29 Mart 2009
İnsan bazen...
İnsan bazen karamsar olduğunu bile gülümseyerek söyler. Ne büyük bir çelişki, ne güzel bir dünya!
22 Mart 2009
Ekmek ve rüya peşinde bir hayalperest
Derviş Zaim’i çoktan olmasa da tanıyorum. İlkin Çamur’unu izledim yanlış hatırlamıyorsam. Çok güzeldi. Özellikle de müzikleri. Zaten iyi bir müziği olmayan bir film eksik bir filmdir, bu bir tarafa…
Cenneti Beklerken tam bana göre bir film, ilk olarak bunu söylemeliyim. Ne demek istiyorum? Sanırım şunu: Ben egzotik, otantik, oriental, tarihi, gerçekçi, dramatik, yerel-evrensel, komik, absürd malzemenin tamamının ya da bazılarının beraberce, ama hepsi yerli yerinde ve kararında kullanılıp ve tabii ki usta bir aşçının elinde hazırlanarak servis edilmiş filmleri çok severim. Hayır, bayılırım.
Eskiden beri de sinema filmi izlerdim tabii ki. Sevdiklerim, sevmediklerim de olurdu haliyle. Fakat şu son iki yıldır başka bir gözle izliyorum sinemayı. Burayı takip edenler bilir. Naçizane, büyük bir iddiam yok ama iyi bir sinema izleyicisi ve eleştiricisi (eleştirmeni değil) olma yolunda, kendi kulvarımda karınca misali yürüyüp gidiyorum. Geçen yıl 100’ü aşkın film izledim. Bilinçli olarak tabii, öylesine değil. Bunların çoğunu beğendiğimi söylemeliyim. Zira rastgele değil, tam tersine, evirip-çevirip, inceleyip-araştırıp sonra alıp izlediğim filmlerdi bunlar. Muğla’nın hemen tüm CDcilerinin altını üstüne getirdim dersem yeridir. Keşfettiğim filmleri alıp izledim. Ben ne anlatıyorum böyle… Cenneti Beklerken’i anlatacağım güya…
Sinemayla ilişkim üstüne bu yazdıklarımı iyisi mi başka bir zamana erteleyeyim, olur mu? Şimdilik konumuza geçelim.
Cenneti Beklerken’i izleyince, daha henüz film bitmeden bile birkaç aydır böyle güzel bir film izlememiş olduğumu anladım hemen. Bu duyguyu en son, geçtiğimiz yıl Suskunlar’ı (İhsan Oktay Anar), ve geçen yaz Ferit Edgü’yü okuyunca yaşamıştım. Keşke diyorum Suskunlar’ı da söyle başarılı bir yönetmen sinemaya uyarlasa. Mesela Derviş Zaim. Keşke…
Cenneti Beklerken 17. Yüzyıl İmparatorluk günlerinde geçiyor. Malum, Osmanlı’nın temelleri çatırdıyor yavaş yavaş. İstanbul’da huzursuzluk var. 3. Murad’ın oğlu Şehzade Dalyan, Anadolu’da taraftar toplayıp tahtı ele geçirme çabasında. Saray, Anadolu’ya bir heyet göndererek Dalyan’ı yakalatıp kellesini getirtmeyi düşünüyor. Vezir, Nakkaş Eflatun Efendi’yi de (başrol/Serhat Tutumluer), Dalyan’ın kellesini resmetmek üzere heyetle beraber gönderir.
Karısını ve oğlunu daha yeni kaybetmiş olan Eflatun Efendi, henüz onların elemini yaşarken kendini bir anda Anadolu yollarında bulur. Bundan sonrası filmin esas güzel tarafı. Eflatun Efendi’nin hayatının aşkıyla tanışması… Başlarından geçenler… Şehzade Dalyan… Saldırmalar, öldürmeler… İstanbul’a dönüş… Tamamını anlatmayacağım her zamanki gibi, bence bu filmi izleyin. Birkaç neden ötürü: Herşeyden önce, sinemamızda Osmanlı hakkında ne kadar az film var değil mi? Osmanlı hayranı değilim ve fakat bu toplum, bu topraklar 700 yıl, az bir zaman değil, sahne oldu bu imparatorluğa. Bir toplum geçmişine bu kadar yabancı olmaz, kanısındayım. Sanırım dünyanın başka bir tarafında bu durumun bir örneği yok. Ki bu, sadece sinema için de geçerli değil, başka konu…
Sonra filmin, yukarıda da değindim, müziği dokusuna tamamen uyuyor. Kapadokya manzaraları zaten harika. Onun dışında, minyatür animasyonları ve tabii ki oyuncu kadrosu… Eflatun Efendi’nin filmin sonlarına doğru söylediği ekmek ve rüya peşinde bir hayalperest sözü de filmin anahtar kelimesi.
İyi seyirler bence…
Cenneti Beklerken tam bana göre bir film, ilk olarak bunu söylemeliyim. Ne demek istiyorum? Sanırım şunu: Ben egzotik, otantik, oriental, tarihi, gerçekçi, dramatik, yerel-evrensel, komik, absürd malzemenin tamamının ya da bazılarının beraberce, ama hepsi yerli yerinde ve kararında kullanılıp ve tabii ki usta bir aşçının elinde hazırlanarak servis edilmiş filmleri çok severim. Hayır, bayılırım.
Eskiden beri de sinema filmi izlerdim tabii ki. Sevdiklerim, sevmediklerim de olurdu haliyle. Fakat şu son iki yıldır başka bir gözle izliyorum sinemayı. Burayı takip edenler bilir. Naçizane, büyük bir iddiam yok ama iyi bir sinema izleyicisi ve eleştiricisi (eleştirmeni değil) olma yolunda, kendi kulvarımda karınca misali yürüyüp gidiyorum. Geçen yıl 100’ü aşkın film izledim. Bilinçli olarak tabii, öylesine değil. Bunların çoğunu beğendiğimi söylemeliyim. Zira rastgele değil, tam tersine, evirip-çevirip, inceleyip-araştırıp sonra alıp izlediğim filmlerdi bunlar. Muğla’nın hemen tüm CDcilerinin altını üstüne getirdim dersem yeridir. Keşfettiğim filmleri alıp izledim. Ben ne anlatıyorum böyle… Cenneti Beklerken’i anlatacağım güya…
Sinemayla ilişkim üstüne bu yazdıklarımı iyisi mi başka bir zamana erteleyeyim, olur mu? Şimdilik konumuza geçelim.
Cenneti Beklerken’i izleyince, daha henüz film bitmeden bile birkaç aydır böyle güzel bir film izlememiş olduğumu anladım hemen. Bu duyguyu en son, geçtiğimiz yıl Suskunlar’ı (İhsan Oktay Anar), ve geçen yaz Ferit Edgü’yü okuyunca yaşamıştım. Keşke diyorum Suskunlar’ı da söyle başarılı bir yönetmen sinemaya uyarlasa. Mesela Derviş Zaim. Keşke…
Cenneti Beklerken 17. Yüzyıl İmparatorluk günlerinde geçiyor. Malum, Osmanlı’nın temelleri çatırdıyor yavaş yavaş. İstanbul’da huzursuzluk var. 3. Murad’ın oğlu Şehzade Dalyan, Anadolu’da taraftar toplayıp tahtı ele geçirme çabasında. Saray, Anadolu’ya bir heyet göndererek Dalyan’ı yakalatıp kellesini getirtmeyi düşünüyor. Vezir, Nakkaş Eflatun Efendi’yi de (başrol/Serhat Tutumluer), Dalyan’ın kellesini resmetmek üzere heyetle beraber gönderir.
Karısını ve oğlunu daha yeni kaybetmiş olan Eflatun Efendi, henüz onların elemini yaşarken kendini bir anda Anadolu yollarında bulur. Bundan sonrası filmin esas güzel tarafı. Eflatun Efendi’nin hayatının aşkıyla tanışması… Başlarından geçenler… Şehzade Dalyan… Saldırmalar, öldürmeler… İstanbul’a dönüş… Tamamını anlatmayacağım her zamanki gibi, bence bu filmi izleyin. Birkaç neden ötürü: Herşeyden önce, sinemamızda Osmanlı hakkında ne kadar az film var değil mi? Osmanlı hayranı değilim ve fakat bu toplum, bu topraklar 700 yıl, az bir zaman değil, sahne oldu bu imparatorluğa. Bir toplum geçmişine bu kadar yabancı olmaz, kanısındayım. Sanırım dünyanın başka bir tarafında bu durumun bir örneği yok. Ki bu, sadece sinema için de geçerli değil, başka konu…
Sonra filmin, yukarıda da değindim, müziği dokusuna tamamen uyuyor. Kapadokya manzaraları zaten harika. Onun dışında, minyatür animasyonları ve tabii ki oyuncu kadrosu… Eflatun Efendi’nin filmin sonlarına doğru söylediği ekmek ve rüya peşinde bir hayalperest sözü de filmin anahtar kelimesi.
İyi seyirler bence…
21 Mart 2009
Yersiz yurtsuzun şiiri
O zamandan beri gezgin abdalım. Yeryüzünde ebedi sürgündeyim. Yastık ettiğim taşa ikinci kez baş koymadım, aynı kaptan iki kez üst üste yemek yemedim, abamın altından her gün farklı manzaralar seyreyledim. Aç kaldığımda rüya tabir ederek üç beş kuruş kazanır, kazandığımı muhtaç olanlara dağıtır; bu şekilde Doğu'dan Batı'ya, Kuzey'den Güney'e yedi iklimi gezer, dağda bayırda Hakk'ı ararım Hak için. Yaşanmaya değer bir yaşamın peşindeyim; ve bir de, bilmeye değer bilginin. Köksüzüm, yurtsuzum. Kendimi O'nda yok ettiğimden beri, ölmeden evvel öleli, başlangıçsız ve sonsuzum. Ne pejmürdeyim, ne gariban. Ne kimselere muhtacım, ne kimseye buyuran. Ancak rüzgârda kuru bir yaprak sanmayın beni. Ağzı var dili yok dervişlerden değilim. Ben bizzat dilediği istikamete efil efil esen karayelim.
Şems-i TebriziElif Şafak, Aşk.
18 Mart 2009
Başkalaşımlar (Altın Eşek)
Gerçek anlamda bir şaheser. Latin Edebiyatının o damaklarda iz bırakan tadına şimdiye kadar bakmadıysanız bununla başlamanızı şiddetle tavsiye ederim. Pek huyum değildir okuduğum bir kitabın içeriğini burada yazmak, verirsem şöyle pek genel bir iki bilgi veririm o kadar. Bu sefer de öyle yapacağım. Gelgelelim, ne yazacağımı da bilemiyorum doğrusu. Öyle zengin bir içerik ki, hani isteseniz rahatlıkla içinde anlatılan öyküleri en azından beş farklı kitaba bölüp her birini ayrı ayrı yayımlayabilirsiniz.
Kahramanımız Lucius'un başına gelenler pişmiş tavuğun başına bile gelmedi, dersem çok hafif kalır, zira pişmiş tavuğun başına gelenler Lucius'un başına gelenlerden hafif kalır kanaatimce. Lucius'un öyküsü baştan sona yollarda geçer. Ha babam yolcudur. Tabii, öykünün başında kendi olarak, yani insan olarak. Daha sonra da eşek olarak. Buraya kadar her şey yolundadır. Herhangi bir yolcunun başına gelen bir iki macera atlatır. Ancak insan olarak yaşadığı bu maceralar bile enteresandır.
Öykünün esas heyecanlı kısmı da Lucius eşek olduktan sonra başlar. Sadece heyecanlı demek yeter mi? Olabildiğince keyifli. Tam anlamıyla harika.
Lucius'un eşek olmadan hemen önce yaşadığı macera onu uzunca bir süre hiç bitmeyecek bir maceraya sürükler. Büyücünün kendisini kuşa çevirebileceğini öğrenir ve merakını yenemez, kuş olmak ister. Ne var ki, bir büyü hatasıyla kuş olmayı beklerken eşeğe dönüşüverir.
Lucius artık bir eşektir. Basbayağı, bildiğimiz uzun kulak, dört bacak, bir kuyruk eşek işte. Fakat görünümü, davranışları, yaşayışı vs. tamamen eşeğe dönmüş olmasına rağmen aklı yerindedir. Bir tek aklı insan kalmıştır zaten. Böylelikle atlattığı türlü çeşitli maceraları kafasına bir bir kaydeder. Neler gelmez ki başına... Ha bire sahip değiştirir. Kimi çok kötü davranır, bir eşeğe bile fazla gelecek işkenceler yapar, kimi ortalama bir eşek muamelesinde bulunur, kimiyse bir insandan bile fazla kadir kıymetini bilir, el üstünde tutar onu. Haydutların eline düşer. Sürekli kötü adamlardan kaçmak zorunda kalır. Kalır da kalır.
Lucius'un maceraları anlatmakla bitmez. Apuleius, kitabın girişinde "Kulağını bana ver sevgili okuyucu, inan keyif alacaksın," diyor. Hakikaten haklıymış.
Başkalaşımlar (Altın Eşek), Apuleius.
Çev.: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi
Kahramanımız Lucius'un başına gelenler pişmiş tavuğun başına bile gelmedi, dersem çok hafif kalır, zira pişmiş tavuğun başına gelenler Lucius'un başına gelenlerden hafif kalır kanaatimce. Lucius'un öyküsü baştan sona yollarda geçer. Ha babam yolcudur. Tabii, öykünün başında kendi olarak, yani insan olarak. Daha sonra da eşek olarak. Buraya kadar her şey yolundadır. Herhangi bir yolcunun başına gelen bir iki macera atlatır. Ancak insan olarak yaşadığı bu maceralar bile enteresandır.
Öykünün esas heyecanlı kısmı da Lucius eşek olduktan sonra başlar. Sadece heyecanlı demek yeter mi? Olabildiğince keyifli. Tam anlamıyla harika.
Lucius'un eşek olmadan hemen önce yaşadığı macera onu uzunca bir süre hiç bitmeyecek bir maceraya sürükler. Büyücünün kendisini kuşa çevirebileceğini öğrenir ve merakını yenemez, kuş olmak ister. Ne var ki, bir büyü hatasıyla kuş olmayı beklerken eşeğe dönüşüverir.
Lucius artık bir eşektir. Basbayağı, bildiğimiz uzun kulak, dört bacak, bir kuyruk eşek işte. Fakat görünümü, davranışları, yaşayışı vs. tamamen eşeğe dönmüş olmasına rağmen aklı yerindedir. Bir tek aklı insan kalmıştır zaten. Böylelikle atlattığı türlü çeşitli maceraları kafasına bir bir kaydeder. Neler gelmez ki başına... Ha bire sahip değiştirir. Kimi çok kötü davranır, bir eşeğe bile fazla gelecek işkenceler yapar, kimi ortalama bir eşek muamelesinde bulunur, kimiyse bir insandan bile fazla kadir kıymetini bilir, el üstünde tutar onu. Haydutların eline düşer. Sürekli kötü adamlardan kaçmak zorunda kalır. Kalır da kalır.
Lucius'un maceraları anlatmakla bitmez. Apuleius, kitabın girişinde "Kulağını bana ver sevgili okuyucu, inan keyif alacaksın," diyor. Hakikaten haklıymış.
Başkalaşımlar (Altın Eşek), Apuleius.
Çev.: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi
17 Mart 2009
Katedral
Karınızın bir erkek arkadaşı var ve sürekli irtibat halindeler, haberleşiyorlar. Hayır hayır, sevgili falan değiller, herhangi iki arkadaşlar sadece. Haberleşme biçimleri de biraz farklı; seslerini teybe kaydedip kaseti birbirlerine gönderiyorlar. Mektup arkadaşlığı gibi bir şey anlayacağınız. Üstelik de karınız sizden de çok bahsediyor o adama.
Ne hisseder, ne düşünürsünüz?
Ben evli değilim, ama tahmin ediyorum ki hamurunda erkeklik mayası olan insanların büyük bir bölümü, ne kadar hoşgörülü, açık fikirli olursa olsun, böyle bir şeyi kabullense bile en azından istemeyecek, hoşnut olmayacaktır.
Peki o siz olsaydınız, karınızın söz konusu bu arkadaşının kör olduğunu bilmeniz hoşnutsuzluğunuzu biraz da olsa dindirir miydi? Ya bir de o adamın yaşlı biri olduğunu gözünüzle görseydiniz? Herhalde kıskanmanız için yeterli miktarda kıskançlık hormonu salgılamazdınız böyle bir durumda.
Raymond Carver'ın Katedral adlı öyküsünü okuduğumda bunları düşündüm. Ancak belirtmem gerekir ki bu öykünün konusu kıskançlık değil. En azından tam olarak öyle değil. Bu öykü, yazarın sıradan bir insan olarak kendi küçük dünyasındaki (belki de evinde demek daha doğru) sıradan yaşamından ufacık bir kesit. Esasında bu kitap büyük bir yazarın küçük dünyasını anlamak için birebir.
Kütüphanede raflar arasında bakınırken gözüme ilişiverdi. Böyle olmasa belki de hiç okumayacaktım. Tavsiye ederim.
Katedral
Raymond Carver
Çeviren: S. Gökçen Ezber
Notos Kitap
Ne hisseder, ne düşünürsünüz?
Ben evli değilim, ama tahmin ediyorum ki hamurunda erkeklik mayası olan insanların büyük bir bölümü, ne kadar hoşgörülü, açık fikirli olursa olsun, böyle bir şeyi kabullense bile en azından istemeyecek, hoşnut olmayacaktır.
Peki o siz olsaydınız, karınızın söz konusu bu arkadaşının kör olduğunu bilmeniz hoşnutsuzluğunuzu biraz da olsa dindirir miydi? Ya bir de o adamın yaşlı biri olduğunu gözünüzle görseydiniz? Herhalde kıskanmanız için yeterli miktarda kıskançlık hormonu salgılamazdınız böyle bir durumda.
Raymond Carver'ın Katedral adlı öyküsünü okuduğumda bunları düşündüm. Ancak belirtmem gerekir ki bu öykünün konusu kıskançlık değil. En azından tam olarak öyle değil. Bu öykü, yazarın sıradan bir insan olarak kendi küçük dünyasındaki (belki de evinde demek daha doğru) sıradan yaşamından ufacık bir kesit. Esasında bu kitap büyük bir yazarın küçük dünyasını anlamak için birebir.
Kütüphanede raflar arasında bakınırken gözüme ilişiverdi. Böyle olmasa belki de hiç okumayacaktım. Tavsiye ederim.
Katedral
Raymond Carver
Çeviren: S. Gökçen Ezber
Notos Kitap
14 Mart 2009
Dies Lunæ xiv Martius MCMLXXXIII
Yıl 1983. "Ovasına bahar gelmiş memleketimin". Sabahın mutlak gücü gecenin karanlığıyla amansız bir çatışma içinde. İki odalı, toprak damlı, dikdörtgen biçimli evin soldaki penceresinden loş bir ışık hafifçe dışarı taşıyor. Odada ufak bir telaş var. Köşede, biri beş, diğeri iki yaşlarında iki küçücük kız, yere yan yana serilmiş kendileri kadar küçük yataklarında hiçbir şeyden habersiz derin bir uykudalar.
Baba bu geceyi diğer odada yalnız geçiriyor. Yatağında. Uyanık. Kim bilir aklından neler geçiyor? Diğer odadan gelen sesleri işitiyor. Arada kapı açılıp kapanıyor.
Anne kızıl saçlı, zayıf bir kadın. 28'inde. Yatağında acılar içinde. Etrafında birkaç komşu kadın. Biri oturmuş baş ucunda, diğerleri Fatma Ebe'nin talimatlarını yerine getirmekle meşgul. Fatma Ebe. Mahallenin yaşlı kadını. Ekibin başında o var. Harıl harıl didiniyorlar. Bu ufacık odada olup bitenlerden başkaca kimsenin haberi yok. Herkes uykusunda, biraz sonra teker teker bitiverecek rüyaların son demleri yaşanıyor. Gece, güneşi hapsettiği yerde daha fazla tutamayacak gibi. Hani taş çatlasa bir-iki saat. Bir horoz sabırsızlanıyor ve Günün bu mücadeleyi kazanacağından emin, Romalı bir lejyoner edasıyla peşinen zafer ilan ediyor. Sesi kümesin taş duvarlarını delip geçiyor.
Kadının sancıları git gide artıyor. Ama az sonra biraz rahatlar gibi oluyor. Sancıları hafifliyor. Gözünü ampulun cılız ışığına dikiyor. Herkes susup ona bakıyor. Kulaklar tetikte, Fatma Ananın söyleyeceği en ufak bir sözde. Suskunluk uzun sürmüyor, sancılar tekrar artıyor. Fatma Ana davranıyor. Komşu kadın Hediye elini kavrıyor kadının. Neden sonra bir cıyaklama horozun fondaki sesine karışıyor ve ortalık birden hareketleniyor. Bir çocuk "Merhaba" diyor dünyaya. Yeryüzünün dört buçuk milyarlık nüfusuna bir kişi daha katılıyor.
Baba bu geceyi diğer odada yalnız geçiriyor. Yatağında. Uyanık. Kim bilir aklından neler geçiyor? Diğer odadan gelen sesleri işitiyor. Arada kapı açılıp kapanıyor.
Anne kızıl saçlı, zayıf bir kadın. 28'inde. Yatağında acılar içinde. Etrafında birkaç komşu kadın. Biri oturmuş baş ucunda, diğerleri Fatma Ebe'nin talimatlarını yerine getirmekle meşgul. Fatma Ebe. Mahallenin yaşlı kadını. Ekibin başında o var. Harıl harıl didiniyorlar. Bu ufacık odada olup bitenlerden başkaca kimsenin haberi yok. Herkes uykusunda, biraz sonra teker teker bitiverecek rüyaların son demleri yaşanıyor. Gece, güneşi hapsettiği yerde daha fazla tutamayacak gibi. Hani taş çatlasa bir-iki saat. Bir horoz sabırsızlanıyor ve Günün bu mücadeleyi kazanacağından emin, Romalı bir lejyoner edasıyla peşinen zafer ilan ediyor. Sesi kümesin taş duvarlarını delip geçiyor.
Kadının sancıları git gide artıyor. Ama az sonra biraz rahatlar gibi oluyor. Sancıları hafifliyor. Gözünü ampulun cılız ışığına dikiyor. Herkes susup ona bakıyor. Kulaklar tetikte, Fatma Ananın söyleyeceği en ufak bir sözde. Suskunluk uzun sürmüyor, sancılar tekrar artıyor. Fatma Ana davranıyor. Komşu kadın Hediye elini kavrıyor kadının. Neden sonra bir cıyaklama horozun fondaki sesine karışıyor ve ortalık birden hareketleniyor. Bir çocuk "Merhaba" diyor dünyaya. Yeryüzünün dört buçuk milyarlık nüfusuna bir kişi daha katılıyor.
13 Mart 2009
11 Mart 2009
Hayyam'dan
Daima şiir okumama rağmen uzun zamandır elime bir şiir kitabı alıp bir solukta okuyup bitirmemiştim. Daha çok webdeki edebiyat siteleriyle dergilerden okuyorum şiirleri. Hayyam'ı da şimdiye dek çokça okumuştum zaten. Ancak bu kez derli toplu oldu. Hayyam'ı baştan sona okumak gerçekten çok keyifli.
Ucu bucağı olmayan engin bir deniz dersem Ömer Hayyam için, herhalde hiç abartmış olmam. Neler neler yok ki Hayyam'ın sözlerinde. Çevirmenin önsözde belirttiği gibi sözcüklerle oyun oynar gibi oynuyor Hayyam. Sabahattin Eyüboğlu'nun çabasını yabana atmamakla birlikte, Türkçe'ye manzum olarak çevrilmiş halleri bile insanı bu kadar hayran bırakıyorsa varın gerisini siz düşünün.
Eyüboğlu'nun muhteşem çevirisiyle Hayyam'dan birkaç leziz rubai:
Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz:
İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende:
Er geç baş başa verecek değil miyiz?
***
Dünyada akla değer veren yok madem,
Aklı az olanın parası çok madem
Getir şu şarabı, alsın aklımızı:
Belki böyle beğenir bizi el âlem!
***
Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde:
Senden ayığız bu sarhoş halimizde.
Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı:
İnsaf be Sultanım, kötülük hangimizde?
***
Şu testi de benim gibi biriydi;
O da bir güzele vurgun, dertliydi.
Kim bilir, belki boynundaki kulp da
Bir sevgilinin bembeyaz eliydi.
***
Gökte bir öküz varmış, adı Pervin;
Bir öküz de altındaymış yerin.
Sen asıl iki öküz arasında
Tepişmesine bak şu eşeklerin!
***
Ne bilginler geldi neler buldular!
Mumlar gibi dünyaya ışık saldılar
Hangisi yarıp geçti ki bu karanlığı?
Birer masal söyleyip uyuya kaldılar.
***
Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz:
Kuklacı Felek usta, kuklalar da biz.
Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer;
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.
***
Dedim: Artık bilgiden yana eksiğim yok;
Şu dünyanın sırrına ermişim az çok.
Derken aklım geldi başıma, bir de baktım:
Ömrüm gelip geçmiş, hiçbir şey bildiğim yok.
***
Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.
***
Bir elde kadeh, bir elde Kuran;
Bir helâldir işimiz, bir haram.
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz, ne tam müslüman!
***
Niceleri geldi, neler istediler;
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler;
Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler.
Ucu bucağı olmayan engin bir deniz dersem Ömer Hayyam için, herhalde hiç abartmış olmam. Neler neler yok ki Hayyam'ın sözlerinde. Çevirmenin önsözde belirttiği gibi sözcüklerle oyun oynar gibi oynuyor Hayyam. Sabahattin Eyüboğlu'nun çabasını yabana atmamakla birlikte, Türkçe'ye manzum olarak çevrilmiş halleri bile insanı bu kadar hayran bırakıyorsa varın gerisini siz düşünün.
Eyüboğlu'nun muhteşem çevirisiyle Hayyam'dan birkaç leziz rubai:
Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz:
İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende:
Er geç baş başa verecek değil miyiz?
***
Dünyada akla değer veren yok madem,
Aklı az olanın parası çok madem
Getir şu şarabı, alsın aklımızı:
Belki böyle beğenir bizi el âlem!
***
Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde:
Senden ayığız bu sarhoş halimizde.
Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı:
İnsaf be Sultanım, kötülük hangimizde?
***
Şu testi de benim gibi biriydi;
O da bir güzele vurgun, dertliydi.
Kim bilir, belki boynundaki kulp da
Bir sevgilinin bembeyaz eliydi.
***
Gökte bir öküz varmış, adı Pervin;
Bir öküz de altındaymış yerin.
Sen asıl iki öküz arasında
Tepişmesine bak şu eşeklerin!
***
Ne bilginler geldi neler buldular!
Mumlar gibi dünyaya ışık saldılar
Hangisi yarıp geçti ki bu karanlığı?
Birer masal söyleyip uyuya kaldılar.
***
Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz:
Kuklacı Felek usta, kuklalar da biz.
Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer;
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.
***
Dedim: Artık bilgiden yana eksiğim yok;
Şu dünyanın sırrına ermişim az çok.
Derken aklım geldi başıma, bir de baktım:
Ömrüm gelip geçmiş, hiçbir şey bildiğim yok.
***
Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.
***
Bir elde kadeh, bir elde Kuran;
Bir helâldir işimiz, bir haram.
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz, ne tam müslüman!
***
Niceleri geldi, neler istediler;
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler;
Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler.
9 Mart 2009
8 Mart 2009
Erkek-Kadın
Naçizane yazdığım bu şiir de Kadınlar Günü dolayısıyla benden tüm kadınlara gelsin.
Erkek olmaya karar verdim,
Düğün dernek kuruldu.
Beyazlar giydirdiler,
Sokak sokak, cadde cadde dolaştık.
Eş, dost, akraba
toplandılar evimize,
Ağzıma tokuşturup
şeker, lokum,
Ufaklığın ucundan kestiler.
Ne zor şeymiş erkek olmak!
Kadın olmaya karar verdim,
Annem tuttu ellerimden,
Götürdü bir odaya,
Kapalı kapılar ardında,
Üç-beş dakka içinde
kan kırmızısıyla tanıştım.
Ne rahat şey kadın olmak!
Erkek olmaya karar verdim,
Düğün dernek kuruldu.
Beyazlar giydirdiler,
Sokak sokak, cadde cadde dolaştık.
Eş, dost, akraba
toplandılar evimize,
Ağzıma tokuşturup
şeker, lokum,
Ufaklığın ucundan kestiler.
Ne zor şeymiş erkek olmak!
Kadın olmaya karar verdim,
Annem tuttu ellerimden,
Götürdü bir odaya,
Kapalı kapılar ardında,
Üç-beş dakka içinde
kan kırmızısıyla tanıştım.
Ne rahat şey kadın olmak!
Bütün kadınlar birer yıldızdır
Milattan önceki kimi Mezopotamya uygarlıkları ya tam olarak ya da kısmen anaerkildiler. Yani kadının egemenliği söz konusuydu. Bir başka deyişle, kadının fendi erkeği yenmiş ve iktidara gelmişti. Artık kaç yüzyıl olduğunu bilmiyorum ama bayağı sürdü de.
Sümer tanrıçalarından birinin adı İnanna'ydı. Babilliler, Akadlar ve Asurlular da ona İştar derlerdi. İştar yıldız demekti. Zaten günümüzdeki birçok dilde de, özellikle Hint-Avrupa grubu dillerinde yıldız kelimesinin iştar sözcüğünden türemiş olduğu rahatlıkla görülebilir. Birkaç örnek: astrum (Latince), asteras (Yunanca), star (İngilizce), stern (Almanca), estrella (İspanyolca), stella (İtalyanca), stêrk (Kürtçe).
Evet, sözünü ettiğimiz medeniyetlerde kadın muhtemelen günümüzdekinden daha iyi bir konuma sahipti. Gelgelelim, yıldızlar parlaklıklarını her zaman sürdüremiyorlar maalesef. Bazen gözden kaybolup, sönüp gidiyorlar. An itibariyle içinde yaşadığımız dünyanın hemen her köşesinde ezilen, büzülen, hor görülen, bırakın kadın olmaktan dolayı sahip oldukları haklarını bir tarafa, insan olmalarından ileri gelen hakları bile ellerinden alınan kadınlara rastlamak mümkün.
Bugün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. En başta anneler olmak üzere dünyanın ezilen, hor görülen, çile çeken, dayak yiyen, kahrımızı çeken, ayakları üstünde durmaya çalışan, çabalayan, didinen, çırpınan bütün kadınlarına selam olsun...
Dünya eğer bir oyun sahnesiyse, ve hepimiz birer oyuncuysak en zor rolleri üstlenen o kadınlar Hollywood starı olamasalar da her biri hayatın gerçek birer "iştar"ı.
Sümer tanrıçalarından birinin adı İnanna'ydı. Babilliler, Akadlar ve Asurlular da ona İştar derlerdi. İştar yıldız demekti. Zaten günümüzdeki birçok dilde de, özellikle Hint-Avrupa grubu dillerinde yıldız kelimesinin iştar sözcüğünden türemiş olduğu rahatlıkla görülebilir. Birkaç örnek: astrum (Latince), asteras (Yunanca), star (İngilizce), stern (Almanca), estrella (İspanyolca), stella (İtalyanca), stêrk (Kürtçe).
Evet, sözünü ettiğimiz medeniyetlerde kadın muhtemelen günümüzdekinden daha iyi bir konuma sahipti. Gelgelelim, yıldızlar parlaklıklarını her zaman sürdüremiyorlar maalesef. Bazen gözden kaybolup, sönüp gidiyorlar. An itibariyle içinde yaşadığımız dünyanın hemen her köşesinde ezilen, büzülen, hor görülen, bırakın kadın olmaktan dolayı sahip oldukları haklarını bir tarafa, insan olmalarından ileri gelen hakları bile ellerinden alınan kadınlara rastlamak mümkün.
Bugün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. En başta anneler olmak üzere dünyanın ezilen, hor görülen, çile çeken, dayak yiyen, kahrımızı çeken, ayakları üstünde durmaya çalışan, çabalayan, didinen, çırpınan bütün kadınlarına selam olsun...
Dünya eğer bir oyun sahnesiyse, ve hepimiz birer oyuncuysak en zor rolleri üstlenen o kadınlar Hollywood starı olamasalar da her biri hayatın gerçek birer "iştar"ı.
7 Mart 2009
6 Mart 2009
Cemaziyelevvelini Bilmek
Osmanlılar'da yaygın bir arşiv geleneği vardı. Devlette ne olup bitiyorsa arşivlenirdi. Bir devlet kaleminde her ayın evrakı toplanır, bezden bir torbaya doldurulur, torbanın üstüne de o ayın ismi yazılır ve arşive kaldırılırdı.
Vakti zamanında bir devlet memuru, ricayla yoksul bir yakınını bir kalemde işe aldırmış. Adam o kadar yoksulmuş ki üzerine giyecek bir gömleğe dahi minnet edermiş. Öyle ki bir gün, eski bir arşiv torbasının bezinden kendine bir gömlek diktirmiş. Arşiv torbasında da önceleri cemaziyelevvel ayının evrakı saklanmış olduğundan üzerinde Arap alfabesiyle cemaziyelevvel yazarmış. Gömlek dikilip adam giymeye başlayınca da tam sırtında bir mühür misali cemaziyelevvel okunmaya başlamış.
Gel zaman git zaman, adam devlet kapısında zengin olmuş ve geçmişini unutmaya başlamış. Çok kibirli biri olup çıkıvermiş. Bir gün kendisini çok önceden tanıyanlardan biri onun bu halini görünce "Biz onun cemaziyelevvelini de biliriz" deyivermiş.
Ne de güzel söylemiş. O gün bu gündür, benzer bir durumla karşılaşınca aynı deyimi kullanırız.
Vakti zamanında bir devlet memuru, ricayla yoksul bir yakınını bir kalemde işe aldırmış. Adam o kadar yoksulmuş ki üzerine giyecek bir gömleğe dahi minnet edermiş. Öyle ki bir gün, eski bir arşiv torbasının bezinden kendine bir gömlek diktirmiş. Arşiv torbasında da önceleri cemaziyelevvel ayının evrakı saklanmış olduğundan üzerinde Arap alfabesiyle cemaziyelevvel yazarmış. Gömlek dikilip adam giymeye başlayınca da tam sırtında bir mühür misali cemaziyelevvel okunmaya başlamış.
Gel zaman git zaman, adam devlet kapısında zengin olmuş ve geçmişini unutmaya başlamış. Çok kibirli biri olup çıkıvermiş. Bir gün kendisini çok önceden tanıyanlardan biri onun bu halini görünce "Biz onun cemaziyelevvelini de biliriz" deyivermiş.
Ne de güzel söylemiş. O gün bu gündür, benzer bir durumla karşılaşınca aynı deyimi kullanırız.
2 Mart 2009
Doğrusunu Yap
İnsanlar çoğu kez makul değildir, mantıksız ve bencildirler. Onları yine de sevin.
İyilik yaparsanız insanlar sizi bencillikle, gizli amaçlara sahip olmakla suçlayabilir. Yine de iyilik yapın!
Başarılıysanız, sahte arkadaşlar ve gerçek düşmanlar edinebilirsiniz. Yine de başarılı olun!
Bugün yaptığınız iyilik yarın unutulacaktır. Siz yine de iyilik yapın!
Dürüstlük ve açık sözlülük sizi kırılgan yapabilir. Yine de siz dürüst ve açık sözlü olun.
En büyükler, “büyük düşünen kadın ve erkekler”, en küçükler “küçük düşünen kadın ve erkekler” tarafından alaşağı edilebilirler. Yine de siz büyük düşünün!
İnsanlar güçsüz insanları tercih eder, ama yalnız güçlüleri izlerler. Siz yine de gerektiğinde birkaç güçsüz adına savaşın.
İnşa etmeye yıllarınızı verdiğiniz bir şey bir gecede yıkılabilir. Yine de inşa edin!
Yardıma ihtiyacı olan insanlara yardım ettiğinizde, onların saldırısına maruz kalabilirsiniz. Siz yine de yardım edin!
Dünyayı daha iyi bir yer yapmak için elinizden geleni yaptığınızda, tekmeyi yiyebilirsiniz. Siz yine de dünya için elinizden geleni yapın!
Kenneth M. Keith
İyilik yaparsanız insanlar sizi bencillikle, gizli amaçlara sahip olmakla suçlayabilir. Yine de iyilik yapın!
Başarılıysanız, sahte arkadaşlar ve gerçek düşmanlar edinebilirsiniz. Yine de başarılı olun!
Bugün yaptığınız iyilik yarın unutulacaktır. Siz yine de iyilik yapın!
Dürüstlük ve açık sözlülük sizi kırılgan yapabilir. Yine de siz dürüst ve açık sözlü olun.
En büyükler, “büyük düşünen kadın ve erkekler”, en küçükler “küçük düşünen kadın ve erkekler” tarafından alaşağı edilebilirler. Yine de siz büyük düşünün!
İnsanlar güçsüz insanları tercih eder, ama yalnız güçlüleri izlerler. Siz yine de gerektiğinde birkaç güçsüz adına savaşın.
İnşa etmeye yıllarınızı verdiğiniz bir şey bir gecede yıkılabilir. Yine de inşa edin!
Yardıma ihtiyacı olan insanlara yardım ettiğinizde, onların saldırısına maruz kalabilirsiniz. Siz yine de yardım edin!
Dünyayı daha iyi bir yer yapmak için elinizden geleni yaptığınızda, tekmeyi yiyebilirsiniz. Siz yine de dünya için elinizden geleni yapın!
Kenneth M. Keith
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)