Kimse, Ferit Edgü. |
31 Ocak 2015
29 Ocak 2015
Adımız miskindir bizim
İki tane efendi var. Biri Büyük Efendi, adı da hep böyle büyük harfle başlar, biri de biziz. Biz; yani hepimiz. Hepimiz efendiyiz efendi olmasına, ama her birimiz kendimizin efendisiyiz. Kendimizin efendisi olmak da hiç efendi olmamak anlamına geliyor. Küçük Prens'te de işleniyordu ya bu fikir, yönetecek bir halkı olmayan bir kral aslında ne kadar kraldır filan. Kendimizin efendisi olmamızın yanında, bazı insanların diğer bazı insanlara efendilik ettiği de bir gerçek. Buradan bakınca da kendimize efendi olmak esasında en iyi efendilik değil midir? Sahiden de bu dünyada ne kimse senin efendin olsun, ne de sen kimsenin efendisi ol, bundan daha onurlu, daha kaliteli bir hayat var mı?
Ad önemlidir. Sandığımızdan da önemli. Adımız olmasa biz neyiz ki? Mahiyetini bilmiyorum ama filozofların derinlemesine bu ad konusuna eğildiğini biliyorum. Bir düşünün, ad bir bakımdan pek de önemi olmayan yüzeysel bir şeydir; misal, yazı yazdığımız gerecin adı olmasa da, yani kalem olmasa da kendisi vardır. Öz değildir ad. Kalemin özü, diyelim ağaç ve ortasındaki kömürümsü çubuktur. Bir adı olsa da olmasa da o vardır. Ne var ki, bir bakımdan da ad en önemli şeydir. Ad olmazsa öz yine olur olmasına, fakat adı olmayan özü ne yapayım? Masa olmasa, ağaç olmasa, şehir olmasa, insan olmasa biz bütün bu var olanlara ne diyeceğiz?
*
Yahu, ben ne yazacaktım da efendi diye söze girdim. Unuttum bak, iyi mi? Aklımda bir şeyler vardı, tam açtım yazmak için, bir yerlerden efendi çağrıştı, yazdım gördüğünüz gibi, sonra sözümü unuttum işte. Bu da gösteriyor ki zihnim bir çağrışım ormanına dönmüş.
*
İnsan yorgun olunca çay ne güzeldir, değil mi? Yok yok, bu çağrışım değil, şu an yanımda boş bir çay bardağı duruyor da, bu cümleyi bitirir bitirmez kalkıp tazeleyeceğim. Canımızın çay istiyor olması da bir tür çağrışım olabilir mi? Bir gün bir otobüste filan bu konularda çalışan bir psikoloji hocası neyim görürsem sorarım. (Cümle bitti, çay almaya gidiyoruz.)
*
Çayımızı alıp geldik. Şu an bir elle bu satırı yazarken, bir elle de çayımı içiyorum. Neden, çay almaya gidiyorum, değil de, çay almaya gidiyoruz, dedim? Çünkü orada da bir şeyler çağrıştı da ondan. Çağrışan şey bir kitap: Per Petterson adlı bir kardeşimizin, kendisi Norveçli olur, At Çalmaya Gidiyoruz adlı bir romanı var. Kitap hakkında tek bildiğim, Metis Yayınları'nca yayımlanmış olduğu. Başkaca ne fikrim var ne bilgim. Gelgelelim, iki yıl önce adını ilk duyuşumdan beri okumayı çok istiyorum. Neden mi? Adından ötürü. Evet efendim, ben bazı kitapları sırf adından, bazılarını kapağından, bazılarını da yazarından ötürü okumak isterim. Eskiden yadırgardım bu huyumu, sırf celp edici bir adı var diye okunmak istenir mi kitap? Sonraları cevabımı kendim verdim: Elbette istenir. Ad önemlidir. Sandığımızdan da önemli. Adımız olmasa biz neyiz ki? Mahiyetini bilmiyorum ama filozofların derinlemesine bu ad konusuna eğildiğini biliyorum. Bir düşünün, ad bir bakımdan pek de önemi olmayan yüzeysel bir şeydir; misal, yazı yazdığımız gerecin adı olmasa da, yani kalem olmasa da kendisi vardır. Öz değildir ad. Kalemin özü, diyelim ağaç ve ortasındaki kömürümsü çubuktur. Bir adı olsa da olmasa da o vardır. Ne var ki, bir bakımdan da ad en önemli şeydir. Ad olmazsa öz yine olur olmasına, fakat adı olmayan özü ne yapayım? Masa olmasa, ağaç olmasa, şehir olmasa, insan olmasa biz bütün bu var olanlara ne diyeceğiz?
*
Bazı kitaplar diyordum, adları bize çekici gelir ve onları okumak isteriz. Çünkü o adlar bize bir şeyler çağrıştırıyordur. Biz farkında olalım ya da olmayalım, herhangi bir kitabın adı bize sevdiğimiz ya da istediğimiz bir şeyler çağrıştırıyorsa onu okumak isteriz. Aynı şey bazen kitabın kapağı için geçerli olur. Bazen de sevdiğimiz, tuttuğumuz, kendisinden emin olduğumuz bir yazarın henüz okumamış olduğumuz bir kitabını sorgusuz sualsiz alıp okumak isteriz. Çünkü önceki kitaplarını referans kabul ederiz. Falan filan...
*
Pek çok yazar kitabına ad verirken kim bilir ne sıkıntılar çekiyordur. Kimileri belki etrafından öneri de soruyordur. Ben en çok büyük yazarların, kitaplarına ad verme süreçlerini merak ediyorum. Calvino'nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu'ya ad vermesiyle ilgili Cem Akaş bir şeyler yazmıştı, şurada, okuyunuz. Fakat öbür büyük yazarlar kitaplarına nasıl ad veriyorlar acaba? Bilemeyiz. Bir gün Yaşar Kemal'i görürsem sorarım.
*
Çay hâlâ güzeldir. Demlikte kalan son bardak daha da güzeldir.
*
Yahu, ben ne yazacaktım da unutuverdim? Hay Allah.
28 Ocak 2015
27 Ocak 2015
Yüzlerimiz
Bir Başka Yazı
"Ne tuhaf bir adam" dedi.
"İnsan, yüzüne bakınca yakında öleceğini anlıyor".
Gabriel Garcia Marquez
İnsan yüzleri kadar ilginç başka bir görüntü var mıdır yeryüzünde? Bu karmaşık dünyada hayalle gerçek arasında gidip gelip yaşarken gördüğümüz en soyut, belki de en değişken nesne insan yüzü değil midir? Dünya tarihini, bu bambaşka açıdan yazabilir ve muhtemelen oldukça değişik sonuçlar elde edebilirdik.
Yüzlerin ardında gizlenenlere ulaşmanın bir yolu var mıdır? Bu sorunun arkasındaki merak, Hurufileri insan yüzlerini çözmek için harflere başvurma yoluna itmişti. Yüzlerden kelam okuyabilmek Arap alfabesindeki kıvrak harflerin bir marifeti de sayılabilir elbette, ancak bize göre yüzlerdeki anlamları, o değişken ve belirsiz görüntüleri somut bir hale getirme çabası olarak da görülebilir. Oysa, Tanrı'nın suretleri olan bizler, tıpkı O'nun gibi bir bilinmezlik perdesi ardında kalmaya mahkumuz. Tıpkı Gabriel Garcia Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık romanının kahramanlarından Jose Arcadio Buendia'nın deneyip de başaramadığı gibi. Buendia, çevresindeki herşeyin fotoğrafını çekip üstüste basarak Tanrı'nın resmini elde edeceğine inanır ama sonuç koca bir sıfır.
Ya Borges'in Sheakespeare'ine ne demeli? "Ötekiler, hiç kimse olmadığımı fark etmesinler diye 'başka birisiymiş gibi yapma alışkanlığını" geliştiren ve tüm yaşamını tiyatro sahnelerinde geçiren Sheakespeare. Tarihler, ölmeden önce ya da sonra kendini Tanrı'nın huzurunda bulduğunu ve O'na şöyle dediğini yazar: "Boşu boşuna onca kişi olan ben, tek ve kendim olmak istiyorum." Tanrı'nın sesi bir girdaptan karşılık verdi ona: "Ben tek kişi değilim; senin eserlerini düşlemen gibi, ben de dünyayı düşledim, Sheakespeare kulum. Ve sen de düşümdeki suretlerden birisin; ve tıpkı benim gibi, hem herkes hem de hiç kimse olansın."
Hepimiz Tanrı'nın birer sûretiysek eğer, olay bambaşka bir havaya bürünüyor bu kez. Bir düşünün, M.Ö. 3000 yıllarından kalma bir Sümer heykeli, bir Rönesans resmi veya bir Ortaçağ köylüsünün yüzü ne denli benzer birbirine? Dünya belki binlerce kez değişmiş (bazıları bunu gelişme diye adlandırıyor). Yüzlerimizde ise aynı görüntüyü ikinci kez yakalamak mümkün değil. Sûretlerinin bu kadar çok değiştiği bir evrende yaratıcının, yani "aşkın" aynı kalıp kalmadığı önemli bir soru. Acaba Tanrımız o eski bildik Tanrı mı?
Herşeyin akıl almaz hızlarda değiştiği bugünün dünyası ise her türlü durağanlığı tamamen dışlamış durumda. Böyle olunca yüzlerimizdeki değişim hızı da farklı boyutlarda sürüyor. Buna bir de son birkaç onyılın marifeti olan "medya yoluyla imaj yaratma"yı da eklersek işin tadı iyice kaçıyor. Dünya her türlü hayal ve büyüden gitgide uzaklaşıyor.
Sahi, yükselen değerlerin dünyasında siz neler okuyorsunuz yüzlerde?
Sedef Erkman
Hayalet Gemi, Sayı 2 (Kasım 1992).
26 Ocak 2015
Dökülecekler!
1. Uç Doğu. Anadolu'yu anlatacaktır öğretmen. Haritayı asar.
2. Bütün sınıf korkmuştur; göller, ırmaklar dökülecekler!
Ece Ayhan
2. Bütün sınıf korkmuştur; göller, ırmaklar dökülecekler!
Ece Ayhan
25 Ocak 2015
Yol
24 Ocak 2015
23 Ocak 2015
Kendimi Kutsayış
İşin özü biraz daha başkaydı elbet. Her şeyden evvel, kutsal olduğuma inandırmıştım kendimi. Kimsecikler için değil ama, sırf kendim için kutsaldım ben, kendimin kutsalı. Buna iyiden iyiye kendimi inandırdıktan sonra elim ayağım, saçım başım, tırnağım dişim, içim dışım hep kutsal görünmeye başlamış, benim de haliyle onlara bakışım değişmişti. Artık sabahları kalkıp elimi yüzümü yıkadığımda mesela, daha bir özenle yıkıyordum. Parmaklarımla saçımı tarayışım bile değişmişti. Anlayacağınız kutsal bir beden taşıyordu şimdi ruhumu.
22 Ocak 2015
Köpeği yiyen kurtlar: Hayat tuhaf mı tuhaf
— Hocam, hani amcamın öldürdüğü o köpeğimiz var ya...
— Evet...
— İşte onu gece kurtlar gelip yediler.
— Öyle mi?
— Evet hocam. Beş taneydiler.
— Gördün mü kurtları?
— Ben görmedim ama babamlar görmüş.
— Neredeydi ki köpek?
— Bizim evin aşağısına atmıştık.
— İyi olmuş, hiç olmazsa bu kış günü zavallı kurtların karnı doymuş.
Kurtlara zavallı deyişim biraz tuhafına gitti ilkin. Sonra, benim hayvanlar ve doğayla ilgili onlara her zaman söylediklerim geldi aklına. Sustu, başka da bir şey demedi.
— Evet...
— İşte onu gece kurtlar gelip yediler.
— Öyle mi?
— Evet hocam. Beş taneydiler.
— Gördün mü kurtları?
— Ben görmedim ama babamlar görmüş.
— Neredeydi ki köpek?
— Bizim evin aşağısına atmıştık.
— İyi olmuş, hiç olmazsa bu kış günü zavallı kurtların karnı doymuş.
Kurtlara zavallı deyişim biraz tuhafına gitti ilkin. Sonra, benim hayvanlar ve doğayla ilgili onlara her zaman söylediklerim geldi aklına. Sustu, başka da bir şey demedi.
*
Tuhaf şeyler var şu hayatta, gerçekten tuhaf şeyler. Öldürülen bir köpek beş tane aç kurda yemek oluyor. Hayata kimin gözünden bakmalıyız acaba, köpeğin mi, kurtların mı? Ciddi bir soru bu. Fakat unutmamalıyız ki, kimin gözünden bakarsak bakalım, haklı olan kendisidir. Asıl tuhaflık da burada ya...
21 Ocak 2015
Kurdun Gözleri
Tilki kurdun yanına yanaştı:
— Hey gidi günler hey!..
— Hayırdır?
— Görecektin onu...
— Kimi?
— Neydi o öyle be!..
— Kim?
— Tuttuğunu oracıkta devirirdi...
— Tamam da kim?
— Onun gibi yiğit görmedim...
— Evet ama kim?
— Dağı taşı titretirdi...
— Kim yahu?!
— Kimseler kurtulamazdı elinden...
— Allah Allaaah!
— Şu tekmil dağların sahibiydi...
— Söylesene be, kim?
— Herkes korkardı ondan...
— Delirtecek misin beni yahu, kim?!
— Kokusunu alanın içini korku kaplardı...
— Bana bak!..
— Ayak izini gören yolunu değiştirirdi...
— Belanı mı arıyorsun lan sen?
— Kızma bana kardeşim, zamanında onu görsen sen de böyle methiyeler düzerdin...
— El insaf be birader, meraktan öldürecek misin beni?
— Vallahi dostum, ben ömrü hayatımda onun gibisini ne gördüm ne duydum...
— Söyle ulan söyle, kimm?!
— Kim olacak, senin rahmetli baban.
Kurt duraladı. Şaşırdı. Sonra yüzü yumuşadı. Sinirlenmekten kaynaklı hırıldayışları kesildi. Sertleşip dikleşmiş kuyruğunu indirdi. Tilkiye döndü:
— Demek babamı tanıyordun?
— Tabii ki tanıyordum...
— Ya?
— En iyi arkadaşımdı...
— Sahi mi?
— Elbette.
— Demek öyle bir yiğitti ha?
— Yiğit, hem de ne yiğit...
— Vay!..
— Bir keresinde altı tane köpeği kovalamıştı da şu gördüğün uçurumdan atlamıştı peşleri sıra...
— Yaa?!
— He ya.
Kurt bir şişindi, bir şişindi... "Eğer ben o yiğidin oğluysam," dedi tilkiye, "ben de onun gibi yiğit biriyim demektir." "Elbette öylesin," diye yanıtladı tilki de, "bana kalırsa sen babandan bile daha yiğitsin." Göğsü biraz daha kabaran kurt, "Öyle miyim?" diye sordu. "Gayet tabii, öylesin," dedi tilki, "bana inanmıyorsan bir dene." "Nasıl?" diye sordu kurt merakla. Tilkinin cevabı hazırdı: "Mesela sen de şu uçurumdan atlamayı deneyebilirsin. Bence sen bundan daha yükseğinden de atlarsın ya..." "Atlarım tabii," diye atıldı kurt. Ve yönünü ilerideki uçuruma çevirdi. Birkaç adım geriye gitti. Koşmaya başladı. Ardından bakan tilki onun hızına inanamadı. O anda kurdun uçtuğunu gördü. Kurt gözden kaybolunca da ağzının her iki yanından salyalar damladı yere.
— Ne yapacaksın?
Tilki, yağlı bakışlarını kurdun sönmekte olan gözlerine dikti:
— Bir zamanlar baban da böyle sormuştu.
— Hey gidi günler hey!..
— Hayırdır?
— Görecektin onu...
— Kimi?
— Neydi o öyle be!..
— Kim?
— Tuttuğunu oracıkta devirirdi...
— Tamam da kim?
— Onun gibi yiğit görmedim...
— Evet ama kim?
— Dağı taşı titretirdi...
— Kim yahu?!
— Kimseler kurtulamazdı elinden...
— Allah Allaaah!
— Şu tekmil dağların sahibiydi...
— Söylesene be, kim?
— Herkes korkardı ondan...
— Delirtecek misin beni yahu, kim?!
— Kokusunu alanın içini korku kaplardı...
— Bana bak!..
— Ayak izini gören yolunu değiştirirdi...
— Belanı mı arıyorsun lan sen?
— Kızma bana kardeşim, zamanında onu görsen sen de böyle methiyeler düzerdin...
— El insaf be birader, meraktan öldürecek misin beni?
— Vallahi dostum, ben ömrü hayatımda onun gibisini ne gördüm ne duydum...
— Söyle ulan söyle, kimm?!
— Kim olacak, senin rahmetli baban.
Kurt duraladı. Şaşırdı. Sonra yüzü yumuşadı. Sinirlenmekten kaynaklı hırıldayışları kesildi. Sertleşip dikleşmiş kuyruğunu indirdi. Tilkiye döndü:
— Demek babamı tanıyordun?
— Tabii ki tanıyordum...
— Ya?
— En iyi arkadaşımdı...
— Sahi mi?
— Elbette.
— Demek öyle bir yiğitti ha?
— Yiğit, hem de ne yiğit...
— Vay!..
— Bir keresinde altı tane köpeği kovalamıştı da şu gördüğün uçurumdan atlamıştı peşleri sıra...
— Yaa?!
— He ya.
Kurt bir şişindi, bir şişindi... "Eğer ben o yiğidin oğluysam," dedi tilkiye, "ben de onun gibi yiğit biriyim demektir." "Elbette öylesin," diye yanıtladı tilki de, "bana kalırsa sen babandan bile daha yiğitsin." Göğsü biraz daha kabaran kurt, "Öyle miyim?" diye sordu. "Gayet tabii, öylesin," dedi tilki, "bana inanmıyorsan bir dene." "Nasıl?" diye sordu kurt merakla. Tilkinin cevabı hazırdı: "Mesela sen de şu uçurumdan atlamayı deneyebilirsin. Bence sen bundan daha yükseğinden de atlarsın ya..." "Atlarım tabii," diye atıldı kurt. Ve yönünü ilerideki uçuruma çevirdi. Birkaç adım geriye gitti. Koşmaya başladı. Ardından bakan tilki onun hızına inanamadı. O anda kurdun uçtuğunu gördü. Kurt gözden kaybolunca da ağzının her iki yanından salyalar damladı yere.
*
Kayalıkların üstünde kanlar içinde yatan kurt, tilkinin geldiğini gördü. Tilki gelip ayaklarından birini kurdun göğsüne koyarak sırıttı. Olan biteni hâlâ anlayamamış olan kurt zorlukla konuşabildi:— Ne yapacaksın?
Tilki, yağlı bakışlarını kurdun sönmekte olan gözlerine dikti:
— Bir zamanlar baban da böyle sormuştu.
20 Ocak 2015
Ev alma komşu al, yanına da bir tencere al
Oturduğu apartmanın yöneticisi dün bizim arkadaşı arayıp yan dairenin kendilerinden şikâyetçi olduğunu bildirdi. Arkadaşım afalladı, "Nasıl yani," dedi, "şu an ben tek kalıyorum evde, gürültü yapmak gibi bir lüksüm yok?" Adam da, "Vallahi ben bilmiyorum hocam, bana iletileni size bildiriyorum," yollu bir şeyler söyledi. Telefonu kapattıktan sonra bize meseleyi bildirdi arkadaşım. Biz de tam muhasebesine girişecektik ki yeniden telefonu çaldı, bu kez arayan ev sahibiydi. "Hayda," dedi, "ev sahibine de haber vermişler." Telefonun sesini kısarak oraya koydu. "Üç yıldır bu adamın evindeyim, ilk kez arıyor, neye açacağım," diye de ekledi. Daha sonra da ne ev sahibi bir daha aradı, ne de bizimki ona geri döndü.
Şikâyetin olası nedenleri üzerinde konuşmaya başladık. İşin kötüsü, ortada şikâyet konusu olabilecek bir davranış görünmüyordu. Düşündük taşındık, şikâyetin olsa olsa gece geç saatte yapılan banyodan kaynaklanmış olduğu sonucunda birleştik. Fakat mesele sona ermedi. Arkadaşımız önce, "Bizim banyo galiba yan tarafın yatak odasına bitişik, su filan dökülünce muhtemelen ses gidip bunları rahatsız etmiştir, uyuyamamışlardır," dedi. Fakat ben hemen oradan atılıp itiraz ettim, "Banyo yatak odasına bitişik olmaz ki, banyo banyoya bitişik olur, çünkü banyoların pencere bacası bir," dedim. Evet, sık sık ziyaret ettiğim, hatta kendi evim bellediğim bu evde, yan tarafın banyosundan, hatta salonundan filan bağıran çocuk seslerini net olarak duymuşluğum vardır birkaç kez.
Bizim bu arkadaş bir başka arkadaşla beraber kalıyor bu evde. Geçenlerde bunlara bu yan dairedekiler yemek getirmiş. Bekâr oldukları için acıdıklarından mıdır nedir, sık sık getirirler zaten. Efendime söyleyeyim, arkadaşım yılbaşı tatilini fırsat bilip memlekete gidince, öbürünü tembih etmiş, "Komşunun tenceresini vermeyi unutma," demiş. Fakat o unutmuş. Tatilden dönünce arkadaş bakmış ki tencere hâlâ duruyor. Ben de geçen gün gelişimde gördüm, içindeki yemeği bile yememiş eleman, yemek bozulmuş haliyle, bizimki de alıp balkona koymuş. On gün, belki de daha fazla süre durunca tencere, ayıp olmasın diye, bari bir tatlı filan alıp öyle götüreyim, demiş. Ertesi gün almış tatlıyı, getirip eve koymuş, yemek yapıp yiyeyim, bu arada tencerelerini de yıkayayım da öyle götüreyim, diye düşünmüş. Düşünüş o düşünüş. Unutmuş. Sabah olunca farkına varmış tatlının, bayatlamıştır bu, götürülmez artık, ayıp olur, diyerek yeni bir tatlı almaya karar vermiş. O bayatladığını düşündüğü tatlıyı da götürür arkadaşlara ikram ederim, demiş. Arkadaşları biz oluyoruz tabii. Önceki sabah serviste açıp ayaküstü dağıttı bize. Biz de, kimimiz aç karına, sabah sabah yedik baklavaları. Artık bu işten kârlı mı çıktık, zararlı mı, onu size bırakıyorum.
Böyle böyle, bugün arkadaş, "Okuldan sonra hatırlat da tatlı alacağım," dedi. Okul bitti, köyden şehre döndük, oturduk çay may içtik, sonra tatlı alıp eve döndük. Hemen tencereyle tatlıyı alıp gitti, yan tarafın zilini çaldı. Elindekileri verip, "Kusura bakmayın, galiba bizden rahatsız olmuşsunuz," deyince kadın, "Yok estağfurullah, sizden yana bir rahatsızlığımız yok," demez mi. "Bir şikâyet olmuş galiba," diye sürdürdü bizimki. Kadın da, "Yok, biz kimseyi şikâyet etmedik," dedi gayet saygılı bir sesle. Karşılıklı teşekkürlerden sonra çıkıp geldi.
Neydi, ne değildi, vallahi ne ben bir şey anladım, ne de arkadaşım. İşin tuhaf yönü de neydi biliyor musunuz, şaşırmamıza rağmen ikimiz de meraklanmadık. Hani, en azından yöneticiyi arayıp bir daha sorabilirdik, kimdi bizi şikâyet eden, mesele neymiş filan?.. Yok, ikimiz de, "Amaaan, ne uğraşacaksın," modunda karşıladık durumu. Böyledir, bazen hiç meraklanmaz insan.
Şikâyetin olası nedenleri üzerinde konuşmaya başladık. İşin kötüsü, ortada şikâyet konusu olabilecek bir davranış görünmüyordu. Düşündük taşındık, şikâyetin olsa olsa gece geç saatte yapılan banyodan kaynaklanmış olduğu sonucunda birleştik. Fakat mesele sona ermedi. Arkadaşımız önce, "Bizim banyo galiba yan tarafın yatak odasına bitişik, su filan dökülünce muhtemelen ses gidip bunları rahatsız etmiştir, uyuyamamışlardır," dedi. Fakat ben hemen oradan atılıp itiraz ettim, "Banyo yatak odasına bitişik olmaz ki, banyo banyoya bitişik olur, çünkü banyoların pencere bacası bir," dedim. Evet, sık sık ziyaret ettiğim, hatta kendi evim bellediğim bu evde, yan tarafın banyosundan, hatta salonundan filan bağıran çocuk seslerini net olarak duymuşluğum vardır birkaç kez.
Bizim bu arkadaş bir başka arkadaşla beraber kalıyor bu evde. Geçenlerde bunlara bu yan dairedekiler yemek getirmiş. Bekâr oldukları için acıdıklarından mıdır nedir, sık sık getirirler zaten. Efendime söyleyeyim, arkadaşım yılbaşı tatilini fırsat bilip memlekete gidince, öbürünü tembih etmiş, "Komşunun tenceresini vermeyi unutma," demiş. Fakat o unutmuş. Tatilden dönünce arkadaş bakmış ki tencere hâlâ duruyor. Ben de geçen gün gelişimde gördüm, içindeki yemeği bile yememiş eleman, yemek bozulmuş haliyle, bizimki de alıp balkona koymuş. On gün, belki de daha fazla süre durunca tencere, ayıp olmasın diye, bari bir tatlı filan alıp öyle götüreyim, demiş. Ertesi gün almış tatlıyı, getirip eve koymuş, yemek yapıp yiyeyim, bu arada tencerelerini de yıkayayım da öyle götüreyim, diye düşünmüş. Düşünüş o düşünüş. Unutmuş. Sabah olunca farkına varmış tatlının, bayatlamıştır bu, götürülmez artık, ayıp olur, diyerek yeni bir tatlı almaya karar vermiş. O bayatladığını düşündüğü tatlıyı da götürür arkadaşlara ikram ederim, demiş. Arkadaşları biz oluyoruz tabii. Önceki sabah serviste açıp ayaküstü dağıttı bize. Biz de, kimimiz aç karına, sabah sabah yedik baklavaları. Artık bu işten kârlı mı çıktık, zararlı mı, onu size bırakıyorum.
Böyle böyle, bugün arkadaş, "Okuldan sonra hatırlat da tatlı alacağım," dedi. Okul bitti, köyden şehre döndük, oturduk çay may içtik, sonra tatlı alıp eve döndük. Hemen tencereyle tatlıyı alıp gitti, yan tarafın zilini çaldı. Elindekileri verip, "Kusura bakmayın, galiba bizden rahatsız olmuşsunuz," deyince kadın, "Yok estağfurullah, sizden yana bir rahatsızlığımız yok," demez mi. "Bir şikâyet olmuş galiba," diye sürdürdü bizimki. Kadın da, "Yok, biz kimseyi şikâyet etmedik," dedi gayet saygılı bir sesle. Karşılıklı teşekkürlerden sonra çıkıp geldi.
Neydi, ne değildi, vallahi ne ben bir şey anladım, ne de arkadaşım. İşin tuhaf yönü de neydi biliyor musunuz, şaşırmamıza rağmen ikimiz de meraklanmadık. Hani, en azından yöneticiyi arayıp bir daha sorabilirdik, kimdi bizi şikâyet eden, mesele neymiş filan?.. Yok, ikimiz de, "Amaaan, ne uğraşacaksın," modunda karşıladık durumu. Böyledir, bazen hiç meraklanmaz insan.
19 Ocak 2015
Aç köpek, ölü köpek
— Hocam, amcam dün köpeğimizi öldürdü.
— Neden oğlum?
— Onların tavuklarını yiyordu, ondan.
— İnsan bunun için köpeği öldürür mü yahu?
— Hem de tüfekle öldürdü.
— Yazık.
— Evet hocam, ben de çok üzüldüm.
— ...
(Yemek vermez aç bırakırsanız, ne yapsın hayvan, tavuğu tutup yiyecek tabii.)
Diyecektim.
Diyemedim.
(Değil mi; iki ayaklı olup da seve seve köpeklik yapanlara, başka iki ayaklıların önünde arkasında kuyruk sallayanlara, ağızlarının kenarından damlayan salyalarını şöööylece dillerini uzatarak yalayanlara hayat güzel mi güzelken hakiki köpeklerin işi hiç de kolay değil. Hayat bir ironiden ibaret.)
— Neden oğlum?
— Onların tavuklarını yiyordu, ondan.
— İnsan bunun için köpeği öldürür mü yahu?
— Hem de tüfekle öldürdü.
— Yazık.
— Evet hocam, ben de çok üzüldüm.
— ...
(Yemek vermez aç bırakırsanız, ne yapsın hayvan, tavuğu tutup yiyecek tabii.)
Diyecektim.
Diyemedim.
(Değil mi; iki ayaklı olup da seve seve köpeklik yapanlara, başka iki ayaklıların önünde arkasında kuyruk sallayanlara, ağızlarının kenarından damlayan salyalarını şöööylece dillerini uzatarak yalayanlara hayat güzel mi güzelken hakiki köpeklerin işi hiç de kolay değil. Hayat bir ironiden ibaret.)
18 Ocak 2015
Nerede o eski kızaklar
Arkadaşıma uğruyordum. Binanın girişinde elinde tepsileriyle bu çocukları gördüm. İlkin bir anlam veremedim, baklavacının çırağı filandırlar diye düşünecektim de çırağa benzer halleri yoktu. Neyse ki meseleyi anlamam uzun sürmedi. Mutfaktan kapmışlar birer tepsi, kızak niyetine üstünde kayıyorlar. Biraz acımadım dersem yalan olur. Kendi çocukluğumu anımsadım da, nerede o eski çocuklar, nerede o eski kızaklar...
17 Ocak 2015
16 Ocak 2015
15 Ocak 2015
Canı çok sıkılan bir canlı türü: insan
İnsan denen türün üyeleri öyle garip yaratıklardır ki bazen canları hiçbir şey yapmak istemez. Bizim gözümüzden bakılınca başlangıçta kolay bir şey gibi gözükür bu, hiçbir şey yapmamakta ne var? Otur bir yere, ya da uzan, bırak vakit geçsin. Fakat mesele hiç de sandığımız kadar basit değildir. Çünkü başka hiçbir canlı türünde olmayan bir özellik var insanlarda, hiçbir şey yapmadıklarında da canları sıkılır. Hem de daha çok sıkılır. Sırrı hâlâ çözülememiş bir kısırdöngüdür bu. Sıkıntıdan hiçbir şey yapmak istemezken, tam da bu yüzden daha çok sıkılır canları. İnsan her bakımdan garip bir tür.
Bir Uzaylının not defterinden.
14 Ocak 2015
Gelecek gelecek mi?
2015'i de göreceğimiz varmış. Halbuki çocukken 2015 diye bir yılın olacağını dahi bilmezdim. Memet Amcaya kalsa gerçi, henüz gelmemiş olan bir zaman zaten yoktu. Memet Amca öleli de hayli bir zaman oluyor, nereden baksan on beş yıl. Biz çocukları eğlendirmeyi seven iyi bir adamdı. Bizi eğlendirirken asıl kendi eğlenirdi. Torbasında bir dünya şey vardı bize anlatacak. Tilkilerden, ayılardan neyim söz ettiği de epey olurdu tabii. Filanca tilkiyle konuşmuşluğu bile vardı Memet Amcanın. Şimdi düşünüyorum da, dehşet bir düş gücü varmış. Tabii bizim o çocuk aklımızla bunun farkına varmamız o zamanlar ne mümkün.
Birkaç yıl önce yüzeysel olarak bir-iki Bilim Felsefesi makalesi okumuştum. Efendime söyleyeyim, hani meşhur bir beyaz kuğu - siyah kuğu örneği var, dünyada o güne dek gördüğümüz tekmil kuğular beyazsa, bu gene de bütün kuğular beyazdır anlamına gelmez, diyor. Çünkü bütün kuğuların beyaz olduğunun garantisi yoktur. Günün birinde bir yerlerde bir siyah kuğu gördün mü her şey altüst olur. Bu meşhur örnek Karl Popper'a ait. Avrupalılar, diyor Popper, binlerce yıl boyunca milyonlarca beyaz kuğu gördüler, haliyle de bütün kuğuların beyaz olduğuna kanaat getirdiler. Gelgelelim Avustralya'nın keşfiyle siyah kuğularla tanıştılar. Böylece bütün kuğuların beyaz olduğu kanaati de yıkılmış oldu. Bize göstermek istediği şey basit, kendimizi bildik bileli bir şeyin böyle olduğu, onun hakikaten, gerçekten, kesin olarak böyle olduğunun teminatını vermez. Günü gelir o şeyi şöyle görürsek zihnimiz tepetaklak olur. Fazla uzatıp dağıtmayalım, gelecek aslında yoktur.
Fakat bu öyle kestirilip atılacak bir şey değil tabii. Ne demek yani, gelecek yoktur? O zaman har vurup harman savuralım, keyfimize bakalım, günümüzü gün edelim, canımız neyi istiyorsa onu yapalım, gönlümüzce yaşayalım... Nasıl olsa geleceğin garantisi yok. Yarını görüp görmeyeceğimizin bile yok.
Elbette böyle davranamayız. Davranamayız, çünkü bir tane siyah kuğu gördük diye algılarımız oracıkta değişecek değil. Hele de inançlarımız. İnsanız çünkü, algı ve inançlar içimize işlemiş. Bunları değiştirmek kadar zor bir şey de yok. Demem o ki, bilimsel olarak geleceğin teminatı yoksa da hepimiz geleceğin olduğunu, olacağını adımız gibi biliriz. O yüzdendir ki, hemen hepimiz geleceğe yönelik planlar yaparız. Ne var ki böyle yaparak iyi mi ederiz, kötü mü, o da ayrı bir tartışma konusu. Berrak bir zihinle azıcık düşününce, şu kısacık hayatımızı planlayıp programlamadan yaşamanın daha iyi olduğu sonucuna ulaşıyorum ben. Zaten tarihin her devrinde bunu söyleyen en az bir aklı başında insan da çıkmış. Neyse, bunu tartışmayalım şimdi.
*
Şimdi kendime soruyorum: Henüz gelmemiş olan bir zaman var mıdır? Hayır, mantıksal olarak yoktur. Çünkü gelecek dediğin şeyin garantisi yoktur. Binlerce yıldır günlerin birbirini izliyor olması bir şeyi değiştirmez, gelecekte de böyle olacağını garanti etmez. Yarın Güneş'in doğup doğmayacağının garantisi hiçbirimizde yoktur.Birkaç yıl önce yüzeysel olarak bir-iki Bilim Felsefesi makalesi okumuştum. Efendime söyleyeyim, hani meşhur bir beyaz kuğu - siyah kuğu örneği var, dünyada o güne dek gördüğümüz tekmil kuğular beyazsa, bu gene de bütün kuğular beyazdır anlamına gelmez, diyor. Çünkü bütün kuğuların beyaz olduğunun garantisi yoktur. Günün birinde bir yerlerde bir siyah kuğu gördün mü her şey altüst olur. Bu meşhur örnek Karl Popper'a ait. Avrupalılar, diyor Popper, binlerce yıl boyunca milyonlarca beyaz kuğu gördüler, haliyle de bütün kuğuların beyaz olduğuna kanaat getirdiler. Gelgelelim Avustralya'nın keşfiyle siyah kuğularla tanıştılar. Böylece bütün kuğuların beyaz olduğu kanaati de yıkılmış oldu. Bize göstermek istediği şey basit, kendimizi bildik bileli bir şeyin böyle olduğu, onun hakikaten, gerçekten, kesin olarak böyle olduğunun teminatını vermez. Günü gelir o şeyi şöyle görürsek zihnimiz tepetaklak olur. Fazla uzatıp dağıtmayalım, gelecek aslında yoktur.
Fakat bu öyle kestirilip atılacak bir şey değil tabii. Ne demek yani, gelecek yoktur? O zaman har vurup harman savuralım, keyfimize bakalım, günümüzü gün edelim, canımız neyi istiyorsa onu yapalım, gönlümüzce yaşayalım... Nasıl olsa geleceğin garantisi yok. Yarını görüp görmeyeceğimizin bile yok.
Elbette böyle davranamayız. Davranamayız, çünkü bir tane siyah kuğu gördük diye algılarımız oracıkta değişecek değil. Hele de inançlarımız. İnsanız çünkü, algı ve inançlar içimize işlemiş. Bunları değiştirmek kadar zor bir şey de yok. Demem o ki, bilimsel olarak geleceğin teminatı yoksa da hepimiz geleceğin olduğunu, olacağını adımız gibi biliriz. O yüzdendir ki, hemen hepimiz geleceğe yönelik planlar yaparız. Ne var ki böyle yaparak iyi mi ederiz, kötü mü, o da ayrı bir tartışma konusu. Berrak bir zihinle azıcık düşününce, şu kısacık hayatımızı planlayıp programlamadan yaşamanın daha iyi olduğu sonucuna ulaşıyorum ben. Zaten tarihin her devrinde bunu söyleyen en az bir aklı başında insan da çıkmış. Neyse, bunu tartışmayalım şimdi.
*
Memet Amcanın okuma yazması yoktu. Fakat cahil bir adam sayılmazdı. Bir tür gözü açıklık, hatta kurnazlık vardı onda. Ancak bunu pek belli de etmezdi. Kendi halinde olmayı yeğlerdi. Onun zamanında da internet olsaydı, elbette o da bir okula gitme fırsatı bulabilmiş olsaydı, belki o da kendine bir blog açar, düş gücünü elverdiğince sayıp dökerdi. Kim bilebilir? Ama bir yandan da onun yaptığı daha iyiydi diye düşünmekten kendimi alamıyorum. O hiç olmazsa biz çocuklara gayet keyifli zamanlar yaşatırdı. Bizi bazen olduğumuz yerden alır, kendi zamanına götürürdü. Bazen de oturduğumuz yerden bize türlü çeşitli badireler atlattırırdı. Kısacası, sosyalliğin hakikisi söz konusuydu onunla bizim aramızda. Şimdiyse adına sosyalleşme dedikleri bir şey var, işte sosyal medya denen bir meret var, ne olduklarını adamakıllı anlamış da değiliz. Her geçen gün adına adalet dedikleri şu şeyden soğuduğumu hissediyorum. Ne bileyim, Memet Amca gibiler daha iyi yaşayabilirler bu dünyada bence.
*
Nereden geldik buraya? 2015. Evet, bu yılı da göreceğimiz varmış. Biraz şaşkınım doğrusu, buraya nasıl bu denli hızlı geldik, aklım almıyor bir türlü. İçimi rahatlatacak bir açıklama da yapamıyorum kendime.
13 Ocak 2015
Sınır Boyları
Sınır boylarından haberler geliyor, günlerin uzamaya başladığı söyleniyor. Bunu duyanlar heyecanlanıyorlar, fakat herkesin kafası karışık, zira günlerin uzadığı filan yok. Gene erkenden karanlık basıveriyor. Uzun, kasvetli gecelerde canlar bir hayli sıkkın. Kurt ulumaları da olmasa yaşanılacak gibi değil bu köy. Gelen haberlere inanmak gerektiğini söyleyen bir ihtiyar çıkıyor arada sırada, onun da dedikleri para etmiyor, kimse kulak asmıyor. İnsanlar gözlerinin gördüğüne inanmayı yeğliyorlar. Uzamıyor işte, günler uzamıyor, hep aynı. Biraz olsun umudu olanlar yalnızca çocuklar. Bir tek onlar inanıyor günlerin uzayacağına. Karların eriyecek olması, dağ bayırın yeşerecek olması umurlarında bile değil, tek istedikleri ve umutla bekledikleri günlerin uzaması. Şu an düşündükleri bir şey yok, o gün geldiğinde, günler uzadığında, işte o zaman ne yapacaklarına karar verecekler. Gelgelelim günlerin uzayacağı yok. Her evin önünde bir köpek bağlı. Onların havlamalarıyla kurtların ulumaları uzun gecelerin sessizliğini bozuyor biraz. Burada hayatı devam ettiren, zamanı akıtan yegâne şey de bu. Hiçbir evin duvarına günler uzayana değin saat asılmıyor. Günler kısalınca zamanın gizlendiğine inanılıyor. Ta ki günler yeniden uzayıncaya kadar sandıklarda saklanıyor saatler. Fakat günler hiç uzamıyor. Kurtlar uluyor, köpekler havlıyor, çocuklar umutla bekliyor.
12 Ocak 2015
Palindrom
R
|
İ
|
Z
|
E
|
İ
|
N
|
E
|
K
|
Z
|
E
|
K
|
İ
|
E
|
K
|
İ
|
N
|
İlkokulda yapardık böyle şeyler. Yıllar sonra öğrendim ki bunların da bir adı varmış: palindrom. İnsanlık ne çok şeye ad vermiş, hiç dikkatinizi çekiyor mu?
11 Ocak 2015
Geriye Giden Rüya
Rüyasında Benjamin, çok uzun zaman önce ayrıldıkları evlerine tekrar taşınmış gördü kendini. Gerçekte oraya, o eve geri dönmeyi hiç mi hiç düşünmemişti. Hatıra torbasının dibine çöreklenmiş birkaç imge vardı yalnızca, başka da bir şey yoktu oraya dair.
Annesi vardı yanında Benjamin'in. Bir de kadın. Kim olduğunu bilmiyordu bu kadının. Dışarıdaydılar. Buğday dolduruyorlardı torbalara. Orada yaşarken hep yaptıkları işlerdendi bu da, yadırganacak bir şey yoktu. Kadın oturmuş torbayı tutuyor, annesiyse elinde bir tenekeyle buğdayı boşaltıyordu içine. Uyandıktan sonra kendisinin orada, o esnada ne yaptığını çıkaramadı Benjamin. Galiba yalnızca seyrediyordu.
Rüyasını "geriye gidiş" olarak yorumladı Benjamin. Hayatta, olmaz denilenin de olabileceğini bilecek yaştaydı. Bir daha olmaz diye bellediği şeylerin olduğunu, elbette bir daha gitmem dediği yerlere gittiğini de tecrübe etmişti.
Lavaboda yüzünü yıkarken aynada yüzüne bakıp "Acaba?" diye geçirdi içinden. "Yok," dedi ardından, "oraya bir daha niçin gideyim ki?" Hem zaten yıllarca oturdukları o ev de epey bir zaman önce yıkılmamış mıydı? "O halde," dedi kendi kendine, "hayatımda bir geriye gidiş söz konusu olacak." Fakat bu düşünce de beynini daha bir bulandırmaktan başka işe yaramadı. Çünkü zaten Benjamin hayatının son demlerini hep geriye gidişin muhasebesini yaparak geçirmekteydi. Eskiden her bakımdan daha iyi olduğunu, hayatın güler yüzüne hep güler yüzle karşılık verdiğini, fakat şimdi o eski hayatından eser kalmadığını, pek çok şeyin, pek çok kimsenin, kısacası hayatın gerisine düştüğünü benimsemişti iyice.
Salona geçtiğinde pencereden dışarı baktı bir süre. Oynayan çocukları izledi yukarıdan. "Daha ne kadar geri gideceğim?" dedi.
Annesi vardı yanında Benjamin'in. Bir de kadın. Kim olduğunu bilmiyordu bu kadının. Dışarıdaydılar. Buğday dolduruyorlardı torbalara. Orada yaşarken hep yaptıkları işlerdendi bu da, yadırganacak bir şey yoktu. Kadın oturmuş torbayı tutuyor, annesiyse elinde bir tenekeyle buğdayı boşaltıyordu içine. Uyandıktan sonra kendisinin orada, o esnada ne yaptığını çıkaramadı Benjamin. Galiba yalnızca seyrediyordu.
Rüyasını "geriye gidiş" olarak yorumladı Benjamin. Hayatta, olmaz denilenin de olabileceğini bilecek yaştaydı. Bir daha olmaz diye bellediği şeylerin olduğunu, elbette bir daha gitmem dediği yerlere gittiğini de tecrübe etmişti.
Lavaboda yüzünü yıkarken aynada yüzüne bakıp "Acaba?" diye geçirdi içinden. "Yok," dedi ardından, "oraya bir daha niçin gideyim ki?" Hem zaten yıllarca oturdukları o ev de epey bir zaman önce yıkılmamış mıydı? "O halde," dedi kendi kendine, "hayatımda bir geriye gidiş söz konusu olacak." Fakat bu düşünce de beynini daha bir bulandırmaktan başka işe yaramadı. Çünkü zaten Benjamin hayatının son demlerini hep geriye gidişin muhasebesini yaparak geçirmekteydi. Eskiden her bakımdan daha iyi olduğunu, hayatın güler yüzüne hep güler yüzle karşılık verdiğini, fakat şimdi o eski hayatından eser kalmadığını, pek çok şeyin, pek çok kimsenin, kısacası hayatın gerisine düştüğünü benimsemişti iyice.
Salona geçtiğinde pencereden dışarı baktı bir süre. Oynayan çocukları izledi yukarıdan. "Daha ne kadar geri gideceğim?" dedi.
10 Ocak 2015
Çocuk deyip geçme
— Abi, bana filanca çizgi filmi aç.
— Fakat ne konuşmuştuk biz seninle?
— İstiyorum ama...
— Bu akşam film yok dememiş miydik?
— Açacaksın.
— Bak, her gün her gün izlersen bağımlı olursun.
— Bağımlı ne demek?
— Bir şeyi çok yaparsan artık onsuz duramazsın demek.
— Aaç...
— Bak mesela, ben bazen evde olmadığımda sen film izleyemeyeceksin ve çok sıkılacaksın...
— Bana ne, aç.
— Seninle anlaşalım, bundan böyle artık her gün film izlemek yok.
— Tamam. Sen şimdi bana filmi aç, artık her gün izlemeyelim.
— Fakat ne konuşmuştuk biz seninle?
— İstiyorum ama...
— Bu akşam film yok dememiş miydik?
— Açacaksın.
— Bak, her gün her gün izlersen bağımlı olursun.
— Bağımlı ne demek?
— Bir şeyi çok yaparsan artık onsuz duramazsın demek.
— Aaç...
— Bak mesela, ben bazen evde olmadığımda sen film izleyemeyeceksin ve çok sıkılacaksın...
— Bana ne, aç.
— Seninle anlaşalım, bundan böyle artık her gün film izlemek yok.
— Tamam. Sen şimdi bana filmi aç, artık her gün izlemeyelim.
9 Ocak 2015
Su testisi su başında kırılır
Halk kütüphanesinden bir kitap alıyorum, okuduktan sonra geri götürmek üzere masanın üstünde tutuyorum, birkaç gün masamın –dağınıklığından değil– kalabalığından nasibini aldıktan sonra kalabalığı dağıtmak adına orada duran başka kitaplarla birlikte kitaplığın bir rafına kaldırıyorum, efendime söyleyeyim, nihayet unutuyorum. Hep oluyor bu. Son olarak geçen haziranda aldığım kitabı unutmuştum, bugün götürüp teslim ettim. Kitabı almamla teslim etmem arasında geçen zamanda kütüphane başka bir binaya, daha doğrusu kendi binasına taşınmış, düşünün.
Kısa sürede güçlendirme işlemi tamamlanıp açılan bina şu an açık, çalışıyor ama neredeyse bomboş duruyor, çünkü yeni malzeme, raflar filan gelecekmiş, onu bekliyorlarmış.
—İlkçağ filozofu Harmonides.
Sanırım her şey uydurma.
*
2011 depreminde kütüphanenin binası da zarar görmüştü. Önce yıkılacak dendi, sonra az hasarlı olduğu için güçlendirileceği açıklandı. Nitekim bu ikincisi oldu. İki yıl öylece kaldıktan sonra geçen yaz güçlendirildi. Dış cephesi de yenilendi, güzel bir bina oldu. Gelgelelim, bu konuyla ilgili duyduğum bir haber bana Türkiye'de yaşıyor olduğumu bir kez daha hatırlattı. Bina 960 bin liraya, eski parayla 960 milyara güçlendirilmiş. Büyük bir bina da değil, üç katlı, kapladığı yer iki apartman dairesi kadar. Yenisi yapılsa herhalde daha ucuza mal olurdu. Ne anladım ben bu işten? Bir şey anlamam gerekmiyor elbette. Bu ülkede yaşamak için lazım olan tam da bu zaten: Bir şey anlamamak. Az buçuk bir şey anlıyorsan, kafan bir şeye azıcık basıyorsa yaşamak zor bu ülkede. İster hemfikir olun benimle, ister olmayın, acı gerçek bu.Kısa sürede güçlendirme işlemi tamamlanıp açılan bina şu an açık, çalışıyor ama neredeyse bomboş duruyor, çünkü yeni malzeme, raflar filan gelecekmiş, onu bekliyorlarmış.
***
"Bazı kitaplar okunmak için, bazılarıysa maalesef raflarda durmak için vardır."—İlkçağ filozofu Harmonides.
*
Eski zamanlarda yaşamak istiyorum pek çok kez. Çok eski ama, şöyle İlkçağ'da filan. Hayır, beni yadırgamamalısınız. Filozofların eşeklere bindiğini bizim zamanımızda ara ki bulasın. İkindi güneşinde bir duvarın dibinde, bir yandan toprağı eşelerken bir yandan filozofun birine kulak vermek...
*
Kitabın çok olduğu, hatta çok çok olduğu, buna karşılık filozofun, düşünürün gayet az olduğu şu bizim devrimize bakın. Daha doğrusu, devrimize değil ülkemize bakın, yorum sizin.
*
Derler ki, Sokrates'in zamanında bir kadın varmış. Kendi halinde bir ev kadınıymış. Sokrates'in, her gün etrafında toplanan gençlerle saatlerce ne konuştuğuna, onlara ne anlattığına bir türlü aklı ermezmiş. Günlerden bir gün merakına yenik düşüp gidip onu dinlemeye karar vermiş. Eline su testisini alıp güya çeşmeden su almaya giderek Sokrates'i dinlemeye koyulmuş. Filozof hemen farkına varmış kadının. Belli etmemiş tabii. Kadın biraz dinledikten sonra hayretler içinde kalmış, zira söylenen hemen her şeyi anlıyormuş. Oysaki, değil bir filozofu, hele de Sokrates gibi birini anlamayı, kendisi gibi gariban kocasını bile doğru dürüst anlayamazmış. Kaptırmış kendini kadın. Dinlemiş de dinlemiş. Çeşmenin yanına oturak olarak konulmuş yassı bir taşa oturmuşmuş. Sonra nasıl olmuşsa oralarda oyun oynayan çocuklardan birinin attığı taş gelip kadının testisine değmiş ve testi kırılmış. Kadının ani bir tepkiyle başını testiye doğru çevirmesiyle feryadı basması bir olmuş: "Eyvaah, gitti testi!" Konuşmasına ara verip kadına yönelen Sokrates, azıcık da sesini yükselterek, "Üzülme hanım," demiş, "şu fani dünyada bir testi için üzülmeye gerçekten değmez." "Evet ama," diye cevap vermiş kadın, "şuracıkta kırıldı güzelim testi, bırak da üzüleyim." "Ee, ne yaparsın," demiş Sokrates de, "su testisi su başında kırılır."
*
Galiba her şey uydurma. En başta da kitaplar. Mesela kelimeleri düşünün, her biri tarihin karanlık bir dehlizinde uydurularak oluşmamış mı? Ne yani, birileri oturup, hadi dil yapalım kendimize, dedi de her şeye bir ad olarak kelimeleri mi üretti? Tabii ki hayır. Kelimeler, doğada zaten var olan seslerin yardımıyla hep rastlantı ve uydurma sonucu doğdular. Sonra insanların olağanüstü çabaları sonucunda cümlelere dönüştüler. Cümleler birbirine karışıp oyunlar oynamaya başlayınca da dil doğdu. Öyle ki, dilin doğduğunun farkında bile değildi insanlar. Dil aslında o kadar yeni bir şey ki, geçmişi dört-beş bin yıl öncesine anca gider. Dilin doğuşu, onun dil olduğunun farkına varılmasıyla başlar. Halbuki insanlık çok daha eskidir. Ne diyorduk, galiba her şey uydurma, kelimeler uydurma, buna binaen cümleler uydurma, buradan da dil uydurma olunca, haliyle kitaplar da uydurma oluyor tabii. Mayası uydurma olan hamurun elbette kendisi de uydurmadır işin özü gereği. Kitaplar uydurma diyorum, zira dil kitaplarda durur. Aslında biz insanoğlu ve insankızları, kitaplar ne kadar çok olursa olsun onlardan kat be kat fazla kullanırız dili. Fakat konuştuklarımız oracıkta havaya karışıp gider. Çok çok bir kameraya filan kaydederiz, o da tüm konuşmalarımız yanında devede kulak kalır. Peki ya kitaplar öyle mi? Onlarda dil hep durur.Sanırım her şey uydurma.
8 Ocak 2015
Aynur Abla
Çocukluğumun en belirgin figürlerinden biriydi Aynur Abla. Belki üzerinden uzunca süre geçmedi ama büyüklük - küçüklük denen kavramların anlamını yitirmemiş olduğu zamanlardı henüz, büyüğün büyüklüğünü, küçüğün küçüklüğünü bildiği zamanlar; şöyle yirmi-yirmi beş yıl kadar önce.
Akrabaydık, komşuyduk. Yaşıtım olan kardeşleriyle arkadaştık.
Şimdi artık ne o eski köyler kaldı, ne de eski köy yaşamı. Üretim vardı köylerde. Herkes, biz çocuklar bile üretimin içindeydik. Kimimiz hayvan bakıyor, kimimiz köyle yayla arasında her gün mekik dokuyorduk. Elbette yaş büyüdükçe omuzlardaki yük de giderek büyüyor, ağırlaşıyordu. Fakat kadim bir maya ile yoğrulmuş, sağlam bir biçimde pişirilmiş insani kültürün henüz yitmemiş olması zorluklarla dolu hayatımıza karşın elimizdeki en büyük kozdu. Hayat bizimdi ama zorlukları da en az kendisi kadar bizimdi, ironi bazen acı da oluyor, değil mi ya. Ne ki, yaşamın zorluklarının söz konusu olduğu yerde hiçbir zaman eşitlikten söz edilmemiştir, kimine zor, kimine daha zor, kimineyse çok daha zor yüzünü göstermiştir hayat; belki de en zor yüzü Aynur Ablaya kısmet olmuştur, kim bilebilir. Hem, kısmet dediğin nedir?
Kadınlar, ah kadınlar!.. Erkeklerin oturduğu söylenemezdi, fakat kadınların yükü her zaman olduğu gibi o zaman da daha fazlaydı. Köy kızları o zamanlar ne çocukluklarını, ne gençliklerini, ne de kızlıklarını yaşayabilirlerdi. Handiyse yetişkin olarak doğarlardı. Ne kadar iç acıtıcı!..
Evin yükünü anneleri ve kız kardeşleriyle birlikte taşıyan, sabah akşam demeden, dur durak bilmeden çalışan köy kızlarından yalnızca biriydi Aynur Abla. Nitekim adına talihsizlik denen o illetten o da nasibini alıyordu, nasip denirse...
Hayat denen bu anlaşılmazlıklar dizgesi içinde insan bazen yolunu şaşırıyor. Bazen de, bırakın yolunu şaşırıp başka yola sapmayı, herhangi bir yola bile giremiyor doğrusu. Bazen durup hayatı ucundan bucağından sorgulamak istediğinizde bile bunu doğru dürüst yapamadığınızı gördüğünüzde içinizden kendinize acıyasınız bile gelir. Sizi bilmem ama ben –her ölümde diyemesem de– bazı ölümlerde hayatın anlamsızlığı fikrine ufaktan da olsa sıcak bakmak gerektiği kanısına varırım. Aynur Ablanın ölümü de böyle oldu. Bazı insanların gönlünce yaşayamıyor oluşunu hangi kuramla açıklayalım? Gönlünce olmadıktan sonra insan ne yapıp etmeye gelir şu dünyaya? Benim açıklayabileceğim meseleler değil bunlar, dedim ya, bazen tıkanıyor insan. Gene de hayatı sorgulamak esas işimiz olmalı, diyorum naçizane.
Aynur Abla öldü bugün. Aylardır amansız bir hastalığın pençesindeydi. Yenik düştü. Yaşamının son demlerine hep hastaneler, yataklar tanık oldu. Ölümün de şakası yokmuş hakikaten, hayatta gün yüzü görmeden arkasında üç öksüz bırakıp giden genç bir kadının mevzubahis olduğu yerde şakanın adı geçer mi?
Akrabaydık, komşuyduk. Yaşıtım olan kardeşleriyle arkadaştık.
Şimdi artık ne o eski köyler kaldı, ne de eski köy yaşamı. Üretim vardı köylerde. Herkes, biz çocuklar bile üretimin içindeydik. Kimimiz hayvan bakıyor, kimimiz köyle yayla arasında her gün mekik dokuyorduk. Elbette yaş büyüdükçe omuzlardaki yük de giderek büyüyor, ağırlaşıyordu. Fakat kadim bir maya ile yoğrulmuş, sağlam bir biçimde pişirilmiş insani kültürün henüz yitmemiş olması zorluklarla dolu hayatımıza karşın elimizdeki en büyük kozdu. Hayat bizimdi ama zorlukları da en az kendisi kadar bizimdi, ironi bazen acı da oluyor, değil mi ya. Ne ki, yaşamın zorluklarının söz konusu olduğu yerde hiçbir zaman eşitlikten söz edilmemiştir, kimine zor, kimine daha zor, kimineyse çok daha zor yüzünü göstermiştir hayat; belki de en zor yüzü Aynur Ablaya kısmet olmuştur, kim bilebilir. Hem, kısmet dediğin nedir?
Kadınlar, ah kadınlar!.. Erkeklerin oturduğu söylenemezdi, fakat kadınların yükü her zaman olduğu gibi o zaman da daha fazlaydı. Köy kızları o zamanlar ne çocukluklarını, ne gençliklerini, ne de kızlıklarını yaşayabilirlerdi. Handiyse yetişkin olarak doğarlardı. Ne kadar iç acıtıcı!..
Evin yükünü anneleri ve kız kardeşleriyle birlikte taşıyan, sabah akşam demeden, dur durak bilmeden çalışan köy kızlarından yalnızca biriydi Aynur Abla. Nitekim adına talihsizlik denen o illetten o da nasibini alıyordu, nasip denirse...
Hayat denen bu anlaşılmazlıklar dizgesi içinde insan bazen yolunu şaşırıyor. Bazen de, bırakın yolunu şaşırıp başka yola sapmayı, herhangi bir yola bile giremiyor doğrusu. Bazen durup hayatı ucundan bucağından sorgulamak istediğinizde bile bunu doğru dürüst yapamadığınızı gördüğünüzde içinizden kendinize acıyasınız bile gelir. Sizi bilmem ama ben –her ölümde diyemesem de– bazı ölümlerde hayatın anlamsızlığı fikrine ufaktan da olsa sıcak bakmak gerektiği kanısına varırım. Aynur Ablanın ölümü de böyle oldu. Bazı insanların gönlünce yaşayamıyor oluşunu hangi kuramla açıklayalım? Gönlünce olmadıktan sonra insan ne yapıp etmeye gelir şu dünyaya? Benim açıklayabileceğim meseleler değil bunlar, dedim ya, bazen tıkanıyor insan. Gene de hayatı sorgulamak esas işimiz olmalı, diyorum naçizane.
Aynur Abla öldü bugün. Aylardır amansız bir hastalığın pençesindeydi. Yenik düştü. Yaşamının son demlerine hep hastaneler, yataklar tanık oldu. Ölümün de şakası yokmuş hakikaten, hayatta gün yüzü görmeden arkasında üç öksüz bırakıp giden genç bir kadının mevzubahis olduğu yerde şakanın adı geçer mi?
7 Ocak 2015
6 Ocak 2015
5 Ocak 2015
Arkadaşım Shinzō ile Japonya Üzerine Bir Konuşma
Londra'da bir kafede oturduk dostum Shinzō'yla. Fakat öyle bilindik bir kafe değildi. Shinzō da zaten tebdili kıyafet ve gözünde gözlükle gelmişti. Tanınmak istemiyordu doğal olarak.
Dün de bahsettiğim gibi, çokça konudan konuştuk fakat esas olarak Japonya'dan dem vurduk. Fikirlerimi sordu. Japonlar böyledir, kibirlenme, böbürlenme filan nedir bilmezler. Yok ben başbakan oldum, şu oldum, bu oldum, demezler, herkesten öğrenilebilecek bir şey olduğunun bilinciyle hareket ederler. Velhasıl benim de fikir ve önerilerimi sordu Shinzō. Ben de öncelikle "Seni düşündüren, fikir almak istediğin bir konu var mı?" diye sordum. O da, "Var tabii," dedi. "Nedir?" dedim. "Nüfusumuz," dedi. Arkadaşım Shinzō, ülkesi Japonya'nın git gide yaşlanan nüfusundan bir hayli endişeli görünüyordu. Fakat onu endişelendiren yalnız bu değildi. Yine aynı konuda, Japonya'nın fazla nüfusuna karşılık yüzölçümünün küçüklüğü de kafasını kurcalıyordu. Nüfusun gençleşmesi için artması şart, başka yolu yok. Fakat artması da beraberinde sorunlar getirecek. Evet, sahiden de Japonya'nın toprağı az, şu anda zaten km²'ye 337 kişi düşüyor. Artacak olan nüfus bu yoğunluğu da artıracak doğal olarak, dolayısıyla da yaşam kalitesi düşmüş olacak. İşte başbakan da pek haklı olarak bu duruma bir çare düşünüyor ve eş dosttan da fikir alışverişinde bulunuyor.
Japonya'nın nüfusu bugün itibariyle 127 milyon dolayında. Bu aslında biraz azalmış bir nüfus, zira ülkenin nüfusu artmıyor, azalıyor. Nüfus artış hızıysa %0,13. Yani hemen hemen sıfır. Başka bir biçimde söylersek, kadınlar neredeyse doğurmayı unutmuşlar. Yaşı 65 ve üstü olanların oranı ise %25. Buradan bakınca da Shinzō'nun kaygılanmakta hiç de haksız olmadığı anlaşılıyor.
Shinzō'ya, "Bu durumda tek çare, nüfusunuzu ve toprağınızı birlikte artırmak," dedim. Şaşırarak yüzüme baktı, "Nasıl yani," diye sordu, "hadi nüfusu artırmayı anladım da, toprağımızı nasıl artıracağız?" Bundan sonra aramızda şöyle bir diyalog geçti:
"Yahu Shinzō Abê, siz okyanusun içinde bir ülkesiniz, denize dolgu denen bir şey var, bilmiyor musun?"
"Bilmez olur muyum, bizim zaten denize dolguyla yapılmış havalimanlarımız yok mu?"
"Hah, işte öyle! Japonya dağlık bir ülke. Bir tane dağınızı feda edeceksiniz."
"Nasıl?"
"Nasılı yok, bir dağınızı tıraşlayıp denize dolduracaksınız. Böylece binlerce km²'lik toprak elde edeceksiniz. Dağdan geriye kalacak olan dümdüz yer de cabası."
Yüzüme baktı Shinzō, söyleyeceğini söylemeden biraz düşündü. Bir şey anlayamadım bakışlarından. Sonra gayet sakince sordu:
"İyi misin?"
"Evet, iyiyim."
"Şaka yapıyorsun, değil mi?"
"Yok, şaka yaptığım söylenemez,"
"Evet ama senin söylediğini yapmamız imkânsız ve bunu sen benden daha iyi biliyorsun."
"Sizin teknolojiniz cümle âlemin malumu, yapamayacağınız şey değil ki."
"Yahu, teknolojiyle ne ilgisi var? Senin söylediğinin bir kere akla mantığa sığar tarafı yok."
"İyi diyorsun, güzel diyorsun da sizin bu probleminize çare bulmanın da kolay bir yolu yok."
"Orası doğru. Ama kusura bakma, senin sunduğun çözüm yolunun da iler tutar yeri yok."
"Aslına bakarsan ben de bunun uygulanabileceğini pek sanmıyorum. Fakat yine de öneri öneridir, aklının bir köşesinde bulunsun."
"Kardeşim, denize dolgu fena fikir değil, zaten benim karşı çıktığım da o değil, bir dağı nasıl ortadan kaldırıp denize dökersin, aklımın almadığı bu."
"Tamam da başka neyi dökeceksin?"
"Görünürde hiçbir şeyi."
"Şu halde o küçücük ülkede, o koca nüfusla yaşamaya devam edersiniz. Ne yapayım, başka yolu yok."
"Haklısın, yok, beni de düşündüren bu ya."
"Hiç olmazsa adalarınızı birleştirin."
"Nasıl yapacakmışız onu?"
"Dediğim şekilde. Siniz ülkeniz irili ufaklı yüzlerce adadan müteşekkil değil mi?"
"Evet."
Hadi, dağ tıraşlayıp denizi doldurmuyorsunuz, bari tepe mepeleri alın adaların arasını doldurun, böylelikle Japonya'yı tek parça haline getirin, olmaz mı?"
"Dostum, sizin oralarda hava nasıl bu aralar?"
"Epey soğudu, neden sordun ki?"
"Soğuk hava sana iyi gelmemiş anlaşılan."
"Yok canım, ne alakası var. Hem ben soğuk havalara alışkınım."
"O vakit başına saksı falan düştü."
"Bırak şimdi şakayı."
"Keşke şaka yapan sen olsaydın. Görüyorum ki bayağı ciddisin."
"Aslına bakarsan, ben dostlarıma her zaman yardımcı olmak isterim. Seni de böyle düşünceli görünce bir çare bulmam gerektiğini düşündüm. Düşündüm düşünmesine de, mesele de öyle basit bir mesele değil ki, bula bula bu çareyi buldum."
"Çok teşekkür ederim. İyi niyetinden hiç şüphem yok. Fakat maalesef önerdiğin bu çözümün uygulanması pek olası görünmüyor. Kaldı ki bu bir çözüm de sayılamaz."
"Vallahi kardeşim, nüfusunuz çok, yaşlı nüfusunuzun oranı da çok. Hani nasıl desem, gelin evimde misafir olun diyeceğim ama kaç kişi sığabilirsiniz ki benim eve. Bir değil, iki değilsiniz."
"Sağolasın kardeşim. Düşünmen yeter."
"Eyvallah. Sen de fazla ümitsiz olma. Allah büyüktür."
Arkadaşım Shinzō, sağolsun o yoğun programı içinde bana bir buçuk saatini ayırdı. E, arkadaşız bir yerde. Oturduğumuz kafenin kahvesi de güzeldi. İkişer kahve içtik. Hesabı da Shinzō ödedi. Kalktık. Dışarı çıkıp vedalaştık. O, kendisi gibi sivil giyimli iki korumasıyla birlikte ayrıldı ben de birkaç saat daha gezmek üzere şehrin derinliklerine daldım. Japonlar güzel insanlardır.
Dün de bahsettiğim gibi, çokça konudan konuştuk fakat esas olarak Japonya'dan dem vurduk. Fikirlerimi sordu. Japonlar böyledir, kibirlenme, böbürlenme filan nedir bilmezler. Yok ben başbakan oldum, şu oldum, bu oldum, demezler, herkesten öğrenilebilecek bir şey olduğunun bilinciyle hareket ederler. Velhasıl benim de fikir ve önerilerimi sordu Shinzō. Ben de öncelikle "Seni düşündüren, fikir almak istediğin bir konu var mı?" diye sordum. O da, "Var tabii," dedi. "Nedir?" dedim. "Nüfusumuz," dedi. Arkadaşım Shinzō, ülkesi Japonya'nın git gide yaşlanan nüfusundan bir hayli endişeli görünüyordu. Fakat onu endişelendiren yalnız bu değildi. Yine aynı konuda, Japonya'nın fazla nüfusuna karşılık yüzölçümünün küçüklüğü de kafasını kurcalıyordu. Nüfusun gençleşmesi için artması şart, başka yolu yok. Fakat artması da beraberinde sorunlar getirecek. Evet, sahiden de Japonya'nın toprağı az, şu anda zaten km²'ye 337 kişi düşüyor. Artacak olan nüfus bu yoğunluğu da artıracak doğal olarak, dolayısıyla da yaşam kalitesi düşmüş olacak. İşte başbakan da pek haklı olarak bu duruma bir çare düşünüyor ve eş dosttan da fikir alışverişinde bulunuyor.
Japonya'nın nüfusu bugün itibariyle 127 milyon dolayında. Bu aslında biraz azalmış bir nüfus, zira ülkenin nüfusu artmıyor, azalıyor. Nüfus artış hızıysa %0,13. Yani hemen hemen sıfır. Başka bir biçimde söylersek, kadınlar neredeyse doğurmayı unutmuşlar. Yaşı 65 ve üstü olanların oranı ise %25. Buradan bakınca da Shinzō'nun kaygılanmakta hiç de haksız olmadığı anlaşılıyor.
Shinzō'ya, "Bu durumda tek çare, nüfusunuzu ve toprağınızı birlikte artırmak," dedim. Şaşırarak yüzüme baktı, "Nasıl yani," diye sordu, "hadi nüfusu artırmayı anladım da, toprağımızı nasıl artıracağız?" Bundan sonra aramızda şöyle bir diyalog geçti:
"Yahu Shinzō Abê, siz okyanusun içinde bir ülkesiniz, denize dolgu denen bir şey var, bilmiyor musun?"
"Bilmez olur muyum, bizim zaten denize dolguyla yapılmış havalimanlarımız yok mu?"
"Hah, işte öyle! Japonya dağlık bir ülke. Bir tane dağınızı feda edeceksiniz."
"Nasıl?"
"Nasılı yok, bir dağınızı tıraşlayıp denize dolduracaksınız. Böylece binlerce km²'lik toprak elde edeceksiniz. Dağdan geriye kalacak olan dümdüz yer de cabası."
Yüzüme baktı Shinzō, söyleyeceğini söylemeden biraz düşündü. Bir şey anlayamadım bakışlarından. Sonra gayet sakince sordu:
"İyi misin?"
"Evet, iyiyim."
"Şaka yapıyorsun, değil mi?"
"Yok, şaka yaptığım söylenemez,"
"Evet ama senin söylediğini yapmamız imkânsız ve bunu sen benden daha iyi biliyorsun."
"Sizin teknolojiniz cümle âlemin malumu, yapamayacağınız şey değil ki."
"Yahu, teknolojiyle ne ilgisi var? Senin söylediğinin bir kere akla mantığa sığar tarafı yok."
"İyi diyorsun, güzel diyorsun da sizin bu probleminize çare bulmanın da kolay bir yolu yok."
"Orası doğru. Ama kusura bakma, senin sunduğun çözüm yolunun da iler tutar yeri yok."
"Aslına bakarsan ben de bunun uygulanabileceğini pek sanmıyorum. Fakat yine de öneri öneridir, aklının bir köşesinde bulunsun."
"Kardeşim, denize dolgu fena fikir değil, zaten benim karşı çıktığım da o değil, bir dağı nasıl ortadan kaldırıp denize dökersin, aklımın almadığı bu."
"Tamam da başka neyi dökeceksin?"
"Görünürde hiçbir şeyi."
"Şu halde o küçücük ülkede, o koca nüfusla yaşamaya devam edersiniz. Ne yapayım, başka yolu yok."
"Haklısın, yok, beni de düşündüren bu ya."
"Hiç olmazsa adalarınızı birleştirin."
"Nasıl yapacakmışız onu?"
"Dediğim şekilde. Siniz ülkeniz irili ufaklı yüzlerce adadan müteşekkil değil mi?"
"Evet."
Hadi, dağ tıraşlayıp denizi doldurmuyorsunuz, bari tepe mepeleri alın adaların arasını doldurun, böylelikle Japonya'yı tek parça haline getirin, olmaz mı?"
"Dostum, sizin oralarda hava nasıl bu aralar?"
"Epey soğudu, neden sordun ki?"
"Soğuk hava sana iyi gelmemiş anlaşılan."
"Yok canım, ne alakası var. Hem ben soğuk havalara alışkınım."
"O vakit başına saksı falan düştü."
"Bırak şimdi şakayı."
"Keşke şaka yapan sen olsaydın. Görüyorum ki bayağı ciddisin."
"Aslına bakarsan, ben dostlarıma her zaman yardımcı olmak isterim. Seni de böyle düşünceli görünce bir çare bulmam gerektiğini düşündüm. Düşündüm düşünmesine de, mesele de öyle basit bir mesele değil ki, bula bula bu çareyi buldum."
"Çok teşekkür ederim. İyi niyetinden hiç şüphem yok. Fakat maalesef önerdiğin bu çözümün uygulanması pek olası görünmüyor. Kaldı ki bu bir çözüm de sayılamaz."
"Vallahi kardeşim, nüfusunuz çok, yaşlı nüfusunuzun oranı da çok. Hani nasıl desem, gelin evimde misafir olun diyeceğim ama kaç kişi sığabilirsiniz ki benim eve. Bir değil, iki değilsiniz."
"Sağolasın kardeşim. Düşünmen yeter."
"Eyvallah. Sen de fazla ümitsiz olma. Allah büyüktür."
Arkadaşım Shinzō, sağolsun o yoğun programı içinde bana bir buçuk saatini ayırdı. E, arkadaşız bir yerde. Oturduğumuz kafenin kahvesi de güzeldi. İkişer kahve içtik. Hesabı da Shinzō ödedi. Kalktık. Dışarı çıkıp vedalaştık. O, kendisi gibi sivil giyimli iki korumasıyla birlikte ayrıldı ben de birkaç saat daha gezmek üzere şehrin derinliklerine daldım. Japonlar güzel insanlardır.
4 Ocak 2015
Arkadaşım Shinzō Abe
Yirmi gün kadar önce Shinzō Abe aradı. Ben, dedi, önümüzdeki hafta sizin oralara geliyorum, görüşelim. Ben de, iyi olur, dedim. Bizim buralar dediği, Avrupa. İngiltere'ye gelecekmiş, bir toplantısı mı varmış, neymiş. Geçen gün geldi Shinzō, ben de atladım gittim Londra'ya. O, işlerini hallederken ben şehri gezip dolaştım. Bitirince de geldi, oturup uzun uzun sohbet ettik. O konudan girdik bu konudan çıktık. Çünkü uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. Kendisi çok yoğun olduğu için aslında telefonla da ayda yılda bir görüşebiliyoruz.
Shinzō ile yıllar önce, turist olarak bizim buraya geldiğinde tanışmıştık. Fotoğraf makinesinin pili bitmişti. Nereden bulabileceğini sormuştu. Şehir uzaktı, yakınlarda da pil alınacak yer yoktu. Fakat çok acil lazımmış, üstünde çivi yazısı olan bir taşın fotoğrafını mutlaka çekmesi gerekiyormuş, çok önemliymiş bu, ne yapıp edip pil bulmalıymış. Ben de fazla dert etmemesini, bir çaresine bakacağımı söylemiştim. Ardından da bir koşu eve gidip kumandanın pillerini çıkarıp getirmiştim. Shinzō o kadar sevinmişti ki nasıl teşekkür edeceğini bilememişti. Ben de, ayıp ediyorsun arkadaş, bir çift pilin lafı mı olur yollu bir şeyler söylemiştim ona. O sırada içimden akşama babama piller için vereceğim hesabı düşünmeyi de ihmal etmemiştim tabii. Shinzō benim bu yüce gönüllü davranışım karşısında âdeta mahcup olmuş ve benden lütfen adımı, adresimi filan istemişti. Ben de vermiştim. Kadirşinas arkadaşımla tanışmamız böyle olmuştu işte.
Shinzō'yla tanıştığımız o günün üzerinden uzun sayılmayacak bir zaman geçtikten sonra benim adıma bir mektup geldi eve. Çok şaşırdım, çünkü o güne kadar hiç mektup almamıştım. Merakla alıp baktığımda Shinzō'dan geldiğini gördüm. Zarfı açtım. İçinden birçok kartpostal çıktı. Shinzō'nun memleketinden türlü fotoğraflar gösteren kartpostallardı bunlar. Ayrıca bir de teşekkür mektubu vardı.
Aradan birkaç yıl geçti. Günün birinde Shinzō yine bir mektup göndererek tekrar Türkiye'ye geleceğini ve mümkünse benimle de görüşmek istediğini bildirdi. Ben de bir cevap mektubu yazarak memnun olacağımı ilettim. Bir süre sonra geldi. Konuştuk ettik. Ve işte, o benden otuz yaş büyük olmasına rağmen dostluğumuz böyle başladı. Zaten ben ona Shinzō Abê derim. Böylece hem ona abi demiş olurum, hem de soyadına gönderme yapmış olurum. Başlarda bu duruma ikimiz de epey gülerdik. Sonraları kimi zaman yüz yüze, kimi zaman telefonla, internetle görüşüp bugüne kadar geldik. Fakat son yıllarda Shinzō'nun görevinden dolayı neredeyse hiç görüşemez olmuştuk. Ta ki geçenlerde Londra'ya gidene kadar.
Dostum Shinzō Abe'yle bu son görüşmemizde, yukarıda da dediğim gibi pek çok konuda konuştuk ama konuşmamızın önemli bir bölümünde konu Japonya'ydı. Shinzō'nun memleketi Japonya. Sahi, söylemeyi unuttum değil mi, Shinzō şu an Japonya'nın başbakanı. Kendisi ve hükümetiyle ilgili detaylı bilgiyi internetten bulabileceğiniz için üzerinde durmuyorum. Japonya'nın toprağının az, nüfusunun fazlalığı meselesi sohbetimizin bel kemiğiydi. Shinzō'ya bu konuda naçizane bir-iki önerim oldu. Onları da yarın anlatacağım.
Shinzō ile yıllar önce, turist olarak bizim buraya geldiğinde tanışmıştık. Fotoğraf makinesinin pili bitmişti. Nereden bulabileceğini sormuştu. Şehir uzaktı, yakınlarda da pil alınacak yer yoktu. Fakat çok acil lazımmış, üstünde çivi yazısı olan bir taşın fotoğrafını mutlaka çekmesi gerekiyormuş, çok önemliymiş bu, ne yapıp edip pil bulmalıymış. Ben de fazla dert etmemesini, bir çaresine bakacağımı söylemiştim. Ardından da bir koşu eve gidip kumandanın pillerini çıkarıp getirmiştim. Shinzō o kadar sevinmişti ki nasıl teşekkür edeceğini bilememişti. Ben de, ayıp ediyorsun arkadaş, bir çift pilin lafı mı olur yollu bir şeyler söylemiştim ona. O sırada içimden akşama babama piller için vereceğim hesabı düşünmeyi de ihmal etmemiştim tabii. Shinzō benim bu yüce gönüllü davranışım karşısında âdeta mahcup olmuş ve benden lütfen adımı, adresimi filan istemişti. Ben de vermiştim. Kadirşinas arkadaşımla tanışmamız böyle olmuştu işte.
Shinzō'yla tanıştığımız o günün üzerinden uzun sayılmayacak bir zaman geçtikten sonra benim adıma bir mektup geldi eve. Çok şaşırdım, çünkü o güne kadar hiç mektup almamıştım. Merakla alıp baktığımda Shinzō'dan geldiğini gördüm. Zarfı açtım. İçinden birçok kartpostal çıktı. Shinzō'nun memleketinden türlü fotoğraflar gösteren kartpostallardı bunlar. Ayrıca bir de teşekkür mektubu vardı.
Aradan birkaç yıl geçti. Günün birinde Shinzō yine bir mektup göndererek tekrar Türkiye'ye geleceğini ve mümkünse benimle de görüşmek istediğini bildirdi. Ben de bir cevap mektubu yazarak memnun olacağımı ilettim. Bir süre sonra geldi. Konuştuk ettik. Ve işte, o benden otuz yaş büyük olmasına rağmen dostluğumuz böyle başladı. Zaten ben ona Shinzō Abê derim. Böylece hem ona abi demiş olurum, hem de soyadına gönderme yapmış olurum. Başlarda bu duruma ikimiz de epey gülerdik. Sonraları kimi zaman yüz yüze, kimi zaman telefonla, internetle görüşüp bugüne kadar geldik. Fakat son yıllarda Shinzō'nun görevinden dolayı neredeyse hiç görüşemez olmuştuk. Ta ki geçenlerde Londra'ya gidene kadar.
Dostum Shinzō Abe'yle bu son görüşmemizde, yukarıda da dediğim gibi pek çok konuda konuştuk ama konuşmamızın önemli bir bölümünde konu Japonya'ydı. Shinzō'nun memleketi Japonya. Sahi, söylemeyi unuttum değil mi, Shinzō şu an Japonya'nın başbakanı. Kendisi ve hükümetiyle ilgili detaylı bilgiyi internetten bulabileceğiniz için üzerinde durmuyorum. Japonya'nın toprağının az, nüfusunun fazlalığı meselesi sohbetimizin bel kemiğiydi. Shinzō'ya bu konuda naçizane bir-iki önerim oldu. Onları da yarın anlatacağım.
3 Ocak 2015
Duyulmayan
Akşam. Televizyonun sesi yüksek. Salonda ev halkı. Odasında Benjamin. Dışarıdan biri bağırır. Salondan duyulmaz sesi. Benjamin kayıtsız: nasıl olsa duyarlar. Ses üst üste tekrarlanır. Bir şey değişmez, salon televizyona gömülü. Çığıran sesten rahatsız olan Benjamin salona seslenir. Sesi duyulur salondan. "Bakın bakalım, ne istiyor Benjamin," der hâkim bir ses. Kimse gözünü ekrandan almaksızın, herkes birbirine söylenir:
"Sen bak."
"Ben bakmam, sen bak."
"Hayır, kalk sen bak."
Benjamin'in canı hayli sıkıldıktan sonra biri odaya girer:
"Ne var?"
"Dışarıdan biri sesleniyor iki saattir."
Gider bakar. Dışarıda kimseler yoktur, sesin sahibi çekip gitmiştir.
"Sen bak."
"Ben bakmam, sen bak."
"Hayır, kalk sen bak."
Benjamin'in canı hayli sıkıldıktan sonra biri odaya girer:
"Ne var?"
"Dışarıdan biri sesleniyor iki saattir."
Gider bakar. Dışarıda kimseler yoktur, sesin sahibi çekip gitmiştir.
2 Ocak 2015
Sözduman
Masada altı kişi. Biri cebinden sigarasını çıkarır. Öbürleri ardın sıra onu taklide soyunurlar. Bir anlığına herkesin eli cebinde. Ortalığa sigara paketleri doluşur. Sözleşmişçesine önce Benjamin'e uzatır herkes, sonra da birbirlerine. Ne ki Benjamin sigara içmez, birer birer geri çevirir onları. Birbirlerine dönerler, "Buradan yak," sözleri masanın üstünde uçuşmaya başlar. Biraz sonra kesif bir dumana karışıp yok olacaklardır; söz yerini dumana bırakacaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)