9 Ocak 2015

Su testisi su başında kırılır

Halk kütüphanesinden bir kitap alıyorum, okuduktan sonra geri götürmek üzere masanın üstünde tutuyorum, birkaç gün masamın –dağınıklığından değil– kalabalığından nasibini aldıktan sonra kalabalığı dağıtmak adına orada duran başka kitaplarla birlikte kitaplığın bir rafına kaldırıyorum, efendime söyleyeyim, nihayet unutuyorum. Hep oluyor bu. Son olarak geçen haziranda aldığım kitabı unutmuştum, bugün götürüp teslim ettim. Kitabı almamla teslim etmem arasında geçen zamanda kütüphane başka bir binaya, daha doğrusu kendi binasına taşınmış, düşünün.
*
2011 depreminde kütüphanenin binası da zarar görmüştü. Önce yıkılacak dendi, sonra az hasarlı olduğu için güçlendirileceği açıklandı. Nitekim bu ikincisi oldu. İki yıl öylece kaldıktan sonra geçen yaz güçlendirildi. Dış cephesi de yenilendi, güzel bir bina oldu. Gelgelelim, bu konuyla ilgili duyduğum bir haber bana Türkiye'de yaşıyor olduğumu bir kez daha hatırlattı. Bina 960 bin liraya, eski parayla 960 milyara güçlendirilmiş. Büyük bir bina da değil, üç katlı, kapladığı yer iki apartman dairesi kadar. Yenisi yapılsa herhalde daha ucuza mal olurdu. Ne anladım ben bu işten? Bir şey anlamam gerekmiyor elbette. Bu ülkede yaşamak için lazım olan tam da bu zaten: Bir şey anlamamak. Az buçuk bir şey anlıyorsan, kafan bir şeye azıcık basıyorsa yaşamak zor bu ülkede. İster hemfikir olun benimle, ister olmayın, acı gerçek bu.

Kısa sürede güçlendirme işlemi tamamlanıp açılan bina şu an açık, çalışıyor ama neredeyse bomboş duruyor, çünkü yeni malzeme, raflar filan gelecekmiş, onu bekliyorlarmış.

***
"Bazı kitaplar okunmak için, bazılarıysa maalesef raflarda durmak için vardır."
—İlkçağ filozofu Harmonides.
*
Eski zamanlarda yaşamak istiyorum pek çok kez. Çok eski ama, şöyle İlkçağ'da filan. Hayır, beni yadırgamamalısınız. Filozofların eşeklere bindiğini bizim zamanımızda ara ki bulasın. İkindi güneşinde bir duvarın dibinde, bir yandan toprağı eşelerken bir yandan filozofun birine kulak vermek... 
*
Kitabın çok olduğu, hatta çok çok olduğu, buna karşılık filozofun, düşünürün gayet az olduğu şu bizim devrimize bakın. Daha doğrusu, devrimize değil ülkemize bakın, yorum sizin. 
*
Derler ki, Sokrates'in zamanında bir kadın varmış. Kendi halinde bir ev kadınıymış. Sokrates'in, her gün etrafında toplanan gençlerle saatlerce ne konuştuğuna, onlara ne anlattığına bir türlü aklı ermezmiş. Günlerden bir gün merakına yenik düşüp gidip onu dinlemeye karar vermiş. Eline su testisini alıp güya çeşmeden su almaya giderek Sokrates'i dinlemeye koyulmuş. Filozof hemen farkına varmış kadının. Belli etmemiş tabii. Kadın biraz dinledikten sonra hayretler içinde kalmış, zira söylenen hemen her şeyi anlıyormuş. Oysaki, değil bir filozofu, hele de Sokrates gibi birini anlamayı, kendisi gibi gariban kocasını bile doğru dürüst anlayamazmış. Kaptırmış kendini kadın. Dinlemiş de dinlemiş. Çeşmenin yanına oturak olarak konulmuş yassı bir taşa oturmuşmuş. Sonra nasıl olmuşsa oralarda oyun oynayan çocuklardan birinin attığı taş gelip kadının testisine değmiş ve testi kırılmış. Kadının ani bir tepkiyle başını testiye doğru çevirmesiyle feryadı basması bir olmuş: "Eyvaah, gitti testi!" Konuşmasına ara verip kadına yönelen Sokrates, azıcık da sesini yükselterek, "Üzülme hanım," demiş, "şu fani dünyada bir testi için üzülmeye gerçekten değmez." "Evet ama," diye cevap vermiş kadın, "şuracıkta kırıldı güzelim testi, bırak da üzüleyim." "Ee, ne yaparsın," demiş Sokrates de, "su testisi su başında kırılır."
*
Galiba her şey uydurma. En başta da kitaplar. Mesela kelimeleri düşünün, her biri tarihin karanlık bir dehlizinde uydurularak oluşmamış mı? Ne yani, birileri oturup, hadi dil yapalım kendimize, dedi de her şeye bir ad olarak kelimeleri mi üretti? Tabii ki hayır. Kelimeler, doğada zaten var olan seslerin yardımıyla hep rastlantı ve uydurma sonucu doğdular. Sonra insanların olağanüstü çabaları sonucunda cümlelere dönüştüler. Cümleler birbirine karışıp oyunlar oynamaya başlayınca da dil doğdu. Öyle ki, dilin doğduğunun farkında bile değildi insanlar. Dil aslında o kadar yeni bir şey ki, geçmişi dört-beş bin yıl öncesine anca gider. Dilin doğuşu, onun dil olduğunun farkına varılmasıyla başlar. Halbuki insanlık çok daha eskidir. Ne diyorduk, galiba her şey uydurma, kelimeler uydurma, buna binaen cümleler uydurma, buradan da dil uydurma olunca, haliyle kitaplar da uydurma oluyor tabii. Mayası uydurma olan hamurun elbette kendisi de uydurmadır işin özü gereği. Kitaplar uydurma diyorum, zira dil kitaplarda durur. Aslında biz insanoğlu ve insankızları, kitaplar ne kadar çok olursa olsun onlardan kat be kat fazla kullanırız dili. Fakat konuştuklarımız oracıkta havaya karışıp gider. Çok çok bir kameraya filan kaydederiz, o da tüm konuşmalarımız yanında devede kulak kalır. Peki ya kitaplar öyle mi? Onlarda dil hep durur.

Sanırım her şey uydurma.

4 yorum:

  1. harun memleket hakkında konuşmaktan vede düşünmekten sıkıldım.kendi memleketini bu kadar anlamaz,bu kadar şikayeti olan başka bir millet yok sanırım.
    düşüncelerine sonuna kadar katılıyorum,kendimizi har vurup,harman savuruyoruz,
    mutluhaftasonu

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hoş geldin Havva. Haklı şikâyet konuları maalesef çok olunca şikâyet eden de çok oluyor haliyle. Bir gün düzelmesini dilemek dışında elden bir şey de gelmiyor.
      Sana da iyi bir hafta sonu diliyorum. Sevgiler...

      Sil
  2. Bir arkadaşım bir kitabı 1yıldan fazla süredir götürmüyordu bir kütüphaneye. Hergün "bir ara götürmeliyim onu" diyor fakat bu sefer de utanıyordu. O yüzden plan yaptık, bizden bir yaş küçük bir çocukla durağa giderken, iki dakika kütüphaneye kitap teslim edeceğiz sen de gel demiştik. Kütüphanede de bir kitap çok ilgimizi çekmiş gibi, şunlara biraz bakacağız, sen teslim ediver canım, demiştik. Sonra onu verirken gizli gizli izlemeye koyulduk, çalışan kadının surat ifadesini, bizim çocuğun nasıl tepki vereceğini vs çok heyecanla bekliyorduk, izliyorduk. Saçma bir şekilde, bağırışmalar bile olabileceğini düşünmüştük, nasıl korktuysak.. Fakat kadının suratında en ufak değişme olmamıştı. Çocuk da işini bitirip yanımıza gelmiş ve bizim ona şaşkın şaşkın baktığımızı görünce, "eh ne bakıyorsunuz öyle, bittiyse işiniz gidelim hadi, otobüsü kaçıracağız" demişti. Tabi biz ŞOK....

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba Helene, hoş geldin.

      Kütüphane çalışanları cin gibidir. Sizden önce o tekniği deneyen, Allah bilir kaç kişi çıkmıştır kadının karşısına. Bu bir, bir de kitabı alıp bilgisayar ekranına bakan kadın, onun hem gecikmiş olduğunu, hem de bir kız adına alınmış olduğunu görüp meseleyi oracıkta çakmıştır. Dedim ya, ne cindir onlar, kütüphaneci deyip geçmemek lazım. :)

      Sevgiler...

      Sil

Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.

Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.

Sayfa başına git