— Bir oğlum var, görmelisin... dedi.
— Allah bağışlasın... dedim.
İkimiz bir yerde çalıştığımızdan günde biriki kez karşılaşıyorduk. Beni her görüşünde oğlunu övüyordu:
— Zekâ tulumu... Öyle bir çocuk işte. Afacaaaan...
— Maşallah...
— Hepimize kan kusturuyor.
— Allah bağışlasın...
Anaların, babaların çocuklarını övmekteki enayiliklerini, kendim de dört çocuk babası olduğumdan, çok iyi bilirim. Böyleyken, yine de Cacık Cavit'in oğlunu merak etmeye başlamıştım. Beni her görüşünde evine çağırıyordu.
Bir cumartesi öğleden sonra Cacık Cavit'in evine gittim. Kapı açılır açılmaz, merdivenden paldır küldür bişey yuvarlanmaya başladı. Yuvarlanan o şey, takla ata ata taa ayaklarımın dibine kadar geldi, düştü. Düşmesiyle birlikte ok gibi fırlaması bir oldu. Karşımda eciş bücüş bişey vardı. İnsan desem insan değil, hayvan desem hayvan değil...
Cavit,
— İşte oğlum, dedi, nasıl?
— Maşallah...
Beni salona aldı. Karısıyla, kaynanasıyla, baldızıyla tanıştım. Hep birlikte salonda oturuyorduk. Ben elimde çay bardağını tutuyordum. Bardağın üstüne bişey düştü. Sıcak çay üstüme dökülünce, ben can acısıyla bağırırken bu kez kafama bişey geçti. Ne olduğumu, neye uğradığımı anlayamadım. Kafamı kurtarmaya çalışırken bir kovalamaca oldu. Cavit ve bütün ailesi, oğlanı kovalıyorlardı. Oğlan şaşırtmaca verip, bir o yana, bir bu yana zikzak yaptığından kendisini kovalayanlar birbirine çarpıp yerlere yuvarlanıyorlardı. Salon birden karıştı. Herkes birbirine girdi, öyle ki, çocuğu tutmak için kovalayan dört kişi, konuşmalarından, gözüme on dört kişi gibi göründü. Bu karışıklık sırasında, ben kendimi koruyabilmek için kapı kanadının arkasına sığındım. Çünkü çocuk, kendisini kovalayanlardan kurtulmak için, hem kaçıyor, hem de biyandan eline ne geçerse arkasındakilere fırlatıyordu. Babası, annesi, haminnesi, teyzesi oğlanı bir köşeye sıkıştırdılar. Çocuk, en yakınındaki teyzesinin suratına bir tırmık atıp, bir maymun, evet, tıpkı bir maymun çevikliğiyle gardırobun tepesine sıçradı. Orada ne varsa düşmanlarının üstüne yağdırmaya başladı. Artık gardırobun üstünde atacak cephane kalmayınca annesi,
— İn oğlum aşağı, dedi, bak misafir amca gelmiş. Sonra seni ayıplayacak. Ne yaramaz çocuk, diyecek.
Çocuk buna karşılık olarak annesini tükürük yağmuruna tuttu. Babası büsbütün kızdı:
— İn ulan aşağı! diye bağırdı.
Çocuk, babasına da karşılık vermekte gecikmedi. Önce,
— Sensin... dedi. Ondan sonra silahını kullandı, babasının üstüne doğru işemeye başladı.
Cacık Cavit de,
— İyi ya otur orda... dedi.
Kadın bana,
— Affedersiniz, kusura bakmayın... Çok yaramaz sağolsun, baş edemiyoruz... dedi.
Yeniden yerlerimize oturduk. Ben mendilimle pantalonuma dökülen çayları siliyordum. Sıcak çaydan bacağım yanmıştı. Cacık Cavit bana keyifli keyifli göz kırptı:
— Nasıl? Dediğim kadar var mı?
— Fazlası var, eksiği yok... Kaç yaşında?
— Daha altısını bitirmedi.
— Allah kolaylık versin.
Yangözle gardırobun üstüne tüneyen çocuğa bakıyordum. Başı, tıpkı tüylü köpeklerin başına benziyordu. Saçlar, yüzünü kapadığından gözleri hiç görünmüyordu. Oturduğumuz salonun pencere camları, mermi geçmiş gibi, yer yer delikti. Tavanda asılı beş kollu avizenin yalnız bir kolunda cam kavanoz ve lamba kalmıştı. Öbür kollar çıplak demirdi. Kapıların hiçbirinde tokmak yoktu. Bütün bunların oğlanın işi olduğu belliydi.
Cavit,
— Birader, dedi, böyle bir çocuk, görülmüş şey değil. Şimdiye kadar, inanır mısın, hiç ağlamadı.
Kaynanası da onu onayladı:
— Maşallah hiç ağlamaz... Dün ne oldu, biliyor musunuz? Sen buzdolabının arkasına keserin sapını sok. Oynaya oynaya buzdolabını devir. Bir de gittim, buzdolabı üstüne devrilmiş, altında yatıyor. Gık demiyor efendim. Alnından da şakır şakır kanlar akıyordu. Kapıcıyı çağırdık da, buzdolabının altından zor çıkardık.
Cacık Cavit,
— Bu çocuğu ne yapsak bilmem ki... dedi, acaba asker mi yapsak?
Çocuğun annesi,
— Herkes şaşıyor, dedi, ağlamayan çocuk hiç görülmemiş. Beyefendi, geçen gün kediyi evin içinde belki bir saat kovaladı. Zaten kedi onu gördü mü kaçıyor. Kovaladı, kovaladı. Kedi en sonunda balkondan bahçeye kendini attı. Ne yapsa beğenirsiniz?
Kedinin arkasından o da balkondan bahçeye atlamaz mı?
İçimden gülmek geldi ama, zor kendimi tuttum. Çünkü balkonun bahçeden yüksekliği en az üç dört metre vardı.
— Biyerine bişey oldu mu? dedim.
— Olmuştur herhalde... Tutamadık ki anlayalım... Bikaç gün topalladı, sonra geçti.
Biz konuşup dururken, küt diye enseme bişey düştü. Enseme düşen şeyin ağırlığıyla, başım sehpaya çarptı. Çocuk, gardırobun üstünden enseme atlamış, bacaklarını boynumdan geçirip, ayaklarını sallayarak,
— Deeeeh!.. diye bağırıyordu.
Babası saldırıp tuttu. Çocuğa iki tokat salladı ki, tam yeniçeri şamarı. Ama oğlan, hiç oralı değil, sırıtıyor.
Doğrusu ben, çocuğu korkutmuyorlar, dövmüyorlar da ondan bu kadar yaramaz sanıyordum. Ama o iki tokattan sonra da oğlan yılışınca, pes dedim. Cacık Cavit, oğlanı iki bacağının arasına aldı yüzünü kapayan saçlarını kaldırdı... Alttan yumru yumru, patates gibi bir surat çıktı. Babası, oğlanın başındaki yumruk büyüklüğünde bir şişi gösterdi,
— Dün akşam kafasına vazoyu düşürdü de, başı böyle şişti, dedi.
Annesi,
— Vazonunki o değil, dedi, o şiş semaverin düştüğü yer... Hem de semaverin içinde kaynar su vardı.
Haminnesi,
— Semaverin şişi arkada, dedi, tepesindeki şiş merdivenden taşlığa düşünce oldu.
Oğlan babasının bacakları arasında çırpınıp duruyordu. Cacık Cavit karısına,
— Aman, tentürdiyot şişesini getir, yakalamışken şunun orasına burasına sürelim, dedi.
Kadın bir paket pamukla bir şişe tentürdiyot getirdi. Çocuğun, elbisesinin dışında görünen heryeri yara, bere, kan, sıyrık içindeydi. Cacık Cavit, pamuğu tentürdiyoda bulayıp bulayıp çocuğun heryerine sıvamaya başladı. Sıyrıkların, yaraların üstüne tentürdiyot sürdükçe, benim canım yanıyor gibi oluyor, ama çocuk suratını bile buruşturmuyordu.
Ben artık kendikendime çocuğun kafadan sakat, duyarlığını yitirmiş olduğuna inanmıştım. Kendibaşıma bir sakatlık gelmeden bir ayak önce oradan kurtulmak için, ayağa kalktım. Kapıdan çıkana kadar oğlan bikaç şey daha devirdi.
Giderken yarım ağızla,
— Bize de buyurun... dedim.
— Perşembe günü geliriz, dediler.
Az daha yüreğime inecekti. Eve gidince bizimkilerine,
— Aman, dedim, bu perşembe akşamı bize bir bela geliyor. Ortalıkta kırılacak, dökülecek bişey bulunmasın.
Ertesi gün de Cavit'e,
— Oğlanı da getirecek misin? diye sordum.
— Yok canım, dedi, hiç getirir miyim...
Getirmeyeceğine o kadar sevindim ki, o sevinçle,
— Aaaa... Olmaz, getir allasen... deyivermişim.
— Olmaz, dünyada getirmem. Evi yıkar.
Böyle dediği halde oğlunu da getirdi... Onu, banyoya kilitleyip, yola çıkmışlar. Oğlan da banyonun penceresinden, yağmur borusuna tutunup inmiş. Arkalarına düşmüş. Üstelik babasını taşlamaya başlamış.
Sokak kapısından içeri girer girmez, çocuğun ayağı kaydı, düştü. Ama bu çok önemsiz bir düşüştü. Değil onun gibi yedi canlı bir yaratık, en sünepe bir çocuk bile bu kadarcık düşmeye ağlamazdı. Ama annem,
— Ah evladım!.. diye çocuğun üzerine atılınca, çocuk şaşaladı.
Arkasından karım,
— Vah yavrum... Bişey oldu mu? Vah vah!.. Mutlaka incindi biyeri... diye bağırmaya başladı.
Ben de onlara katıldım:
— Gördün mü tersliği... Nasıl da düştün yavrum...
Hizmetçi çığlık çığlığa yetişti:
— Çıktı mı, kırıldı mı? Vah, vah, vah!.. Doktora mı gidelim, ne yapalım?
Evde konuğumuz bulunan iki kadın da çocuğun üzerine atıldılar. Kadınlar çığlık çığlığa çocukla uğraşıyorlardı.
Çocuk, bağrışıp çağrışan kadınlara bir zaman şaşkın şaşkın baktı. Sonra alt dudağı büküldü. Suratı ekşidi. Bir çığlıkla ağlamaya başladı. Ama ne ağlama... Bitürlü susmaz.
— Kendi düşen ağlamaz, diyoruz.
— Canım bişey olmadı... diyoruz.
Ne desek boş. Oğlan iki gözü iki çeşme, belki yarım saat ağladı. Olana bitene, annesi, babası da şaşırdı. Daha yeni susmuştu, su istedi. Hizmetçi suyu getirdi. Çocuk elinden su bardağını düşürdü. Ama bardak üstüne değil, yere düşüp kırılmıştı. Bizim evdeki kadınlar hep birden,
— Aaaa!.. diye bir bağırtı ile çocuğa yürüdüler.
— Bişey oldu mu yavrum?
— Biyerin acıdı mı evladım?
— Çabuk kolonya getirin...
Çocuğun yine dudakları büküldü, çenesi büzüldü, suratı ekşidi, bir ağlama daha tutturdu. Canı yandığından yada korktuğundan ağlamıyordu. Ama kadınlar öyle bir çığlıkla sözde ilgileniyorlardı ki, zavallı çocuk da bunca telaş karşısında ağlamak zorunda kalıyordu. Her ağlaması yarım saatten uzun sürüyordu. Bizim evden gidene kadar dört posta ağladı. Ama yaramazlık da yapmadı.
Şimdi Cacık Cavit'i gördükçe oğlunu soruyorum.
— Hiçbir yaramazlığı kalmadı ama, durmadan ağlıyor, diyor. Başka bir arkadaşa da,
— Oğlumun huyunu bozdular, diye bizden yakınmış.
Aziz Nesin, Adamı Zorla Deli Ederler.
Ne güzel oldu, biz de bu vesileyle okuduk onun satırlarını.
YanıtlaSilSöylediğin gibi güzel insan. Saygıyla ve sevgiyle anıyoruz O'nu, Allah rahmet etsin.
Selam Şenay. Pek çok kimsenin "okumalık," çerez niyetine kitaplar aradığı şu sıcak yaz günlerinde aslında okunacak en iyi kitaplardır Aziz Nesin'inkiler. Son derece akıcı, bilgilendirici, gülümsetici, düşündürücü.
Silzekasıyla hep öne çıkmıştır Azız Nesin ne güzel olmuş postun:)
YanıtlaSilEvet, öyleydi. Toprağı bol olsun.
SilAziz Nesin'i cok seviyorum. Muthis bir yazar, yazik ki yanlis memlekette yasadi.
YanıtlaSilMerhaba ayca. Ben de çok seviyorum. Aslında doğru memlekette yaşadı. Ne bileyim, İsviçre'de Aziz Nesinlere daha az ihtiyaç duyuluyordur muhtemelen. Burada yaşamasa onu tanımazdık belki. :)
Sil