31 Ekim 2014
30 Ekim 2014
İki kelime: metro, metropolitan
Geçen gün bir arkadaşım metro kelimesinin kökenini merak ettiğini söyledi. Bilmiyorum ama araştıracağım dedim. Acaba metre ile bir ilgisi var mıdır diye de düşündüm ama bir çıkar yol bulamadım. Çünkü metre'nin Grekçe metron'dan geldiğini ve anlamını biliyordum. Bugün baktım, metre'yle metro'nun bir ilgisi yokmuş.
Metro kelimesi Paris metrosuyla ortaya çıkmış. Metroyu işleten şirketin adı Compagnie du chemin de fer métropolitain de Paris imiş. Türkçesi Paris Büyükşehir Demiryolu Şirketi. Kısaltıp Le Métropolitain demişler. Daha sonra bunu da kırpıp Métro haline getirmişler. Bugün bildiğimiz anlamıyla büyük şehirlerdeki yolcu trenlerine genel olarak metro denmesinin kaynağı burası.
Metro bir kısaltma olup metropolitan'dan geliyor dedik. Peki metropolitan ne demek? Metro ve polis sözcüklerinden müteşekkil birleşik bir sözcük olan metropolis'ten geliyor o da. Buradaki metro ile az önce andığımız tren anlamındaki metro'yu karıştırmamak gerekir. Burada metro "anne" demek olan meter'den gelir. Polis ise "şehir" demektir. Dolayısıyla metropolis "ana şehir" anlamına gelir. Anakent bugün de büyükşehir yerine kullanılıyor zaten. Metropolitan, "Büyükşehire ait, büyükşehirle ilgili" gibi bir anlam verir. Mesela metropolitan belediye dediğimizde büyükşehir belediyesi demiş oluruz.
Buradaki "anne" anlamındaki meter'i de uzunluk ölçüsü olan İngilizce meter ile karıştırmamak gerek. İngilizcede "anne" demek olan mother'ın meter ile aynı kökten doğduğunu eklemeyi unutmayalım.
Eski Yunan'da şehir devleti sistemi olduğunu da hatırlatalım. Şehir devletlerinden güçlü olanlar, örneğin Atina ve Sparta, daha küçük ve güçsüz olan öbür şehir devletlerini zaman zaman sömürerek kendi kolonileri haline getirirlerdi. İşte küçük kolonilerin bağlı olduğu bu büyük şehir devletlerine metropolis, yani "ana kent" denirdi. Bugünse dünyanın belli başlı birçok dilinde nüfusu bir milyonu aşan şehirlere metropol denir, buna Türkçe de dahil.
Kaynak: Bura, şura, ora.
Metro kelimesi Paris metrosuyla ortaya çıkmış. Metroyu işleten şirketin adı Compagnie du chemin de fer métropolitain de Paris imiş. Türkçesi Paris Büyükşehir Demiryolu Şirketi. Kısaltıp Le Métropolitain demişler. Daha sonra bunu da kırpıp Métro haline getirmişler. Bugün bildiğimiz anlamıyla büyük şehirlerdeki yolcu trenlerine genel olarak metro denmesinin kaynağı burası.
Metro bir kısaltma olup metropolitan'dan geliyor dedik. Peki metropolitan ne demek? Metro ve polis sözcüklerinden müteşekkil birleşik bir sözcük olan metropolis'ten geliyor o da. Buradaki metro ile az önce andığımız tren anlamındaki metro'yu karıştırmamak gerekir. Burada metro "anne" demek olan meter'den gelir. Polis ise "şehir" demektir. Dolayısıyla metropolis "ana şehir" anlamına gelir. Anakent bugün de büyükşehir yerine kullanılıyor zaten. Metropolitan, "Büyükşehire ait, büyükşehirle ilgili" gibi bir anlam verir. Mesela metropolitan belediye dediğimizde büyükşehir belediyesi demiş oluruz.
Buradaki "anne" anlamındaki meter'i de uzunluk ölçüsü olan İngilizce meter ile karıştırmamak gerek. İngilizcede "anne" demek olan mother'ın meter ile aynı kökten doğduğunu eklemeyi unutmayalım.
Eski Yunan'da şehir devleti sistemi olduğunu da hatırlatalım. Şehir devletlerinden güçlü olanlar, örneğin Atina ve Sparta, daha küçük ve güçsüz olan öbür şehir devletlerini zaman zaman sömürerek kendi kolonileri haline getirirlerdi. İşte küçük kolonilerin bağlı olduğu bu büyük şehir devletlerine metropolis, yani "ana kent" denirdi. Bugünse dünyanın belli başlı birçok dilinde nüfusu bir milyonu aşan şehirlere metropol denir, buna Türkçe de dahil.
Kaynak: Bura, şura, ora.
29 Ekim 2014
Mim: Blog ödülü
Blogdaşlardan Şenay ve Eren bana blog ödülü vermişler. Kendilerine teşekkür ederim. Adı Dart Ödülü, şu sıralar blog âleminde çok yaygın. Nereden çıktı, amacı nedir, inanın ben de bilmiyorum.
Bu ödülü aldıktan sonra yapılması gereken üç şey var.
Ödülün fotoğrafını paylaşmaya gelince, izin verirlerse biraz oyunbozanlık yapmak istiyorum. Ödülün fotoğrafı yerine, geçen gün çektiğim bir sonbahar fotoğrafını yayımlayıp kendilerine armağan etmek istiyorum. Buyursunlar:
Bu ödülü aldıktan sonra yapılması gereken üç şey var.
- Ödülün fotoğrafını yayımlamak,
- Size ödülü veren bloğun bağlantısını paylaşmak,
- Ödülü 15 bloğa vermek.
Ödülün fotoğrafını paylaşmaya gelince, izin verirlerse biraz oyunbozanlık yapmak istiyorum. Ödülün fotoğrafı yerine, geçen gün çektiğim bir sonbahar fotoğrafını yayımlayıp kendilerine armağan etmek istiyorum. Buyursunlar:
Mim: Kitaplar filan...
Blogdaşlardan Dördüncü Tekil Şahıs yaklaşık üç hafta önce beni kitap konulu bir mimle mimlemişti. Biraz gecikti, umarım kusura bakmamıştır. Hazır yeri gelmişken söyleyeyim, on yılı aşkın süredir bu blog camiasındayım, son bir yıldır gördüğüm kadar mimleme görmedim. Tam anlamıyla bir mim furyası var. Özellikle genç blogcular birbirlerini mimleyip duruyorlar. Nedenini kestirmek zor değil, blogger arkadaşlar için hem bir eğlence oluyor, hem de hazır bir yazı konusu çıkmış oluyor. Ancak, eğer kabul ederlerse kendilerine naçizane bir öneride bulunmak istiyorum. Çok mimleme blogların havasını bozuyor, konularından saptırıyor. Gerçi blog dediğin zaten özgürce yazıp çizme ortamıdır, herkes bloğunda dilediği gibi atını koşturabilir ama yine de ben böyle düşünüyorum. Böyle düşünmeme karşın, gördüğünüz gibi gene de gelen mimleri cevapsız bırakmıyorum. Bereket versin az mimleniyorum. Bunun dışında, blogger'lardan gelen her türlü soruya açık olduğumu da belirtmek isterim.
Bu yıl bir-iki mim yazısı daha yazdım, onlarda da hep böyle girizgâhlarla konuyu biraz dağıtmıştım. Olur böyle şeyler. :) Seda'nın bu miminde altı soru var:
İkinci sorunun cevabı da çıkmış oldu böylece, favori kitap serim Bıdık Ali serisidir. Zaten eğer yanlış hatırlamıyorsam hayatımda Bıdık Ali ile Tombik Ali dışında bir kitap serisi okumadım. Okuyacağımı da sanmıyorum.
Favori kitabım hangisidir? Bunu bazen düşünüyorum ama belli bir kitap için, şudur, diyemiyorum. Sevdiğim çok kitap var fakat tek bir kitap için favorimdir diyemem. İlle bir ad vermem gerekiyorsa yılda bir ya da iki yılda bir okuduğum Orwell amcamızın Hayvan Çiftliği olabilir.
Favori erkek ve kadın karakterlerim yoktur, olsa bile şu an aklıma gelen birileri yok. Aslında okuduğum kitaplarda sevdiğim çok karakter çıkıyor da herhangi biri için favorim olsun dediğimi anımsamıyorum. İlle insan olması da gerekmiyor, mesela Hayvan Çiftliği'ndeki kediyi, sırf damdaki o hali için çok severim.
Favori okuma saatime gelince, galiba gündüzleri iyi okuyorum. Sabah saatleriyle ikindi üstlerini daha çok seviyorum.
Favori okuma yeriniz diye bir soru da olsaydı ya. Hadi onu da ben ekleyeyim. Kütüphanelerde çok keyiflenirim. Büyük ve sessizse kütüphane, daha bir keyiflenirim. Bir kütüphanede iki saat kitap okuyup bir çay molası verdikten sonra bir buçuk saat daha okumak gibisi yoktur. Bir de bazı sessiz ortamlı otobüs yolculuklarında okumayı çok severim. Otobüs mola verip okumamı böldüğü için hayıflandığım çok olmuştur. Elbette bir de kırlarda, bir başıma çimenlere, bir ağacın gölgesine gönlümce uzanıp okuduğum zamanlar var ki sormayın. Böyle zamanlara yılda bir, bilemedin iki kez rastlasam da tadına doyum olmaz. Bunların dışında da kitap okumayı sevdiğim yerler ve zamanlar var elbette.
Kuşkusuz eskiden okumak çok daha keyifliydi. Elimizde telefonlar, bilgisayarlar yoktu. Kitaba ayıracak daha fazla zamanımız vardı. Bakalım yirmi yıl sonra kitap okuma oranları nasıl olacak.
Bu yıl bir-iki mim yazısı daha yazdım, onlarda da hep böyle girizgâhlarla konuyu biraz dağıtmıştım. Olur böyle şeyler. :) Seda'nın bu miminde altı soru var:
- İlk hayranlığım,
- Favori serim,
- Favori kitabım,
- Favori erkek karakterim,
- Favori kadın karakterim,
- Favori okuma saatim.
İkinci sorunun cevabı da çıkmış oldu böylece, favori kitap serim Bıdık Ali serisidir. Zaten eğer yanlış hatırlamıyorsam hayatımda Bıdık Ali ile Tombik Ali dışında bir kitap serisi okumadım. Okuyacağımı da sanmıyorum.
Favori kitabım hangisidir? Bunu bazen düşünüyorum ama belli bir kitap için, şudur, diyemiyorum. Sevdiğim çok kitap var fakat tek bir kitap için favorimdir diyemem. İlle bir ad vermem gerekiyorsa yılda bir ya da iki yılda bir okuduğum Orwell amcamızın Hayvan Çiftliği olabilir.
Favori erkek ve kadın karakterlerim yoktur, olsa bile şu an aklıma gelen birileri yok. Aslında okuduğum kitaplarda sevdiğim çok karakter çıkıyor da herhangi biri için favorim olsun dediğimi anımsamıyorum. İlle insan olması da gerekmiyor, mesela Hayvan Çiftliği'ndeki kediyi, sırf damdaki o hali için çok severim.
Favori okuma saatime gelince, galiba gündüzleri iyi okuyorum. Sabah saatleriyle ikindi üstlerini daha çok seviyorum.
Favori okuma yeriniz diye bir soru da olsaydı ya. Hadi onu da ben ekleyeyim. Kütüphanelerde çok keyiflenirim. Büyük ve sessizse kütüphane, daha bir keyiflenirim. Bir kütüphanede iki saat kitap okuyup bir çay molası verdikten sonra bir buçuk saat daha okumak gibisi yoktur. Bir de bazı sessiz ortamlı otobüs yolculuklarında okumayı çok severim. Otobüs mola verip okumamı böldüğü için hayıflandığım çok olmuştur. Elbette bir de kırlarda, bir başıma çimenlere, bir ağacın gölgesine gönlümce uzanıp okuduğum zamanlar var ki sormayın. Böyle zamanlara yılda bir, bilemedin iki kez rastlasam da tadına doyum olmaz. Bunların dışında da kitap okumayı sevdiğim yerler ve zamanlar var elbette.
Kuşkusuz eskiden okumak çok daha keyifliydi. Elimizde telefonlar, bilgisayarlar yoktu. Kitaba ayıracak daha fazla zamanımız vardı. Bakalım yirmi yıl sonra kitap okuma oranları nasıl olacak.
28 Ekim 2014
27 Ekim 2014
Rollerimiz üzerine
Öbür insanlarla ilişkilerimizi azıcık incelediğimizde çok ilginç sonuçlara varırız. Hepimiz gündelik yaşamımız içinde türlü çeşitli insanla karşılaşıp muhatap oluruz. Bu karşılaşmalar sonucunda da farklı farklı rollere bürünürüz. İstesek de bürünürüz istemesek de. Evde ayrı bir roldeyizdir, işte ayrı, sokakta ayrı. Hatta daha da indirgeyebiliriz. Evimizde küçük çocuklara yönelik üstlendiğimiz rolle anne babamıza yönelik üstlendiğimiz aynı değildir. Aynı şekilde, kendi sokağımızdaki insanlara karşı rolümüzle yabancı bir sokaktakilere karşı rolümüz aynı olamaz.
Kendimden örnek vereyim. Malum, sonbaharın ilk ayı geride kaldı, herkes yazın yapacağını yaptı, ya da üç ay boyunca yan gelip yattı benim gibi, şimdi artık birbirine benzer günler yaşıyor hemen tüm insanlar. Sabah evden çıkıp akşam dönmek suretiyle, zaten kısalmış olan günleri birbiri ardına geride bırakıyoruz. Bendeniz güne annemle başlıyorum. Annem karşısındaki rolümü istesem de yazıya dökemem. Eşek kadar adam oldum ama onun gözünde değişeceğim yok; annem için yıllar önce neysem bugün de oyum. Acaba tüm erkekler mi böyle, yoksa bana özgü bir durum mu, evlenip barklanmadan yaşın kaç olursa olsun annenin gözünde seni doğurduğu günkü bebeksin. Her sabah bana kahvaltı hazırlayan annemin yanında galiba en doğal rolüme bürünüyorum. Kahvaltı sofrasında bazen annemin kafasından bana dair neler geçtiğini kestirmeye çalışırım. Pek konuşmam. Çayım biter bitmez annem hemen doldurur, ben de bir kaşık şeker atıp karıştırmaya başlarım. Kahvaltı bitince kendimi dışarıda bulurum. Sokağa çıktığım anda artık tekmil insanlar gibi farklı bir rol giymişimdir üstüme.
Biraz sonra servise binerim. Öğretmen arkadaşlarla laf salatası yaparız bol bol. İşin içinde olmayan bilemez, öğretmenler bazı ortamlarda o kadar tuhaf insanlar olurlar ki, onları öğretmenden başka her şeye benzetebilirsiniz. İşte, sabah servisi de öyle bir ortamdır genelde. Yer yer çocukça şakalar bile girer o laf salatalarının içine. Yarım saat ya da kırk dakika sonra okula vardığımızda, üstümüzdeki rol kendiliğinden, ama bizim bile fark edemediğimiz bir hızla, deyiş yerindeyse kaşla göz arası değişir. Artık öğretmenizdir. Siz kim olursanız olun, kendinizi ne olarak görüyorsanız görün, okuldaki her öğrencinin gözünde öğretmensinizdir; her şeye gücü yeten öğretmen... Öğrenciler küçükse, gözlerinde baba figürünün bile üstündesinizdir. Sınıfınıza girdiğinizdeyse, kırk dakikalığına oranın her şeyisinizdir. İşte o anda en yapmacık, doğallıktan en uzak rolünüze bürünürsünüz. Sanırım yalnızca öğretmenlikte değil, aklınıza gelecek her meslekte böyledir; insanlar en çok iş yerinde sahte, suni rollere bürünürler. Akşama kadar müşterilerin yüzüne mecburi sahte gülüşler serpmek zorunda kalan insanları düşünsenize... Ne diyorduk, sınıfta ağırbaşlılığınızı takınmak zorundasınız. Çünkü öğrenciler kafalarındaki öğretmen figürü dışındaki bir figürü kabullenmek istemezler. Onlara arkadaşlarıymışsınız gibi davrandığınız olur, şakalaştığınız olur, dertleştiğiniz olur ama illa ki o öğretmen-öğrenci ilişkisi yerinde durur. Basit olsun, zor olsun, herhangi bir öğrencinin bir sorunu oldu mu çözmek zorundasınız, bir sorusu oldu mu cevaplamak zorundasınız, zira giyindiğiniz rol bunu gerektirir.
Okul biter, öğrenciler evlerine yollanır ve biz tekrar servise bineriz. Bu kez herkesin üzerinde günün yorgunluğu vardır. Sabah ne konuşulmuş, ne edilmiş, unutulmuştur bile. Şimdi konuşulanlar daha çok teknik meselelerdir. Okulla, derslerle ilgili meseleler... Buna bağlı olarak üstümüzdeki rol zorunlu olarak bir kez daha değişmiştir.
Servisten inilince herkes kendi yoluna koyulur. Kimi evine gider, kimi işlerini halletmeye bakar. Bense çoğunlukla yakın bir arkadaşımın yanına giderim. Otururuz, çay üstüne çay içeriz, türlü türlü meseleden konuşuruz, dertleşiriz, tavla oynarız, yeneriz, yeniliriz. Bereket versin, burada büründüğüm rol de olabildiğince samimidir. Bu arkadaşımın yanında en çok şunun farkına varıyorum ki, insan ağzına geleni değil, içinden geçeni söyleyebildiği ortamlarda kendini bulur. Şu rutin hayatımızın içinde böyle ortamların olması, yorgunlukta bir fincan kahve, bir bardak sıcak çay gibidir.
Filmlerde oyuncular bir role bürünürler, ama gördüğünüz gibi biz insanlar gerçek hayatta pek çok role bürünmek zorundayız. Zor. Neresinden baksan zor. Doğal roller hadi neyse de, mecburi roller insanı bazen kendinden bezdiriyor. Ama ne yapalım, yapılacak bir şey yok. Atalarımız binlerce yıl önce bugünkü rollerimizin temelini atmışlar, biz de onların günahını çekiyoruz. Her şeye rağmen henüz ölmedik.
Kendimden örnek vereyim. Malum, sonbaharın ilk ayı geride kaldı, herkes yazın yapacağını yaptı, ya da üç ay boyunca yan gelip yattı benim gibi, şimdi artık birbirine benzer günler yaşıyor hemen tüm insanlar. Sabah evden çıkıp akşam dönmek suretiyle, zaten kısalmış olan günleri birbiri ardına geride bırakıyoruz. Bendeniz güne annemle başlıyorum. Annem karşısındaki rolümü istesem de yazıya dökemem. Eşek kadar adam oldum ama onun gözünde değişeceğim yok; annem için yıllar önce neysem bugün de oyum. Acaba tüm erkekler mi böyle, yoksa bana özgü bir durum mu, evlenip barklanmadan yaşın kaç olursa olsun annenin gözünde seni doğurduğu günkü bebeksin. Her sabah bana kahvaltı hazırlayan annemin yanında galiba en doğal rolüme bürünüyorum. Kahvaltı sofrasında bazen annemin kafasından bana dair neler geçtiğini kestirmeye çalışırım. Pek konuşmam. Çayım biter bitmez annem hemen doldurur, ben de bir kaşık şeker atıp karıştırmaya başlarım. Kahvaltı bitince kendimi dışarıda bulurum. Sokağa çıktığım anda artık tekmil insanlar gibi farklı bir rol giymişimdir üstüme.
Biraz sonra servise binerim. Öğretmen arkadaşlarla laf salatası yaparız bol bol. İşin içinde olmayan bilemez, öğretmenler bazı ortamlarda o kadar tuhaf insanlar olurlar ki, onları öğretmenden başka her şeye benzetebilirsiniz. İşte, sabah servisi de öyle bir ortamdır genelde. Yer yer çocukça şakalar bile girer o laf salatalarının içine. Yarım saat ya da kırk dakika sonra okula vardığımızda, üstümüzdeki rol kendiliğinden, ama bizim bile fark edemediğimiz bir hızla, deyiş yerindeyse kaşla göz arası değişir. Artık öğretmenizdir. Siz kim olursanız olun, kendinizi ne olarak görüyorsanız görün, okuldaki her öğrencinin gözünde öğretmensinizdir; her şeye gücü yeten öğretmen... Öğrenciler küçükse, gözlerinde baba figürünün bile üstündesinizdir. Sınıfınıza girdiğinizdeyse, kırk dakikalığına oranın her şeyisinizdir. İşte o anda en yapmacık, doğallıktan en uzak rolünüze bürünürsünüz. Sanırım yalnızca öğretmenlikte değil, aklınıza gelecek her meslekte böyledir; insanlar en çok iş yerinde sahte, suni rollere bürünürler. Akşama kadar müşterilerin yüzüne mecburi sahte gülüşler serpmek zorunda kalan insanları düşünsenize... Ne diyorduk, sınıfta ağırbaşlılığınızı takınmak zorundasınız. Çünkü öğrenciler kafalarındaki öğretmen figürü dışındaki bir figürü kabullenmek istemezler. Onlara arkadaşlarıymışsınız gibi davrandığınız olur, şakalaştığınız olur, dertleştiğiniz olur ama illa ki o öğretmen-öğrenci ilişkisi yerinde durur. Basit olsun, zor olsun, herhangi bir öğrencinin bir sorunu oldu mu çözmek zorundasınız, bir sorusu oldu mu cevaplamak zorundasınız, zira giyindiğiniz rol bunu gerektirir.
Okul biter, öğrenciler evlerine yollanır ve biz tekrar servise bineriz. Bu kez herkesin üzerinde günün yorgunluğu vardır. Sabah ne konuşulmuş, ne edilmiş, unutulmuştur bile. Şimdi konuşulanlar daha çok teknik meselelerdir. Okulla, derslerle ilgili meseleler... Buna bağlı olarak üstümüzdeki rol zorunlu olarak bir kez daha değişmiştir.
Servisten inilince herkes kendi yoluna koyulur. Kimi evine gider, kimi işlerini halletmeye bakar. Bense çoğunlukla yakın bir arkadaşımın yanına giderim. Otururuz, çay üstüne çay içeriz, türlü türlü meseleden konuşuruz, dertleşiriz, tavla oynarız, yeneriz, yeniliriz. Bereket versin, burada büründüğüm rol de olabildiğince samimidir. Bu arkadaşımın yanında en çok şunun farkına varıyorum ki, insan ağzına geleni değil, içinden geçeni söyleyebildiği ortamlarda kendini bulur. Şu rutin hayatımızın içinde böyle ortamların olması, yorgunlukta bir fincan kahve, bir bardak sıcak çay gibidir.
Filmlerde oyuncular bir role bürünürler, ama gördüğünüz gibi biz insanlar gerçek hayatta pek çok role bürünmek zorundayız. Zor. Neresinden baksan zor. Doğal roller hadi neyse de, mecburi roller insanı bazen kendinden bezdiriyor. Ama ne yapalım, yapılacak bir şey yok. Atalarımız binlerce yıl önce bugünkü rollerimizin temelini atmışlar, biz de onların günahını çekiyoruz. Her şeye rağmen henüz ölmedik.
25 Ekim 2014
24 Ekim 2014
Marilyn
23 Ekim 2014
Sarsılmıştık
Bugün depremin üçüncü yıldönümüydü. Ne zaman düşünsem tarifsiz şeyler hissediyorum. Deprem sürecinde bir yandan kendimi bile şaşırtan bir soğukkanlılık vardı üzerimde, bir yandan da ne yana dönsem gördüklerim, herkes gibi beni de derin bir çaresizlik hissi eşliğinde kedere sürüklüyordu. Öylesi bir felaketi ilk kez yaşıyor olmanın verdiği şaşkınlık, ne yapıp edeceğini bilememe hali de eklenince, nasıl bir psikolojiye büründüğümü varın siz hesap edin.
Bir depremden çok daha kötü olan şey, depremin ikinci günüdür. İlk günü ancak şoku atlatmakla, neyin ne olduğunu anlamaya çalışmakla geçirmişsindir. İkinci günün sabahına uyandığındaysa tarifi hakikaten imkânsız bir umutsuzluk denizinin ortasındasındır. Ben hayatta çok umutsuzluk dönemleri yaşadım da depremin ikinci günü kadarkini hiçbir zaman hiçbir yerde yaşamadım. Fazla söze gerek yok, dedim ya, tarifi, tanımı imkânsız.
Öyle bir şey ki deprem felaketi, başka hiçbir felakete benzemez. Daha önce de demiştim, felaket gökten ya da başka bir yerden geldi mi bu kadar koymaz insana, ama üstünde kendini bildiğin, en sağlam diye bellediğin yeryüzü ki seni istemiyor, depremde hissettiğin tam olarak budur. Gelgelelim bu umutsuzluktan çok daha kötüsü var. Yakınlarını kaybedenlerin acısını kim, nasıl tarif edebilir ki?
Gözümden gitmeyen görüntüler var deprem döneminden. Hepsini de birer fotoğraf karesi gibi hatırlıyorum. Çünkü bir yerde toplumsal acı yaşandı mı hayat durur, hiçbir şey hareket etmez. Acısını içine akıtan insanlar da hep hareketsizdiler. Pek çoğu bir duvarın dibine çökmüş, gizlice ağlıyordu. Koca koca insanların ağlayışını gördüm. İlk bebeğini yitiren genç anneler gördüm, acılarından ağlayamıyorlardı bile. Eşini yitirenler, öksüz, yetim kalan küçük çocuklar gördüm. Çocuklarını yitirdiği enkazın üzerine çöküp başını ellerinin arasına almış babalar gördüm. Hep aynı acıyı yaşıyorlardı. Çok söz söylemek ne işe yarar? Bir dünya yazı sayıp döksen şuraya, neye yarar?
Deprem bir doğal afet değildir kardeşlerim. Öyle diyoruz ama ağız alışkanlığından. Aslında deprem dediğin yalnızca yer sarsıntısıdır, binaların yıkılmasıdır asıl afet. Evet, ne yazık ki gerçek bu, afet insan eliyle yapılan bir şeydir. Düşünsene, bitişiğindeki bina sapasağlam ayakta kalıp camı bile kırılmazken, sen içinde bulunduğun binanın enkazında kalıp ölürsün. Bunun adına da kader derler. Gözden kaçan bir şey var; bu coğrafyada kadere inanılır inanmasına, fakat iki tür kader olduğu neredeyse hiç bilinmez. Bir, Tanrı'nın yazdığı kader, bir de insanların yazdığı kader. He ya, bu coğrafyada kaderi müteahhitler, belediyeler, mimarlar, mühendisler yazar. Ne yazık ki! Ne yazık ki!
Bir depremden çok daha kötü olan şey, depremin ikinci günüdür. İlk günü ancak şoku atlatmakla, neyin ne olduğunu anlamaya çalışmakla geçirmişsindir. İkinci günün sabahına uyandığındaysa tarifi hakikaten imkânsız bir umutsuzluk denizinin ortasındasındır. Ben hayatta çok umutsuzluk dönemleri yaşadım da depremin ikinci günü kadarkini hiçbir zaman hiçbir yerde yaşamadım. Fazla söze gerek yok, dedim ya, tarifi, tanımı imkânsız.
Öyle bir şey ki deprem felaketi, başka hiçbir felakete benzemez. Daha önce de demiştim, felaket gökten ya da başka bir yerden geldi mi bu kadar koymaz insana, ama üstünde kendini bildiğin, en sağlam diye bellediğin yeryüzü ki seni istemiyor, depremde hissettiğin tam olarak budur. Gelgelelim bu umutsuzluktan çok daha kötüsü var. Yakınlarını kaybedenlerin acısını kim, nasıl tarif edebilir ki?
Gözümden gitmeyen görüntüler var deprem döneminden. Hepsini de birer fotoğraf karesi gibi hatırlıyorum. Çünkü bir yerde toplumsal acı yaşandı mı hayat durur, hiçbir şey hareket etmez. Acısını içine akıtan insanlar da hep hareketsizdiler. Pek çoğu bir duvarın dibine çökmüş, gizlice ağlıyordu. Koca koca insanların ağlayışını gördüm. İlk bebeğini yitiren genç anneler gördüm, acılarından ağlayamıyorlardı bile. Eşini yitirenler, öksüz, yetim kalan küçük çocuklar gördüm. Çocuklarını yitirdiği enkazın üzerine çöküp başını ellerinin arasına almış babalar gördüm. Hep aynı acıyı yaşıyorlardı. Çok söz söylemek ne işe yarar? Bir dünya yazı sayıp döksen şuraya, neye yarar?
Deprem bir doğal afet değildir kardeşlerim. Öyle diyoruz ama ağız alışkanlığından. Aslında deprem dediğin yalnızca yer sarsıntısıdır, binaların yıkılmasıdır asıl afet. Evet, ne yazık ki gerçek bu, afet insan eliyle yapılan bir şeydir. Düşünsene, bitişiğindeki bina sapasağlam ayakta kalıp camı bile kırılmazken, sen içinde bulunduğun binanın enkazında kalıp ölürsün. Bunun adına da kader derler. Gözden kaçan bir şey var; bu coğrafyada kadere inanılır inanmasına, fakat iki tür kader olduğu neredeyse hiç bilinmez. Bir, Tanrı'nın yazdığı kader, bir de insanların yazdığı kader. He ya, bu coğrafyada kaderi müteahhitler, belediyeler, mimarlar, mühendisler yazar. Ne yazık ki! Ne yazık ki!
22 Ekim 2014
Kral'ın Düşüşü
Kral o gece devrildi.
Yıllardır o geceyi bekliyorlardı. Yüz binlerce kişiydiler. Nice zamandır Kral'ı devirmek için uğraşıyorlardı. Sonunda başardılar.
Etrafında onca bilge adam vardı bir zamanlar, onların bilgeliğinden az buçuk faydalanmayı bilmişti Kral. Şimdi çok iyi biliyordu kendisini neyin beklediğini.
Kadere en çok krallar inanır. Yeryüzünün yasasıdır bu.
Düşen her kralın sonu bellidir. Bu dünyada ya asla kral olmamalı ya da asla düşmemeli tahttan. Bu ikisi olmuyorsa ölümden korkmamalı.
Kral geçip sedire oturdu. Ben biraz sonra elimde çay tepsisiyle döndüğümde hırkamın yeninde dedemden yadigâr hançerim duruyordu.
O gece hiç konuşmadan yedi bardak çay içti Kral.
Yıllardır o geceyi bekliyorlardı. Yüz binlerce kişiydiler. Nice zamandır Kral'ı devirmek için uğraşıyorlardı. Sonunda başardılar.
Etrafında onca bilge adam vardı bir zamanlar, onların bilgeliğinden az buçuk faydalanmayı bilmişti Kral. Şimdi çok iyi biliyordu kendisini neyin beklediğini.
Kadere en çok krallar inanır. Yeryüzünün yasasıdır bu.
***
Kral düştü mü ülke kırmızı kokmaya başlar. Halk kokunun nereden geldiğini merak eder. Bu merak bir zaman sonra yerini kaygıya bırakır. Nihayetinde de korkuya dönüşür. Korkuya kapılan halkın sakinleşmesi gerekir. Ondan ötürü kırmızı bir şeylere gereksinim duyulur. Duyulur ki halkın merakı giderilsin, giderilen merak kaygıyı yok etsin, yok olan kaygı korkuyu bertaraf etsin. Ne ki, kırmızı pek bulunan bir renk değildir. Gene de bir an önce bulunması gerekir. Zira elzemdir. Düşünülür taşınılır, herkesin aklına hep birden kralın kanı gelir. Hakikaten de kan kırmızıdır. Gözlerde sevinç belirir. Kralın peşine düşülür. Düşeli çok olmamıştır, henüz daha tahtı sıcaktır. Kısa zamanda bulunur.Düşen her kralın sonu bellidir. Bu dünyada ya asla kral olmamalı ya da asla düşmemeli tahttan. Bu ikisi olmuyorsa ölümden korkmamalı.
***
1641 yılının soğukça bir sonbahar gecesi evimin kapısı çalındı. Hayretler içinde kalkıp bir ölü sessizliğiyle kapıya yanaştım. Biraz bekledim. Düşündüm. Yıllar yılı bir kez olsun evimin kapısı çalınmamıştı. Fazla bekleyemedim. Elim kapının sürgüsüne uzandı. Açtım. Kapımda bekleyen, Kral'dı. Gözlerindeki depderin bakış, çıranın içeriden uzanan solgun ışığında bile ayırt ediliyordu. İçeri buyur ettim onu. "Bir çay demle de içelim," dedi. Son sözleri oldu bunlar.Kral geçip sedire oturdu. Ben biraz sonra elimde çay tepsisiyle döndüğümde hırkamın yeninde dedemden yadigâr hançerim duruyordu.
O gece hiç konuşmadan yedi bardak çay içti Kral.
21 Ekim 2014
Norma Jean ve Tavukları
Norma Jean komşumuz olur. Büyük küçük, hepimiz ona Norma Jean Teyze diye hitap ederiz. Herhangi bir yerde onun sürdüğü hayatın benzerini sürenler için, kimi kimsesi yok sözü kullanılır. Gelgelelim, nasıl denir, çok uygun düşmesine rağmen Norma Jean için bu sözü kullanmak biraz tuhaf kaçar. Çünkü Norma Jean kimsesiz değildir.
Tavukları vardır Norma Jean'in, onlarla bir bütün olmuştur. Bu dünyaya tavukları için gelmiştir dense yeridir. Babam çok memleketler gezmiş, dediğine göre hiçbir yerde onun gibisini görmemiş. Amcamsa, "Hayvan besleyen, hayvanlarını seven onca insan gördüm, Norma Jean gibisini görmedim," diyerek babamın söylediklerini teyit eder.
Burada tavuk besleyen çok insan var, sayısını hiç bilmiyorum. Aslında galiba hemen her evin tavukları var. Çünkü her evin yanında bir kümes var. Fakat herkes tavuklarla beraber hindi, kaz ve ördek de besler. Norma Jean ise yalnızca tavuk besler. Söylediklerine göre bugüne kadar onun kümesine tavuklardan başka bir hayvan girmemiş.
Norma Jean Teyze'nin tavukları niçin bu kadar çok sevdiğini hiç anlamış değilim. Bütün hayatı tavuklarından ibarettir. Sabah akşam tavuklarıyla ilgilenir. Başka hiçbir şey yapmaz. Ne kocası vardır Norma Jean'in, ne çocuğu. Niçin böyle yalnız olduğunu da bilmiyorum. Anneme de hiç sormadım nedense. Arkadaşlarım da benim gibi bilmiyorlar. Biz çocuklar onu çok severiz. Çünkü hepimizle iyi geçinir. Aslına bakarsanız biz onunla iyi geçiniriz. Çünkü Norma Jean'in meyve bahçesi yoktur. Eğer olsaydı, diğer bahçelere dadandığımız gibi onun bahçesine de dadanıp meyve çalacaktık. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben iyi bir çocuğum, arkadaşlarımdan bazıları hep beni kandırıp bahçelere girip meyve çalmaya ikna ederler. Geçen gün üç kişi yine bir bahçeye girdik. Girdiğimiz bahçe o iki arkadaşımdan birinin ailesine ait. Annesi bizi erik çalmaktayken yakaladı. Bereket versin, oğlunu yakalayıp dövmeye koyuldu da biz bunu fırsat bilip kaçmayı başarabildik. Her neyse, Norma Jean'in meyve bahçesi olsaydı ona da girecektik ve o da illa ki diğerleri gibi bizi sevmeyecekti. Böyle olunca biz de onu sevmeyecektik. Bu büyüklerin biz çocuklarla ne derdi var, hiç anlamıyorum. Kısa keseyim, Norma Teyze'nin bahçesi olmadığı için hiçbir meselemiz yok onunla. Bizi çok sever. Bazen bize birer yumurta verir, biz de hemen yumurtalarımızı alıp bakkala koşar, bir sakızla bir balon alırız. Bakkal bir yumurtaya bunları veriyor.
Norma Jean'in çok tavuğu var. Bir keresinde merak edip sayayım dedim ama ne ettiysem sayamadım. Çünkü tavuklar yerlerinde hiç durmuyorlar, avluda hep o yana bu yana gidip geliyorlar. Ama bana sorarsanız en az otuz tavuk var. Renk renk, büyük küçük çokça tavuk var. Bazıları çok güzel. Her gün gidip onları uzaktan izliyorum. Galiba Norma Teyze biliyor izlediğimi. Ama hiç fark ettirmiyor. Herhalde keyfim bozulmasın diye. En çok da benekli tavukları seviyorum. Bir de kocaman beyaz bir horoz var, ona bitiyorum. Ayrıca kıpkırmızı bir tane daha var, öyle heybetli ki... Bir de insana saldıran küçük ama zor bir horoz var. Tüm çocuklar ondan korkuyor. Bense hiç korkmuyorum. Çünkü bu horoz tavukları koruyor, yanlarına yaklaşmadığınız sürece saldırmıyor, bunu kendim keşfettim. Civcivler biraz büyüyüp palazlandıkları zaman tavuk mu yoksa horoz mu oldukları belli olur, o hallerini de çok seviyorum. Bu zor horoz civcivlikten çıkmak üzereyken ilk ben fark etmiştim erkek olduğunu. Belki Norma Jean de fark etmiştir. Civcivken çok tatlıydı. Tıpkı bebekken çok şirin olup biraz büyüyünce yaramaz bir çocuğa dönüşen birine benziyor.
Bizim tavuklarımız bazen oluyor, bazen olmuyor. Birkaç aydır tavuğumuz yok. Annemin dediğine göre bakması zormuş. Hepsini kesip yedik, sonunda tavuklarımız bitti. O zamandan beri Norma Jean Teyze'den yumurta alıyoruz. Babam sık sık beni yolluyor onun evine. Gidip yumurtaları alıp geliyorum. Annem elime boş bir çinko tas veriyor, Norma Jean yumurtaları ona koyuyor, alıp geliyorum. İlk zamanlarda hiç anlamadığım bir şey vardı, babam bazen bana para verip de gönderiyordu yumurta almaya, bazen de para vermeden. Para vermedikleri zaman ben sorunca da annem, sen söyle, o bilir diyordu. Sonradan kendim anladım, getirdiğim yumurtalar belli bir sayıya varınca paralarını topluca götürüyormuşum meğer.
Geçen gün eve gittim. Baktım bizim avluda annemle Norma Jean oturuyorlar. Norma Teyze usulca ağlıyor. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da anneme bir şeyler anlatıyor. Annem de üzüntülü üzüntülü onu dinliyor. Ben de bir köşeye geçip oturdum ve onları izlemeye koyuldum. Norma Teyze'yi daha önce hiç böyle görmemiştim. Galiba sadece ben değil, hiç kimse de onu ağlarken görmemiştir. Ama ağlayışında bile bir büyüklük vardı. Öyle sessiz sedasız, nasıl derler, ağırbaşlı bir ağlayıştı ki anlatması zor. Meraklanarak niçin ağladığını anlamaya çalıştım. Biraz dinledikten sonra anladım. Meğer en çok yumurtlayan tavuklarından biri ansızın ölmüş. Norma Jean'in yaşlanmış yüzüne takılıp kaldı bakışlarım. Ben hep sadece çocuklar ağlar sanırdım. Onu öyle görünce nasıl üzüldüm anlatamam.
Tavukları vardır Norma Jean'in, onlarla bir bütün olmuştur. Bu dünyaya tavukları için gelmiştir dense yeridir. Babam çok memleketler gezmiş, dediğine göre hiçbir yerde onun gibisini görmemiş. Amcamsa, "Hayvan besleyen, hayvanlarını seven onca insan gördüm, Norma Jean gibisini görmedim," diyerek babamın söylediklerini teyit eder.
Burada tavuk besleyen çok insan var, sayısını hiç bilmiyorum. Aslında galiba hemen her evin tavukları var. Çünkü her evin yanında bir kümes var. Fakat herkes tavuklarla beraber hindi, kaz ve ördek de besler. Norma Jean ise yalnızca tavuk besler. Söylediklerine göre bugüne kadar onun kümesine tavuklardan başka bir hayvan girmemiş.
Norma Jean Teyze'nin tavukları niçin bu kadar çok sevdiğini hiç anlamış değilim. Bütün hayatı tavuklarından ibarettir. Sabah akşam tavuklarıyla ilgilenir. Başka hiçbir şey yapmaz. Ne kocası vardır Norma Jean'in, ne çocuğu. Niçin böyle yalnız olduğunu da bilmiyorum. Anneme de hiç sormadım nedense. Arkadaşlarım da benim gibi bilmiyorlar. Biz çocuklar onu çok severiz. Çünkü hepimizle iyi geçinir. Aslına bakarsanız biz onunla iyi geçiniriz. Çünkü Norma Jean'in meyve bahçesi yoktur. Eğer olsaydı, diğer bahçelere dadandığımız gibi onun bahçesine de dadanıp meyve çalacaktık. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben iyi bir çocuğum, arkadaşlarımdan bazıları hep beni kandırıp bahçelere girip meyve çalmaya ikna ederler. Geçen gün üç kişi yine bir bahçeye girdik. Girdiğimiz bahçe o iki arkadaşımdan birinin ailesine ait. Annesi bizi erik çalmaktayken yakaladı. Bereket versin, oğlunu yakalayıp dövmeye koyuldu da biz bunu fırsat bilip kaçmayı başarabildik. Her neyse, Norma Jean'in meyve bahçesi olsaydı ona da girecektik ve o da illa ki diğerleri gibi bizi sevmeyecekti. Böyle olunca biz de onu sevmeyecektik. Bu büyüklerin biz çocuklarla ne derdi var, hiç anlamıyorum. Kısa keseyim, Norma Teyze'nin bahçesi olmadığı için hiçbir meselemiz yok onunla. Bizi çok sever. Bazen bize birer yumurta verir, biz de hemen yumurtalarımızı alıp bakkala koşar, bir sakızla bir balon alırız. Bakkal bir yumurtaya bunları veriyor.
Norma Jean'in çok tavuğu var. Bir keresinde merak edip sayayım dedim ama ne ettiysem sayamadım. Çünkü tavuklar yerlerinde hiç durmuyorlar, avluda hep o yana bu yana gidip geliyorlar. Ama bana sorarsanız en az otuz tavuk var. Renk renk, büyük küçük çokça tavuk var. Bazıları çok güzel. Her gün gidip onları uzaktan izliyorum. Galiba Norma Teyze biliyor izlediğimi. Ama hiç fark ettirmiyor. Herhalde keyfim bozulmasın diye. En çok da benekli tavukları seviyorum. Bir de kocaman beyaz bir horoz var, ona bitiyorum. Ayrıca kıpkırmızı bir tane daha var, öyle heybetli ki... Bir de insana saldıran küçük ama zor bir horoz var. Tüm çocuklar ondan korkuyor. Bense hiç korkmuyorum. Çünkü bu horoz tavukları koruyor, yanlarına yaklaşmadığınız sürece saldırmıyor, bunu kendim keşfettim. Civcivler biraz büyüyüp palazlandıkları zaman tavuk mu yoksa horoz mu oldukları belli olur, o hallerini de çok seviyorum. Bu zor horoz civcivlikten çıkmak üzereyken ilk ben fark etmiştim erkek olduğunu. Belki Norma Jean de fark etmiştir. Civcivken çok tatlıydı. Tıpkı bebekken çok şirin olup biraz büyüyünce yaramaz bir çocuğa dönüşen birine benziyor.
Bizim tavuklarımız bazen oluyor, bazen olmuyor. Birkaç aydır tavuğumuz yok. Annemin dediğine göre bakması zormuş. Hepsini kesip yedik, sonunda tavuklarımız bitti. O zamandan beri Norma Jean Teyze'den yumurta alıyoruz. Babam sık sık beni yolluyor onun evine. Gidip yumurtaları alıp geliyorum. Annem elime boş bir çinko tas veriyor, Norma Jean yumurtaları ona koyuyor, alıp geliyorum. İlk zamanlarda hiç anlamadığım bir şey vardı, babam bazen bana para verip de gönderiyordu yumurta almaya, bazen de para vermeden. Para vermedikleri zaman ben sorunca da annem, sen söyle, o bilir diyordu. Sonradan kendim anladım, getirdiğim yumurtalar belli bir sayıya varınca paralarını topluca götürüyormuşum meğer.
Geçen gün eve gittim. Baktım bizim avluda annemle Norma Jean oturuyorlar. Norma Teyze usulca ağlıyor. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da anneme bir şeyler anlatıyor. Annem de üzüntülü üzüntülü onu dinliyor. Ben de bir köşeye geçip oturdum ve onları izlemeye koyuldum. Norma Teyze'yi daha önce hiç böyle görmemiştim. Galiba sadece ben değil, hiç kimse de onu ağlarken görmemiştir. Ama ağlayışında bile bir büyüklük vardı. Öyle sessiz sedasız, nasıl derler, ağırbaşlı bir ağlayıştı ki anlatması zor. Meraklanarak niçin ağladığını anlamaya çalıştım. Biraz dinledikten sonra anladım. Meğer en çok yumurtlayan tavuklarından biri ansızın ölmüş. Norma Jean'in yaşlanmış yüzüne takılıp kaldı bakışlarım. Ben hep sadece çocuklar ağlar sanırdım. Onu öyle görünce nasıl üzüldüm anlatamam.
20 Ekim 2014
19 Ekim 2014
Smitty Bacall ve Çetesi
Smitty Bacall ve çetesinin elindeyim. Birkaç gün önce kaçırdılar beni. Ne zaman bırakacakları belli değil. Bir eve kilitlediler beni. Ev yüksekçe bir tepenin üzerinde. Manzarası çok güzel. Kırsal bir yer. Aşağıdan nehir akıyor. Ağaçlar da çok güzel. Bugün hava yağmurlu. Dışarıyı seyrediyorum boyuna. Smitty Bacall haftada bir gün internete girmeme, bir gün de telefonla konuşmama izin veriyor. Müzik dinlemek her gün serbest. Televizyon izlemekse haftada üç günmüş, ama ben hiç izlemiyorum. Kitap yok burada. Olsa vereceklermiş ama onlarda da yokmuş. Gerçi ben istedim diye gidip bir yerlerden bir tane bulup getirdiler ama o da ortaokul ders kitabı. Smitty Bacall kitabı görünce çok sevineceğimi düşünmüş olmalı ki ben kitabı görür görmez dudak bükünce o da şaştı kaldı, anlamakta epey zorlandı, hatta hiç anlamadı, çünkü her kitabı aynı sanıyor.
Beni neden kaçırdıklarını birkaç kez sordum ama söylemediler. Benim de hiçbir fikrim yok bu konuda. Kendi halimde rutin hayatımı yaşayıp gidiyordum. Bir gün akşam üzeri beni kaçırıp buraya getirdiler işte. Neresi olduğunu da bilmiyorum. Belli konular dışında ne sorsam cevap veriyorlar. Hatta bazen uzun uzun sohbetlere dalıyoruz Smitty Bacall ve çetesinin her bir üyesiyle. Gören beni kaçırdıklarına asla inanamaz. Onlar da benim bu halimi pek bir tuhaf karşılıyor, garipsiyorlar. Kaçırılmış gibi davranmıyorum çünkü hiç. İstesem de davranamam zaten. Her şeyi olduğu gibi kabul ediyorum. Determinist bir kişiliğim öteden beri vardır zaten, bir şey oluyorsa olması gerektiği içindir filan.
Smitty Bacall ara sıra çay yapıyor bize. Çayı güzel demliyor. Bunu ona söyledim dün akşam, bir yerlerde çaycılık yaptın mı diye sordum, yüzünü bir tebessüm aldı, galiba doğru tahmin etmişim de ondan. Cahil bir adam Smitty Bacall. Çetesi de öyle. Felsefeden, edebiyattan, tarihten, bilimden, sanattan hiç anlamıyorlar. En çok da buna hayıflanıyorum. Çünkü dehşet güzel bir sohbetleri var. Yanlış bir anlaşılmaya mahal vermek istemem, bu saydıklarımda ben de uzman değilim, kıyısından köşesinden anlıyorum, ama işte onlar da bencileyin ucundan anlasalardı zaman güzel geçecekti. Velhasılıkelam, Smitty Bacall ile çetesi çok cahiller. Ne var ki şimdiye kadar görüp tanıdığım hiçbir cahile benzemiyorlar. Keşke bütün cahiller bunlar gibi olsa, diye sık sık geçiriyorum içimden. Dedim ya, sohbetleri çok güzel. Söylemeyi unutuyordum, coğrafya konusunda biraz bilgileri var. Onları da kitaplardan değil, bizzat görerek, yaşayarak öğrenmişler. Besbelli, hayatları hep yollarda geçmiş. Çok memleket görmüşler.
Smitty Bacall, adıyla soyadının her zaman birlikte anılmasını ister. Ona hiç kimse Smitty diyemez mesela. Beni de ilk günden uyardılar bu konuda. Gördüğünüz gibi buna riayet ediyorum işte. Çetenin üyelerinden birinin inanılmaz derece güzel bir sesi var. Önceki gün bir türkü söyledi, Smitty Bacall başta olmak üzere hepimiz duygulandık.
Şu an yağmur yağıyor. Yağıp cama çarpıyor boyuna. Ben de bir yandan bunu yazıp bir yandan ikide birde dışarıya bakıyorum. Aşağıdan akıp giden nehre karışan yağmur çok tuhaf şeyler düşündürüyor. Su suya katılıyor. Muhakkak gidip bir göle ya da denize de katılıyordur. Su durmadan suya katılıyor. Zaman da öyle. Günler durmadan günlere katılıyor. Smitty Bacall çok iyi bir adam, ona yaşam üzerine düşüncelerimi anlattığımda bazen handiyse ağlayacak gibi oluyor.
Bu akşam yine gece boyunca sohbet edeceğiz. Smitty Bacall'ın gençliğinden söz açacağım, koydum kafama. Çünkü eğer yanılmıyorsam Smitty Bacall'ın gençliğine yönelik bir zaafı var. Gençlikten bahsedilince duygulanıyor. Saklamaya çalışsa da beceremiyor. Kim bilir, neler kalmış gençliğinde.
Beni neden kaçırdıklarını birkaç kez sordum ama söylemediler. Benim de hiçbir fikrim yok bu konuda. Kendi halimde rutin hayatımı yaşayıp gidiyordum. Bir gün akşam üzeri beni kaçırıp buraya getirdiler işte. Neresi olduğunu da bilmiyorum. Belli konular dışında ne sorsam cevap veriyorlar. Hatta bazen uzun uzun sohbetlere dalıyoruz Smitty Bacall ve çetesinin her bir üyesiyle. Gören beni kaçırdıklarına asla inanamaz. Onlar da benim bu halimi pek bir tuhaf karşılıyor, garipsiyorlar. Kaçırılmış gibi davranmıyorum çünkü hiç. İstesem de davranamam zaten. Her şeyi olduğu gibi kabul ediyorum. Determinist bir kişiliğim öteden beri vardır zaten, bir şey oluyorsa olması gerektiği içindir filan.
Smitty Bacall ara sıra çay yapıyor bize. Çayı güzel demliyor. Bunu ona söyledim dün akşam, bir yerlerde çaycılık yaptın mı diye sordum, yüzünü bir tebessüm aldı, galiba doğru tahmin etmişim de ondan. Cahil bir adam Smitty Bacall. Çetesi de öyle. Felsefeden, edebiyattan, tarihten, bilimden, sanattan hiç anlamıyorlar. En çok da buna hayıflanıyorum. Çünkü dehşet güzel bir sohbetleri var. Yanlış bir anlaşılmaya mahal vermek istemem, bu saydıklarımda ben de uzman değilim, kıyısından köşesinden anlıyorum, ama işte onlar da bencileyin ucundan anlasalardı zaman güzel geçecekti. Velhasılıkelam, Smitty Bacall ile çetesi çok cahiller. Ne var ki şimdiye kadar görüp tanıdığım hiçbir cahile benzemiyorlar. Keşke bütün cahiller bunlar gibi olsa, diye sık sık geçiriyorum içimden. Dedim ya, sohbetleri çok güzel. Söylemeyi unutuyordum, coğrafya konusunda biraz bilgileri var. Onları da kitaplardan değil, bizzat görerek, yaşayarak öğrenmişler. Besbelli, hayatları hep yollarda geçmiş. Çok memleket görmüşler.
Smitty Bacall, adıyla soyadının her zaman birlikte anılmasını ister. Ona hiç kimse Smitty diyemez mesela. Beni de ilk günden uyardılar bu konuda. Gördüğünüz gibi buna riayet ediyorum işte. Çetenin üyelerinden birinin inanılmaz derece güzel bir sesi var. Önceki gün bir türkü söyledi, Smitty Bacall başta olmak üzere hepimiz duygulandık.
Şu an yağmur yağıyor. Yağıp cama çarpıyor boyuna. Ben de bir yandan bunu yazıp bir yandan ikide birde dışarıya bakıyorum. Aşağıdan akıp giden nehre karışan yağmur çok tuhaf şeyler düşündürüyor. Su suya katılıyor. Muhakkak gidip bir göle ya da denize de katılıyordur. Su durmadan suya katılıyor. Zaman da öyle. Günler durmadan günlere katılıyor. Smitty Bacall çok iyi bir adam, ona yaşam üzerine düşüncelerimi anlattığımda bazen handiyse ağlayacak gibi oluyor.
Bu akşam yine gece boyunca sohbet edeceğiz. Smitty Bacall'ın gençliğinden söz açacağım, koydum kafama. Çünkü eğer yanılmıyorsam Smitty Bacall'ın gençliğine yönelik bir zaafı var. Gençlikten bahsedilince duygulanıyor. Saklamaya çalışsa da beceremiyor. Kim bilir, neler kalmış gençliğinde.
16 Ekim 2014
Ağıt
Çiçekçi bana bir gül ver
Sevgilime değil, bir ölü için
Çiçekçi bana bir gül ver
İçine gözyaşlarımı sığdırabileyim.
Yakasına böyle bir gül takmıştı
O gün bir görseydin sen onu
Çiçekçi bana bir gül ver
Sanki o güldendi bütün mutluluğu.
Sen de: –Bir arkadaşım öldü.
Ben diyeyim: –Kardeşim!
Çiçekçi bana bir gül ver
Götürüp tabutuna iliştireyim.
Kaldırımlarda kömür tozları
Bacalarda koyu bir duman var
Kara bir gökyüzü tek özelliği bu kentin
Çiçekçi bana bir gül ver.
Kapalı perdeleri açabilse gülüm
Kapalı kapıları kırabilse
Kapalı yüreklere girebilse..
Çiçekçi bana bir gül ver.
–Beyim, gül olmaz ki bu mevsimde!
Ahmet Erhan
Sevgilime değil, bir ölü için
Çiçekçi bana bir gül ver
İçine gözyaşlarımı sığdırabileyim.
Yakasına böyle bir gül takmıştı
O gün bir görseydin sen onu
Çiçekçi bana bir gül ver
Sanki o güldendi bütün mutluluğu.
Sen de: –Bir arkadaşım öldü.
Ben diyeyim: –Kardeşim!
Çiçekçi bana bir gül ver
Götürüp tabutuna iliştireyim.
Kaldırımlarda kömür tozları
Bacalarda koyu bir duman var
Kara bir gökyüzü tek özelliği bu kentin
Çiçekçi bana bir gül ver.
Kapalı perdeleri açabilse gülüm
Kapalı kapıları kırabilse
Kapalı yüreklere girebilse..
Çiçekçi bana bir gül ver.
–Beyim, gül olmaz ki bu mevsimde!
Ahmet Erhan
15 Ekim 2014
Çok yemek
Eskiler çok yemek yermiş. Anlatırlar. Bazen öylelerinden söz ederler ki inanmakta zorlanırsınız. Ama bilirsiniz ki gerçektir, öyleleri gerçekten yaşamıştır. İki petek balı ayak üstü yiyen mi dersiniz, bir koca tencere bulguru tek başına deviren mi, bir oturuşta yedi ekmek bitiren mi. Ben bile böyle birkaç kişiye yetiştim, çocukluğumdan hatırlıyorum. Obezite neyim de yoktu eskiden ha. Şişmanlık mişmanlık hep bizim devrimizin âdetleri. Şu halde, sözünü ettiğim türden insanları anlamakta zorluk çekebilirsiniz, farkındayım.
Efendim, eskiden yapılacak iş varmış. Bütün işler de kol gücüyle yapılmak durumundaymış. Makineleşme denen şey yokmuş çünkü. Köylü insanlar bugün bizce mucize sayılan işleri beden güçleriyle yaparlarmış hep. Sabahın köründe kalkar, hava kararana dek durmadan dinlenmeden çalışırlarmış. Hal böyle olunca da, doğal olarak çok yeme ihtiyacı duyarlarmış. Ama bunun yanında da yedikleri vücutlarında birikmezmiş. Zira anında yakıyorlarmış. Kısacası, vücutta toksin birikmesi falan filan o zamanlar yokmuş.
İş dedim de, eskiden ne kadar çok iş vardı hakikaten. Ama ona rağmen bugünkünden güzeldi yaşam. Yazın hasat zamanı onlarca insan güneşin altında günlerce çalışıp buğdayları biçer, sonra yine onlarcası biçilenleri döver, sapla samanı birbirinden ayırır, ayrılan buğdayın bir kısmı un yapılmak üzere değirmene, bir kısmı da bulgur yapılmak üzere eve götürülürdü. Eve gelen buğdayı kadınlar, kızlar el birliğiyle genişçe bakır leğenlerde yıkar, sonra kuruması için güneşe sererlerdi. Kuşlar gelip içine dalmasın diye de başına bir çocuk dikerlerdi. Öyle hemen kurumazdı da buğday, iki, üç, hatta dört gün sabahtan serilip akşama toplanırdı da öyle kururdu. Sonra bu buğday genişçe bir kazanda, kocaman bir ateşte kaynatılırdı. Birkaç saat sonra suyu alınır ve yine kuruması için bir yaygı üzerinde güneşe serilirdi. Yine başına bir çocuk... Birkaç gün tekrarlanırdı bu yine. İyice kuruduğunda da, yine konu komşu imece usulü gelir, tokmaklar alınır, dibek taşında, dibek taşı yoksa yere kazınan bir çukurda iyice dövülürdü saatlerce. Bu da bittikten sonra sıra öğütmeye gelirdi. Bulgur değirmeni filan hak getire. İki kadın karşılıklı oturur, adı neydi, şu yuvarlak taştan el değirmeninde saatlerce öğütür ve nihayet bulguru elde ederlerdi. Buğdayın biçilişini saymazsak bile tüm bunlar bir ay kadar zaman alırdı. Ya şimdi öyle mi, bulgur lazım olunca bir koşu marketten alınıp geliniyor.
Efendim, eskiden yapılacak iş varmış. Bütün işler de kol gücüyle yapılmak durumundaymış. Makineleşme denen şey yokmuş çünkü. Köylü insanlar bugün bizce mucize sayılan işleri beden güçleriyle yaparlarmış hep. Sabahın köründe kalkar, hava kararana dek durmadan dinlenmeden çalışırlarmış. Hal böyle olunca da, doğal olarak çok yeme ihtiyacı duyarlarmış. Ama bunun yanında da yedikleri vücutlarında birikmezmiş. Zira anında yakıyorlarmış. Kısacası, vücutta toksin birikmesi falan filan o zamanlar yokmuş.
İş dedim de, eskiden ne kadar çok iş vardı hakikaten. Ama ona rağmen bugünkünden güzeldi yaşam. Yazın hasat zamanı onlarca insan güneşin altında günlerce çalışıp buğdayları biçer, sonra yine onlarcası biçilenleri döver, sapla samanı birbirinden ayırır, ayrılan buğdayın bir kısmı un yapılmak üzere değirmene, bir kısmı da bulgur yapılmak üzere eve götürülürdü. Eve gelen buğdayı kadınlar, kızlar el birliğiyle genişçe bakır leğenlerde yıkar, sonra kuruması için güneşe sererlerdi. Kuşlar gelip içine dalmasın diye de başına bir çocuk dikerlerdi. Öyle hemen kurumazdı da buğday, iki, üç, hatta dört gün sabahtan serilip akşama toplanırdı da öyle kururdu. Sonra bu buğday genişçe bir kazanda, kocaman bir ateşte kaynatılırdı. Birkaç saat sonra suyu alınır ve yine kuruması için bir yaygı üzerinde güneşe serilirdi. Yine başına bir çocuk... Birkaç gün tekrarlanırdı bu yine. İyice kuruduğunda da, yine konu komşu imece usulü gelir, tokmaklar alınır, dibek taşında, dibek taşı yoksa yere kazınan bir çukurda iyice dövülürdü saatlerce. Bu da bittikten sonra sıra öğütmeye gelirdi. Bulgur değirmeni filan hak getire. İki kadın karşılıklı oturur, adı neydi, şu yuvarlak taştan el değirmeninde saatlerce öğütür ve nihayet bulguru elde ederlerdi. Buğdayın biçilişini saymazsak bile tüm bunlar bir ay kadar zaman alırdı. Ya şimdi öyle mi, bulgur lazım olunca bir koşu marketten alınıp geliniyor.
14 Ekim 2014
Güzel yemek
Çok güzel elma yiyen birini tanımıştım bir zamanlar. Arkadaşımdı. Sonra hayat bizi farklı yönlere, farklı yerlere savurdu. Dünya gözüyle bir daha karşılaşır mıyız bilmiyorum. Elmanın güzel yenişi de nasılmış, diye merak edilebilir. Arkadaşım eline aldığı bir elmayı yavaş yavaş yemeye başlardı. Biraz sonra elma bitecek gibi olunca artığını atacağını düşünürdünüz. Ama o atmaz, dakikalarca ufak ufak ısırıklarla yemeye devam ederdi. Bir zaman sonra elmadan geriye o kadar küçük bir parça kalırdı ki hayret ederdiniz.
İtiraf etmek gerekirse, ben buna hiç tanık olmadım. Kendisi anlatırdı ama. Ayrı zamanlarda birkaç kez sözü açılmış, o da anlatmıştı. Hatta bazen ben hatırlatır, anlatmasını isterdim. Anlatışı da elmayı yiyişi gibi özenliydi, hoşuma gidiyordu.
Liseyi bitirdikten sonra bir yıl evde oturup ders çalışmış üniversiteyi kazanmak için. Kazanmış da. İşte o elma yiyiş tarzı da odasında ders çalıştığı o günlerden kalmaymış. Dediğine göre, odasında ders çalışıyorken annesi ara ara ona elma getiriyormuş.
Çok güzel balık yiyen birini de tanıyorum. Ayda yılda bir karşılaştığımız oluyor hâlâ. Ama balık yiyişini görmeyeli yıllar oldu. Bu kişi de balığı yavaş yavaş yerdi. Eline alır, güzel güzel ayıklar, ayıkladıkça yer, bitirdiğinde de balığın kafasından küçük bir parça ile kılçığı kalırdı geriye. Gören, orada hiç balık yenmemiş de o kılçık başka yerden gelmiş sanırdı.
Bir de çok güzel yemek yiyen birinden bahsederlerdi. Dedem de diğer tüm yaşlılar gibi yaşıtlarıyla sohbet etmeyi pek severdi. Benim de onları dinlemek hoşuma giderdi. Küçüktüm, yaşını başını almış insanların sohbetine katılacak halim yoktu, elimde kala kala onları dinleme şansı kalıyordu. Bazen komşu köylerden arkadaşları gelirdi. Hep eskilerden konuşurlardı. Göçüp gitmiş insanlardan, tanıdıklarından, arkadaşlarından çok bahsederlerdi. İşte, o güzel yemek yiyen adamın da böylece sözü açılmıştı bir-iki kez. Çok yermiş, ama yavaş yavaş, usulünce... Dedemler anlatırken gözümün önünde canlandırır, o, sofrada oturup yemek yerken karşısında oturup izleyesim gelirdi.
Küçücük bir çocuğu elma yerken görünce bunlar aklıma geldi. Henüz dört dişi var, ikisi üstte, ikisi altta. Elmasını iki minicik eliyle kavramış, narin ısırıklarla yemeye çalışıyordu. İki küçük dişin izleri açık seçik görünüyordu elmada. Herhalde akşama kadar uğraşsa bitireceği yoktu. Çocuklar güzeldir. Öyle olmasa Tanrı herkesi çocuk olarak yaratır mıydı?
İtiraf etmek gerekirse, ben buna hiç tanık olmadım. Kendisi anlatırdı ama. Ayrı zamanlarda birkaç kez sözü açılmış, o da anlatmıştı. Hatta bazen ben hatırlatır, anlatmasını isterdim. Anlatışı da elmayı yiyişi gibi özenliydi, hoşuma gidiyordu.
Liseyi bitirdikten sonra bir yıl evde oturup ders çalışmış üniversiteyi kazanmak için. Kazanmış da. İşte o elma yiyiş tarzı da odasında ders çalıştığı o günlerden kalmaymış. Dediğine göre, odasında ders çalışıyorken annesi ara ara ona elma getiriyormuş.
Bir de çok güzel yemek yiyen birinden bahsederlerdi. Dedem de diğer tüm yaşlılar gibi yaşıtlarıyla sohbet etmeyi pek severdi. Benim de onları dinlemek hoşuma giderdi. Küçüktüm, yaşını başını almış insanların sohbetine katılacak halim yoktu, elimde kala kala onları dinleme şansı kalıyordu. Bazen komşu köylerden arkadaşları gelirdi. Hep eskilerden konuşurlardı. Göçüp gitmiş insanlardan, tanıdıklarından, arkadaşlarından çok bahsederlerdi. İşte, o güzel yemek yiyen adamın da böylece sözü açılmıştı bir-iki kez. Çok yermiş, ama yavaş yavaş, usulünce... Dedemler anlatırken gözümün önünde canlandırır, o, sofrada oturup yemek yerken karşısında oturup izleyesim gelirdi.
Küçücük bir çocuğu elma yerken görünce bunlar aklıma geldi. Henüz dört dişi var, ikisi üstte, ikisi altta. Elmasını iki minicik eliyle kavramış, narin ısırıklarla yemeye çalışıyordu. İki küçük dişin izleri açık seçik görünüyordu elmada. Herhalde akşama kadar uğraşsa bitireceği yoktu. Çocuklar güzeldir. Öyle olmasa Tanrı herkesi çocuk olarak yaratır mıydı?
12 Ekim 2014
Deli Bu
Vakitlerden bir vakit, kutsal gün doğumunu izlemek meramıyla yüce bir dağa çıkmaya karar vermişler. Geçkince bir bahar mevsimi yaşanmaktaymış. Gün doğumuna yetişmek için dağa geceden tırmanmak icap edermiş. Gece yarısına değin konuşup atışmışlar keyif içinde. Ondan sonra da kalkıp temkinli temkinli tırmanmaya başlamışlar. Göğün önüne geçmiş bulutlar da onları izliyormuş yukarıdan. Ne ki, kimsenin dikkatini çekmemiş bu. Dağa tırmandıkça havanın git gide soğuduğunu fark etmişler. Etmişler etmesine de bunu dağın yüksekliğine vermişler. Saatler geçmiş, gün doğumuna yakın, bir şeylerin yolunda gitmediğini sezmişler. Nihayet dağın doruğuna eriştiklerinde gün doğmak üzereymiş. Ve işte o esnada yağmur yağmaya başlamış. İçlerinden kimisi bu duruma hayıflanırken kimisi kader deyip avunmaya çalışmış. Aklı başında olan biri de ânın tadını çıkarmaya çalışmış. Dönüp yoldaşlarına şöyle demiş: "Buraya kutsal gün doğumunu izlemeye geldik. Ama görüyoruz ki gün o kutsal yüzünü bize göstermek istemedi. Elbet vardır bir bildiği. Fakat gelin de bu yağmurda ıslanalım hep birlikte. Söylesenize, kim yağmurda ıslanmak için bu dağın başına tırmanmayı göze alır?" Arkadaşlarının her biri içinden "Deli bu," deyivermişler. O da biliyormuş içlerinden geçeni. Hiç aldırmamış. Kendi kendine, "Yaşam hesap kitap yapılmadıkça güzeldir. Gün yüzünü göstermiyorsa, var yağmurda ıslan," demiş.
9 Ekim 2014
Her şey yolundayken
Bir Yahudi halk hikâyesi:
Dilsiz bir çocuk varmış. Söylenenleri anlıyormuş ama tek kelime olsun konuşmuşluğu yokmuş. Ailesi konuşması için yapmadığını bırakmamış. Götürmediği doktor, denemediği yol kalmamış ama çocuk bir türlü konuşmamış. Zaman geçmiş, çocuk büyümüş, on yedi-on sekiz yaşlarında bir delikanlı olmuş. Günlerden bir gün evde yemek yerlerken bir hışımla elindeki kaşığı bırakıp bağırmış: "Bu çorba çok tuzlu!" Anne-babası dehşetengiz bir şaşkınlıkla sormuşlar: "Oğlum, neden bu yaşına kadar bir tek kelime olsun konuşmadın?" Çocuk yanıtlamış: "Çünkü bugüne kadar her şey yolundaydı."
Dilsiz bir çocuk varmış. Söylenenleri anlıyormuş ama tek kelime olsun konuşmuşluğu yokmuş. Ailesi konuşması için yapmadığını bırakmamış. Götürmediği doktor, denemediği yol kalmamış ama çocuk bir türlü konuşmamış. Zaman geçmiş, çocuk büyümüş, on yedi-on sekiz yaşlarında bir delikanlı olmuş. Günlerden bir gün evde yemek yerlerken bir hışımla elindeki kaşığı bırakıp bağırmış: "Bu çorba çok tuzlu!" Anne-babası dehşetengiz bir şaşkınlıkla sormuşlar: "Oğlum, neden bu yaşına kadar bir tek kelime olsun konuşmadın?" Çocuk yanıtlamış: "Çünkü bugüne kadar her şey yolundaydı."
8 Ekim 2014
7 Ekim 2014
Sonbaharın sarısıyla biber gazının acısı
Son zamanlarda hiç böyle bir gün yaşamamıştım. Aynı gün içinde büsbütün farklı iki gün yaşadım.
Köydeydim. Dün Mehmet dayım bayram ziyaretine gelmişti, onunla birlikte köye gittim. Bugün sabah kalkıp kahvaltı ettikten sonra yürüyüşe çıktık. Tam bir sonbahar yaşanıyor. Ağaçların kimi sararmış, kimi sararmakta, kimiyse kar yağana dek yeşil kalmak için direniyor. Doğa rengârenk. Şenlik var anlayacağınız. Fotoğraf makinemi unutmuştum, o kadar hayıflandım ki...
Büyük bir çay akıyor dibimizden. Kim bilir kaç bin yıldır böyle akıyor durmadan. Hiç yorulmak bilmez mi su? Hem akışı, hem de sesi insana derin bir huzur, ve hatta güven duygusu veriyor. Sanırım suyun durmadan akışı insana hayatın durmadan akışını hatırlatmak içindir. Böyle düşünmüş olmalı Tanrı.
Mehmet dayımla Urartular'dan, öbür eski uygarlıklardan, dillerin kökeninden, yaşamın türlü çeşitli meselelerinden dem vurduk kısa kısa. Evet, yaşanmakta olan mevsim sonbaharsa, hele hele yapraklar sararmışsa, üstüne bir de dibinizden akan bir su varsa dem vurmak güzeldir elbette.
Doğa gerçekten de çok güzel. Hayır hayır, gelişigüzel söylemiyorum bunu, epey bir kafa yorduktan sonra bu sonuca ulaşıyorum naçizane. Son bir-iki yıldır boyluboyunca düşünüyorum bazı meseleler üzerinde. Bu doğa meselesi de onlardan biri. Sahiden de insan elinden çıkma hiçbir güzellik doğanın güzelliklerine yanaşacak düzeyde değil.
Dedemlerin evi hep aynı yerde. Yani, ben kendimi bildim bileli burada. Henüz el kadar çocukken de bu kapıdan giriyor, bu pencerenin yanına kurulup oturuyor, dışarı çıkıp dayılarımla aynı duvarın dibinde oturup konuşuyordum bugünkü gibi. Hiçbir değişiklik yok. Dedemle ninem bu dünyadan göçüp gittiler, ama evin, hatta dibinden akan küçük derenin, ve hatta ağaçların yerli yerinde olması sanki onların ruhunu da hâlâ burada tutuyor gibi. Sözün kısası, hep aynı evde yaşamak insana bir tür "oturaklılık" duygusu yaşatıyor, düşündünüz mü hiç bunu? Ben doğup büyüdüğüm evden ayrılalı tam on beş yıl olmuş. Dile kolay! Bana sorarsanız bir insanın doğduğu evde büyüyüp yaşlanması kadar talih sayılabilecek çok az şey vardır.
Erciş'e varıp şehrin içine girmeden çevre yolundan Van'a doğru yola koyulduk. Dolunay var bu gece, denize vurunca insanın içini titrecek derecede güzel bir görüntü doğuyor. Dolunay eşliğinde yolculuk etmek gibisi yok. Nereye gidiyordum bilmiyorum, bir otobüs yolculuğunda dolunay hemen soldaydı, bir saati aşkın bir süre eşlik etmişti bize. Hayatı güzel kılan, böyle detaylar değilse nedir?
Köyden çıktıktan bir buçuk saat sonra Van'a vardık. Sokağa çıkma yasağı var ama dışarıda insanlar da yok değil. Gün oldukça gergin geçmiş, havadan belli oluyor. Dayımın evine ulaşmaya çalıştık ama ara sokakların pek çoğu kapalı. Kimini devrilen bir direk kapatmış, kiminin ortasında ateş yakılmış, kimine tuğlalar saçılmış. Çareyi, arabayı eve birkaç blok ötede bir yerde park edip yürümekte bulduk. Yürüyüşümüz pek uzun sayılamasa da etkisi henüz geçmemiş olan biber gazının burnumuzu sızlatıp gözlerimizi yaşartmasına yetti. Dayım yolda günün esprisi yapmaktan da geri durmadı: "Biber gazı sinüzite iyi geliyor galiba." Sahiden de neden hep biber gazı? Domates sebze değil mi kardeşim, sonra patlıcan, kabak, marul?.. Gerçi beterin beteri vardır, ya biber gazı yerine soğan gazı kullansalardı, o zaman ne olacaktı halimiz?
Şaka bir yana, sonbaharın sarısıyla başlayıp biber gazının acısıyla biten bir günü hiç yaşamamıştım. Dilerim en kötüsü böyle olsun, gibisi ve daha kötüsü hiçbir yerde yaşanmasın. Güzel günler dileğiyle...
Köydeydim. Dün Mehmet dayım bayram ziyaretine gelmişti, onunla birlikte köye gittim. Bugün sabah kalkıp kahvaltı ettikten sonra yürüyüşe çıktık. Tam bir sonbahar yaşanıyor. Ağaçların kimi sararmış, kimi sararmakta, kimiyse kar yağana dek yeşil kalmak için direniyor. Doğa rengârenk. Şenlik var anlayacağınız. Fotoğraf makinemi unutmuştum, o kadar hayıflandım ki...
Büyük bir çay akıyor dibimizden. Kim bilir kaç bin yıldır böyle akıyor durmadan. Hiç yorulmak bilmez mi su? Hem akışı, hem de sesi insana derin bir huzur, ve hatta güven duygusu veriyor. Sanırım suyun durmadan akışı insana hayatın durmadan akışını hatırlatmak içindir. Böyle düşünmüş olmalı Tanrı.
Mehmet dayımla Urartular'dan, öbür eski uygarlıklardan, dillerin kökeninden, yaşamın türlü çeşitli meselelerinden dem vurduk kısa kısa. Evet, yaşanmakta olan mevsim sonbaharsa, hele hele yapraklar sararmışsa, üstüne bir de dibinizden akan bir su varsa dem vurmak güzeldir elbette.
Doğa gerçekten de çok güzel. Hayır hayır, gelişigüzel söylemiyorum bunu, epey bir kafa yorduktan sonra bu sonuca ulaşıyorum naçizane. Son bir-iki yıldır boyluboyunca düşünüyorum bazı meseleler üzerinde. Bu doğa meselesi de onlardan biri. Sahiden de insan elinden çıkma hiçbir güzellik doğanın güzelliklerine yanaşacak düzeyde değil.
Dedemlerin evi hep aynı yerde. Yani, ben kendimi bildim bileli burada. Henüz el kadar çocukken de bu kapıdan giriyor, bu pencerenin yanına kurulup oturuyor, dışarı çıkıp dayılarımla aynı duvarın dibinde oturup konuşuyordum bugünkü gibi. Hiçbir değişiklik yok. Dedemle ninem bu dünyadan göçüp gittiler, ama evin, hatta dibinden akan küçük derenin, ve hatta ağaçların yerli yerinde olması sanki onların ruhunu da hâlâ burada tutuyor gibi. Sözün kısası, hep aynı evde yaşamak insana bir tür "oturaklılık" duygusu yaşatıyor, düşündünüz mü hiç bunu? Ben doğup büyüdüğüm evden ayrılalı tam on beş yıl olmuş. Dile kolay! Bana sorarsanız bir insanın doğduğu evde büyüyüp yaşlanması kadar talih sayılabilecek çok az şey vardır.
***
Mehmet dayım Van merkezde oturuyor, tatil için köyde o da. Bugün dönmesi gerek. Sen de gel, dedi, kabul ettim, birlikte akşam üzeri yola çıktık. Gündüzün haberlerde şehir merkezinde gösteriler olduğunu okuyorduk boyuna. Biz yoldayken de bir arkadaşım arayıp sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini haber verdi. Erciş'e varıp şehrin içine girmeden çevre yolundan Van'a doğru yola koyulduk. Dolunay var bu gece, denize vurunca insanın içini titrecek derecede güzel bir görüntü doğuyor. Dolunay eşliğinde yolculuk etmek gibisi yok. Nereye gidiyordum bilmiyorum, bir otobüs yolculuğunda dolunay hemen soldaydı, bir saati aşkın bir süre eşlik etmişti bize. Hayatı güzel kılan, böyle detaylar değilse nedir?
Köyden çıktıktan bir buçuk saat sonra Van'a vardık. Sokağa çıkma yasağı var ama dışarıda insanlar da yok değil. Gün oldukça gergin geçmiş, havadan belli oluyor. Dayımın evine ulaşmaya çalıştık ama ara sokakların pek çoğu kapalı. Kimini devrilen bir direk kapatmış, kiminin ortasında ateş yakılmış, kimine tuğlalar saçılmış. Çareyi, arabayı eve birkaç blok ötede bir yerde park edip yürümekte bulduk. Yürüyüşümüz pek uzun sayılamasa da etkisi henüz geçmemiş olan biber gazının burnumuzu sızlatıp gözlerimizi yaşartmasına yetti. Dayım yolda günün esprisi yapmaktan da geri durmadı: "Biber gazı sinüzite iyi geliyor galiba." Sahiden de neden hep biber gazı? Domates sebze değil mi kardeşim, sonra patlıcan, kabak, marul?.. Gerçi beterin beteri vardır, ya biber gazı yerine soğan gazı kullansalardı, o zaman ne olacaktı halimiz?
Şaka bir yana, sonbaharın sarısıyla başlayıp biber gazının acısıyla biten bir günü hiç yaşamamıştım. Dilerim en kötüsü böyle olsun, gibisi ve daha kötüsü hiçbir yerde yaşanmasın. Güzel günler dileğiyle...
5 Ekim 2014
Unutmak
İnsanın,
1. Unutmak istemeyeceği halde unuttuğu şeyler olur,
2. Unutmak istediği halde unutamadığı şeyler olur,
3. Unutmadığı, zaten unutmak da istemediği şeyler olur,
4. Unuttuğu, unutmayı da zaten istemiş olduğu şeyler olur.
Böylece unutmak söz konusu olduğunda insanın kesesinde iki olumlu, iki de olumsuz durum vardır. Bunların dördü de, ekstrem örnekler hariç, sanırım her insan için geçerlidir.
"Hafızayı beşer nisyan ile maluldür," demişler. Yani, insan belleğinin unutkanlık denen bir sakatlığı vardır.
Yukarıdaki dört maddenin ikisinde söz konusu sakatlığı görürüz. 1. maddede bu sakatlık istenmeyen, 4. maddedeyse istenen bir konumdadır. Şu halde kusur bazen istenen bir şey oluyor. İlginç.
Siz de bir bakın, eğer bu dört maddenin arasında size uymayanlar varsa kendiniz hakkında birkaç dakika düşünün, olağandışı birisiniz demektir. Hele hele hiçbiri size uymuyorsa, o zaman gerçekten öbür insanlardan bütünüyle farklısınız demektir.
1. Unutmak istemeyeceği halde unuttuğu şeyler olur,
2. Unutmak istediği halde unutamadığı şeyler olur,
3. Unutmadığı, zaten unutmak da istemediği şeyler olur,
4. Unuttuğu, unutmayı da zaten istemiş olduğu şeyler olur.
Böylece unutmak söz konusu olduğunda insanın kesesinde iki olumlu, iki de olumsuz durum vardır. Bunların dördü de, ekstrem örnekler hariç, sanırım her insan için geçerlidir.
"Hafızayı beşer nisyan ile maluldür," demişler. Yani, insan belleğinin unutkanlık denen bir sakatlığı vardır.
Yukarıdaki dört maddenin ikisinde söz konusu sakatlığı görürüz. 1. maddede bu sakatlık istenmeyen, 4. maddedeyse istenen bir konumdadır. Şu halde kusur bazen istenen bir şey oluyor. İlginç.
Siz de bir bakın, eğer bu dört maddenin arasında size uymayanlar varsa kendiniz hakkında birkaç dakika düşünün, olağandışı birisiniz demektir. Hele hele hiçbiri size uymuyorsa, o zaman gerçekten öbür insanlardan bütünüyle farklısınız demektir.
3 Ekim 2014
Kurban
Gençtim. Kış yaklaşmıştı. Günlerden bir gün evin kışlık ihtiyaçlarını almak üzere şehre gidiyordum. Yol genişçe bir çölden geçiyordu. Hava biraz serinlemiş olmasına rağmen çöl sıcağı yer yer bunaltıcılığını hissettiriyordu. Eb Raim'in oğlu Etz Haq'a rastladım. Bir zamanlar bizim kasabada yaşarlardı, sonra başka bir kasabaya göçtüler. Etz Haq değişmişti biraz ancak yine de onu hemen tanıdım. Pek bir telaşlıydı. Onu öyle görünce meraklandım. "Hayırdır, ne oldu?" diye sordum.
"Babamla kardeşim Es Mael sabahtan beri kayıplar," dedi. Teskin etmeye çalıştım, "Senin baban aklı başında, bilge diye nam salmış adamdır, merak etme," dedim. Ancak meraklandım da, Etz Haq çöle düşmüş, bu halde onları aradığına göre yolunda gitmeyen bir şeyler olmalıydı. İkisi birden kayıp olduklarına göre her nereye gitmişlerse birlikte gitmişlerdir diye düşündüm. Etz Haq da bunu doğruladı. Evden beraber çıkmışlar, daha sonra da kimse onları görmemiş.
Çocuk çok yorulmuştu. Çünkü saatlerce çölde koşturup durmuştu. Benim eşeğime binmesini söyledim. Kabul etmedi. Bir an önce babasıyla kardeşini bulmanın derdindeydi. "Söylesene Etz Haq," dedim, "seni bunca telaşlandıran ne?" Geçiştirici bir cevap verdi. Ancak besbelli ki benden sakladığı bir şey vardı. Tatmin edici bir cevap alamayacağımı anlayınca bunu açıkça ona söyledim: "Benden ne saklıyorsun, Etz Haq," diye sordum, "beni yabancı mı görüyorsun yoksa, alacağın olsun?" Bunun üzerine, "Seni temin ederim ki ben de bilmiyorum," dedi. "Neyi bilmiyorsun?" diye kendimi de şaşırtan bir merakla atıldım. "Etz Haq'ın yüzünün rengi değişti birden. Üsteledim: "Bilmiyorum, dedin, neyi bilmiyorsun, Etz Haq?" Derin bir çaresizlik okundu yüzünde. "Bilmiyorum, yalnızca seziyorum," dedi, "içimde güçlü bir sezgi var." Merakım git gide artıyordu, "Etz Haq, neyi seziyorsun, söyler misin?" diye daha bir üsteledim. "Babam evden ayrılırken Es Mael'i ev halkıyla vedalaştırmış," dedi. Bunu duyunca benim de içime bir endişe yerleşti. Es Mael'i bir yere götürmüş olacaktı. Ama nereye? Es Mael henüz çocuktu, nereye götürür, nerede bırakırdı babası onu?
Yapılacak bir şey yoktu. Çölün ortasındaydık. Ne havada netameli bir şeyler vardı ne karada. Denizse uzakta kalmıştı. Elimden yalnızca Etz Haq'a sakin olmasını tembihlemek geliyordu. Benimle gelmesini söyledim. Şehirde sorar ederdik, belki bir görene rastlardık. Ama Etz Haq bunu kabul etmedi. Filanca kasabaya gitmek niyetindeymiş, orada akrabaları varmış. "Bir başına yürüme bu çölde," dediysem de dinlemedi. Telaşı onu sağlıklı düşünmekten alıkoyuyordu. Şehre gelirse zaman kaybedeceğini düşünüyordu. Dediğini yapıp benden ayrıldı gitti. Bense yoluma devam ettim. Çölü geçmeme az kalmıştı. Çölün eteklerinde handiyse dağ büyüklüğünde bir tepe vardı. Şehre gitmek için onu aşmak gerekiyordu. Yorulmuştum. Durup soluklanmam icap ediyordu. Gel gör ki çöldeydim, durmanın imkânı yoktu, ne bir gölgelik vardı ne bir şey. Dağa kadar dayanacaktım çaresiz. Bunları düşünürken yorgunluğumu unutturacak bir şeyler çarptı gözüme. Dağda bir yerlerde alıcı kuşlar havada dönüp dolaşıyordu. Bin yıllık tecrübeyle sabitti ki kuşların bu davranışı yerde garip bir şeylerin olduğunun kanıtıydı. Eşeğimi sürdüm. Adımlarımı sıklaştırdım. Bir müddet gittikten sonra orada iki insan olduğunun ayırdına vardım. Eb Raim'le Es Mael olmaları kuvvetle muhtemeldi. Biraz daha yürüdükten sonra nihayet çölü bitirip dağın eteğine ulaştım. İyice dinlenmem gerekiyordu. Ne var ki olabildiğince kısa tuttum molayı, sonra kalkıp dağı tırmanmaya başladım. Yanlarına yaklaştığımda tahminimde haklı çıktım. Gördüklerim Eb Raim'le oğlu Es Mael'di.
Selam verdim Eb Raim'e. Selamımı pek üzgün bir sesle aldı. O kadar şaşırmıştım ki ne soracağımı bilemedim. Yaşlı Eb Raim, yanına oğlu Es Mael'i almış ne yapıyordu bu dağın başında? "Oğlun Etz Haq çöllere düşmüş sizi arıyor," dedim. Oralı bile olmadı. Üzgündü. Önüne eğik başını ha bire zorla kaldırıp Es Mael'e bakıyor, sonra yine önüne eğiyordu. Eb Raim'i böyle boynu bükük, başı önüne eğik bir halde göreceğim kırk yıl geçse gelmezdi aklıma. Neydi onu bu hale sokan? Çok merak ediyordum. Ediyordum etmesine, sorsam bir cevap alamayacağımı da biliyordum. Onu bu halde değil yalnızca benim, bir ademoğlunun görmüşlüğü yoktu. Gene de sormaktan başka çıkar yolum olmadığını görüyordum. "Ey bu diyarın görmüş geçirmişi Eb Raim, nedir bu halin?" diye sorabildim. Başını yine zorla kaldırıp yüzüme kısacık baktı. Konuşup konuşmamakta kararsız kaldı bir süre. İstiyordu da konuşamıyordu. Gençtim, pek görmüş geçirmişliğim yoktu ancak bu durumun binde bir rastlanır türden olduğunu anlamam da zor değildi. Eb Raim'in ağzından zorla bir-iki kelime çıktı, talihime bakın ki ne dediği anlaşılmadı.
Es Mael babasının karşısında yere bağdaş kurup oturmuş, hiç konuşmadan, kıpırdamadan bir ölü gibi duruyordu. Eb Raim ise bir taşın üzerinde, dirsekleri dizlerinde, başı ellerinin arasında, derin, kederli düşüncelere dalmıştı. Benimse merakım ve şaşkınlığım büyükçe bir sıkıntıya dönüşmekteydi. Burada neyin ne olduğuna hiçbir anlam veremiyordum.
Vakit de ilerliyordu. Daha şehre gidip orada işlerim için bir süre oyalanıp geri dönecektim. Velhasıl oradan ayrılmam gerekiyordu ama merakımı da bastıramıyordum. Belki bu kez talihim yaver gider deyip bir kez daha sordum: "Ey yaşlı Eb Raim, ne olur bir sözünü esirgeme benden, nedir bu halin?" Başını yine usulca benden yana çevirdi. Gözlerimin içine baktı, "Bugün burada benim ruhum sınanıyor," dedi. Ne ki, hiçbir şey anlamadım dediklerinden. Gün görmüş devran sürmüş bilge bir adamdı Eb Raim, manalı sözler söylediğine de daha önce çok şahit olmuştum, gelgelelim bu sözlerini anlamak zorundaydım. Aksi takdirde merakımdan ne edeceğimi bilemeyecektim. Yanına yaklaştım. Tam önünde durdum. Durunca Es Mael'le onun arasına girmiş oldum. Telaşlandı, eliyle yana çekilmemi istedi. Çekildim. Es Mael'e bakınca gözlerinde o denli büyük bir elem olduğunu fark ettim ki korkmaktan kendimi alamadım. "Ey koca Eb Raim, yalvarıyorum sana, söyle, nedir bu hal?" diye sordum bir kez daha. "Deminki cevabını tekrarladı: "Bugün burada benim ruhum sınanıyor. Hadi, git buradan."
Gitmekten başka çarem kalmamıştı. O git dedikten sonra kalmam mümkün değildi. Bir an önce şehre gidip döneyim de insanları bu durumdan haberdar edeyim, dedim içimden ve oradan ayrıldım. Zor oldu ayrılmam. Gözden yitip gidene değin dönüp dönüp onlara baktım. Bir değişiklik yoktu. İkisi de yerlerinde kımıldamadan duruyorlardı. Ama Eb Raim'in kederi uzaktan bile okunabiliyordu.
Şehre vardım. Hiç vakit yitirmek istemiyordum. Alacaklarımı alıp eşeğime yükledim. Azıcık dinlenip gerisin geri döndüm. Yolda o kadar tez yürüyordum ki buna kendim de inanamadım. Eb Raim'le Es Mael'i bıraktığım yere vardığımda yerlerinde yeller estiğini gördüm. Oturmuş oldukları yere geldiğimdeyse kan gördüm. İrkildim. Korkuya kapıldım ve derhal oradan ayrıldım.
Dağdan çöle doğru iniyorken aklıma olmadık şeyler geliyordu. Düşünmemeye çalışıyor ama kendimi alamıyordum. Eb Raim asla oğlunu öldürecek bir baba değildi. Buna güneşin altındaki hiçbir varlığı inandıramazdınız.
Çöle indiğimde akşama az kalmıştı. Eşeği önüme katmış hızla yürüyordum. Kapıldığım korkudan kurtulamıyordum çünkü. Bir an önce eve varmalı, insanlarla konuşmalıydım. Gördüklerimi birilerine anlatmazsam aklımı kaçırmam işten bile olmayacaktı.
Bir vakit sonra biraz uzakta birilerinin önüm sıra gittiğini fark ettim. İki kişiydiler. Bir an durakladım. Bir kez daha dehşetle irkildim. Bunlar onlardı. Eb Raim'le Es Mael. Eb Raim omzunda ağır bir şey taşıyordu. Ne olaydı ki? Yanındaki Es Mael'se kan kime aitti peki?
Daha bir hızlandım. Eşek bile inleyemeye başlamıştı artık. Nihayet onlara yaklaştım. Bağırıp beklemelerini söyledim. Beklemedilerse de yavaşladılar. Gidip yetiştim. Eb Raim'in, boğazlanmış bir koçu omuzladığını gördüm. Bu yaştaki bir insanın bunca ağırlığı taşıyor olmasına hayret ettim. Ama asıl hayret ettiğim bu değildi elbette. Neler olup bittiğini hâlâ anlayabilmiş değildim. "Ey Eb Raim," diye söze girdim hemen, "bu diyarda bir tek ademoğlu yoktur ki sana saygı duymasın. Sen ki bilgeliğinle nicelerine yol göstermişsin, ne olursun söyle bana, nedir bu olan biten?" Yüzüme baktı Eb Raim, gözleri birkaç saat önceki kederinden bütünüyle arınmış, o derin kederin yerini bir sevinç parıltısı almıştı. Handiyse bir çocuk gibi seviniyordu. Halbuki onun gibi bilge, onun gibi görmüş geçirmiş bir insanın böylesine çocukça sevinmesi bu toprakların töresine büsbütün aykırıydı. Ama bunun üzerinde duracak hal yoktu bende. Esrarengiz bir gündü bugün. Olmamış, duyulmamış, görülmemiş şeyler oluyordu bugün. Cevap verdi Eb Raim, "Bugün benim ruhum sınandı," dedi. Sesinden memnuniyet akıyordu. O sıra Es Mael'in yüzü çarptı gözüme. Önceki gibi değildi. Gün içinde gördüğümde yüzünden hiçbir şey okunmuyordu. Sadece ve sadece kıpırtısız duruyordu. Ne sevinçliydi ne üzgün. Oysa şimdi yüzüne tarif edilmesi olanaksız bir tavır oturmuştu. Uzunca bakan biri onda bir vahşi hayvanın yüzünü okuyabilirdi. Ürkmüş, korkmuş, çekinmiş, kızmış, şaşırmış bir yüzdü bu. Onu öyle görünce merakıma meraklar, hayretime hayretler eklendi. Eb Raim o onulmaz gözüken kederinden kurtulup çocuklar gibi şenlenmişken Es Mael'e ne olmuştu böyle? Kendimi tutamadım, "Ey saygıdeğer Eb Raim," dedim, "lütfedip saygısızlığımı bağışla, fakat senin ruhunun sınandığı gibi benim de aklım sınanıyor bugün." Bu söylediklerime gülümseyip geçmekten başkaca bir şey yapmadı.
Yol ayrımına geldik. Onlar kendi kasabalarına gidecekti, bense kendiminkine. Benim bir şey dememe mahal vermeden "Elveda oğlum," dedi Eb Raim, "yolun açık ola." Çaresiz, yanıtladım ben de, "Sizinki de Ey yüce Eb Raim." Onlar yollarına devam ederken ben bir müddet durup arkalarından bakakaldım. Olur ki başını çevirip merakımı giderecek iki söz eder diye bir umut bekledim. Ama edeceği yoktu, ne çare. Gidip gözden yittiler. Bense merak ve hayret denizinde yüze yüze çölü aştım, eve vardım. Yol boyunca önce içimden, ardından seslice "Bugün benim aklım sınanıyor," deyip durdum. Eve vardığımda gördüklerimden hiç kimseye bahsetmedim.
"Babamla kardeşim Es Mael sabahtan beri kayıplar," dedi. Teskin etmeye çalıştım, "Senin baban aklı başında, bilge diye nam salmış adamdır, merak etme," dedim. Ancak meraklandım da, Etz Haq çöle düşmüş, bu halde onları aradığına göre yolunda gitmeyen bir şeyler olmalıydı. İkisi birden kayıp olduklarına göre her nereye gitmişlerse birlikte gitmişlerdir diye düşündüm. Etz Haq da bunu doğruladı. Evden beraber çıkmışlar, daha sonra da kimse onları görmemiş.
Çocuk çok yorulmuştu. Çünkü saatlerce çölde koşturup durmuştu. Benim eşeğime binmesini söyledim. Kabul etmedi. Bir an önce babasıyla kardeşini bulmanın derdindeydi. "Söylesene Etz Haq," dedim, "seni bunca telaşlandıran ne?" Geçiştirici bir cevap verdi. Ancak besbelli ki benden sakladığı bir şey vardı. Tatmin edici bir cevap alamayacağımı anlayınca bunu açıkça ona söyledim: "Benden ne saklıyorsun, Etz Haq," diye sordum, "beni yabancı mı görüyorsun yoksa, alacağın olsun?" Bunun üzerine, "Seni temin ederim ki ben de bilmiyorum," dedi. "Neyi bilmiyorsun?" diye kendimi de şaşırtan bir merakla atıldım. "Etz Haq'ın yüzünün rengi değişti birden. Üsteledim: "Bilmiyorum, dedin, neyi bilmiyorsun, Etz Haq?" Derin bir çaresizlik okundu yüzünde. "Bilmiyorum, yalnızca seziyorum," dedi, "içimde güçlü bir sezgi var." Merakım git gide artıyordu, "Etz Haq, neyi seziyorsun, söyler misin?" diye daha bir üsteledim. "Babam evden ayrılırken Es Mael'i ev halkıyla vedalaştırmış," dedi. Bunu duyunca benim de içime bir endişe yerleşti. Es Mael'i bir yere götürmüş olacaktı. Ama nereye? Es Mael henüz çocuktu, nereye götürür, nerede bırakırdı babası onu?
Yapılacak bir şey yoktu. Çölün ortasındaydık. Ne havada netameli bir şeyler vardı ne karada. Denizse uzakta kalmıştı. Elimden yalnızca Etz Haq'a sakin olmasını tembihlemek geliyordu. Benimle gelmesini söyledim. Şehirde sorar ederdik, belki bir görene rastlardık. Ama Etz Haq bunu kabul etmedi. Filanca kasabaya gitmek niyetindeymiş, orada akrabaları varmış. "Bir başına yürüme bu çölde," dediysem de dinlemedi. Telaşı onu sağlıklı düşünmekten alıkoyuyordu. Şehre gelirse zaman kaybedeceğini düşünüyordu. Dediğini yapıp benden ayrıldı gitti. Bense yoluma devam ettim. Çölü geçmeme az kalmıştı. Çölün eteklerinde handiyse dağ büyüklüğünde bir tepe vardı. Şehre gitmek için onu aşmak gerekiyordu. Yorulmuştum. Durup soluklanmam icap ediyordu. Gel gör ki çöldeydim, durmanın imkânı yoktu, ne bir gölgelik vardı ne bir şey. Dağa kadar dayanacaktım çaresiz. Bunları düşünürken yorgunluğumu unutturacak bir şeyler çarptı gözüme. Dağda bir yerlerde alıcı kuşlar havada dönüp dolaşıyordu. Bin yıllık tecrübeyle sabitti ki kuşların bu davranışı yerde garip bir şeylerin olduğunun kanıtıydı. Eşeğimi sürdüm. Adımlarımı sıklaştırdım. Bir müddet gittikten sonra orada iki insan olduğunun ayırdına vardım. Eb Raim'le Es Mael olmaları kuvvetle muhtemeldi. Biraz daha yürüdükten sonra nihayet çölü bitirip dağın eteğine ulaştım. İyice dinlenmem gerekiyordu. Ne var ki olabildiğince kısa tuttum molayı, sonra kalkıp dağı tırmanmaya başladım. Yanlarına yaklaştığımda tahminimde haklı çıktım. Gördüklerim Eb Raim'le oğlu Es Mael'di.
Selam verdim Eb Raim'e. Selamımı pek üzgün bir sesle aldı. O kadar şaşırmıştım ki ne soracağımı bilemedim. Yaşlı Eb Raim, yanına oğlu Es Mael'i almış ne yapıyordu bu dağın başında? "Oğlun Etz Haq çöllere düşmüş sizi arıyor," dedim. Oralı bile olmadı. Üzgündü. Önüne eğik başını ha bire zorla kaldırıp Es Mael'e bakıyor, sonra yine önüne eğiyordu. Eb Raim'i böyle boynu bükük, başı önüne eğik bir halde göreceğim kırk yıl geçse gelmezdi aklıma. Neydi onu bu hale sokan? Çok merak ediyordum. Ediyordum etmesine, sorsam bir cevap alamayacağımı da biliyordum. Onu bu halde değil yalnızca benim, bir ademoğlunun görmüşlüğü yoktu. Gene de sormaktan başka çıkar yolum olmadığını görüyordum. "Ey bu diyarın görmüş geçirmişi Eb Raim, nedir bu halin?" diye sorabildim. Başını yine zorla kaldırıp yüzüme kısacık baktı. Konuşup konuşmamakta kararsız kaldı bir süre. İstiyordu da konuşamıyordu. Gençtim, pek görmüş geçirmişliğim yoktu ancak bu durumun binde bir rastlanır türden olduğunu anlamam da zor değildi. Eb Raim'in ağzından zorla bir-iki kelime çıktı, talihime bakın ki ne dediği anlaşılmadı.
Es Mael babasının karşısında yere bağdaş kurup oturmuş, hiç konuşmadan, kıpırdamadan bir ölü gibi duruyordu. Eb Raim ise bir taşın üzerinde, dirsekleri dizlerinde, başı ellerinin arasında, derin, kederli düşüncelere dalmıştı. Benimse merakım ve şaşkınlığım büyükçe bir sıkıntıya dönüşmekteydi. Burada neyin ne olduğuna hiçbir anlam veremiyordum.
Vakit de ilerliyordu. Daha şehre gidip orada işlerim için bir süre oyalanıp geri dönecektim. Velhasıl oradan ayrılmam gerekiyordu ama merakımı da bastıramıyordum. Belki bu kez talihim yaver gider deyip bir kez daha sordum: "Ey yaşlı Eb Raim, ne olur bir sözünü esirgeme benden, nedir bu halin?" Başını yine usulca benden yana çevirdi. Gözlerimin içine baktı, "Bugün burada benim ruhum sınanıyor," dedi. Ne ki, hiçbir şey anlamadım dediklerinden. Gün görmüş devran sürmüş bilge bir adamdı Eb Raim, manalı sözler söylediğine de daha önce çok şahit olmuştum, gelgelelim bu sözlerini anlamak zorundaydım. Aksi takdirde merakımdan ne edeceğimi bilemeyecektim. Yanına yaklaştım. Tam önünde durdum. Durunca Es Mael'le onun arasına girmiş oldum. Telaşlandı, eliyle yana çekilmemi istedi. Çekildim. Es Mael'e bakınca gözlerinde o denli büyük bir elem olduğunu fark ettim ki korkmaktan kendimi alamadım. "Ey koca Eb Raim, yalvarıyorum sana, söyle, nedir bu hal?" diye sordum bir kez daha. "Deminki cevabını tekrarladı: "Bugün burada benim ruhum sınanıyor. Hadi, git buradan."
Gitmekten başka çarem kalmamıştı. O git dedikten sonra kalmam mümkün değildi. Bir an önce şehre gidip döneyim de insanları bu durumdan haberdar edeyim, dedim içimden ve oradan ayrıldım. Zor oldu ayrılmam. Gözden yitip gidene değin dönüp dönüp onlara baktım. Bir değişiklik yoktu. İkisi de yerlerinde kımıldamadan duruyorlardı. Ama Eb Raim'in kederi uzaktan bile okunabiliyordu.
Şehre vardım. Hiç vakit yitirmek istemiyordum. Alacaklarımı alıp eşeğime yükledim. Azıcık dinlenip gerisin geri döndüm. Yolda o kadar tez yürüyordum ki buna kendim de inanamadım. Eb Raim'le Es Mael'i bıraktığım yere vardığımda yerlerinde yeller estiğini gördüm. Oturmuş oldukları yere geldiğimdeyse kan gördüm. İrkildim. Korkuya kapıldım ve derhal oradan ayrıldım.
Dağdan çöle doğru iniyorken aklıma olmadık şeyler geliyordu. Düşünmemeye çalışıyor ama kendimi alamıyordum. Eb Raim asla oğlunu öldürecek bir baba değildi. Buna güneşin altındaki hiçbir varlığı inandıramazdınız.
Çöle indiğimde akşama az kalmıştı. Eşeği önüme katmış hızla yürüyordum. Kapıldığım korkudan kurtulamıyordum çünkü. Bir an önce eve varmalı, insanlarla konuşmalıydım. Gördüklerimi birilerine anlatmazsam aklımı kaçırmam işten bile olmayacaktı.
Bir vakit sonra biraz uzakta birilerinin önüm sıra gittiğini fark ettim. İki kişiydiler. Bir an durakladım. Bir kez daha dehşetle irkildim. Bunlar onlardı. Eb Raim'le Es Mael. Eb Raim omzunda ağır bir şey taşıyordu. Ne olaydı ki? Yanındaki Es Mael'se kan kime aitti peki?
Daha bir hızlandım. Eşek bile inleyemeye başlamıştı artık. Nihayet onlara yaklaştım. Bağırıp beklemelerini söyledim. Beklemedilerse de yavaşladılar. Gidip yetiştim. Eb Raim'in, boğazlanmış bir koçu omuzladığını gördüm. Bu yaştaki bir insanın bunca ağırlığı taşıyor olmasına hayret ettim. Ama asıl hayret ettiğim bu değildi elbette. Neler olup bittiğini hâlâ anlayabilmiş değildim. "Ey Eb Raim," diye söze girdim hemen, "bu diyarda bir tek ademoğlu yoktur ki sana saygı duymasın. Sen ki bilgeliğinle nicelerine yol göstermişsin, ne olursun söyle bana, nedir bu olan biten?" Yüzüme baktı Eb Raim, gözleri birkaç saat önceki kederinden bütünüyle arınmış, o derin kederin yerini bir sevinç parıltısı almıştı. Handiyse bir çocuk gibi seviniyordu. Halbuki onun gibi bilge, onun gibi görmüş geçirmiş bir insanın böylesine çocukça sevinmesi bu toprakların töresine büsbütün aykırıydı. Ama bunun üzerinde duracak hal yoktu bende. Esrarengiz bir gündü bugün. Olmamış, duyulmamış, görülmemiş şeyler oluyordu bugün. Cevap verdi Eb Raim, "Bugün benim ruhum sınandı," dedi. Sesinden memnuniyet akıyordu. O sıra Es Mael'in yüzü çarptı gözüme. Önceki gibi değildi. Gün içinde gördüğümde yüzünden hiçbir şey okunmuyordu. Sadece ve sadece kıpırtısız duruyordu. Ne sevinçliydi ne üzgün. Oysa şimdi yüzüne tarif edilmesi olanaksız bir tavır oturmuştu. Uzunca bakan biri onda bir vahşi hayvanın yüzünü okuyabilirdi. Ürkmüş, korkmuş, çekinmiş, kızmış, şaşırmış bir yüzdü bu. Onu öyle görünce merakıma meraklar, hayretime hayretler eklendi. Eb Raim o onulmaz gözüken kederinden kurtulup çocuklar gibi şenlenmişken Es Mael'e ne olmuştu böyle? Kendimi tutamadım, "Ey saygıdeğer Eb Raim," dedim, "lütfedip saygısızlığımı bağışla, fakat senin ruhunun sınandığı gibi benim de aklım sınanıyor bugün." Bu söylediklerime gülümseyip geçmekten başkaca bir şey yapmadı.
Yol ayrımına geldik. Onlar kendi kasabalarına gidecekti, bense kendiminkine. Benim bir şey dememe mahal vermeden "Elveda oğlum," dedi Eb Raim, "yolun açık ola." Çaresiz, yanıtladım ben de, "Sizinki de Ey yüce Eb Raim." Onlar yollarına devam ederken ben bir müddet durup arkalarından bakakaldım. Olur ki başını çevirip merakımı giderecek iki söz eder diye bir umut bekledim. Ama edeceği yoktu, ne çare. Gidip gözden yittiler. Bense merak ve hayret denizinde yüze yüze çölü aştım, eve vardım. Yol boyunca önce içimden, ardından seslice "Bugün benim aklım sınanıyor," deyip durdum. Eve vardığımda gördüklerimden hiç kimseye bahsetmedim.
2 Ekim 2014
Havalar, sular, horozlar...
Yağmurlu bir güne uyandım. Bir süre gördüğüm rüyayı düşündüm. Çok ilginçti doğrusu. Birbirlerini hiç tanımayan, büyük olasılıkla ömür boyunca da tanımayacak olan insanlarla bir aradaydık. Hatta bir de internetten tanıdığım ama gerçekte hiç yüzünü görmediğim biri vardı. Bulunduğumuz yerde ne işimiz vardı, o da belli değildi. Rüyanda ne görmüş olursan ol, yağmurlu bir güne uyanmak iyidir. Bilim ve teknoloji bize ne denli geniş olanaklar sunarsa sunsun, gene de bazı şeylerin bizim dışımızda gelişiyor olması iyidir. Baksanıza, yağmurun yağışı, yağmurlu bir güne uyanışımız tamamen bizim dışımızda gerçekleşiyor. İyi oluyor, iyi. Aferin Efendi'ye.
*
Yarının bayram olduğuna dair söylentiler var. Olup olmadığını bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Evdekilere sorma gereği bile duymadım. Biraz radikal bir fikir gibi gözükebilir, bana kalırsa bir bayramı en fazla elli yıl sürdürmeli. Bir yerden sonra rutinleşip bayram olmaktan çıkıyor zaten. İnsanlık uzun zamandır bayramsız bayramlar yaşıyor.
*
Buralarda öteden beri bayramdan bir önceki gün berber dükkânları tıklım tıklım doludur. Artık bir gelenek halini aldı bu. Kuzenimin de berber dükkânı var. Önceki gün konuşuyorduk, "Şeytan diyor ki, o gün dükkânı kapat, kapısına da şu müstehcen parmak hareketini as, altına da 'Dün neredeydiniz?' diye yaz," diyordu. Haklıydı. İnsanlar bazen akıllarını bütünüyle kapatıyorlar. Bayramdan iki, üç, dört gün önce tıraş olmak akıllarına gelmiyor da bir gün önce saatlerce sıra bekliyorlar. Çoğu berber dükkânı gece boyunca açık oluyor, hatta gün ışıyıncaya kadar. Benim sorunum değil, diyerek işin içinden çıkıyorum.
*
Bu aralar çok az kitap okuyorum. Aslında her şeyi çok az yapıyorum. Alışkınım bu duruma. Yılda en az bir kez yaşarım bu deneyimi. Bu aralar çok az kahve de içiyorum. Ayriş kafi içmeyeliyse beş yıl oluyor galiba.
*
Kahveyi çok seven bir arkadaşım var, o kadar ki, iki fincan kahve yapar bazen, ikisini de kendi içer. Bir ara hakkında bir şeyler yazacağım.
*
Havalar soğuyunca kışlıkları çıkardık. Dün ben de kalınca bir hırka giyip çıktım. Gören bir arkadaş, "Hırkan ne güzelmiş, hayırlı olsun," dedi. "Sağ ol," dedim ben de, "ancak iki yıl oldu bunu alalı." "Olsun," dedi, "ben yeni gördüm." Sahiden de insan için ilk gördüğü şeydir yeni olan.
*
Aylar sonra arkadaşım A.'ya tavlada yenildim. Bu yaz hayatımda hiç oynamadığım kadar tavla oynadım. Çoğunlukla da kazandım. Yıllar önce ben tavlayı öğreneli iki hafta olmuştu, biri acemi olduğuma bakmadan beni fena yenmişti. Bir gün karşıma çıksa da soğuk suya batırıp çıkarmışlara döndürsem.
*
Dün A. ile yürüyorduk. Bir horoz gördük. Şu boynu ve kuyruğu uzun olanlardan. Sahi, neydi o türün adı? "Biz geçen bahar bizim tavuğu kuluçkaya yatırdık," dedi A., "ama bir türlü o yumurtalardan bulamadık." Öyledir, aradığın yumurtayı bulmak zordur bu devirde.
*
Eylülü de bitirmişiz, dün çocuklar söyledi. Bakalım ekim bize ne getirecek.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)