19 Şubat 2012

Okuma Alışkanlığı Üzerine

Okulda çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmak, üzerinde en çok durduğum konulardan biri. Baştan söyleyeyim, çok zorlanıyorum. Bunun birkaç nedeni var. Her şeyden önce ailelerde "iş yok". Çoğunun evinde tek bir kitap yok. Hal böyle olunca çocuklar da kitapları sadece okulda lazım olan birer "eşya" olarak biliyorlar.

Problem sadece ailelerde mi? Öğretmenlerin çoğunda da "iş yok". Bizzat şahit olmasam bu kadar rahat konuşur muyum; koca bir yıl boyunca iki kitap okuduğu için kendini "çok okuyan" olarak lanse eden nice öğretmenler var, kaldı ki onlar yine iyi, en azından yılda iki kitap okumayı becerebiliyorlar, tek bir kitap okumayan öğretmenler var, hem de "sürüyle". Okuduğum eğitim (!) fakültesinde koca dört yılı, zorunlu ders kitapları hariç bir tek satır okumadan bitirip öğretmenlik diploması alan nicelerini gördüm. Her biri Anadolu'nun bir köşesine gidip öğretmenlik yapıyor. Şimdi biz kalkıp böyle yetişen bir öğretmen neslinden okumayı seven nesiller yetiştirmelerini nasıl bekleyebiliriz?

Okumayı sevdirmek yolunda televizyon da işimizi fazlasıyla zora sokan faktörlerden biri. O yetmiyormuş gibi şimdi bir de internet çıktı. Sen gel de çocuğa bu ikisi dururken hayatı okuyarak, kitaplardan öğrenmesini salık ver. Gerçekten zor. Dedim ya, çoğu, kitapları sadece okul sıralarında lazım olan birer eşya olarak görüyorlar, ödevlerini de zaten artık internetten kopyalayıp yapıştırıyorlar. Böyle olunca kitaplara ne gerek kalıyor ki? Hem çocuk büyüklerini örnek alır; evde ana-baba okumuyor, okulda öğretmenler okumuyorsa kendisi neden okusun o zaman?

Bizim eğitim-öğretim düzenimizin temel problemlerinden biri, neyi niçin, neyi nasıl öğreteceğini bir türlü öğrenememiş olmasıdır. Örneğin çocuğa yaşam boyu okumanın niçin gerekli ve önemli olduğunu bir türlü öğretemiyoruz. Öğretmenlere üniversitelerde öğretilmiyor ki onlar da okulda çocuklara öğretsinler. Bu örneğin en çok geçerli olduğu konu yabancı dil olsa gerek. Öğrencilerin neredeyse tamamına bir yabancı dilin neden gerekli olduğu öğretilemediği gibi yabancı dilin nasıl öğretileceği de öğrenilemedi gitti. Düşünün, bazı gramer konularını öğrenciler kendi ana dillerinde bile bilmiyorken kalkıp İngilizcelerini öğretmeye çalışıyorsunuz. Hem Türkiye'deki İngilizce müfredatlarına bakarsanız, sanırsınız tekmil nüfusumuzu Oxford, Cambridge, Columbia üniversitelerine profesör olarak yetiştirmeye çalışıyoruz. Nedir, alt tarafı çocuklara bir yabancı dilde gündelik konuşmalar yapabilmelerini sağlayacaksınız. Ama nerede... Yabancı dilin baştan sona bütün kurallarını öğretmeye kalkıyoruz, sonuç: elde var sıfır. Yıllarca dersini gördüğü yabancı dilde adını bile söyleyemiyor çocuk.

Bir başka handikabımız matematik. Başka bir ülkede "matematik fobisi" sözlüklere girmiş midir, cidden merak ediyorum.

"Peki, iyi güzel de okumak neden bu kadar önemli, çocuklar ille de çok okuyarak mı hayata hazırlanmalılar," diye sorabilirsiniz. Evet, okumanın ne işe yaradığına dair somut hiçbir veri yok elimde. Size, falankes çok okudu başı göğe erdi, diye bir örnek veremem. Gelgelelim okumanın sihirli bir değnek olduğu da su götürmez. Bir tılsımı var bu işin, bunu inkâr edebilir misiniz? Baksanıza kalkınmış toplumların tümü okuyan toplumlar. Sizce Bangladeş'te mi daha çok okunuyor yoksa Japonya'da mı? Suriye'de mi daha çok okunuyor yoksa Hollanda'da mı?

Çuvaldızı başkasına batırmadan önce iğneyi kendimize batırmak zorundayız. Her yerde Amerika'nın bizi parmağında oynattığını, Avrupa'nın bizi bilmem ne ettiğini söyleyip duruyoruz. Sen kalkınmadıktan, gelişmedikten sonra zaten bir parmakta oynatılmaya mahkumsun. Doğanın kanunu bu. Kalkınma, gelişme dediğin de ancak okuyarak elde edilir. Haksız mıyım?

15 Şubat 2012

Yağmur Yağmur

Yağmur, yağmur… Bu neyi anlatır?
Bunca siste bunca ıslak serçe
Hüznü bir köşesinden tutup kaldırmıştır

Yağmur, yağmur… Bu neyi anlatır?
Son yaz derlenmiş, son ateş sönmüş
Düz yollara inen son kaçkın, son eşkıya
Hüznü bir köşesinden tutup kaldırmıştır.

Yağmur, yağmur… Bu neyi anlatır?
Oyun biter, o kesin güz çizgileri
Sergi, bir de ölümle örselenmiş
Aklı bir köşesinden tutup kaldırmıştır.

Gülten Akın

5 Şubat 2012

Suçluların İkilemi

Ayrı ayrı hücrelere alınmış iki suçlu, birbirlerini ele vermek veya vermemek gibi iki seçenekle karşı karşıyadır. Eğer onlardan biri suçunu itiraf eder ve diğerini mahkum etmek için gerekli kanıtları sağlarsa, cezalandırılmadan serbest bırakılacaktır ve bütün suç ortağının üzerine kalacak ve ortağı 10 yıl hapse mahkum olacaktır. Eğer iki suçlu da suçu itiraf ederlerse altışar yıl hapis yatacaklardır. Eğer ikisi birden itiraf etmeyi reddederlerse, ufak bir mahkumiyet alacaklar ve birer yıla mahkum olacaklardır.
(...)

Ya onlardan biri siz olsaydınız, ne yapardınız?

26 Ocak 2012

Solgun Bir Gül Dokununca

Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor dokununca.

Ya büyük şehirlerin birinde
Geziniyor kalabalık duraklarda
Ya yurdun uzak bir yerinde
Kahve, otel köşesinde
Nereye gitse bu akşam vakti
Ellerini ceplerine sokuyor
Sigaralar, kâğıtlar
Arasından kayıyor usulca
Eğilip alıyorum, kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.

Ya da yalnız bir kızın
Sildiği dudak boyasında
Eşiğinde yine yorgun gecenin
Başını yastıklara koyunca.

Kimi de gün ortası yanıma sokuluyor
En çok güz ayları ve yağmur yağınca
Alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda.
Uzanıp alıyorum, kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.

Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda
Akşamlara gerili ağlarla takılıyor
Yaralı hayvanlar gibi soluyor
Bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor
Yollar, ya da anılar boyunca.

Alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece
Kımıldıyor karanlıkta ne zaman dokunsam
Solgun bir gül oluyor dokununca.

Behçet Necatigil

25 Ocak 2012

Sen "de" mi Brütüs!

© Yiğit Özgür
Şu karikatüre bakar mısınız! İlköğretim ve lisede mutlaka Türkçe kitaplarına alınmalı. Alınmalı ki çocuklar bağlaç olan de ile ek olan de'yi birbirinden ayırmayı öğrenebilsinler.

Bıçağını arayan Sezar Brütüs'e sorar: "Bıçağım sende mi Brütüs?". Bu bulunma hal eki olan ve her zaman bitişik yazılan de'dir.

Sen de mi [diğerleri gibi beni sırtımdan vuruyorsun] Brütüs! Bu ise bağlaç olan ve her zaman ayrı yazılan de'dir. Bu kadar basit.


23 Ocak 2012

Başımın Üstünde Yeriniz Var!

Şu bildiğiniz Özgürlük Heykeli. Başının üstünde tutsak insanlar. Paradoksun böylesi! Çizenin hayal gücüne şapka çıkarmamak elde mi?

© Kürşat Zaman

21 Ocak 2012

2011'in Dökümü: Mart-Nisan

Mart ayına da hastanede giriyorum. Oldukça sıkıntı verici. Yapacak bir şey yok. Okunacak kitap da yok. Hastanenin odalarında TV var ama bizimkinde yok. Pek de küçük bir yer. Asker Hastanesi tamiratta olduğu için Devlet Hastanesinin küçük bir binasını oraya tahsis etmişler, yatan hastalar için. Tek faaliyetim pencereden dışarıyı seyretmek. Hapislikten bir farkı yok. Bir an önce yüzümün iyileşmesini bekliyorum. Günlük münlük de yazıyorum ama hep değil. Porsuk Çayı ağır aheste akıp gidiyor.

Martın başlarında taburcu oluyorum. Doktor artık yüzümün kendiliğinden iyileşeceğini söylüyor. İlaç falan yok yani. Zaten yüz felcinde pek ilaçlı tedavi de yok. Kortizonlu ilaçlar veriyorlar ilk günlerde o kadar. Onlar da sağlığa olabildiğince zararlı.

Yine bölüğüme, işimin başına dönüyorum. Yüzümde ilk günlere nazaran bir iyileşme var ama daha istenen şeklini almasına çok var. Askerliğin bitmesine de altmış-yetmiş gün var.

Rutin geçen mart ayının sonunda tekrar gidiyorum hastaneye. Kontrol adı altında gidiyorum ama pek umudum yok. Zira doktor diyeceğini dediydi önceden. Birbirimize bakıp duruyoruz. Hayatımda ilginç insan görmüştüm de böyle ilginç doktor görmemiştim. Git diyecek ama diyemiyor. Bakıyor ben ısrarcıyım, tekrar yatırmaya karar veriyor. Kısacası nisan ayına da hastanede yatarak giriyorum.

Allah'tan günler çabuk geçiyor. Hepsi birbirinin aynı ama. Mekan aynı olunca günler birbirine karışıyor, onları ayırt etmek zorlaşıyor.

Bu ikinci yatışımda ha bire odam değişiyor. Hoşuma da gidiyor hani, hep aynı odada kalmak sıkıntıyı katlamaktan başka neye yarar ki bir hastanede? Bazen alt kata düşüyorum ki sormayın, odalar basık, kasvetli. Üst kattakiler daha ferah; en azından pencereden daha fazla ışık giriyor ve de dışarıyı seyredebiliyorsun.

Gazete ne büyük nimet! Dedim ya, hapislikten farkı yok buranın, dışarı çıkmak yasak, böyle bir durumda günlük gazete bulmuşsun az mı? Önceki yatışımda bazen yattığımız binadan hastaneye kontrol için gidenler oluyordu, aldırtıyorduk. Allah'tan bu gelişimde kantin açılmış buraya, geçen sefer her akşam bir iki asker odaları dolaşır, bir şey isteyip istemediğinizi sorar, bir saat kadar sonra da getirirdi. Kantinin burada, elimizin altında olması da ayrı bir nimet. Üstelik de dünyalar tatlısı, hanım hanımcık bir abla bakıyor buraya. Gazete istediğimizde de getiriveriyor hemen. Ben de ikide birde inip çay-kahve alıyorum. Sohbet de ediyoruz o hanımefendiyle. Bir gün bana bir mendil veriyor, ölen bir yakının (teyzesiydi galiba) sandığından çıkmış eşyaları böyle dağıtıyorlarmış. Allah rahmet eylesin!

Hanım hanımcık demişken bizim Nevin Hemşireden de bahsetmem gerek. Nöroloji bölümünün iki hemşiresi var, biri o, biri de genç Gülay Hemşire. Geçen sefer dönüşümlü olarak her gün biri burada, yattığımız binada, biri de hastane binasında olurdu, bu kez neredeyse hep Nevin Hemşire burada duruyor. O kadar içli dışlı olduk ki Nevin Abla diye hitap ediyoruz. Bir gün odamın tekrar değişeceğini bildirmek için geliyor yine. Nöroloji servisine saralı bir hasta gelmiş. Diyarbakır Hazrolu. Çocukcağız tek kelime Türkçe bilmiyor. Nevin Abla da beni onun yattığı odaya alıyor. İletişim benim üzerimden sağlanacak böylece. Bu öyle biriydi ki, şimdiye kadar böyle sabırsız bir insan görmediğim gibi, bundan sonraki hayatımda da göreceğimi kesinlikle sanmıyorum. Abartmıyorum, taburcu olup gidene kadar günde 100 kereden fazla "Hoca, sabredemiyorum!" dedi durdu. Bir de Kürtçe bir türkünün sözlerini değiştirmiş, daha doğrusu tek bir cümleye indirgemiş, sabredemiyorum anlamında, Sebra mi nayê, sebra mi nayêêê, diye neredeyse 24 saat mırıldanıp duruyordu.

Bu yeni odam normalde de nörolojiye ait. Bu binanın da en iyi odası, zira köşede yer alıyor ve iki penceresi var, bir de geniş. Oda nöroloji servisinin olduğu için her yatağın karşısında bir kamera var. Sara gibi bazı hastalıkları olanların bayılma vb. durumlarda kayıt altına alınmaları için. İnsan 24 saat gözetlendiğini bildiğinde epey rahatsız olur değil mi? Ne var ki biz odada yatanların umurunda bile değil bu durum. Nedenini bilmiyorum. Galiba bunun açıktan açığa yapılıyor olmasından. Yani işin içinde Orwell'lık bir büyük birader dümeni yok da ondan. Zaten daha sonra bu kameraların henüz bilgisayarlara bağlı olmadığı da ortaya çıktıydı.

Nisanın da sonlarına yaklaşıyoruz. Askerlik bitti sayılır. Bir aydan daha az kaldı. Hastane odasında askerliği bitirmek ne büyük talihsizlik. Daha önce de demiştim, böyle hastanelerde yatacağımı bilsem, 40 yaşına kadar da beklemem gerekse şimdi gelmezdim askere.

Nihayet askerliği bitirmeme yirmi gün kadar kala taburcu oluyorum. Bölüğümü, arkadaşlarımı çok özlemişim. Beni her gören yüzümün geçen seferkine nazaran daha iyi olduğunu söylüyor. E, o kadar da olsun, hastanede öldük bittik sıkıntıdan!

Bölük komutanı kalan son günlerimi kütüphanede geçirmemi söylüyor. Meğer bizim kütüphanede görevli arkadaşımız Şevki kütüphanedeki ceberut sivil memura daha fazla dayanamamış, komutan da onu başka yere almış. Anlayacağınız son günlerimi kütüphaneci olarak geçireceğim. Her işte bir hayır vardır derler de ne güzel derler. Buraya yeni geldiğimizde kütüphaneci olmaya can atıyordum. İyi ki olmamışım. Hayatında değil tek bir kitap, tek bir sayfa bile okumadan kütüphane memuru olmuş bir kişiyle aynı yerde çalışmaktansa en sevmediğim işi yapmaya razıyım. E, artık yirmi gün idare edeceğiz ne yapalım.

Nisan 2011'i de böylece bitirmiş oluyorum.

Diğer 2011'in Dökümü yazıları

12 Ocak 2012

2011'in Dökümü: En çok Kıvanç okundu

Hayatımda tanıdığım en renkli insanlardan biri olan askerlik arkadaşım Kıvanç'la ilgili yazdığım Kıvanç diye imam olur mu? başlıklı askerlik anım 2011'in en çok okunan yazısı oldu. Yazıyı okumak için Kıvanç'ın fotoğrafının üzerine tıklayınız.




3 Ocak 2012

7 Milyar Kişiyiz

Bildiğiniz gibi bir iki ay önce dünya nüfusu 7 milyarı geçti. Peki, siz bu 7 milyarın içinde kaçıncısınız, merak ediyor musunuz? BBC üşenmemiş, bunu hesaplayabileceğiniz bir program hazırlamış. Üstelik de bildiğiniz internet oyuncaklarından değil bu, BM'nin resmi rakamlarından faydalanılmış.

Bendeniz, aşağıdaki grafikte de görüyorsunuz, dört milyar altı yüz yetmiş milyon yirmi dört bin altı yüz seksen yedinci kişiyim. Tarihin başlangıcından beri de benden önce yetmiş dokuz milyar üç yüz seksen sekiz milyon altı yüz yedi bin yedi yüz altmış dokuz kişi yaşamış. İlginç değil mi?

Siz de kaçıncı olduğunuzu merak ediyorsanız buyurun buradan hesaplayın.

1 Ocak 2012

2011'in Dökümü: Şubat

Şubat 2011 hayatımın en berbat şubatı oldu. Hani sık sık karşınıza çıkar ya, daha önce ciddi bir rahatsızlık geçirdiniz mi, diye. Benim o tarihe kadar bu soruya cevabım hayır'dı. Şubatın başlarında geçirdiğim yüz felci bana ziyadesiyle rahatsızlık verdi. Artık şans mı dersiniz kader mi, bu yüz felci denen hastalık yirmi günde de geçebiliyor bir yılda da. Benimki aylar aldı. Neredeyse bir yıl olacak ve hâlâ hissediyorum etkilerini.

O günlerde hep söylediğim bir şeyi hâlâ tekrarlayıp duruyorum. Başıma bunun geleceğini bilsem asla askere gitmez, erteletebildiğim kadar erteletirdim. Gerekirse 40 yaşında gider bundan da gocunmazdım.

Sadece yüz felci olmakla kalsam iyiydi. Eskişehir Asker Hastanesine gittim. Nöroloji doktoru normalde bir binbaşı ama hasta bakmıyor. Onun yerinde genç, toy mu toy bir asteğmen var. Büyük ihtimal fakülteyi bitirir bitirmez askere gelmiş. Hiçbir şeyden anlamıyor. İşin kötü tarafı çok iyi biri. Hem de ziyadesiyle iyi. Ne yapacağını bilmediği için beni kulak-burun-boğazcı yüzbaşıya gösteriyor. Yazacağı ilaçları ve kullanım şekillerini de bu yüzbaşı söylüyor. Bizim asteğmen biraz da çekingen, bana bir hafta istirahat yazıyor ama yüzbaşıya söyleme, diyor.

Çıkıp geliyorum. Bir hafta yatacağım. İlaçlarımın gelmesi iki üç gün gecikiyor. Gündüzleri herkes işinin başında, genelde yalnızım koğuşta. Boyuna kitap, gazete okuyorum. Bir an önce iyileşmek için dua ediyorum. Ne kadar zormuş böyle yaşamak Allahım!

Bir hafta yatıyorum. Sonra tekrar pastanedeki işime devam ediyorum. Birkaç gün sonra da kontrole gidiyorum. Ali asteğmenin hiç gönlü yok ama, hastanede yatmam gerektiğine karar veriyor. Dedim ya, çekingen biri, hiç inisiyatif alamıyor. Hayatımda ilk defa bir hastanede yatıyorum. Alt tarafı askere geldim, daha şimdiden başıma gelmeyen kalmadı. Velhasıl, şubat ayı da hastanede yatarak geçiyor.

Yeni yılınız gönlünüzce olsun!

by Lina Itskovitch

31 Aralık 2011

2011'in Dökümü: Ocak

Usta birliğine gideceğimiz yerler günler öncesinden belli. Ben Eskişehir'e gideceğim. Hep orada yaşamak istemiştim. Gitmek bile nasip olmamıştı ama. Demek askerde gitmek varmış.

Acemi eğitimimizin son haftası yemin töreni telaşesiyle çabucak geçiveriyor. Ben dağıtım iznine gitmiyorum. Doğrudan usta birliğime gideceğim. Nihayet 7 Ocak günü geliyor. Yemin töreni yapılıyor ve artık bizi Eskişehir'e götürecek otobüsleri beklemeye koyuluyoruz.

Otobüsler geliyor. Biniyoruz. Bir saat sonra Eskişehir'deyiz. Nizamiyede biraz bekliyoruz, işlemlerimiz yapılıyor. Bir otobüs geliyor, bizi bölüğümüze götürüyor. Akşam olmak üzere. Kayıt yaptırıyoruz. 5. Koğuşa yerleşiyoruz. Acemi birliğinden sonra burası cennet gibi.

İlk günler oradan buraya gidip gelmekle geçiyor. Bir an önce görev yerlerimizin belli olmasını bekliyoruz. Oldukça sabırsızız. Ben kütüphaneci olmak istiyorum. İçimden devamlı bunun için dua ediyorum. Askerde bir işiniz yoksa vakit geçmek bilmez. Gün boyu oradan buraya gidip gidip geliyoruz. Gidecek pek yer de yok ya... Çarşıya çıkmayalı da epey oldu. Acemi birliğindeyken zaten çıkamıyorsunuz. Burada da Kütahya'dan dosyalarımızın gelmesi bekleniyor.

Nihayet görev yerlerimiz belli oluyor. Bölük komutanı daha önce bizi mülakata almıştı. Ben dört arkadaşla beraber sosyal tesislerde görevlendiriliyorum. Sosyal tesislerden sorumlu komutan da bizi farklı yerlere dağıtıyor. Ben de pastaneye kasiyer olarak düşüyorum. Askerliğimin geri kalanı böyle geçecek. Bundan sonra artık hepimiz işimize bakıp askerliğimizi bitirmeye bakacağız.

30 Aralık 2011

2011'in Dökümü: Yeni Bir Yıla Giriş

31 Aralık 2010 günü. Vakit öğleden sonra, akşama az var. 7. Bölük 400'e yakın mevcuduyla bölük binası önünde dizilmiş bekliyor. Çavuşlar yoklama moklama alıyorlar. Bölük komutanı gelecek. Normalde pek gelmez, yüzünü çok az görüyoruz. Yoklama merasiminin rutin işleri hallediliyor. Biraz sonra bölük komutanı üsteğmen Erhan geliyor. Kısa bir konuşma yapıyor. Havasını atmayı da ihmal etmiyor. "Biraz sonra Eskişehir'e gideceğim, yeni yıla eğlenerek gireceğim" falan filan... "Gönül isterdi ki sizi de götüreyim ama..." diye de bağlıyor. Eğlenin ama tozutmayın, anlamında uyarısını yapıp yeni yılımızı da kutlayıp gidiyor. Hepimizin içinde genel anlamda bir sevinç var. Hem yeni yıla hem de acemi eğitiminin son haftasına giriyor olmanın sevinci.

Akşam oluyor. Hepimiz koğuşlarımıza gidiyoruz. Gündüzden çerezler, cipsler, içecekler alınmış. Bazı arkadaşlar bu işle ilgileniyorlar. Koğuşlar, içlerinde fazladan ranzalar olduğu için epey dar. Ranzaları kenarlara çekip ortada yer açıyor ve yere battaniyeler seriyoruz. Herkes oturuyor. Fıkralar falan anlatılıyor. Çerezler yeniyor, kolalar, gazozlar içiliyor. Herkes yılbaşı havasına kapılmışken benim aklımdan bir hinlik yapmak geçiyor. Tam banyo yapılacak vakit. Neden mi? Çünkü acemi birliklerinde öyle her istediğinizde yıkanamıyorsunuz. Haftada bir yıkama imkânınız varsa ne âlâ. İçimden, hazır kimsenin aklında banyoya gitmek yokken gidip şöyle doyasıya yıkanayım, diyorum. Normalde banyoda beş on dakika ancak kalabiliyorsunuz, siz duştayken de sırada bekleyenler ha bire sıranın kendilerine gelmesi için seslenirler. Kısacası acemi birliğindeyseniz banyo yapmanız hiç de kolay değil.

Özetle, arkadaşlarımı koğuşta eğlencelerine bırakıp havlumu alıyor ve aşağı iniyorum. Banyoda bir iki kişi var. Doyasıya yıkanıyorum. Yeni yıla tertemiz girme şansım oluyor böylece.

Koğuşta eğlence biraz daha devam ediyor. Sonra toparlanıyoruz haliyle. Ranzaları yerine çekiyoruz. Yatağıma çıkıyorum. Başımı yastığa koyuyorum. Böylece 2010 yılı da bitiriyor. Giden ömrümüzden gidiyor.

16 Aralık 2011

Döneceğim

Dağıtır saçlarını ve yalvarıp uzaktan
Mavi bir iklim gibi çağırır beni sesin,
Tertemiz göklerinde dal dal erguvan açan
Rüyalarıma ışık ve özlem serpmektesin.

Bir mayıs sabahını yaşayacak böcekler
Çılgın karanfillerle dolacak yeşil saksın,
Ve sen bir fidan gibi yeşermiş olacaksın,
Serin, çakıl yollarda kuşlar birikecekler.

Melih Cevdet Anday
Sayfa başına git