bir daha öpmez."
"Hayır seni öptü, çabuk yüzünü kes!"
"..."
"Hadiii, sana yüzünü kes diyorum."

Baktılar olacak gibi değil, mutfaktan bir bıçak getirdiler. Annesi yüzünü keser gibi yaptı ama olur mu? Gerçekten kesmesi gerekiyormuş.

Devam etmeme gerek yok. Böyle bir çocuk işte. Böyle çocuklar da olmasa yani hayatın bir damarı eksik olacak değil mi? Laf aramızda ben de küçükken böyleydim.

27 Ağustos 2008

Hayat bir komediydi

Size şimdi anlatacağım olay ayniyle vakidir. Başından sonuna kadar gerçektir. Nereden başlasam ki anlatmaya? O kadar ilginç, o kadar ilginç ki! Ama durun, belki de sadece bana ilginç geliyordur, kim bilir?

Vakti zamanında, ben daha çocukken bizim köyde benden birkaç yaş büyük Mustafa adlı bir çocuk vardı. Benim o zamanki yaşımı sorarsanız, beş veya altı. Çocuk da taş çatlasa on yaşında. Bu çocuğun babası ve amcası iki kız kardeşle evlenmişlerdi. Yani iki kardeş aynı zamanda bacanaktı. Bizimkinin annesi de nasıl bir kadındı öyle, nasıl anlatılır ki? Biraz dominantlığı vardı ama öyle kocasını kılıbıklaştıran türden bir dominant değil. Yani kocasına dediğini yaptırır ama mesela kocasının sözünden de pek çıkmazdı.


Bu kadın bir gün büyük oğlunu evlendirmeye niyetlenir. Kadının niyetini de tam olarak anlamak mümkün değil. Yani sen kalkıp on yaşındaki çocuğu neden evlendiriyorsun? Tabii, ben o zamanlar daha çocuktum, aklım da pek ermiyordu ya. Kadının esas amacı zannediyorum eve bir hizmetçi kız almaktı. Çünkü bizim buralarda maalesef oğlan evlendirmenin, yani eve gelin getirmenin amacı biraz da bu. Her ne kadar şimdi eskisi kadar olmasa da. Bir de bizim buralarda, bilhassa köylerde iş çok olur. Suyu çeşmeden taşıyorsun, ailelerde çocuk sayısı fazla olduğundan yemeği çok yapıyorsun, çamaşırı çok yıkıyorsun vs. Bir de bu çocukların bakımı var tabii. Dolayısıyla da evlerde çalışan kadın sayısının birden çok olması lazım ki tüm bu işlerle başa çıkılabilsin. İşte kadının, büyük oğlu Mustafa'yı çocuk yaşta evlendirmek istemesinin birincil sebebi bu olsa gerekti. Tabii cehaletin rolünü de yabana atmamak gerek. Yani on yaşında bir çocuğu her ne sebeple olursa olsun evlendirmek cehalet değil de nedir? Her ne ise, konuyu epey dağıttım.

Efendim, bizim bu abla kalktı oğlumu evlendireceğim dedi, kocası da onayladı, gittiler Mustafa'dan en az beş yaş büyük amcasının kızını kendisine istediler. (Tabii kız aynı zamanda teyzesinin de kızı). Kızın yaşı biraz ilerlemiş olduğundan haliyle artık pek çocuk da sayılmazdı. Ama Mustafa kelimenin tam anlamıyla çocuktu. Hem yaşı yönünden hem de zekâ bakımından yaşıtlarından bir iki yaş kadar "geriden" geliyor olması yönünden. Kızı istediler, anne-babası da verdiler. Verdiler vermesine de bunları evlendirmek başlı başına bir iş oldu. Çünkü çocuk daha evliliğin ne olduğunun bile farkında değildi. Ama bu pek de problem olmadı. Nasıl olsa çocuğun annesine şimdilik bir kız lazımdı, gerisinin ne önemi vardı?

Şöyle bir çözüm bulundu: Ayten, kızın adıydı bu, eve getirilecek, birkaç yıl evde kalacak, hem bu arada kaynanasına da ev işlerinde yardım edecek, Mustafa biraz büyüdü müydü de düğün yapılacaktı. Tamam işte,  mesele hallolundu. Yalnız ufak bir sorun vardı. Kızın kaçıp evine gitmemesi gerekiyordu. Ona da hemen şu akıl dolu, zekâ fışkıran pratik çözüm bulundu: Bir akşam, hava iyice karardıktan sonra gittiler ve Ayten'i evlerine giden normal yoldan değil de bir diğer yoldan, üstelik gözünü bağlayarak, evet evet yanlış duymadınız gözünü bağlayarak getirdiler. (Bizim köy biraz büyüktü, neredeyse bir kasaba kadardı). Ayten artık kayınpederinin evindeydi. Mustafa'yla tam anlamıyla iki küçük arkadaş gibiydiler. Birgün Ayten'in köyün biraz dışından geçen görece büyük bir çaydan Mustafa'yı sırtına alarak geçirdiğini görenler bile oldu.

Gel zaman git zaman, tabii bu arada Ayten'in bir-iki kaçma denemesi de oldu, kızın bu şekilde dört-beş yıl bekleyemeyeceği anlaşıldı. Kız artık büyümüş, aklı iyiden iyiye başına gelmişti. Bu oyundan sıkıldığı her halinden belliydi. Netice olarak, yaklaşık bir yıl sonra, düğünü bir an önce yapmanın en iyi seçenek olacağı düşünüldü ve karar hemen uygulamaya konuldu. Kızı tekrar alıp düğün gününe kadar kalmak üzere babasının evine götürdüler.

Ve nihayet nişan günü geldi çattı. Buraya dikkat lütfen, nişan günü muhteşemdi. Sabah erkenden davetliler gelmeye başladı. Pek davetli de yoktu zaten. Çoğu da bizim köydendi. Davetlileri gelin evine götürecek minibüs de geldi. İki ev arasında yaklaşık iki kilometre mesafe vardı. Saat 9-10 gibi davetliler minibüse doluşmaya başladılar. Bu arada damadın hal ve hareketlerinden onun da gitmeye gönüllü olduğu belli oluyordu. Velakin kendisi nişan günü gelemezdi. Adet böyleydi. Minibüs doldu, artık hareket vaktiydi. Ama sevgili damat ben de gideceğim diye tutturmuş, inadından vazgeçmiyordu. Baktılar olacak gibi değil, minibüs de geç kalıyor, Mustafacığımızın dayılarından biri çıkarıp, o zamana göre hatırı sayılabilecek miktarda bir banknot verdi kendisine. Ama bu da fayda etmedi. Çocuk nuh diyor peygamber demiyordu. En sonunda aynı dayısı, şoföre gitmesini, kendisinin de Mustafa'yı tutacağını sonra da kestirmeden kendilerine yetişeceğini söyledi. Dediğini yaptılar. Dolmuş hareket etti, korna çala çala gitti. Kornanın sesi artık kesilir gibi olunca dayısı, o zamana kadar kendisini kollarından kurtarmaya çalışan Musto'yu bırakarak kestirme yoldan minibüse yetişmek için koştu. Ama damat da tabanları yağladı ve normal yoldan koştu. Bu arada damadın gelin evine gitmeye neden bu kadar istekli olduğu da biraz sonra anlaşıldı: Çocuk çerez için gitmeye can atıyormuş. Hani düğünde, nişanda dağıtılan çerezler var ya.

Netice itibariyle damat o gün, kendi nişanının yapıldığı gün gelin evine gitti. Sanırım yeterlice çerez de yemiştir orada.

O nişanın sonu maalesef gelmedi. Çünkü Ayten bu çocukla bu kadar oyunun yeterli olduğuna karar vermişti. O da tutturdu inadı, bununla evlenmem dedi, nihayetinde nişan bozuldu.

Bugün, o komediden yıllar sonra bunları yazmak bile bana o kadar zevk veriyor ki. Köyümüzde televizyon bile büyük bir lükstü. Sinema, tiyatronun zaten ne olduğunu bilmiyorduk. Ama hayatımızdaki gerçek tiyatro oyunlarının sayısı o kadar çoktu ki. Çok eğlenceliydi çocukluğumuz.

Bu gerçek öyküyü hatırlayabildiğim kadar zaten hatırlıyordum, hatırlayamadığım kısımlarını da birkaç yıl önce anneme ve o gün, nişan günü orada bulunmuş birkaç kişiye sormuştum. Hep beraber hatırlamış, gülmüş, eğlenmiştik.

Köyden ayrılalı çok oldu. Ayten'i en son onların evinde görmüştüm. Başka biriyle evlenip bizim köyden ayrıldı. Yüzünü bile artık hayal meyal hatırlıyorum. Musto'yu görmeyeli de epey oldu. O da evlendi sonradan. Tabii bu sefer büyümüştü, askerliğini falan da yapmıştı. Kendinden sonraki kız kardeşini berdel yaptılar. Çocuklarını hatırlıyorum.

Ne komediydi hayat.

26 Ağustos 2008

Elim Deklanşörde: Yelkenliler [Yalıkavak]

Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı

Bu yazın en keyifle okuduğum kitaplarından biri oldu Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı. Aslında bunu iki yıl önce de okumuştum ama bir daha okuyasım vardı, kısmet bu yazaymış. Ferit Edgü'nün maalesef başka bir kitabını okumuş değilim ama bu kitap onun diğer eserlerini de bir an önce okuma hevesi uyandırdı bende.

Her ne kadar Türk Edebiyatının Batı edebiyatıyla boy ölçüşecek duruma gelmesine daha bir hayli zaman varsa da, yine de Türkçede başta roman olmak üzere, azımsanmayacak derecede edebiyat kitabı var. Gerek yerli gerekse çeviri. Bir de zaten okuma alışkanlığının çok alt seviyelerde gezindiği Türkiye için kitap sayısının az olduğu pek söylenemez ama ne edersiniz, okuyanlar için yine de az.

Şuraya gelmeye çalışıyorum, edebiyat denen o koca denizde öyle güzel adalar var ki, her birini keşfetmek o kadar da kolay olmuyor maalesef. Bunun için öncelikle o denizde eyepce bir zaman geçirmek gerek sanırım. Yani, bu denizin aşinası olmak lazım. Ancak ne kadar da aşina olunursa gene de bir gün bir yerlerde yeni, heyecanlandırıcı bir şeyler keşfedilebiliyor. İşte benim Eylülün Gölgesinde Bir Yazdır'ı keşfedişim de böyle oldu biraz.

Hoş benim daha epey yol katetmem, epey rüzgar yemem lazım bu denizde. Edebiyata tamamen hakim olduğum, yıllar yılı kitap tozları yuttuğum gibi bir şey anlaşılmasın sakın.

Birbiriyle bir yerden bitişen iki öykünün anlatıldığı bu bir okumluk leziz romanda Ferit Edgü "alt sınıf" insanlarının yaşamını usta bir dil ve bunun yanında alışılmışın dışında bir teknikle anlatıyor. Oldukça sürükleyici bu kitabı yaz bitmeden okumanızı tavsiye ederim.

25 Ağustos 2008

Haymatlos (O Ülkede)

Ben de sizler gibi bir çocuktum. Yani hiçbirinizden farkım yoktu. Her biriniz ne yapıp ediyorsanız öyle yapıp ediyor, ne yiyip içiyorsanız onu yiyip içiyordum ben de.

Anne babaların çarşı pazardan getirip de ekmeğimizin arasına katık yaptığı umutlar, hayaller var ya... İşte onlardan en az sizin kadar yedim ben de. Öğretmenin sınıfta sandalyesine oturarak bol keseden savurduğu umutlardan ben de sizler kadar pay alıyordum. Hatırlıyorsunuz değil mi?


Gittiğimiz şehirler, uğradığımız ülkeler... Hayaldi. Hepsi hayal. Dinlediğimiz masallar, şarkılar, çaldığımız enstrümanlar, kırdığımız oyuncaklar... Ütopyalarda yaşıyorduk hep beraber.


Sonra ne oldu birdenbire? Üstümüze üstümüze geldiler çocuklar. Orada yolumuzu kaybettik. Koptuk birbirimizden. Neden sonra farkına vardığımızda birbirimizi kaybettiğimizin, vakit çok geçti. Hayat bir deli rüzgar gibi geçti.

İşte çocuklar, ben sizi orada, o ülkede yitirdim. Meğer ben sürüden kopmuşum o fırtınada. Meğer birbirimizi kaybetmemişiz de bir tek ben kaybolmuşum. Ne de iyi etmişim. İyi mi etmişim? Evet. Ben sizleri tanıyorum çünkü sizlerden kopalı. Bir o kadar da "o ülke"yi tanıyorum. Yani hayallerimizi, ütopyamızı.

Sizler orada kaldınız. Düşlerinizde. Oysa ben yıllar yılı sizi aradım durdum. Şimdi dönüp arkama baktığımda bir şeyler görüyorum, görüyorum görmesine de sizler misiniz bilemiyorum. Gözümün önüne bir karartılar geliyor ama seçemiyorum artık bu mesafeden. Birbirimize çok uzağız şimdi çocuklar. 


Gönüllü bir haymatlosum ben, sizlerin tanımadığı bir ülkedeyim şimdi. Ama düşlerim... Düşlerim hâlâ duruyor orada. Bir kitap, sahibinden sonra nasıl unutulur, tozlanır durur raflarda... Düşlerim şimdi orada sizlerle beraber yaşıyor, farkına varamasanız da.

Ben uzaklarda... ve dahi uzaklıklarda gönüllü bir haymatlosken şimdi... Düşlerim bir eski zamanda, "o ülke"de.

From my release button : Köyüm 2


24 Ağustos 2008

Fotoğraf

Havaya bakışlarını dikmiş bakıyordu Biri. Birdiğeri merak etti nereye baktığını. Havada beyaz, dağınık bulutlardan başka birşey yoktu ki... Güneş de baktığı tarafta değildi zaten. Biraz sonra Birdiğeri, Birinin havadaki bulutları izlediği kanısına vardı.

Merakı biraz yatışır gibi oldu Birdiğerinin. Alt tarafı, çiğnenmiş şekersiz bir sakıza benzeyen bulutlara bakıyordu Biri. Yok yok, bulutlarla biri bakışıyorlardı. Evet, şimdi tam olarak emindi bundan. Ortada karşılıklı bir bakışma vardı. Biri bulutlara bakıyorken bulutlar da boş durmuyordu elbet.

Biri istifini hiç bozmadan bulutlara bakmaya devam ediyordu. Neden sonra Birdiğeri, Birinin aslında bir fotoğrafa baktığını seziverdi. Birinin havaya baktığı falan yoktu. Üstelik bulutlar da fotoğraf karesinin tam ortasındaydılar.

Birdiğeri, Birinin bakışlarına odaklanırken elindeki fotoğrafı gözünden kaçırıvermişti. Havada da bulutlar yoktu zaten.

Balıkçılar

- Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder,
Bugün açız yine; lakin yarın, Ümid ederim,
Sular biraz daha sakinleşir… Ne çare, kader!

- Hayır, sular ne kadar coşkun olsa ben giderim
Diyordu oğlu, yarın sen biraz ninemle otur;
Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta…

- Olur;
Biraz da sen çalış oğlum, biraz da sen çabala;
Ninen baban, iki miskin, biz artık ölmeliyiz…
Cocuk düşündü şikayetli bir nazarla: - Ya biz,
Ya ben nasıl yaşarım siz ölürseniz?

Hala
Dışarda gürleyerek kükremiş bir ordu gibi
Döğerdi sahili binlerce dalgalar asabi.

- Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın;
Sakın yedek biraz ip, mantar almadan gitme…
Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın;
Kayık çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme,
Dokunma keyfine; yalnız tetik bulun, zira
Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha!

Deniz dışarda uzun sayhalarla bir hırçın
Kadın gürültüsü neşreyliyordu ortalığa.

- Yarın küçük gidecek yalnız, öyle mi, balığa?
- O gitmek istedi; ‘Sen evde kal!’ diyor…
- Ya sakın
O gelmeden ben ölürsem?

Kadın bu son sözle
Düşündü kaldı; balıkçıyla oğlu yan gözle
Soluk dudaklarının ihtizaz-ı hasirine
Bakıp sükut ediyorlardı, başlarında uçan
Kazayı anlatıyorlardı böyle birbirine.
Dışarda fırtına gittikçe pür-gazab, cuşan
Bir ihtilac ile etrafa ra’şeler vererek
Uğulduyordu…

- Yarın yavrucak nasıl gidecek?

şafak sökerken o, yalnız, bir eski tekneciğin
Düğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşarak
ılerliyordu; deniz aynı şiddetiyle şırak -
şırak döğüp eziyor köhne teknenin şişkin
Siyah kaburgasını… Ah açlık, ah ümid!
Kenarda, bir taşın üstünde bir hayal-i sefid
Eliyle engini guya işaret eyleyerek
Diyordu: ‘Haydi nasibin o dalgalarda, yürü!’

Yürür zavallı kırık teknecik, yürür; ‘Yürümek,
Nasibin işte bu! Hala gözün kenarda… Yürü!’
Yürür, fakat suların böyle kahr-ı hiddetine
Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne?

Deniz ufukta, kadın evde muhtazır… ölüyor:
Kenarda üç gecelik bar-ı intizariyle,
Bütün felaketinin darbe-i hasariyle,
Tehi, kazazede bir tekne karşısında peder
Uzakta bir yeri yumrukla gösterip gülüyor;
Yüzünde giryeli, muzlim, boğuk şikayetler…

Tevfik Fikret

18 Ağustos 2008

Cam

Biri yukarıdan aşağıya doğru hızla geçip gitti. Öbürü onu takip etti. Bir başkası da onu. Birbirlerinin ardı sıra bir başkası, bir başkası daha...

Biri sola doğru hafif bir kavis çizdikten sonra düz yolda devam etti gitti. İşte bir tane daha. Ama bak! Bak bak şuna, zik zak çizip gidiyor aşağı doğru...

On dakika, on beş dakika, yarım saat, bir saat... Birbirleri ardı sıra hızla akıp gittiler.

Ve nihayet sonuncusu. Diğerlerinden pek de farklı bir davranışta bulunmayan bu sonuncusu camdan aşağı sürüklenip giden berrak mı berrak bir yağmur damlasından başka birşey değildi.

16 Ağustos 2008

Memleket Akşamları

Memleket akşamları
ağır aheste.
Zaman geçmek bilmez,
akmak bilmez.
Kuş uçmaz kervan geçmez
memleketim.

Memleket akşamları

ani bir rüzgâr eser.
Eser, kavak yapraklarını
sallar geçer.
Sallar geçer yaz sıcaklarını.

Memleket akşamları
iki tanıdık kedi karşılaşır
bir duvar üstünde.
Bahçe duvarları üstünde
erken düşmüş yapraklar
bakışır.
Kavak yaprakları, söğüt yaprakları
birbirine karışır.

Memleket akşamları
sarıcak ışıklar dökülür
pencerelerden.
Penceresi cam cama evlerden
sarı hoş ışıklar süzülür,
Yüreklerden yarı loş ışıklar süzülür.

Memleket akşamları
mahalle bakkalları kapanır.
Çocukların son oyunları
sokak aralarında oynanır.
Sokaklardan oyun artıkları toplanır. 


10.07.2006 / Erciş

14 Ağustos 2008

İzzet Yıldızhan'la ilgili bir anım

Erciş Belediyesi birkaç gün sonra "22. Emrah ve Selvi Festivali"ni düzenliyor. Festival kapsamında türkücü İzzet Yıldızhan da bir konser verecekmiş. Bu vesileyle şehrin muhtelif yerlerine asılmış posterlerini görünce aklıma onunla ilgili bir anım geldi, yazayım dedim.

Yıllar önce Marmaris'te bir otelde çalışıyordum. Birgün, İzzet Yıldızhan Marmaris'e konsere geldi. Bizim otelde konaklayacaklardı. Ben geceleri room service (gece servisi) olarak çalışıyordum. Akşam yemeğinden üç-dört saat sonra servis telefonu çaldı. Açtım ve benle karşıdaki ses arasında şöyle bir konuşma geçti:

- Room service I am Çağan,
- Alo, Çağancım ben İzzet Yıldızhan,
- Buyrun!
- Çağancım bana kaynamış sütle karışık bal getirir misin iki-üç bardak kadar,
- Tabi, yarım saate kadar getiririm,
- Süt iyice kaynamış olsun balla karıştırarak iyice...
- Tamam.

Yarım saat sonra ballı sütünü götürdüm. Kapıyı orta yaşlı biri açtı, yanlış hatırlamıyorsam amcasının oğluydu. "İzzet Bey şu anda uyuyor, siz bana verin, içeri girmeyin." dedi. Karşısında İzzet Bey'in meraklısı varmış gibi. Sütü ona verip döndüm.

Birkaç saat sonra sabaha doğru resepsiyon oda numarasını bildirerek, mini barı kontrol etmemi bildirdi. Odaya gittim. Üç kişi kalıyorlardı. Çıkıp aşağı inmişlerdi. Hemen mini barın kapısını açıp şöyle hızlı bir göz hareketiyle taradım. Eksik birşey yoktu. Tam kapatıp dönüyordum, elime bir kola kutusu alıp çoğu zaman yaptığım gibi salladım. O da ne! Kola kutusunun ağzı açılmamış ama içi boş. Bir tane Fanta kutusu... O da aynı. Meğer altlarını pipetle falan delip ordan içmişler kutuları da el değmemiş gibi tekrar yerleştirmişler.

Mini barda ne varsa teker teker kontrol ettim. Alkollü içkilere dokunmamışlar ama soft içecekleri içip çerezleri yemişler. Çerez kutularını da en alt kısma saklamışlar.

Resepsiyona bildirdiğimde çoktan oteli terketmişlerdi bile. İlk defa öyle bir şeyle karşılaşıyordum orada. Anlamadığım şuydu, otel masraflarını konseri organize edenler ödeyeceklerdi. Neden böyle bir şeye gerek görmüşlerdi ki? Kendileri bile ödeyecek olsalar, beş yıldızlı bir otele giden insan neden böyle bir şeye yeltensin? Parası yoksa orada işi ne, diye düşünürsünüz ister istemez.

Unutup gitmiştim. Posterlerini görünce aklıma geldi.

13 Ağustos 2008

Latincenin ölüsü de canlısı kadar çekici

Latince 2 bin 700 yıl önce bugünkü İtalya yarımadasında sadece konuşulan değil, bir ölçüde kayıtlara geçen bir dildi. Aşağı yukarı miladın 5’inci asrından sonra ise Latincenin artık bir halkın günlük dili olarak konuşulduğunu söylemek çok zordur. Ama okumuş insanların ortak konuşma ve anlaşma dili bütün Avrupa milletlerinin edebiyat ve bilimde kullandıkları dildi.
Asıl önemlisi, uzun asırlar boyu devletin ve hukukun dili oldu. Arapça dışında hiçbir dil beşeriyetin hukuki düşüncesini Latince kadar ifade edemez, işin ilginci Arapçayı kullanan İslam hukukunda Latinlerin hukuk dili ile ilginç muhakeme yürütme ve terminoloji birlikleri vardır.
Latince doğduğu İtalya’da, kendiyle hiçbir alakası olmayan dillerle de bir arada yaşadı. Mesela Etrüsklerin dili Latincenin mensup olduğu Hint-Avrupa dilleriyle alakasızdı. Zamanla Roma’nın fethedip ilerlediği Apenin Dağları’nın kuzeyindeki Avrupa’da en geniş olarak konuşulan Keltlerin dili de böyleydi.
Az kalsın Roma’yı tarihten silecek derecede ilerleyen Hannibal’in Kartaca’sı ise Sami bir dil konuşuyordu. Kartacalılar Fenikeliydi ve bugünkü kardeşleri de Malta’da yaşıyor.
Roma MÖ 2’nci asırda Apeninler’in kuzeyine sızdı. Birinci asırda Atlantik kıyılarındaydı, müteakiben İngiltere’ye çıktı. Bütün bu dünyadaki Kelt ve onlarla alakasız dilleri konuşan Germen kabileler, Romalılar ve onların Latinceleri sayesinde uygar dünyaya ve beşer tarihine takdim edildiler.
Konuştukları dillerin yüklü miktarda Latince kelime ve deyim almaması kaçınılmazdı. Felsefi, ilmi ve hukuki faaliyetlere giriştikleri, şiir yazdıkları zamansa düpedüz Latince kullandılar. 1000 seneye yakın zaman birtakım garip deyimler ve uydurmalarla yazdıkları bu Latince, “Latina vulgata-avami Latince” adını taşır.
Ne var ki, Rönesans’ın parlak İtalya’sının ilk başarılarından biri; Petrarca gibi öncülerin klasik Roma dünyasının metinlerini, şair ve yazarlarını inceleyip eski dünyaya nüfuz etmeleri ve klasik Latinceyi yeniden inşa edip o alemle kaynaşmalarıdır.
Yunancaya boşuna direniş
Latince İtalya yarımadasında, güney kıyılarında ve Sicilya’daki Yunanca ile onlara direnen bugünkü Arnavutların uzak akrabaları Messapilerin diliyle komşuydu. Aniden büyüyen imparatorluk İtalya yarımadası ve Sicilya’da Latincenin yoğun olarak kullanılması; Kuzey Afrika’daki Leptis Manga’da (bugün Libya’da), İberik yarımadasında bugünkü Cordoba’da, Orta Avrupa ve Balkanlar’da kurulan bazı kolonilerde, yurdumuz Küçük Asya’nın Efes, Antakya gibi merkezlerinde bazı cemaat gruplarında Latincenin bir ölçüde yayılmasına ve kullanılmasına neden oldu.
Ama Roma’nın Helenizm devrini yenmesi doğrusu mümkün değildi, zaten öyle bir niyeti de yoktu. Akdeniz’in doğusunda Yunanca bütün gücüyle yaşadı.
6’ncı asırda Doğu Roma’nın büyük imparatoru Justiyanus -ki anadilinin Latince olduğu açıktır- Yunancaya karşı boşuna direndi. Roma hukukunun dili Latince olarak kaldı. Ama Yunanca Doğu Roma’nın diliydi. Her şeye rağmen Küçük Asya’da Yunanca da Aramca da Kobtça ve Ermenice gibi diller ve birtakım lehçelerle bir arada yaşamak zorundaydı.
Doğu dünyası Latinceyi tanımadı. Sadece normal Doğu Roma okumuşu için değil, bayağı bilgili Doğu Roma alimleri için de Latince mesela “İskit barbarlarının dili” idi. Onu bu uzun asırlarda yaşatan artık o dili konuşmayan ama yazan İtalya Orta ve Batı Avrupa, İspanya ve Britanya oldu. Hıristiyanlaşan barbar kavimler onu edebi, dini ve hukuki dil olarak alıyorlardı. Ortaçağlar boyunca uyanan milli devlet ve toplumlara rağmen 18’inci yüzyıla kadar üniversitede dersler Latince yapılıyordu. Hatta Prag Üniversitesi’nde Almanca ve Çekçe derslerin yanında Latince de devam ediyordu.
Gelişen Protestanlığa ve milli edebiyatlara rağmen, Almanca konuşulan dünyada da bu özellik 18’inci yüzyıl Aydınlanma dönemine kadar sürdü. Bugün dahi Alman üniversitesinde Latince bir doktora tezi teslim etseniz hiçbirinin reddetme hakkı yoktur. Macaristan krallığı kendisiyle dil olarak hiçbir alakası olmayan Latinceyi sırf Almanca kullanmamak için 1848’e kadar bütün idarede ve yargıda kullandı.
Latincenin büyük etkisi
Latincenin üslup ve tabii sözlük hazinesi Avrupa’nın civarındaki bütün dilleri etkiledi. Aslında bugün Latin dili denilen grubun içinde mesela İtalyanca ve Fransızcanın cümle yapısı olarak Latinceyle yakın ilgisi yoktur. İtalyan öğrenciler çok kötü Latince cümle kurarlar. Ne gariptir, bu grupta Latinceye en yakın olanı Romence ve Portekizcedir.
Ama mesela Hint-Avrupa dilleriyle alakası dahi olmayan Türkçeyi ele alalım; Latince kelime hazneniz iyi ise cümleyi Türkçe düşündüğünüzde birçok İtalyan ve Fransızdan daha doğru Latince yazabilirsiniz. Bunu Hitler Almanya’sının zulmünden kaçıp Ankara Üniversitesi’ne sığınan Klasik Diller Kürsüsü’nün başkanı Georg Rohde söylemiştir.
Gerçekten de Latince bir imparatorluğun diliydi. Üniversal imparatorluğun kurumlarıyla birlikte cihanşümul dil de bütün insanlığa miras kaldı ve onu konuşan ana unsurun tarihi ölümüne rağmen bütün milletlerin ortak belleğinde ve bilincinde yaşıyor.
Bugünün dünyası hâlâ Romalıdır. Hukukçularımız Romalı hukukçular gibi düşünüyor. Ticaret o zamanın sistemi üzerine yürüyor ve Latin dilinin eğitimini ve kullanımını terk etmemiz mümkün olmasa da ondan uzaklaştığımız ölçüde tepkiler doğuyor.
Bundan 10 yıl evvelki bir UNESCO konferansında, UNESCO’nun iki çalışma dilini de -Arapça ve Fransızca- bilen binanın kapısındaki Tunusluların; “Burada sadece Latince konuşulsun” diyenlerle dayanışma içinde olduğunu görmüştüm. Amerika’da, yani uygar dünyaya ve Batı’nın kültürel temeline en uzak olan bu camiada, bilimsel toplantı dili olarak Latinceyi ısrarla kullanan gruplar vardır.
Latincenin ölüsü dirisi kadar çekicidir ve eski dünyanın her köşesinde, her ulusun hayatında o kültürün kalıntıları sadece görkemiyle değil, sıcak güzelliği ile de devam etmektedir.
İlber Ortaylı

8 Ağustos 2008

Harname

MÜNÂSEBET-İ HİKÂYET

Bir eşek var idi zâif ü nizâr
Yük elinde katı şikeste vü zâr

Gâh odunda vü gâh suda idi
Dün ü gün kahr ile kısuda idi

Ol kadar çeker idi yükler ağır
Ki teninde tü komamışdı yağır

Nice tü kalmamışdı et ü deri
Yükler altında kana batdı deri

Eydür idi gören bu sûretlu
Tan degül mi yürür sünük çatlu

Dudağı sarkmış u düşmiş enek
Yorılur arkasına konsa sinek

Toğranur idi arpa arpa teni
Gözi görince bir avuç samanı

Kargalar dirneği kulağında
Sinegün seyri gözi yağında

Arkasından alınsa pâlanı
Sanki it artuğıydı kalanı

Birgün ıssı ider himâyet ana
Ya’ni kim gösterür inayet ana

Aldı pâlanını vü saldı ota
Otlayurak biraz yüridi öte

Gördi otlakda yürür öküzler
Odlu gözler ü gerlü göğüzler

Sömürüp eyle yirler otlağı
Ki çekicek kılın tamar yağı

Boynuzı ba’zısınun ay bigi
Kiminün halka halka yay bigi

Böğrişüp çün virürler âvâze
Yankulanurdı tağ ü darvâze

Har-ı miskîn ider iken seyrân
Kaldı görüp sığırları hayrân

Geh yürürler ferâgat ü hoş-dil
Gâh yaylâ vü kışla geh menzil

Ne yular derdi ne gâm-ı pâlân
Ne yük altında haste vü nâlân

Acebe kalur u tefekkür ider
Kendü ahvâlini tasavvur ider

Ki birüz bunlarunla hilkatde
Elde ayakda şekl ü sûretde

Bunlarun başlarına tâc neden
Bize fakr ü ihtiyâc neden

Bizi ger arpa ok u yây itdi
Bunlarun boynuzun kim ay itdi

Didi bu müşkilümi itmez hal
Meger ol bir falân har-i a’kal

Var idi bir eşek firâsetlû
Hem ulu yollu hem kiyâsetlû

Çok geçürmiş zamâneden çağlar
Yükler altında sızırup yağlar

Nûh Peygamber’ün gemisinde ol
Virmiş İblîse kuyruğıyla yol

Dir imiş ben döşedimdüm döşeği
Dirilürken ölüp ‘Üzeyr eşeği

Hoş-nefesdür diyü vü ihl ü fasîh
Hürmet eyler imiş humâr-ı Mesîh

Kurd korkar idi kulağından
Arslan ürker idi çomağından

Ol ulu katına bu miskîn har
Vardı yüz sürdi didi iy server

Sen eşekler içinde kâmilsin
Âkıl ü şeyh ü ehl ü fâzılsın

Anda k’ıslâh ide tapun şer ü şûr
Har-î Deccâle diyeler ker ü kûr

Menzil-i mü’minîne rehbersin
Merkeb-i sâlihîne mazharsın

Nesebündür mesel hatîblere
Nefesün hoş gelür edîblere

Sen eşeksin ne şek hakîm-i ecell
Müşkilüm var keremden itgil hall

Bugün otlakda gördüm öküzler
Gerüben yürür idi göğüzler

Her biri semîz ü kuvvetlü
İçi vü taşı yağlu vü etlü

Niçün oldu bulara enzâni
Bize bildür şu tâc-ı sultanî

Yok mıdur gökde bizüm ılduzumuz
K’olmadı yir yüzinde boynuzumuz

Her sığırdan eşek nite ola kem
Çün meseldür ki dir benî âdem

Har eger hâr ü bî-temîz oldı
Çünkü yük tartar ol azîz oldı

Bâr-keşlikde çün bizüz fâik
Boynuza niçün olmaduk lâyık

Böyle virdi cevâb pîr eşek
K’iy bilâ bendine esîr eşek

Bu işün aslına işit illet
Anla aklunda yog ise kıllet

Ki öküzi yaradıcak Hallâk
Sebeb-i rızk kıldı ol Rezzâk

Dün ü gün arpa buğday işlerler
Anı otlayup anı dişlerler

Çün bular oldu ol azîze sebep
Virdi ol izzeti bulara Çalab

Tâc-ı devlet konıldı başlarına
Et ü yağ toldı iç ü taşlarına

Bizüm ulu işimüz odundur
Od uran içümüze o dûndur

Bize çokdur hakîki buyrukda
Nice boynuz kulağ u kuyruk da

Döndi yüz derd ile zaîf eşek
Zâr ü dil-haste vü nahîf eşek

Didi sehl ola bu işün aslı
Çünki şerh oldı bâbı vü faslı

Varayın ben de buğday işleyeyin
Anda yaylayup anda kışlayayın

Nice yiyem odun ile letler
Bulayın buğday ile izzetler

Gezerek gördi bir gögermiş ekin
Sanki dutardı ol ekin ile kîn

Aşk ile değdi girdi işlemeğe
Gâh ayaklayu gâh dişlemeğe

Arpa gördi gögermiş aç eşek
Buldı cân derdine ilâç eşek

Değme kerret ki şevk ile karvar
Toprağın bile götürür harvar

Eyle yidi gök ekini terle
Ki gören dir zihî kara tarla

Yiyürek toydı karnı çağnadı
Yuvalandı vü biraz ağnadı

Başladı ırlayup çağırmağa
Anup ağır yükin ağırmağa

Dimiş ol âdemî ki hoş-demdür
Niam oldukda bî-nagam gamdur

Pes idüp cûş içinde eşvâkı
Rast düzdi nevâ-yı uşşâkı

Çeker âvâze tîz ider perde
Hoş ser-âğaz ider muhayyerde

Nice düzmek ki bozdı âhengi
Perdesin açdı ol cihân nengi

Çıkarur har çün enker-ül esvât
Ekin ıssına arz olur arasât

Ağaç elinde azm-i râh itdi
Tarlasını göricek âh itdi

Dâneden gördi yiri pâk olmış
Gök ekinliği kara hâk olmış

Yüreği sovumadı söğmeg ile
Olımadı eşeği dögmeg ile

Bıçağın çekdi kodı ayruğını
Kesdi kulağını vü kuyruğını

Kaçar eşşek acıyaruk cânı
Dökilüp yaşı yirine kanı

Uğrayu geldi pîr eşek nâgâh
Sordı hâlini kıldı derd ile âh

Yermürü inleyü didi iy pîr
Har-ı rûbâh bigi pür-tevzîr

Bâtıl isteyü haktan ayrıldum
Boynuz umdum kulakdan ayrıldum

Benem ol gâm yükinde har-ı leng
Gussalar balçığında vâlih ü deng

Ne yüküm bir nefes giderici var
Ne biraz çekmeğine yarıcı var

Har gedây-iken arpaya muhtâç
Gözedürem k’urıla başuma tâc

İster iken halâldan rûzî
Varım itdüm haramîler rûzî

Ger tonuzlara olmaya buyruk
Âh gitdi kulağ ile kuyruk

Hükm-i sultâna k’ola pâyende
Çarh çâkerdürür felek bende

Kim ola bâri bir iki eclâf
K’ide tevk-i pâdişâha hilâf

Şâh kahrı ne’ûzü-billâh eger
Çarh baş çekse ide zîr ü zeber

Göklere irdi nâle vü feryâd
Dâd iy pâdişâh-ı âdil dâd

Şeyhî uzatma nâle vü âhun
Nüktedândur bilür şehen-şâhun

Ger inâyetden istesen tevfîr
Kılma devlet duâsını taksîr

Nice kim bu zamâne-i nâ-sâz
Câhile nâz vire ehle niyâz

Ne kadar kim cihân-ı bî-ihlâs
Ârifi hâric ide âmiyi hâs

Ol şehün işi izz ü nâz olsun
Düşmeninün gam ü niyaz olsun

(Vezin: Feilâtün mefâilün feilün)

Şeyhi
Sayfa başına git