Sinemamızda ekol haline gelen usta oyuncu Şener Şen, son filmi Kabadayı ile tekrar karşımızda. Bu filmde de, son yıllarda oynadığı çoğu filmde olduğu gibi mükemmel bir performans sergiliyor. Özellikle Eşkıya ve Gönül Yarası gibi son yılların beğenilen filmlerinde başrol oynayan Şener Şen, bu son filmi ile kariyerinin doruğunda olduğunu gösteriyor. Şen'in bir önceki filmi Gönül Yarası'nda yönetmen koltuğunda oturan Yavuz Turgul bu sefer senaryo yazarı. Bu ikilinin kombinasyonundan harika filmler doğuyor gerçekten de.
Filmde Kenan İmirzalıoğlu'nun performansı da göz dolduruyor. Şimdiye kadar iyi adam rollerinde görmeye alıştığımız İmirzalıoğlu kötü adam rolünde galiba daha iyi.
23 Aralık 2007
19 Aralık 2007
İşte burada o eski bayramlar
Bayramlar yaklaşmaya görsün, insanlar başlıyorlar şu klasikleşmiş ve de klişeleşmiş repliği dile getirmeye: Nerede o eski bayramlar!... Bunu toplumun hemen her kesiminden duymak mümkün üstelik. Genci, yaşlısı, zengini, fakiri, orta hallisi, kadını, erkeğiyle, yılda iki defa tekrarlayıp duruyoruz bu özlem dolu, nostalji kokan cümleyi.
Efendim, gerçekten özlenesi bayramlar mı bıraktık geride de dönüp dönüp dile getiriyoruz bu özlemi? Eski zamanları mı özlüyor, bayramlar vesilesiyle de bunu dile mi getiriyoruz? Geride bıraktığımız yaşantılarımızı, kendi geçmişimizi mi özlüyoruz, nedir?
Bu sorulara, kuşkusuz şimdiye kadar çeşitli cevaplar verildi. Ben de kendimce bir açılım getirmek niyetindeyim. Herşeyden önce şunu dile getirmem gerekiyor ki, Türkiye gibi Üçüncü Dünyalıktan sıyrılmaya çalışan, eğitim seviyesi ve kalitesinin oldukça düşük, kişi başına yayınlanan ve okunan kitap sayısının gelişmiş ülkelerle karşılaştırdıkta çok komik kaldığı ülkelerde bu gibi sorulara makul cevaplar arama geleneği pek yoktur. "Nerede o eski bayramlar! diye soruyorsa insanlar, soruyorlar işte, bunun da sebeb mi var?" gibilerinden bir anlayış egemen. Hal böyle olunca da, insanlarımız galiba daha uzun yıllar bu canım repliği dillerinden düşürmeyecekler. Gelin şimdi biraz bunun altını eşeleyelim.
İnsanlar geçmişte kalan yaşanmışlıklara neden özlem duyarlar? diye sorarak başlayabiliriz. İlk olarak, söz konusu yaşanmışlıklar şimdi yoktur, ortadan kalkmıştır, ama daha da önemlisi istenmediği halde kalkmıştır. Öyle ya, özlem duyulduğuna göre ortadan kalkmış olan pratik, insanların isteği dışında kalkmış demektir. Dönüp günümüze bakalım o halde. Bayramlar ortadan kalktı mı? Hayır. Hiçbir aksaklık, eksiklik yok, yılda iki defa tıkır tıkır kutlanıyor. Bugüne kadar da hiç birimiz birinden birinin kutlanmadığına şahit olmadık. Demek ki sorumuza aradığımız cevap burada değil.
İkinci olarak, geçmişte yapılan, yapılabilen, yaşanan birtakım pratikleri şimdi yapma, yaşama imkanı yoktur. O nedenle de o pratiğin geçmişte yaşanmışına özlem duyulur. Bunun da nedeni, ya biz değiştiğimiz için artık yapmamız mümkün değildir ya da bazı başka değişiklikler beraberinde o pratiği de değiştirmiştir. Bu ikincisi, sorumuzun cevabı olmaya daha yakın gibi duruyor. Ama biraz daha aranalım...
Üçüncü olarak, söz konusu ettiğimiz yaşanmışlıkları, geçmişte paylaştığımız insanlar, yaşadığımız mekanlar, o gün içinde bulunduğumuz koşullar, durumlar vs. değişmiş ya da onlar da kaybolup gitmişlerdir. Bundan dolayı da biz bu yaşanmışlıkların o günkü şekillerine özlem duyuyoruz. Bu üçüncü faktörü konumuzla bağlantılandırmaya çalıştığımızda bakalım ne görüyoruz: Evet, eski bayramları kutladığımız hayat şartları, o günler yaşadığımız mekanlar ve coğrafyalar, daha önemlisi beraber olduğumuz insanlar ya -bizim gibi- değiştiler ya da yitip gittiler. Ama hepsinden de önemlisi ülke de değişti. Türkiye'nin sözümona yirmi yıl önce içinde bulunduğu durum bugünkiyle aynı mı?
Yukarı da sorduğumuz sorunun cevabını aramak yolunda bu üç faktörden başkaca faktörler de gayet tabii ki söz konusu edilebilir. Ancak ben burada bu üçüyle yetineceğim ve daha çok sonuncusu üzerinden bir cevap bulmaya çalışacağım.
Değişim temel bir olgudur. Değişimin olmadığını söylemek neredeyse mümkün değildir. Konu ne olursa olsun. İnsanlar değişir, diller değişir, inançlar değişir. Yaşam koşulları, kişiler, kişilikler değişir. Ülkeler, şehirler, sınırlar, haritalar, siyasal rejimler, iklimler değişir. Ve sayın sayabildiğiniz kadar. Tüm değişimlerin hepsinde de ortak payda insandır. İnsan değişimlerin ya bizzat öznesidir, örnek: siyasal rejimler, ya da o değişimleden etkilenendir, örnek: iklimler. Ama ne olursa olsun, insan işin içindedir. İşin özünde değişen insanın kendisidir.
İşte bu gerçeği göz önünde bulundurarak insanlarımızın neden ikide birde eski bayram özlemlerini gündeme getirdiklerini biraz daha rahat anlayabiliriz. Hiç şüphe yok ki bugün kutlanan bayramlarla 1950'de, 60'ta, 70'te, 80'de kutlanan bayramlar biçim, içerik vs. bakımından aynı değil. Peki ama, kırk yıl öncesi ile aynı olmayan sade bayramlar mı? Bugünkü hangi pratik 1970'tekiyle birebir aynı ki? Herşey değişti. Kimi zaman ülkenin iç dinamikleri değişimi getirdi kimi zaman da dünyadaki değişim rüzgarlarından çoğu ülke gibi biz de etkilendik, değiştik. Bir örnek vermek gerekise, alın size 1980 sonrası Türkiye. 12 Eylül darbesiyle beraber 1983'te dümene geçen Özal, büyük bir liberalizm rüzgarı estirdi. Bir taraftan açık bir toplum haline geldik hızla, diğer taraftan 12 Eylülün getirdiği birçok olumsuzlukla yüzyüze kaldık, içimize sindirdik bunları. Ama neticede toplum değişti, dönüştü. Kaldı ki bu sadece bir örnek. Bunun gibi, toplumun değişimini açık bir biçimde gösteren çok sayıda örnek daha verilebilir.
Böylelikle, toplum almış başını değişime doğru -hem de hızla- yol alırken bayramların da değişmemesini, eskiden oldukları gibi kalmasını istemek biraz saf niyetlilik oluyor kanımca. Herşey değişiyor, dolayısıyla bayramlar da değişiyor. Biz de değişiyoruz gayet tabii. Ama 'ben değiştim' diyenlere de neredeyse hiç rastlanmıyor. İnsanlar kendilerindeki değişimleri görmüyorlar mı ne? Bilemiyorum. Bildiğim birşey var, bayramlarla coşan insanlar içlerindekini yüksek sesle dile getirme cesaretini buluyorlar kendilerinde.
Mutlu bayramlar...
Efendim, gerçekten özlenesi bayramlar mı bıraktık geride de dönüp dönüp dile getiriyoruz bu özlemi? Eski zamanları mı özlüyor, bayramlar vesilesiyle de bunu dile mi getiriyoruz? Geride bıraktığımız yaşantılarımızı, kendi geçmişimizi mi özlüyoruz, nedir?
Bu sorulara, kuşkusuz şimdiye kadar çeşitli cevaplar verildi. Ben de kendimce bir açılım getirmek niyetindeyim. Herşeyden önce şunu dile getirmem gerekiyor ki, Türkiye gibi Üçüncü Dünyalıktan sıyrılmaya çalışan, eğitim seviyesi ve kalitesinin oldukça düşük, kişi başına yayınlanan ve okunan kitap sayısının gelişmiş ülkelerle karşılaştırdıkta çok komik kaldığı ülkelerde bu gibi sorulara makul cevaplar arama geleneği pek yoktur. "Nerede o eski bayramlar! diye soruyorsa insanlar, soruyorlar işte, bunun da sebeb mi var?" gibilerinden bir anlayış egemen. Hal böyle olunca da, insanlarımız galiba daha uzun yıllar bu canım repliği dillerinden düşürmeyecekler. Gelin şimdi biraz bunun altını eşeleyelim.
İnsanlar geçmişte kalan yaşanmışlıklara neden özlem duyarlar? diye sorarak başlayabiliriz. İlk olarak, söz konusu yaşanmışlıklar şimdi yoktur, ortadan kalkmıştır, ama daha da önemlisi istenmediği halde kalkmıştır. Öyle ya, özlem duyulduğuna göre ortadan kalkmış olan pratik, insanların isteği dışında kalkmış demektir. Dönüp günümüze bakalım o halde. Bayramlar ortadan kalktı mı? Hayır. Hiçbir aksaklık, eksiklik yok, yılda iki defa tıkır tıkır kutlanıyor. Bugüne kadar da hiç birimiz birinden birinin kutlanmadığına şahit olmadık. Demek ki sorumuza aradığımız cevap burada değil.
İkinci olarak, geçmişte yapılan, yapılabilen, yaşanan birtakım pratikleri şimdi yapma, yaşama imkanı yoktur. O nedenle de o pratiğin geçmişte yaşanmışına özlem duyulur. Bunun da nedeni, ya biz değiştiğimiz için artık yapmamız mümkün değildir ya da bazı başka değişiklikler beraberinde o pratiği de değiştirmiştir. Bu ikincisi, sorumuzun cevabı olmaya daha yakın gibi duruyor. Ama biraz daha aranalım...
Üçüncü olarak, söz konusu ettiğimiz yaşanmışlıkları, geçmişte paylaştığımız insanlar, yaşadığımız mekanlar, o gün içinde bulunduğumuz koşullar, durumlar vs. değişmiş ya da onlar da kaybolup gitmişlerdir. Bundan dolayı da biz bu yaşanmışlıkların o günkü şekillerine özlem duyuyoruz. Bu üçüncü faktörü konumuzla bağlantılandırmaya çalıştığımızda bakalım ne görüyoruz: Evet, eski bayramları kutladığımız hayat şartları, o günler yaşadığımız mekanlar ve coğrafyalar, daha önemlisi beraber olduğumuz insanlar ya -bizim gibi- değiştiler ya da yitip gittiler. Ama hepsinden de önemlisi ülke de değişti. Türkiye'nin sözümona yirmi yıl önce içinde bulunduğu durum bugünkiyle aynı mı?
Yukarı da sorduğumuz sorunun cevabını aramak yolunda bu üç faktörden başkaca faktörler de gayet tabii ki söz konusu edilebilir. Ancak ben burada bu üçüyle yetineceğim ve daha çok sonuncusu üzerinden bir cevap bulmaya çalışacağım.
Değişim temel bir olgudur. Değişimin olmadığını söylemek neredeyse mümkün değildir. Konu ne olursa olsun. İnsanlar değişir, diller değişir, inançlar değişir. Yaşam koşulları, kişiler, kişilikler değişir. Ülkeler, şehirler, sınırlar, haritalar, siyasal rejimler, iklimler değişir. Ve sayın sayabildiğiniz kadar. Tüm değişimlerin hepsinde de ortak payda insandır. İnsan değişimlerin ya bizzat öznesidir, örnek: siyasal rejimler, ya da o değişimleden etkilenendir, örnek: iklimler. Ama ne olursa olsun, insan işin içindedir. İşin özünde değişen insanın kendisidir.
İşte bu gerçeği göz önünde bulundurarak insanlarımızın neden ikide birde eski bayram özlemlerini gündeme getirdiklerini biraz daha rahat anlayabiliriz. Hiç şüphe yok ki bugün kutlanan bayramlarla 1950'de, 60'ta, 70'te, 80'de kutlanan bayramlar biçim, içerik vs. bakımından aynı değil. Peki ama, kırk yıl öncesi ile aynı olmayan sade bayramlar mı? Bugünkü hangi pratik 1970'tekiyle birebir aynı ki? Herşey değişti. Kimi zaman ülkenin iç dinamikleri değişimi getirdi kimi zaman da dünyadaki değişim rüzgarlarından çoğu ülke gibi biz de etkilendik, değiştik. Bir örnek vermek gerekise, alın size 1980 sonrası Türkiye. 12 Eylül darbesiyle beraber 1983'te dümene geçen Özal, büyük bir liberalizm rüzgarı estirdi. Bir taraftan açık bir toplum haline geldik hızla, diğer taraftan 12 Eylülün getirdiği birçok olumsuzlukla yüzyüze kaldık, içimize sindirdik bunları. Ama neticede toplum değişti, dönüştü. Kaldı ki bu sadece bir örnek. Bunun gibi, toplumun değişimini açık bir biçimde gösteren çok sayıda örnek daha verilebilir.
Böylelikle, toplum almış başını değişime doğru -hem de hızla- yol alırken bayramların da değişmemesini, eskiden oldukları gibi kalmasını istemek biraz saf niyetlilik oluyor kanımca. Herşey değişiyor, dolayısıyla bayramlar da değişiyor. Biz de değişiyoruz gayet tabii. Ama 'ben değiştim' diyenlere de neredeyse hiç rastlanmıyor. İnsanlar kendilerindeki değişimleri görmüyorlar mı ne? Bilemiyorum. Bildiğim birşey var, bayramlarla coşan insanlar içlerindekini yüksek sesle dile getirme cesaretini buluyorlar kendilerinde.
Mutlu bayramlar...
18 Aralık 2007
On yılda oldu bitti
Ne geldiyse benim başıma, şu son on yılda geldi aslında. Bunun farkındayım ve küçük bir çocukken zavallı annemi ne kadar zor durumda bıraktığımı anlıyorum şimdi. Bundan on-on beş yıl önceydi, babam bir harita getirip odamızın duvarına asmıştı. Annem bulunduğumuz ilçeyi göstererek, “Biz buradayız oğlum,” demişti. O bunu der demez, ben de zavallı kadını eli kolu bağlı bırakan sorumu sormuştum, “Anne biz nasıl buradayız? Biz buranın neresindeyiz?”
Rengarenk bir haritaydı. Mavi, yeşil, kırmızı, turuncu, sarı… Yalnız, kenarlarda beyaz ve maviler vardı. Ben ne olduklarını anlamazdım. Anneme kalırsa, onlar denizler ve başka devletlerdi. İyi de devlet ne demekti?
Sovyetler Birliği, Yunanistan, Bulgaristan, İran, Irak, Suriye. Hepsini ilk o zamanlar duymuştum. Sonra, anlamını hiç bilmediğim İran-Iraklar, İsrail-Filistin'ler, Rusya-Afganistan'lar, Peru-Ekvador'lar vardı.
Ne geldiyse benim başıma, şu son on yılda geldi. Bunların hepsinin anlamını son on yılda öğrendim işte. Hem de anneme gerek duymadan. Hem de bir daha hiç unutmayacağım şekilde. Annemin bin bir güçlükle bana öğrettiklerini de yanlış çıkarıyordu son on yıl. Annem bana Sovyetler Birliği’ni, o haritanın karşısında ne güçlüklerle anlatmıştı, ama orta okul tarih öğretmenim Sovyetler’in artık olmadığını, parçalandığını söylüyordu. Lisedeki tarihçiye göreyse Amerika Sovyetleri küçük parçalara ayırarak, dünyanın tek jandarması olmaya çalışıyordu. Tüm bunların ortasında kalan ben zavallı... Hangi birine inansaydım. Bir tarafta annem, diğer tarafta her biri ayrı şeyler söyleyen öğretmenlerim.
Şu son on yılda karar verdim, hangisine inanacağıma. O yüzden, ne olduysa son on yılda oldu. Önceleri, biz küçükler annemizin elinden tutar, muhtarın nevine telefon etmeye giderdik. Bu durum ayda yılda bir olurdu. Öyle her istediğiniz zaman telefon edemezdiniz. Mesela, bir teyzeniz olurdu başka bir yerde, anneniz ona telefon etmeye giderken, siz de eteğinden tutup giderdiniz muhtarın evine. Köyün tek telefonu muhtarın evindeydi çünkü. Babalarımız daha şanslıydı annelerimize nazaran. Onlar şehre giderdi çünkü. Orada çok telefon vardı.
İşte ne olduysa şu son on yılda oluverdi. Ben daha köyü, şehri yeni yeni algılamaya çalışıyorken, karşıma metropol, megalopol denen yerler çıkıyordu. Coğrafya hocamız daha neler söylüyordu neler. Son on yılda telefondu, “cepti”, internetti, chat'ti, neler çıkmıyordu ki. Artık teyzenizi görmeye muhtarın evine gitmeye gerek yoktu. Kameralı cep telefonları, messenger denen gayet yetenekli internet programlarıyla “özlemler de bitiyordu” ve teyzenizle, dünyanın neresinde olursa olsun, görüntülü, sesli sohbet edebiliyordunuz. Ve bunların sayesinde, değil muhtarın evine, komşunuzun evine bile gitmiyordunuz. Bırakın gitmek, tanımıyordunuz bile komşunuzu. Bu aletler sizi öylesine bağlıyordu ki, asosyal bir varlık oluveriyordunuz. Hem dışarıda da fazla ilgi çekici bir şey kalmıyordu zaten. Dünya küçücük bir köy oluyordu. Ne olursa olsun şu son on yılda oluveriyordu.
Eskiden bir köyümüz vardı, birçok köyümüz vardı yurdun her tarafına serpilen. İrili ufaklı şehirlerimiz vardı sonra. Bu köylerimizin, şehirlerimizin her birinde teyzelerimiz, amcalarımız, kuzenlerimiz vardı, on yılda bir gördüğümüz. “Orda bir köy vardı uzakta”. Gitmesek de, kalmasak da o köy bizim köyümüzdü. Şarkılarımızı söylerdik, sadece bize ait olan, annemizin yaptığı çörekleri yerdik, kimsenin bilmediği. Ve biz vardık.
Sonra ne olduysa şu son on yılda oldu. Sayısını bilmediğimiz köylerimiz, kasabalarımız, şehirlerimiz ve dahi biz ve o Yunanistanlar, o Sovyetler, o İranlar, o denizler, tek bir köyün içine sokulup kalıyorduk. Artık köylerimiz, uzaktakilerimiz yoktu. Hepimizin ortak bir globo-köy'ü vardı şimdi.
Ve şu on yılda yoklarımız olmaya başlıyordu yavaş yavaş. Çöreklerimiz, peynirlerimiz, peynirli çöreklerimiz… Yoktu. Yerini cola'ydı, burger'di, cips'ti, coffee'ydi, hiç bilmediğimiz şeyler alıyordu. Direnmeye çalışıyorduk ama değişip tekrar çıkıyorlardı karşımıza. Kimi Turka'laşıyordu, kimi Alaturka'laşıyordu. Sabahları fırından çıkıp sıcak sıcak, şehrin her yerinde yerini alan simitlerimiz bile geleneksel fast food oluyordu.
Şu son on yılda oldu, ne olduysa. Bizim şarkılarımız bir şey ifade etmiyordu artık. Kendimizi zorlayıp dinlemeye çalışıyorduk kimi zaman ama olmuyordu. "Yapabileceğimiz her şekilde" yapıyorduk ama bir türlü olmuyordu. Bizden biri, Every way that I can diyerek, yüreğimizi öyle bir kabartıyordu ki, hepimiz onunla gurur duyuyorduk, ne dediğini anlamasak da. Anlamak o kadar önemli miydi? Neticede bizim aramızdan çıkmıştı, bizden biriydi o.
Şu son on yılda çok garip şeyler oldu. Hepimiz aynı memleketin insanları olduk. Fransızlar “ulusal vatandaş” olalı daha 200 yılı yeni geçiyordu ki, hepimiz; biz ,siz, onlar, Fransız, İngiliz, Bulgar, hepimiz aynı köyün “küresel vatandaşları” oluyorduk.
Ne olduysa şu son on yılda oldu. Ve işte bazılarımız hâlâ ne olduğumuzu anlamaya çalışıyorduk.
Rengarenk bir haritaydı. Mavi, yeşil, kırmızı, turuncu, sarı… Yalnız, kenarlarda beyaz ve maviler vardı. Ben ne olduklarını anlamazdım. Anneme kalırsa, onlar denizler ve başka devletlerdi. İyi de devlet ne demekti?
Sovyetler Birliği, Yunanistan, Bulgaristan, İran, Irak, Suriye. Hepsini ilk o zamanlar duymuştum. Sonra, anlamını hiç bilmediğim İran-Iraklar, İsrail-Filistin'ler, Rusya-Afganistan'lar, Peru-Ekvador'lar vardı.
Ne geldiyse benim başıma, şu son on yılda geldi. Bunların hepsinin anlamını son on yılda öğrendim işte. Hem de anneme gerek duymadan. Hem de bir daha hiç unutmayacağım şekilde. Annemin bin bir güçlükle bana öğrettiklerini de yanlış çıkarıyordu son on yıl. Annem bana Sovyetler Birliği’ni, o haritanın karşısında ne güçlüklerle anlatmıştı, ama orta okul tarih öğretmenim Sovyetler’in artık olmadığını, parçalandığını söylüyordu. Lisedeki tarihçiye göreyse Amerika Sovyetleri küçük parçalara ayırarak, dünyanın tek jandarması olmaya çalışıyordu. Tüm bunların ortasında kalan ben zavallı... Hangi birine inansaydım. Bir tarafta annem, diğer tarafta her biri ayrı şeyler söyleyen öğretmenlerim.
Şu son on yılda karar verdim, hangisine inanacağıma. O yüzden, ne olduysa son on yılda oldu. Önceleri, biz küçükler annemizin elinden tutar, muhtarın nevine telefon etmeye giderdik. Bu durum ayda yılda bir olurdu. Öyle her istediğiniz zaman telefon edemezdiniz. Mesela, bir teyzeniz olurdu başka bir yerde, anneniz ona telefon etmeye giderken, siz de eteğinden tutup giderdiniz muhtarın evine. Köyün tek telefonu muhtarın evindeydi çünkü. Babalarımız daha şanslıydı annelerimize nazaran. Onlar şehre giderdi çünkü. Orada çok telefon vardı.
İşte ne olduysa şu son on yılda oluverdi. Ben daha köyü, şehri yeni yeni algılamaya çalışıyorken, karşıma metropol, megalopol denen yerler çıkıyordu. Coğrafya hocamız daha neler söylüyordu neler. Son on yılda telefondu, “cepti”, internetti, chat'ti, neler çıkmıyordu ki. Artık teyzenizi görmeye muhtarın evine gitmeye gerek yoktu. Kameralı cep telefonları, messenger denen gayet yetenekli internet programlarıyla “özlemler de bitiyordu” ve teyzenizle, dünyanın neresinde olursa olsun, görüntülü, sesli sohbet edebiliyordunuz. Ve bunların sayesinde, değil muhtarın evine, komşunuzun evine bile gitmiyordunuz. Bırakın gitmek, tanımıyordunuz bile komşunuzu. Bu aletler sizi öylesine bağlıyordu ki, asosyal bir varlık oluveriyordunuz. Hem dışarıda da fazla ilgi çekici bir şey kalmıyordu zaten. Dünya küçücük bir köy oluyordu. Ne olursa olsun şu son on yılda oluveriyordu.
Eskiden bir köyümüz vardı, birçok köyümüz vardı yurdun her tarafına serpilen. İrili ufaklı şehirlerimiz vardı sonra. Bu köylerimizin, şehirlerimizin her birinde teyzelerimiz, amcalarımız, kuzenlerimiz vardı, on yılda bir gördüğümüz. “Orda bir köy vardı uzakta”. Gitmesek de, kalmasak da o köy bizim köyümüzdü. Şarkılarımızı söylerdik, sadece bize ait olan, annemizin yaptığı çörekleri yerdik, kimsenin bilmediği. Ve biz vardık.
Sonra ne olduysa şu son on yılda oldu. Sayısını bilmediğimiz köylerimiz, kasabalarımız, şehirlerimiz ve dahi biz ve o Yunanistanlar, o Sovyetler, o İranlar, o denizler, tek bir köyün içine sokulup kalıyorduk. Artık köylerimiz, uzaktakilerimiz yoktu. Hepimizin ortak bir globo-köy'ü vardı şimdi.
Ve şu on yılda yoklarımız olmaya başlıyordu yavaş yavaş. Çöreklerimiz, peynirlerimiz, peynirli çöreklerimiz… Yoktu. Yerini cola'ydı, burger'di, cips'ti, coffee'ydi, hiç bilmediğimiz şeyler alıyordu. Direnmeye çalışıyorduk ama değişip tekrar çıkıyorlardı karşımıza. Kimi Turka'laşıyordu, kimi Alaturka'laşıyordu. Sabahları fırından çıkıp sıcak sıcak, şehrin her yerinde yerini alan simitlerimiz bile geleneksel fast food oluyordu.
Şu son on yılda oldu, ne olduysa. Bizim şarkılarımız bir şey ifade etmiyordu artık. Kendimizi zorlayıp dinlemeye çalışıyorduk kimi zaman ama olmuyordu. "Yapabileceğimiz her şekilde" yapıyorduk ama bir türlü olmuyordu. Bizden biri, Every way that I can diyerek, yüreğimizi öyle bir kabartıyordu ki, hepimiz onunla gurur duyuyorduk, ne dediğini anlamasak da. Anlamak o kadar önemli miydi? Neticede bizim aramızdan çıkmıştı, bizden biriydi o.
Şu son on yılda çok garip şeyler oldu. Hepimiz aynı memleketin insanları olduk. Fransızlar “ulusal vatandaş” olalı daha 200 yılı yeni geçiyordu ki, hepimiz; biz ,siz, onlar, Fransız, İngiliz, Bulgar, hepimiz aynı köyün “küresel vatandaşları” oluyorduk.
Ne olduysa şu son on yılda oldu. Ve işte bazılarımız hâlâ ne olduğumuzu anlamaya çalışıyorduk.
23 Ağustos 2007
Kampus mu demeliyiz Kampüs mü?
Ben de anlamadım ki! Kimi kampus olması gerektiğini söylüyor kimi kampüs. Kimi kampus yazıp kampüs diye okumamız gerektiğini söylüyor kimi nasıl okuyorsak öyle yazmamız gerektiğini.
Geçen sene Afyon Kocatepe Üniversitesi'ne gitmiştim orda da şöyle yazıyordu: Ahmet Necdet Sezer Kampusü. Al başına belayı. Yarın öbürgün de biri kalkar kampüsu yazarsa hiç ama hiç şaşırmayalım.
Şüphesiz bu sorunun kaynağı kampus kelimesinin yabancı kökenli olması. Latince bir kelime. Türkçe'de bu kelimenin başka bir biçimi olan kampı da kullanıyoruz zaten. campın sonuna Latince çoğu kelimenin sonuna gelen -us ekini getirdiniz mi oluyor size campus. Buraya kadar herhangi bir problem yok. Problem bizde başlıyor. Kelimeyi nasıl okuyacağız?
Bilindiği gibi Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte dil devrimi de yapıldı. Arap alfabesi kaldırıldı yerine Latin alfabesi getirildi. Bir dil, yazıldığı alfabenin hangi dilin alfabesi olduğuna bağlı olarak o dilin etkisi altına girer. Oradan çokça kelime ithal eder. Bu biraz da doğal bir durum. Dilin doğasında var. Nitekim Osmanlıca'da çok fazla Arapça ve Farsça kelime vardı. Cumhuriyetle birlikte Türkçe Latin alfabesini kullanmaya başlayınca da doğal bir süreç içinde hızla Latince kökenli kelimeler girdi Türkçe'ye. Tabii bu transfer direkt Latince üzerinden olmadı. Neredeyse tamamı, Latin dil ailesinin bir mensubu olan Fransızca'dan girdi. Bunun da sebebi, o zamanki aydın, bürokrat, yüksek memur, saray erkanı gibi kesimlerin birincil yabancı dilinin Fransızca olmasıydı. Bugün nasıl ki İngilizce dünyanın birçok ülkesinde ve Türkiye'de 'temel yabancı dil' durumundayken o zaman da İngilizce'nin bugünkü konumunda Fransızca vardı. Dolayısıyla da Türkiye'de alfabe değişirken binlerce, hatta onbinlerce Latince/Fransızca kelime girdi Türkçe'ye. İşte campus da bunlarda biri.
Şunu da belirtmek gerekir; Latin alfabesinin kullanıldığı çok sayıda dil var ve bu alfabe değişik dillere göre bir takım değişiklikler gösterebiliyor. Türkiye'de dil devrimi yapılırken de Latin alfabesi Türkçe'nin ses yapısına bakılarak bir takım küçük değişikliklerden geçirilmiştir. Mesela c işareti İngilizce'de kimi zaman s kimi zaman k; İtalyanca'da kimi zaman ç; Türkçe'de ise her zaman c sesi verir.
Şimdi meseleyi çözebiliriz sanırım. Aslı campus olan kelimeyi Türkçe'de nasıl okumalıyız? Bu kelimeyi de yukarda belirttiğimiz gibi Fransızca'dan aldık. Fransızca'dan aldığımız çoğu kelimeyi de bu dilde nasıl okunuyorsa öyle okuyup yazdığımız için campus kelimesini Fransızca'da okunduğu şekliyle, yani kampüs diye okumamız ve yazmamız gerekir. Öyle ya, madem çoğu kelimeyi bu kurala göre okuyup yazıyoruz bunu da bu şekilde kullanmamız gerekir diye düşünüyorum.
Geçen sene Afyon Kocatepe Üniversitesi'ne gitmiştim orda da şöyle yazıyordu: Ahmet Necdet Sezer Kampusü. Al başına belayı. Yarın öbürgün de biri kalkar kampüsu yazarsa hiç ama hiç şaşırmayalım.
Şüphesiz bu sorunun kaynağı kampus kelimesinin yabancı kökenli olması. Latince bir kelime. Türkçe'de bu kelimenin başka bir biçimi olan kampı da kullanıyoruz zaten. campın sonuna Latince çoğu kelimenin sonuna gelen -us ekini getirdiniz mi oluyor size campus. Buraya kadar herhangi bir problem yok. Problem bizde başlıyor. Kelimeyi nasıl okuyacağız?
Bilindiği gibi Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte dil devrimi de yapıldı. Arap alfabesi kaldırıldı yerine Latin alfabesi getirildi. Bir dil, yazıldığı alfabenin hangi dilin alfabesi olduğuna bağlı olarak o dilin etkisi altına girer. Oradan çokça kelime ithal eder. Bu biraz da doğal bir durum. Dilin doğasında var. Nitekim Osmanlıca'da çok fazla Arapça ve Farsça kelime vardı. Cumhuriyetle birlikte Türkçe Latin alfabesini kullanmaya başlayınca da doğal bir süreç içinde hızla Latince kökenli kelimeler girdi Türkçe'ye. Tabii bu transfer direkt Latince üzerinden olmadı. Neredeyse tamamı, Latin dil ailesinin bir mensubu olan Fransızca'dan girdi. Bunun da sebebi, o zamanki aydın, bürokrat, yüksek memur, saray erkanı gibi kesimlerin birincil yabancı dilinin Fransızca olmasıydı. Bugün nasıl ki İngilizce dünyanın birçok ülkesinde ve Türkiye'de 'temel yabancı dil' durumundayken o zaman da İngilizce'nin bugünkü konumunda Fransızca vardı. Dolayısıyla da Türkiye'de alfabe değişirken binlerce, hatta onbinlerce Latince/Fransızca kelime girdi Türkçe'ye. İşte campus da bunlarda biri.
Şunu da belirtmek gerekir; Latin alfabesinin kullanıldığı çok sayıda dil var ve bu alfabe değişik dillere göre bir takım değişiklikler gösterebiliyor. Türkiye'de dil devrimi yapılırken de Latin alfabesi Türkçe'nin ses yapısına bakılarak bir takım küçük değişikliklerden geçirilmiştir. Mesela c işareti İngilizce'de kimi zaman s kimi zaman k; İtalyanca'da kimi zaman ç; Türkçe'de ise her zaman c sesi verir.
Şimdi meseleyi çözebiliriz sanırım. Aslı campus olan kelimeyi Türkçe'de nasıl okumalıyız? Bu kelimeyi de yukarda belirttiğimiz gibi Fransızca'dan aldık. Fransızca'dan aldığımız çoğu kelimeyi de bu dilde nasıl okunuyorsa öyle okuyup yazdığımız için campus kelimesini Fransızca'da okunduğu şekliyle, yani kampüs diye okumamız ve yazmamız gerekir. Öyle ya, madem çoğu kelimeyi bu kurala göre okuyup yazıyoruz bunu da bu şekilde kullanmamız gerekir diye düşünüyorum.
Çeşme Notları
Nihayetinde Çeşme'yi de görmeye muvaffak oldum. Çeşme'yi çok merak ediyordum doğrusu. Nedenini tam olarak bilemiyorum ama sanırım yazılı ve görsel medya organlarının çok şişirmesinden dolayı benim Çeşme'ye merakım da günbegün bilinçaltında şişedurmuş.
Çeşme'ye varır varmaz öncelikle Bodrum'la karşılaştırmaya çalıştım, ufaktan bir göz kararıyla. Çünkü Çeşme'yi genelde Antalya ve Bodrum'la birlikte telaffuz ediyorlar. Yalan söylemiş gibi olmayayım, bu arada Çeşmelileri de üzmüş olmayayım ama sanırım Çeşme'nin son yıllarda bu kadar öne çıkarılma sebebi İzmir'e bağlı olması. Bana öyle gibi geliyor.
Antalya ve Bodrum'la karşılaştırdıkta Çeşme'nin daha çok yol alması gerektiği kanısındayım. Türkiye'de turizm söz konusu oldu mu Antalya'yı zaten ayırıp bir kenara bırakacaksınız. Antalya yazlık turizmin başkenti. Bodrum ise bugün artık gerçek anlamda bir yaz turizmi markası. Turizm altyapısının oluşturulması Bodrum'da görece daha eskiye dayanıyor.
Çeşme daha çok İzmir'in yazlığı görüntüsü veriyor. Bir nevi de öyle zaten. Son yıllarda turistik yatırımlar artmış, hemen göze çarpıyor ancak Çeşme'nin henüz Bodrum'la, hele Antalya'yla kıyaslanacak kıvama geldiğini düşünmüyorum. Bodrum'un bugün artık beldeleri bile tanınan/bilinen/duyulan yerler. Göltürkbükü, Yalıkavak, Turgutreis vs. Antalya, Bodrum bir tarafa, Marmaris, Kemer, Alanya gibi genelde ismi ilk ağızdan okunmayan merkezler bile Çeşme'ye göre daha çok yol katetmiş konumdalar.
Bu yazıyı yazmamın nedeni Çeşme'yi küçümsemek değil elbette. Antalya ve Bodrum'la kıyaslanmayacağını söylüyorum ama yazlık turizm söz konusu oldu mu buralarla neresi karşılaştırılabilir ki Türkiye'de? Amacım Çeşme'nin bahsedildiği kadar olmadığını kendimce göstermek.
Çeşme'ye varır varmaz öncelikle Bodrum'la karşılaştırmaya çalıştım, ufaktan bir göz kararıyla. Çünkü Çeşme'yi genelde Antalya ve Bodrum'la birlikte telaffuz ediyorlar. Yalan söylemiş gibi olmayayım, bu arada Çeşmelileri de üzmüş olmayayım ama sanırım Çeşme'nin son yıllarda bu kadar öne çıkarılma sebebi İzmir'e bağlı olması. Bana öyle gibi geliyor.
Antalya ve Bodrum'la karşılaştırdıkta Çeşme'nin daha çok yol alması gerektiği kanısındayım. Türkiye'de turizm söz konusu oldu mu Antalya'yı zaten ayırıp bir kenara bırakacaksınız. Antalya yazlık turizmin başkenti. Bodrum ise bugün artık gerçek anlamda bir yaz turizmi markası. Turizm altyapısının oluşturulması Bodrum'da görece daha eskiye dayanıyor.
Çeşme daha çok İzmir'in yazlığı görüntüsü veriyor. Bir nevi de öyle zaten. Son yıllarda turistik yatırımlar artmış, hemen göze çarpıyor ancak Çeşme'nin henüz Bodrum'la, hele Antalya'yla kıyaslanacak kıvama geldiğini düşünmüyorum. Bodrum'un bugün artık beldeleri bile tanınan/bilinen/duyulan yerler. Göltürkbükü, Yalıkavak, Turgutreis vs. Antalya, Bodrum bir tarafa, Marmaris, Kemer, Alanya gibi genelde ismi ilk ağızdan okunmayan merkezler bile Çeşme'ye göre daha çok yol katetmiş konumdalar.
Bu yazıyı yazmamın nedeni Çeşme'yi küçümsemek değil elbette. Antalya ve Bodrum'la kıyaslanmayacağını söylüyorum ama yazlık turizm söz konusu oldu mu buralarla neresi karşılaştırılabilir ki Türkiye'de? Amacım Çeşme'nin bahsedildiği kadar olmadığını kendimce göstermek.
24 Haziran 2007
Lapon Muhabbetini Duydunuz mu?
"Lapon muhabbeti"ni duydunuz mu bilmiyorum ama "geyik muhabbeti"ni duyduğunuzdan kesin olarak eminim. Lapon muhabbeti ile geyik muhabbeti aslında aynı. Bunu birkaç yıl önce bir hocamdan duymuştum, paylaşmak istedim.
Laponlar, Grönland Adası'nda yaşayan bir halk. Grönland malumunuz, kuzeye düştüğünden soğuk bir coğrafya. Yılın on iki ayı kar kış. Danimarka'ya bağlı bu geniş yüzölçümlü adada pek nüfus olmadığı gibi pek sosyal faaliyet de yok.
Vakti zamanında Laponlar günün yarısını geyik avlayarak, öbür yarısını ise kendilerine özgü kahvelerde av hikâyeleri anlatarak geçirirlermiş. Bildiğiniz üzere dünyanın her tarafında avcılar "atıcılıklarıyla" tanınırlar. Laponlar da bu kurala uyarlarmış. Sosyal faaliyetleri geyik avından ve avdan geldikten sonra kahvelere gitmekten ibaretmiş. Hal böyle olunca da yapıp yapılacak tek şey geyikler hakkında konuşmakmış. Dedik ya, adamlar avcı, varın artık hesap edin neler neler uydurduklarını. Düşünün, ortada tek bir faaliyet var ve tüm konuşulanlar bu faaliyet etrafında gidip geliyor. Zaman da bol. Hele Kuzey Yarım Küre'de altı ay gündüzün yaşandığı yaz aylarında. Kimi, geyiği sol gözünün bebeğinden vurduğunu anlatıyormuş, kimi topuğundan, kimi alnından...
Böyle böyle, bu tür uzun süren koyu muhabbetlere Laponlar referans alınarak "Lapon muhabbeti" denmeye başlanmış. Ancak Laponlar pek tanınmayan bir halk olduklarından olsa gerek Lapon yerine geyik adı daha uygun bulunmuş ve "geyik muhabbeti" kullanılır olmuş.
Benim referansım ise yukarıda da değindiğim gibi üniversite yıllarından bir hocam. Bu tür hikâyelerin uydurma olma olasılığı pek yüksektir ama bunu anlatan hocam sosyoloji profesörüydü. Laponya ve Laponlar hakkında da herhalde bilgisi vardır. O nedenle sağlam bir kaynaktan sağlam bir hikâye olduğunu düşünüyorum.
Laponlar, Grönland Adası'nda yaşayan bir halk. Grönland malumunuz, kuzeye düştüğünden soğuk bir coğrafya. Yılın on iki ayı kar kış. Danimarka'ya bağlı bu geniş yüzölçümlü adada pek nüfus olmadığı gibi pek sosyal faaliyet de yok.
Vakti zamanında Laponlar günün yarısını geyik avlayarak, öbür yarısını ise kendilerine özgü kahvelerde av hikâyeleri anlatarak geçirirlermiş. Bildiğiniz üzere dünyanın her tarafında avcılar "atıcılıklarıyla" tanınırlar. Laponlar da bu kurala uyarlarmış. Sosyal faaliyetleri geyik avından ve avdan geldikten sonra kahvelere gitmekten ibaretmiş. Hal böyle olunca da yapıp yapılacak tek şey geyikler hakkında konuşmakmış. Dedik ya, adamlar avcı, varın artık hesap edin neler neler uydurduklarını. Düşünün, ortada tek bir faaliyet var ve tüm konuşulanlar bu faaliyet etrafında gidip geliyor. Zaman da bol. Hele Kuzey Yarım Küre'de altı ay gündüzün yaşandığı yaz aylarında. Kimi, geyiği sol gözünün bebeğinden vurduğunu anlatıyormuş, kimi topuğundan, kimi alnından...
Böyle böyle, bu tür uzun süren koyu muhabbetlere Laponlar referans alınarak "Lapon muhabbeti" denmeye başlanmış. Ancak Laponlar pek tanınmayan bir halk olduklarından olsa gerek Lapon yerine geyik adı daha uygun bulunmuş ve "geyik muhabbeti" kullanılır olmuş.
Benim referansım ise yukarıda da değindiğim gibi üniversite yıllarından bir hocam. Bu tür hikâyelerin uydurma olma olasılığı pek yüksektir ama bunu anlatan hocam sosyoloji profesörüydü. Laponya ve Laponlar hakkında da herhalde bilgisi vardır. O nedenle sağlam bir kaynaktan sağlam bir hikâye olduğunu düşünüyorum.
Çaresizlik...
Sevgili günlük;
Gece vakti nereden başlasam meramımı anlatmaya? Çaresizlik diye attık başlığı. Yok yok öyle anladığın türden değil benim çaresizliğim. Mesela amansız bir hastalığın pençesinde kıvrılan türden bir çaresiz değilim. "Allah kimseye vermesin" derdi ninem, ben de "Amin!" diyorum.
Bundan üç-dört yıl önce bir fotoğraf sitesine rastlamıştım webde. Çok geniş bir içeriğe sahipti. Aklına ne gelirse gelsin, illa ki birkaç fotoğraf vardı o konuda. Esasen bir alışveriş sitesiydi. Yani online fotoğraf satıyordu. Ben de sık sık girer işime yarayacak güzel fotoğraflar bulur kullanırdım. Üstelik diğer fotoğraf satış siteleri gibi fotoğrafların üzerine de ucube logosunu basmıyordu. Anlayacağın çok beğendiğim bir o kadar da kullandığım bir siteydi.
Ne olduysa kullanmaz oldum. Yaklaşık bir yıldır kullanmıyorum herhalde. Geçen hafta yine aklıma geldi, nerden geldi bilmiyorum. Bir gireyim dedim. Aha! O da ne? Sitenin adını, adresini, künyesini unutmuşuz. Hatırlarım dedim, kendi kendime velakin hatırlanacak gibi değil.
Çok kötü bir huyu var bendenizin. Unuttuğum birşey olmayagörsün, içime bir ukde gibi düşüyor. Sürekli merak ediyorum, kendimi yeyip bitiriyorum.
Ne çare sevgili günlük...
Gece vakti nereden başlasam meramımı anlatmaya? Çaresizlik diye attık başlığı. Yok yok öyle anladığın türden değil benim çaresizliğim. Mesela amansız bir hastalığın pençesinde kıvrılan türden bir çaresiz değilim. "Allah kimseye vermesin" derdi ninem, ben de "Amin!" diyorum.
Bundan üç-dört yıl önce bir fotoğraf sitesine rastlamıştım webde. Çok geniş bir içeriğe sahipti. Aklına ne gelirse gelsin, illa ki birkaç fotoğraf vardı o konuda. Esasen bir alışveriş sitesiydi. Yani online fotoğraf satıyordu. Ben de sık sık girer işime yarayacak güzel fotoğraflar bulur kullanırdım. Üstelik diğer fotoğraf satış siteleri gibi fotoğrafların üzerine de ucube logosunu basmıyordu. Anlayacağın çok beğendiğim bir o kadar da kullandığım bir siteydi.
Ne olduysa kullanmaz oldum. Yaklaşık bir yıldır kullanmıyorum herhalde. Geçen hafta yine aklıma geldi, nerden geldi bilmiyorum. Bir gireyim dedim. Aha! O da ne? Sitenin adını, adresini, künyesini unutmuşuz. Hatırlarım dedim, kendi kendime velakin hatırlanacak gibi değil.
Çok kötü bir huyu var bendenizin. Unuttuğum birşey olmayagörsün, içime bir ukde gibi düşüyor. Sürekli merak ediyorum, kendimi yeyip bitiriyorum.
Ne çare sevgili günlük...
23 Haziran 2007
'etc.' Kısaltmasının Anlamı Nedir?
Bir-iki gün önce & simgesi üzerine yazdığım yazıda "etc." kısaltmasını da yazacağımı belirtmiştim.
İngilizce bilenler etc.'nin Türkçe'deki vb. ya da vs. (ve benzeri/vesaire) kısaltmalarının karşılığı olduğunu bilirler. Bilmeyenler ise öğrenmiş oldular. Peki ne anlama geliyor bu kısaltma?
Tıpkı & simgesinde olduğu gibi etc. kısaltmasının aslı da Latince. İngilizcede neden Latince bir kısaltmanın kullanıldığı üzerinde de kısaca durdum zaten.
etc. Latince Et cetera söz öbeğinin kısaltması. Et "ve" demek, cetera ise "diğeri, kalanı" anlamlarına geliyor (İngilizcesi rest). Dolayısıyla aynen Türkçedeki ve benzeri/ve diğerleri anlamına geliyor. İngilizcede bu anlama gelen "and other things," "and so on," "and the rest" gibi edatlar varsa da bunların kısaltılmış halleri pek kullanmaz. Onların yerine Latince Et cetera'nın kısaltılmış şekli kullanılır.
Kimi zaman et caetera ya da et cætera şeklinde kullanıldığı olduğu gibi, kısaltmasının &c şeklinde yazıldığına da rastlanır.
İngilizce bilenler etc.'nin Türkçe'deki vb. ya da vs. (ve benzeri/vesaire) kısaltmalarının karşılığı olduğunu bilirler. Bilmeyenler ise öğrenmiş oldular. Peki ne anlama geliyor bu kısaltma?
Tıpkı & simgesinde olduğu gibi etc. kısaltmasının aslı da Latince. İngilizcede neden Latince bir kısaltmanın kullanıldığı üzerinde de kısaca durdum zaten.
etc. Latince Et cetera söz öbeğinin kısaltması. Et "ve" demek, cetera ise "diğeri, kalanı" anlamlarına geliyor (İngilizcesi rest). Dolayısıyla aynen Türkçedeki ve benzeri/ve diğerleri anlamına geliyor. İngilizcede bu anlama gelen "and other things," "and so on," "and the rest" gibi edatlar varsa da bunların kısaltılmış halleri pek kullanmaz. Onların yerine Latince Et cetera'nın kısaltılmış şekli kullanılır.
Kimi zaman et caetera ya da et cætera şeklinde kullanıldığı olduğu gibi, kısaltmasının &c şeklinde yazıldığına da rastlanır.
21 Haziran 2007
& (ve) simgesi ne anlama geliyor?
Çocukluğumdan beri merak ediyordum bu & simgesinin neyin nesi olduğunu. Bu simgeyi tanımayan yoktur herhalde. Tabii ve bağlacı yerine kullanıldığını bilmeyen de.
Çoğumuz günlük hayatta böyle küçük detaylarla ilgilenmeyiz bile. O kadar çok detay var ki hangi biriyle ilgileneceğimizi bile bilemeyiz. Ben de çocukluğumdan beri bu simgeyi merak ededurmakla beraber hiç ufak bir araştırma yapma gereği hissetmedim. Ta ki bir gün kendiliğinden ne olduğunu fark edene kadar.
Önceleri bunun Türkçedeki ve olduğunu sanıyordum. Lakin çok geçmeden sadece Türkçede değil, örneğin İngilizcede ve diğer birçok dilde de kullanıldığını gördüm. Türkçe olduğunu zannetmemin sebebi, belki çoğu kişiye de öyle gelmiş olduğu gibi, ve'ye benziyor olmasıydı. Öyle ya & simgesinde v ve e harfleri bariz bir biçimde vardı. Ancak, dediğim gibi, bunun Türkçe olmadığını öğrenmiştim. O halde bu simge de Türkçedeki ve olamazdı. O vakit neydi?
Efendim, Latinceye karşı biraz ilgim var. Üniversiteye başlayıp bu ilgiyi az da olsa pratiğe dönüştürme çabası içine girince sözlük vs.* karıştırınca Latincede ve bağlacının karşılığının et olduğunu da öğrenmiş oldum. Hatta Fransızcada da Latinceyle aynı. (Latince, olduğu gibi et diye okunurken Fransızca'da e diye okunur.) Bu ufak bilgileri edindikten sonra bir gün bloğun tasarımıyla uğraşırken yazı fontlarını filan deniyordum ki Trebuchet fontunda & simgesinin et olduğunu gördüm. İşte Trebuchet fontu budur ve et simgesi de bu fontla & görünür.
Merakımı hiç çaba sarf etmeden gidermiş oldum böylece, sizlerle de paylaşmak istedim. Peki ama neden herkes Latince olan bu simgeyi kullanıyor, diye sormanıza gerek bırakmadan ama fazla da detaya inmeden kısaca anlatayım. Başka yazılarda ele alacağım bu konuyu özetlemek gerekirse, bilindiği gibi Roma İmparatorluğu'nun dili Latinceydi. Zaten Latinceye Romanca da deniyor [Rumence** değil Romanca (Roman)]. Günümüz Avrupa ülkelerinin çoğu hâlâ Roma İmparatorluğu'nun "etkisindedir". Şöyle ki Roma demek Avrupa kültürünün temeli demektir. Avrupalılar Eski Yunan'dan aldıkları birikimi Roma ile ilerletmişlerdir. Avrupa'nın görmüş olduğu en büyük imparatorluk olan Roma bu anlamda Avrupa medeniyetinin temelinde yer almaktadır. Dolayısıyla da Roma'nın dili olan Latince de Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi Latin ailesine mensup diller bir tarafa, İngilizce gibi Germen ailesine mensup diller üzerinde bile çok büyük bir etki bırakmıştır. Avrupa'da konuşulan çoğu dilde Latincenin etkisini görmek hiç de zor değildir.
--------------------------------------------
* İngilizcede vb., vs. karşılığında kullanılan etc. kısaltması da yine Latincedir. Onu da daha sonra yazacağım.
** Romanya'da konuşulan Rumence dili de Latin dilleri ailesindendir. Ancak Romanca ile karıştırılmaması gerekir. Romanca'dan kasıt Roma dili, yani Latincedir. Rumence ise bugün Romanya'da konuşulan Latin ailesinden bir dildir.
Çoğumuz günlük hayatta böyle küçük detaylarla ilgilenmeyiz bile. O kadar çok detay var ki hangi biriyle ilgileneceğimizi bile bilemeyiz. Ben de çocukluğumdan beri bu simgeyi merak ededurmakla beraber hiç ufak bir araştırma yapma gereği hissetmedim. Ta ki bir gün kendiliğinden ne olduğunu fark edene kadar.
Önceleri bunun Türkçedeki ve olduğunu sanıyordum. Lakin çok geçmeden sadece Türkçede değil, örneğin İngilizcede ve diğer birçok dilde de kullanıldığını gördüm. Türkçe olduğunu zannetmemin sebebi, belki çoğu kişiye de öyle gelmiş olduğu gibi, ve'ye benziyor olmasıydı. Öyle ya & simgesinde v ve e harfleri bariz bir biçimde vardı. Ancak, dediğim gibi, bunun Türkçe olmadığını öğrenmiştim. O halde bu simge de Türkçedeki ve olamazdı. O vakit neydi?
Efendim, Latinceye karşı biraz ilgim var. Üniversiteye başlayıp bu ilgiyi az da olsa pratiğe dönüştürme çabası içine girince sözlük vs.* karıştırınca Latincede ve bağlacının karşılığının et olduğunu da öğrenmiş oldum. Hatta Fransızcada da Latinceyle aynı. (Latince, olduğu gibi et diye okunurken Fransızca'da e diye okunur.) Bu ufak bilgileri edindikten sonra bir gün bloğun tasarımıyla uğraşırken yazı fontlarını filan deniyordum ki Trebuchet fontunda & simgesinin et olduğunu gördüm. İşte Trebuchet fontu budur ve et simgesi de bu fontla & görünür.
Merakımı hiç çaba sarf etmeden gidermiş oldum böylece, sizlerle de paylaşmak istedim. Peki ama neden herkes Latince olan bu simgeyi kullanıyor, diye sormanıza gerek bırakmadan ama fazla da detaya inmeden kısaca anlatayım. Başka yazılarda ele alacağım bu konuyu özetlemek gerekirse, bilindiği gibi Roma İmparatorluğu'nun dili Latinceydi. Zaten Latinceye Romanca da deniyor [Rumence** değil Romanca (Roman)]. Günümüz Avrupa ülkelerinin çoğu hâlâ Roma İmparatorluğu'nun "etkisindedir". Şöyle ki Roma demek Avrupa kültürünün temeli demektir. Avrupalılar Eski Yunan'dan aldıkları birikimi Roma ile ilerletmişlerdir. Avrupa'nın görmüş olduğu en büyük imparatorluk olan Roma bu anlamda Avrupa medeniyetinin temelinde yer almaktadır. Dolayısıyla da Roma'nın dili olan Latince de Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi Latin ailesine mensup diller bir tarafa, İngilizce gibi Germen ailesine mensup diller üzerinde bile çok büyük bir etki bırakmıştır. Avrupa'da konuşulan çoğu dilde Latincenin etkisini görmek hiç de zor değildir.
--------------------------------------------
* İngilizcede vb., vs. karşılığında kullanılan etc. kısaltması da yine Latincedir. Onu da daha sonra yazacağım.
** Romanya'da konuşulan Rumence dili de Latin dilleri ailesindendir. Ancak Romanca ile karıştırılmaması gerekir. Romanca'dan kasıt Roma dili, yani Latincedir. Rumence ise bugün Romanya'da konuşulan Latin ailesinden bir dildir.
14 Haziran 2007
Hakan Öge Türkiye'de
2004 yılında, takip etmekte olduğum Atlas Dergisi'nden, bir adamın küçük bir yelkenliyle dünya turuna çıkacağı haberlerini okumaya başladım. Hakan Öge adını daha öncesinden duymuş olmalıyım ancak o zamana kadar benim için Atlas ekibinin üyelerinden biriydi sadece. Dolayısıyla da üzerinde özellikle durulacak bir isim değildi. Dünya turuyla birlikte adı daha sık anılmaya başlayınca ben de kafamda kendisini bu işle özdeşleştirmeye başladım.
Mayıs 2004'e gelindiğinde artık Hakan Öge'yi tanıyordum. Ben de sabırsızlıkla bekliyordum yola çıkmasını, pardon denize açılmasını. Sanki ben de onunla gidecektim gibi geliyordu bana. Kendime yakın hissettiğim bir derginin çalışanı olduğu için olsa gerek Hakan da bana pek yabancıymış gibi gelmiyordu. Ve nihayet yola çıktı.
Hatırladığım kadarıyla Hakan bu turu üç yıldan daha kısa bir süre içinde tamamlamayı planlamıştı. Zannedersem iki yılda... Bana bu iki yıl bile uzun görünmüştü. Çünkü her ne kadar daha önce Türkiye'den dünya turu yapan bir kimse tanımıyordumsa da gazetelerden vs. yabancı denizcilerin altı ay, bir yıl gibi kısa sürelerde dünyayı dolaşabildiklerini biliyordum. Geçelim...
2004 mayısının hemen başında İstanbul'dan Mardek adlı gayet mütevazı bir yelkenliyle yola koyuldu Hakan Öge. Biz de oturup heyecanla haberleri beklemeye başladık. Aradan bir-iki-üç ay geçmeye başlayınca haberler de gelmeye başladı. Hakan artık denizdeydi. Yapıp ettiklerini de yazıp/çekip Atlas'a gönderiyordu tabii. Zaten haberleri de çoğunlukla bu yolla alıyorduk. Tabii bir de site kurdu Hakan Öge. Sitesini de dünya turu boyunca sürekli güncelledi. Hayranları ve benim gibi izleyenleri de boş durmadı bu arada, sitesine yazılar yazdı, duygu ve düşüncelerini paylaştı. Hakanın haberleri genellikle iki ay aradan sonra yayınlanıyordu Atlas'ta, yani biz Hakan'ın maceralarını okuyunca o, maceraları yaşamış olduğu yerden oldukça uzaklaşmış oluyordu. Ancak internet sitesinden nerede olduğunu harita üzerinde an be an görebiliyorduk.
Gel zaman git zaman, Hakan sularda bayağı bir yol aldı. Dünya turu zamanla rutin bir olaya dönüştü. Tabii ilk günlerin heyecanı da yerini sabırlı, sakin bir beklemeye bıraktı. Mardek Atlantik'i geçtikten sonra anladık ki bu gerçekten bir dünya turu. Şöyle böyle değil koca okyanusu geçmişti. Yanılmıyorsam Hakan ilkin Atlantik'ten Pasifik'e Panama Kanalından geçmeyi planlamıştı ya da Avrupa'dan doğruca Macellan Boğazına geçmeyi mi planlamışltı, hatırlamıyorum. Hava koşullarından olsa gerek bu planını değiştirmek zorunda kaldı. Güney Amerika'nın bütün bir doğu kıyısını kuzeyden güneye katederek Macellan Boğazına ulaştı, Dünyanın Ucundaki Fenere de gitti. Böylece Hakan'ın buraya gelmeyi çok hayal etmiş olduğunu da öğrendik.
Hakan Öge sayesinde farklı diyarlar hakkında oldukça doyurucu bilgiler de ekledik hafızamıza. 'Vay be!' diyesi geliyor insanın, nerelere gitmedi ki, nereleri yazmadı ki, nereleri çekmedi ki...
Güney Amerika'dan koptuktan bir ayı aşkın zaman sonra Pasifik'i de geçti. Sonrasında ise Güneydoğu Asyai Hint Okyanusu derken bir de baktık ki Hakan Ortadoğu sularında. Az buz değil, tam üç yıla yakın bir zamandır sulardaydı. Laf arasında, nasıl olduysa unuttum söylemeyi. Hakan dünya turunu tek başına gerçekleştirmeyi planlamıştı ama Atlantik'in ortasında Sophie adlı bir Belçikalı ile tanışıp kendisini teknesine aldı.
Geride bıraktığımız mayıs ayında Hakan Antalya'dan Türkiye'ye giriş yaptı. Dünya turu tam üç yıl sürmüştü böylece. Kendisini bu büyük olayı gerçekleştirme başarısını gösterdiğinden dolayı kutluyorum. Büyük bir hayalini hayata geçirdi Hakan. (Adama da ikide birde Hakan deyip duruyorum, benden yaklaşık yirmi yaş büyük. Ama ne yapayım tanıştığım bir yakınımmış gibi geliyor.)
Son olarak size bir itirafta bulunmak istiyorum. Benim denizle pek ilgim yoktur. Yaz sezonu geldi mi Bodrum'da, Marmaris'te, Gökova'da bol bol denize girerim o kadar. Onun dışında denizciliğe dair herhangi bir faaliyetim yok. Dalmak, surf yapmak vs. hiç beceremeyeceğim şeyler. Buna rağmen hayatımda hep dünya turu yapmak istemişimdir. Ama sadece gerçekleşmeyeceğini bildiğim bir hayal olarak... İşte Hakan dünya turundayken kendisini sürekli izleyerek biraz da olsa bu duygumu tatmin ettim galiba.
Mayıs 2004'e gelindiğinde artık Hakan Öge'yi tanıyordum. Ben de sabırsızlıkla bekliyordum yola çıkmasını, pardon denize açılmasını. Sanki ben de onunla gidecektim gibi geliyordu bana. Kendime yakın hissettiğim bir derginin çalışanı olduğu için olsa gerek Hakan da bana pek yabancıymış gibi gelmiyordu. Ve nihayet yola çıktı.
Hatırladığım kadarıyla Hakan bu turu üç yıldan daha kısa bir süre içinde tamamlamayı planlamıştı. Zannedersem iki yılda... Bana bu iki yıl bile uzun görünmüştü. Çünkü her ne kadar daha önce Türkiye'den dünya turu yapan bir kimse tanımıyordumsa da gazetelerden vs. yabancı denizcilerin altı ay, bir yıl gibi kısa sürelerde dünyayı dolaşabildiklerini biliyordum. Geçelim...
2004 mayısının hemen başında İstanbul'dan Mardek adlı gayet mütevazı bir yelkenliyle yola koyuldu Hakan Öge. Biz de oturup heyecanla haberleri beklemeye başladık. Aradan bir-iki-üç ay geçmeye başlayınca haberler de gelmeye başladı. Hakan artık denizdeydi. Yapıp ettiklerini de yazıp/çekip Atlas'a gönderiyordu tabii. Zaten haberleri de çoğunlukla bu yolla alıyorduk. Tabii bir de site kurdu Hakan Öge. Sitesini de dünya turu boyunca sürekli güncelledi. Hayranları ve benim gibi izleyenleri de boş durmadı bu arada, sitesine yazılar yazdı, duygu ve düşüncelerini paylaştı. Hakanın haberleri genellikle iki ay aradan sonra yayınlanıyordu Atlas'ta, yani biz Hakan'ın maceralarını okuyunca o, maceraları yaşamış olduğu yerden oldukça uzaklaşmış oluyordu. Ancak internet sitesinden nerede olduğunu harita üzerinde an be an görebiliyorduk.
Gel zaman git zaman, Hakan sularda bayağı bir yol aldı. Dünya turu zamanla rutin bir olaya dönüştü. Tabii ilk günlerin heyecanı da yerini sabırlı, sakin bir beklemeye bıraktı. Mardek Atlantik'i geçtikten sonra anladık ki bu gerçekten bir dünya turu. Şöyle böyle değil koca okyanusu geçmişti. Yanılmıyorsam Hakan ilkin Atlantik'ten Pasifik'e Panama Kanalından geçmeyi planlamıştı ya da Avrupa'dan doğruca Macellan Boğazına geçmeyi mi planlamışltı, hatırlamıyorum. Hava koşullarından olsa gerek bu planını değiştirmek zorunda kaldı. Güney Amerika'nın bütün bir doğu kıyısını kuzeyden güneye katederek Macellan Boğazına ulaştı, Dünyanın Ucundaki Fenere de gitti. Böylece Hakan'ın buraya gelmeyi çok hayal etmiş olduğunu da öğrendik.
Hakan Öge sayesinde farklı diyarlar hakkında oldukça doyurucu bilgiler de ekledik hafızamıza. 'Vay be!' diyesi geliyor insanın, nerelere gitmedi ki, nereleri yazmadı ki, nereleri çekmedi ki...
Güney Amerika'dan koptuktan bir ayı aşkın zaman sonra Pasifik'i de geçti. Sonrasında ise Güneydoğu Asyai Hint Okyanusu derken bir de baktık ki Hakan Ortadoğu sularında. Az buz değil, tam üç yıla yakın bir zamandır sulardaydı. Laf arasında, nasıl olduysa unuttum söylemeyi. Hakan dünya turunu tek başına gerçekleştirmeyi planlamıştı ama Atlantik'in ortasında Sophie adlı bir Belçikalı ile tanışıp kendisini teknesine aldı.
Geride bıraktığımız mayıs ayında Hakan Antalya'dan Türkiye'ye giriş yaptı. Dünya turu tam üç yıl sürmüştü böylece. Kendisini bu büyük olayı gerçekleştirme başarısını gösterdiğinden dolayı kutluyorum. Büyük bir hayalini hayata geçirdi Hakan. (Adama da ikide birde Hakan deyip duruyorum, benden yaklaşık yirmi yaş büyük. Ama ne yapayım tanıştığım bir yakınımmış gibi geliyor.)
Son olarak size bir itirafta bulunmak istiyorum. Benim denizle pek ilgim yoktur. Yaz sezonu geldi mi Bodrum'da, Marmaris'te, Gökova'da bol bol denize girerim o kadar. Onun dışında denizciliğe dair herhangi bir faaliyetim yok. Dalmak, surf yapmak vs. hiç beceremeyeceğim şeyler. Buna rağmen hayatımda hep dünya turu yapmak istemişimdir. Ama sadece gerçekleşmeyeceğini bildiğim bir hayal olarak... İşte Hakan dünya turundayken kendisini sürekli izleyerek biraz da olsa bu duygumu tatmin ettim galiba.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)