29 Haziran 2012

Yanlış Anla(t)ma


Dipnot adlı haber sitesi. Haberin başlığını görüyorsunuz:
Kızıyla ilişkiye giren gence ilginç ceza. Sanki genç, kendi kızıyla ilişkiye girmiş.
Anlaşılan o. Başlığı okuduğumda şaşırdım haliyle, kişinin kendisi gençse kızı kaç 
yaşındadır ki? N'oluyoruz lan, diye geçirdim içimden. Halbuki mesele başlıktan 
anlaşıldığından çok farklı. Vatandaşın biri, kızının arkadaşını dövmüş, hepsi bu.

28 Haziran 2012

Muzır Hayat

Çocuklar top oynuyor. Biri diğerine bağırıyor: “Çekmesene a.ına koyim!” A.ına koyan kişi altı (6) yaşında. Anaokuluna gidiyor.

Yumuşak Makine ve Ölüm Pornosu adlı iki kitap hakkında, Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulunca verilen rapor doğrultusunda dava açılmıştı ya, unutmuştum, Yekta Kopan'ın blogunda okuyunca hatırladım.

Ne kadar ilginç şeyler oluyor memlekette. Dram mı, trajedi mi, komedi mi, mümkün değil kestiremiyorsunuz. Diyelim ki muzır olan her şeyi kitaplardan çekip çıkardık. Bütün rafları silip süpürdük, ortalık tertemiz, şenlendi. Peki ya sokak? Ya gündelik hayat? Ya televizyon? İnternet? Dergiler, gazeteler?

Bir kitapta şöyle yazıldığını düşünün: "Genç kadın çıplak sayılırdı, üstünde sadece kırmızı sutyeniyle külotu vardı, delip geçici bakışları..." Siz kalkıp bu ve buna benzer cümlelerin yer aldığı kitabı, küçükleri muzır neşriyattan koruma kaygısıyla yasakladınız, küçükleri korumuş mu oldunuz gerçekten? Bu tarif edilen genç kadına Allah'ın her günü Hürriyet, Sabah, Milliyet, Haberturk ve bilumum günlük gazetede rastlamıyor mu çocuk? Ya magazin dergilerinde, TV reklamlarında? Hele bir de İnternette, trilyonlarca böyle cümle, trilyonlarca böyle fotoğraf.

Bugün sizin erotik, hatta porno dediğiniz her şey sokakta var artık, gündelik hayatın tam içinde var. Bundan elli yıl önce koca koca insanların bilmediği şeyi bugün çoluk çocuk biliyor, elli yıl önce yetişkinlerin ağzına almaktan imtina ettiği sözü bugün beş yaşındaki çocuk çekinme nedir bilmeden gönül rahatlığıyla söylüyor. O zamanlar otuz yaşındaki birinin kendi yaşıtları yanında bile söylemeye, yapmaya çekindiği sözü, davranışı bugün üç yaşındaki çocuk bizzat ana babasından öğreniyor.

Demem o ki, devletin ciddi bir zihin değişikliğine ihtiyacı var. Çok değil, on beş yıl öncesinin yöntemleri bile bugün artık işe yaramıyor. Bir kitabı yasaklamakla hiçbir şeyi değiştirmiş olmuyorsunuz. Öte yandan, yasaklamak zaten çözüm değil, hiçbir zaman olmadığı gibi. Bütün hayatı yasaklarsanız ancak o zaman birtakım şeylerin önüne geçebilirsiniz, o zaman da hayat olmaz ortada.

27 Haziran 2012

İç Ses

Size de oluyor mu bu?
Hi waz en old men hu fişıd elon in e skif in dı Gulf Strim end hi hed gan eyti for deyz naw widaut teyking e fiş. İn dı först forti deyz e boy hed bin wid him. Bat aftır forti deyz widaut e fiş dı boys perınts hed told him det dı old men waz naw definıtli end faynılli salao, wiç iz dı wörst form of anlaki. (Dı Old Men end dı Si)

23 Haziran 2012

How do you feel?

Eskiden kendimizi iyi hissediyorduk
şimdi iyi hissediyoruz.

Eskiden kendimizi kötü hissediyorduk
şimdi kötü hissediyoruz.

Eskiden "bugün kendini nasıl hissediyorsun?"
şimdi "nasıl hissediyorsun?"

Valla, ne yalan söyleyeyim,
vaziyet pek iç açıcı değil ama
yine de iyi hissediyorum.

22 Haziran 2012

İsmail Pelit

Bana kitaplarını gönderen dosta haziran kararında sıcak teşekkürler.

Lise yıllarımda, hepimizin bilip tanıdığı yazarların öyle birden, gökten iner gibi ortaya çıkmadığını ayırt etmiştim. Bunda, edebiyat ders kitabının yazar ve şairlerin hayat hikâyelerini özetle veriyor oluşunun da etkisi vardı doğal olarak. Misal, bir Yaşar Kemal, elli yaşında birden ortaya çıkmamıştı, gençliğine, çocukluğuna kadar giden bir edebiyat sevdasından alıyordu köklerini onun büyüklüğü.

Böylelikle merak etmeye başladım, kırk yıl, elli yıl sonrasının yazarlarını. Bundan yarım asır sonra edebiyat kitaplarında kimlerin metni olacak, kimlerin hayat hikâyesi anlatılacaktı? Herhalde onlar da o zaman pat diye ortaya çıkmayacaklardı, bugünden “hazırlanıyor” olmalıydılar.

Türkçe edebiyatın gelecekteki büyük bir yazarı olacağına kuşkum olmayan İsmail Pelit, bugün otuz yaşında ve on yedisinden beri düzenli olarak yazıyor.

Pelit’in adını Notos'un Ağustos-Eylül 2009 sayısında, Cem Akaş'tan duydum. Edebiyatımızın Önünü Açacak Yollar'ın konuşulduğu bu sayıda Akaş, “kalıpların dışına çıkmak için hangi yeni biçimler denenebilir?” sorusunun bir cevabı olarak üç ismin yapıtlarını örnek gösteriyordu. Onlardan biri adını çokça duymuş olduğum ama maalesef henüz bir kitabını okuyamadığım Faruk Ulay, diğer ikisi ise adlarını ilk kez duyduğum Erhan Memiş ve İsmail Pelit’ti.

Akaş, Pelit’in Cami adlı romanının son yıllarda gördüğü en sıkı ve şaşırtıcı metinlerden biri olduğunu söylüyordu. Cem Akaş’ın kim olduğunu biliyordum, genç yaşında YKY gibi, son derece kaliteli yüzlerce kitap yayımlamış bir yayınevinde editörlük yapacak kadar kitaptan anlar biri bunları söyleyince merak etmeye başladım haliyle. “İsmail Pelit, … ‘edebiyat çevreleri’ni hazırlıks­­­­­­ız yakalamış ve sarsalamış, yeni ve genç bir Bilge Karasu olarak selamlanmış, merkezde –İstanbul’da–­­­ kendini sorgulayan yazarların sayısında gözle görülür bir artış yaratmış olmalıydı,” diyordu.

Aradan bir buçuk-iki yıl geçtikten sonra, bu kez Cem Akaş’ın blogunda rastladım İsmail Pelit’e ve kendi blogundan takip etmeye başladım. Hiç büyük harf kullanmıyor, ilk gözüme çarpan özelliği bu oldu. Metinleri ise pek çok kimsenin “ağır” diye nitelendirdiği türden. Üstünde bestseller yazan, çıktığında güya ortalığı kasıp kavuran ama üzerinden bir-iki yıl geçtikten sonra okuyanların bile adını hatırlamadığı şu popüler kitaplardan başka kitaba aşina olmayanlar için Pelit’in metinleri ağır gelecektir elbette. Onu tanımadan, yaşını bilmeden metinlerini okuduğunuzda, ununu elemiş eleğini asmış biri sanmanız işten bile değil. Cem Akaş’ın dem vurduğu gibi, bizler hep aynı şeyleri okumaya alışmışız, bu yüzdendir ki yeni, alışılmamış metinler okuduğumuzda yabansıyor, anlamakta güçlük çekiyor, böylelikle de ağır buluyoruz. Onun metinleri de böyle işte. 

***
Son yazısında Pelit, kendini başarılı bulmadığını söylüyor. Üstelik yazdıklarını da güzel bulmuyormuş. Bana kalırsa kendine düpedüz haksızlık ediyor. Bu memlekette yazar olmak kolay mı? Her şeyden önce okuma müptelasısın. Bırak toplumu bir kenara, annen, baban, eşin, kardeşin gibi en yakınlarının,  "çok okuma, kafayı yiyeceksin" dedikleri bir toplumda yaşıyorsun. Dahası -ve daha da kötüsü- toplum seni, kendinden olmayanı dışlama dürtüsüyle dışlıyor, evet, sen onlardan biri değilsin, çünkü suya sabuna dokunmayan, bilgisizliğiyle gayet mutlu mesut yaşayıp giden bir toplumun içinde ayrıksı olansın. Bu yetmiyormuş gibi bir başka derdin daha var, yazdıklarını insanlara ulaştırmak, onlarla paylaşmak, her ne kadar bugün İnternet gibi bir nimet söz konusuysa da, o kadar zor ki bu ülkede. Sayıları denizde kum kadar olan yayınevlerinin neredeyse tamamı kâr etmek peşinde. Bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda birkaçı dışında kitabı önemseyen, kitabın ne olduğunu bilen yayınevi yok. Sayıları belki milyonu bulan kıraathanelerinde ise, kıraat kelimesinin ne olduğunu bilen bir Allah'ın kulu yok. Şimdi, böylesi bir toplumda yazar olmak kolay mı sahiden? Ben bilmiyorum, buradan bakınca olabildiğince zor gibi görünüyor. 

Velhasılıkelam, bir yıldır blogunu takip ettiğim, şimdi de kitaplarını okumaya başladığım Pelit'i çok başarılı buluyorum. Yazdıkları da pek güzel. (Hem, güzel göreli bir kavram değil miydi?)


Pelit'in yayımlanmış altı kitabı var. "Farklı" bir şeyler arıyorsanız, Cami başta olmak üzere şiddetle öneririm.

20 Haziran 2012

Alışık Olmadığımız Bir Cami

"bakışın gezindiği alan kişiye dahil midir?"
Bir camiden ne beklersiniz? Teknik olarak kubbe, minare, şerefe, mihrap, minber, sütunlar, belki şadırvan. İçerik olarak öncelikle imam, sonra cemaat, daha sonra sessizlik, sessizliğin verdiği geçici bir huzur, vaaz, elbette namaz. Fazlasını da sayabilirsiniz.

İsmail Pelit'in Cami'sinin şaşırtıcı olduğunu duymuştum duymasına, yine de böyle bir camiydi beklediğim. Okumaya başlar başlamaz gözüm hep o kafamdaki camiyi aradı ama ne çare, bulamadım. Bunu anlamalıydım, çünkü Pelit'in alıştığımız biçimlerin dışında yazdığını okumuştum, unutmuş olmalıyım.

Edebiyata aşinalığı roman okumaktan ileri gitmeyen birinin, Pelit'in yazdıklarını anlamada oldukça zorlanması kuvvetle muhtemeldir. Bana göre az biraz felsefe mürekkebi yalamış olmak onun metinlerinin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Hatta bunun biraz da gerekli olduğu düşüncesindeyim. Bunlara bakarak onun karmaşık bir dil kullandığını, anlaşılmamak için elinden geleni ardına koymayan yazarlardan olduğunu düşünebilirsiniz. Hayır, öyle değil, senin benim rahatlıkla anlayabileceğimiz kelimelerle konuşuyor, gündelik bile sayılabilir dili. "Halkın dili"yle yazıyor. Gelgelelim, anlaşılması da öyle kolay değil işte. Bana kalırsa genç yazarın başarısı da tam burada yatıyor.

Yapı, kapı, giriş, çıkış, ölüm, dirim... ve tabii ki insan. Günlük hayatımızda hem birer nesne veya kavram olarak hem de birer kelime olarak çokça kullandığımız şeyler bunlar. Gelgelelim, bir yapıyla kapısı arasındaki ilişki üzerine düşünmek örneğin, hangi birimizin aklına geliyor? Bir yapıda pencerenin ve kapının işlevi nedir? Peki, kapısını, penceresini bırakalım kenara da, yapı nedir öncelikle? Nasıl bir yapıdır bahsettiğimiz? İnsan dediğin de bir yapı olabilir mi? Olabilirse, o vakit kapısı, penceresi nerededir? Ya peki, içi ve dışı? İçinden baktığında dışında neler görülmektedir? Dışından baktığında içini görmek mümkün müdür?

İsmail Pelit okuru sürekli hareket etmek zorunda bırakıyor sanki. Hareketten kastım, kanepeye uzan, kitabını oku, tadını çıkar tarzının tam tersi olan, okuru kitap boyunca düşünceye zorlayan, beynini yoran, "ne demek istedi ki burada"yı sık sık sorduran, bir paragrafı, bir cümleyi dönüp dönüp tekrar okumak zorunda bırakan bir okuma tarzı. Benim başımdan bunlar geçti Cami'yi okurken. Bu kitabı en az üç kez daha okuyacağım kesin.

Ölüm'den bahsediyor yazar. İnsanın ölümünden. Ölümün ne olduğunu hepimiz az çok biliyoruz. İnançlıysak da değilsek de ölümün bir son, bir yok oluş olduğunu telakki etmek zor değil. En azından bu dünyadaki faaliyetlerimizin kesin olarak sona erdiği bir an. Niye ölümden bahsediyor yazar? Bana kalırsa gündüzü anlatmak için geceyi, aydınlığı anlatmak için karanlığı, açık'ı anlatmak için kapalı'yı anlatıyor. Ölümden bahsetmesinin sebebi herhalde yaşamı, yaşamın güzelliğini ve de sürekliliğini göstermek isteyişinden. İlk okuyuşumda bunları anladım. Bilmiyorum, belki de sayıklıyorumdur, yazar belki bunları okuyunca gülüp geçecektir, belki ben kafamdaki diğer şeylerle ilişkilendirdiğim için bunlar çıkıyor ortaya.

11 Haziran 2012

Nazar Değmesin

Adam yeni yaptırdığı üç katlı evin tepesine kocaman bir sığır kafası yerleştirmiş. İyice de bağlamış düşmesin diye. Nedenini tahmin etmek güç değil, zira onlarca örneğini gördüm şimdiye dek.

Bir tür nazardan korunma yöntemi bu. Anadolu'nun her yerinde nazar boncuğu kullanılır ya, ondan bir farkı yok, boncuk yerine kafatası kullanılmış, o kadar. Bir de nallar var. Boncuktan sonra en çok kullanılan gereç naldır herhalde. Giriş kapılarının üstüne asılır. Bu öküz başından anneme bahsedince, bizim komşu teyzenin de evinin kapısına bir eşek nalı iliştirdiğini söyledi. At nalı çok görmüştüm de eşek nalına ilk kez rastlıyorum.

Çocukluğumu geçirdiğim köyde, yaşlıca bir komşumuz bahçesindeki erik ağaçlarından birine bir it kafası bağlamıştı. Aynı nedenle. Ne zaman evlerinin oradan geçip de o kemiği görsem midem bulanırdı, ağaçtaki meyvelerin tümü "haram" görünürdü bana.

Bizim buralarda olabildiğince ilginç "ritüeller" vardır. Bir tane daha anlatayım, garipseyeceksiniz, eminim, garipsenmeyecek gibi değil ki. Şimdilerde nedense rast gelmiyorum, çocukluğumda iki ucundan ineklerin iki boynuzuna bağlanan, içinde bir şey olduğu besbelli bez parçaları görürdüm. Bunların ineklere nazar değmesin diye bağlandığını biliyordum. Bir gün, yedi sekiz yaşlarımda, kendileri de inek besleyen bir arkadaşımdan o bezlerin içinde bok olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım. İnsan ineğinin kafasına bağlayacak başka bir şey bulamaz mı? Sonraları, her bokun işe yaramadığını, o iş için sadece köpek pisliğinin kullanıldığını da öğrendim üstelik.

Peki, nedir bunların anlamı?

Bu bir inanış pratiği. Kem gözlerden sakınma isteği kadim bir içgüdü. İnsanlar buna kendilerince çareler aramışlar ve böyle şeyler üretmişler tarih boyunca. Gelgelelim, İslam'da böyle pratikler yok. Buralarda İslam'dan başka dine inanan da yok. O halde?

Tahminime göre tüm bunlar İslam öncesinden kalmış "davranışlar". Müslüman olmadan önce Şaman olan Türklerle Zerdüşti olan Kürtler, dini pratikken zamanla birer geleneğe dönüşen birçok adeti de devam ettirdiler. Bugün memleketin her yerinde karşımıza çıkan, ağaca çaput bağlama, kapıya nal çakma, nazar boncuğu takma gibi cansız varlıklardan medet umma alışkanlıkları kökenini bin yıl öncesinden aktarılagelen o inanışlardan almıyorsa nereden alıyor? İşin içine bilgisizliği, akıl fikirden yoksunluğu da kattınız mı mesele aydınlanıyor bana göre. Evet, büyük bir cehalet söz konusu. Kapısına nal bağlayan kişi, bakıyorsunuz beş vakit namaz kılıyor, hacca gitmiş, her yıl umreye gidiyor. Toplumun gözünde ideal bir Müslüman yani. Ağacına it kafası bağlayan kişi, bakıyorsunuz gidip imamın huzurunda tövbe etmiş, sofi diye hitap ediliyor. Dışkıdan korunma dileyenler, Müslümanlıktan başka inancın adını duymuş değiller. Halbuki İslam, nazarın varlığını Kuran'da teyit etmekle beraber, ondan korunmanın yolunu da olabildiğince basit bir dille söylüyor: dua. Kimin neye inandığı ya da inanmadığı beni hiç bağlamaz, bir kimse ister İslam'a inansın, ister Hıristiyanlık'a, ister Budizm'e, ancak kendi inancının gereğini yerine getirmedi mi insan doğal olarak yadırgıyor. İşte bizim bu Müslümanlar da böyle, kendi inançlarını bir kenara bırakarak, bu tür şeylere, ota boka meylediyorlar.

Sizin de dikkatinizi çekmiştir belki, nal falan tamam da, bu hayvan kafatasları, hele köpek pisliği de neyin nesi? İlla cansız bir varlıktan, doğadan medet umulacaksa daha düzgün bir şeyler denenemez miydi? Misal, neden ayakkabı, taş maş değil de bunlar? Bana kalırsa, kişi kendine, kendinden olana, kendine ait olana haliyle bir kıymet biçtiği için o şey kişiye güzel görünür, iyi görünür. O iyi ve güzel şeyin kem gözlerle bozulmaması, dahası, yitip gitmemesi için de kem gözlerin sahibine düpedüz şu mesaj veriliyor: Sandığınız kadar iyi ve güzel değil. Herhangi normal bir insana olumlu bir düşünce çağrıştırması mümkün olmayan köpek, sığır kafası, bok gibi enstrümanlar kullanılması bundan.

Nala gelince, bir tahmin yürütüyorum ama tahminler her zaman tekin değildir, bilirsiniz. Ne var ki konu nal olunca akla başka bir şey de gelmiyor. Nalın ayakları temsil ettiğini göz önüne alalım. Birçok kültürde ayaklar, baş'ın tam tersi olarak olumsuzluğu çağrıştırmazlar mı? Baş göğü, ayak yeri; baş yükseği, ayak alçağı temsil etmez mi? Acaba diyorum, eve nazar değmesini önlemek amacıyla olumsuzluğu çağrıştıran nalın evin hemen girişine konmasının ardında, yukarıdakine benzer bir düşünce yatıyor olamaz mı? Ama dediğim gibi, bu sadece bir tahmin. Belki nal, benim bilmediğim çok daha başka şeyler de temsil ediyordur, bilmiyorum.

Tüm bunları üst üste koyunca nazar boncuğunu nereye koyacağımı şaşırıyorum bu kez, iyi mi? O şirin mavi boncukların olumsuz bir düşünce çağrıştırmaları mümkün mü? Bir tahmin daha uyduracak değilim. Sadece nazarlıklardaki mavi hakimiyetinin tesadüf olmadığını düşünüyorum. Belki başka zaman nazar boncuğunun kökenine dair bir şeyler bulup okurum.

9 Haziran 2012

Ağızlara Layık

Siz hiç, limon ve yumurta çeşnili dana eti/koyun eti çorbası kremi
yediniz mi? İngilizler yiyor, biz yiyemiyoruz. Hayıflanmalı. Hem de nasıl! 

6 Haziran 2012

Zirve

Onca hayali "zirve"ye tırmanma çabası içinde geçen gündelik
 hayatın akışı sırasında, yılda bir de olsa hakiki bir zirveye tırmanmanın
tadına doyum olmuyor. 


2 Haziran 2012

Hafta Sonuna Methiye

bir yavru bulut, birkaç söğüt, biraz su sesi, 
sonsuz güneş, sınırsız gökyüzü, 
az buçuk ekmek, kaç yudum su, 
sepserin yaz başı esintisi, 
elbette bir tutam akasya gölgeliği. 

ölmüşüm kalmışım, umurumda mı?

Haziranda Kar

Hiçbir dondurma bu keyfi veremez.

1 Haziran 2012

Yaşama Sevinci


Dün çektim bu görüntüyü. Denizden yüksekliği 2800 metre, bulunduğu yerden yüksekliğiyse 20-25 katlı bir bina kadar olan, çıkmak için epey zorlandığımız kocaman bir kayalığın üstündeki bir kertikte çiçekler açmış.

Rüzgar o kadar şiddetli esiyor ki, ayakta durmak neredeyse imkansız.

Çiçekler de bizim gibi birer canlı. Onları görür görmez ilk olarak bunu hatırladım. Yeryüzündeki tek canlı biz değiliz be kardeşim.

Sonra, hayatı kendimize zehir etmek için el birliğiyle ne kadar çabaladığımızı düşündüm. Niye böyleyiz biz? Zaman mı bize dayatıyor bunu? Düşün dur.

Hayvanlar ve bitkiler hiç mi hiç şikayetçi değiller hayatlarından. Ama insanlara bir dokun bin ah işit.

Şu güzelim çiçekler, dağların içinde, o yükseklikte ne güzel kokular yayıyorlar etrafa. Bakmayın rüzgara direniyor gibi göründüklerine, yaşama sevinci içinde dans ediyorlar.
Sayfa başına git