27 Haziran 2013

Mutfak Soyundu

Mutfak nasıl soyunabilir ki, diye de sorulabilir. Onu bilemem, bildiğim bir şey varsa o da şudur: Oda soyunabiliyorsa mutfak da soyunabilir. Salon hayli hayli soyunabilir. İki resim arasındaki farkı bulun bakalım.  

Nasıl ki tiyatro hayatın aynasıdır,
karikatür de hayatın ta kendisidir. Bazen
bir romanla ancak anlatılabilecek bir konuyu
tek bir karikatürle anlatabilirsin. Daha önce

de yazmıştım bu karikatür hakkında, 
-de ekiyle de bağlacını ayırmayı insanlara
öğretmenin bundan daha iyi bir yolunu 
ben şimdiye dek görmedim.  
Vatan Gazetesi'nin sitesinde gördüm bunu.
Başlığı görür görmez heyecanlandım. Daha önce
hiç soyunan oda görmemiştim çünkü. Yalnızca
oda mı, hayır, soyunan salon da görmemiştim,
mutfak da. Hatta, soyunmak en çok banyoda
olur, soyunan banyo bile görmemiştim. 

25 Haziran 2013

Yeni Ufuklara Yelken :)

Bloğun adını değiştirmeye karar verdim. Bir süredir düşünüyordum bunu. Eskiden sık sık değiştirirdim, son beş yıldır da Bizim Zamanımız duruyordu. Bu adı ilk koyduğum zaman, nasıl olsa onu da bir süre sonra değiştiririm, diyordum, öyle olmadı, kaldı orada beş yıl boyunca. Sigarayı bırakışım da aynen böyle olmuştu, daha önceden iki-üç bırakma girişimim olmuştu, her birinde de, nasıl olsa yine başlarım, düşüncesi kafamın bir köşesinde duruyordu, son bırakma girişimimde de, dur bakalım, bu kez ne kadar sürecek, dedim kendime ve bıraktım. Kafamda da bir ay gibi bir süre vardı çünkü daha önceki bırakma girişimlerim üç aşağı beş yukarı bir ay sonra hava oluyordu. Bir ay geçti, iki ay geçti, baktım yeniden başlamıyorum. Derken üç ay, beş ay ve bir yılı buldu. O zaman da, şimdi artık yeniden sigaraya başlamak ayıp olur, dedim kendi kendime ve bırakış o bırakış. Bir daha da ağzıma sürmedim. Bloğun adını, diyordum, değiştirmeye karar verdim. Neden derseniz, Bizim Zamanımız'dan sıkıldım da denebilir, sanki bir iki nedeni daha var ama inanın ne olduğunu tam olarak kestiremiyorum. Siz kafamın içindeki kaosa verin.   



Neden Bizim Zamanımız adını kullanıyordum blog için? Daha önce şurada da yazmıştım, içinde yaşadığımız bu zaman, yani bizim zamanımız bana hep ilginç gelmiştir. Nitelikli tarih kitapları okudukça da pekişir bu düşüncem. Sahiden de, şöyle açık bir zihinle düşününce, bunun ne denli böyle olduğu görülebilir. Daha önce yaşanan hiçbir zamana benzemiyor bizim zamanımız. Aslında uzun zamandır burada Bizim Zamanımız başlıklı uzunca bir yazı yazmayı düşünüyor(d)um ama bu hâlâ gerçekleşmedi, umarım yakında gerçekleşir. Ondan ötürü, burada uzun uzadıya girmeyeyim konuya, yalnızca verdiğim bu genel bilgi kalsın şimdilik, zamanımız zaman değil kardeşim, ben ne yapayım.


Peki, neden Göçebe Düşünceler? Anlatayım. Efendim, canım sıkıldığında pek çok kere yaptığım gibi önceki akşam da kitaplığa uzandım ve rastgele bir edebiyat dergisi çektim. kitap-lık'ın Mart 2003 sayısı geldi. Dosya konusu "Edebiyatçının 'medeni hal'leri." Birkaç lezzetli yazı, birkaç da şiir okuduktan sonra çevirmeye devam ettim sayfaları. Karşıma Mel Kenne diye bir adam çıktı. Daha önce de okumuştum bu dergiyi, o zaman da görmüş olmalıyım ama aklımda kalmamış olacak ki, bu adamı "ilk kez" gördüm. Mel Kenne, kendini gönüllü sürgüne adamış Amerikalı bir şair, yazar, akademisyen. Dünyanın türlü yerlerini gezdikten sonra kendini İstanbul'da bulmuş. "Galatalı" olmuş çıkmış. Deyiş yerindeyse, bütün hayatı sürgünde geçmiş, ama dediğim gibi, gönüllü sürgünde. kitap-lık'ın Profil adlı köşesinin söz konusu sayısı ona ayrılmış anlayacağınız. İpek Seyalıoğlu hazırlamış. Kenne hakkında genel bilgi, kendisiyle bir söyleşi, birkaç şiiri ve günlüğünden bir yazı. İşte, bu yazının başlığı, "Göçebe Düşünceler: Sürgünde Bir Yurt." Okuyunca, aha, dedim, bloğumun yeni adı olabilir bu. Zaten, doğrusunu isterseniz göçebe sözcüğünü düşünmüştüm bir iki kere, yanına bir şey bulamayınca öylece kalmıştı. İnternete baktım, göçebe düşünce kavramı çağımız filozoflarından Gilles Deleuze'e aitmiş. İyi, dedim, bundan böyle bu adı kullanacağım. Bu adı neden beğendiğimi, neden seçtiğimi –herhalde– sonra anlatırım. Yani büyük olasılıkla, muhtemelen, umarım, inşallah.

Bay Kuş

via

"Düşünen" hayvanları öteden beri sevmişimdir.
Kedi, Karınca, Arı, At, Eşek, Baykuş... Adlarını bilerek büyük harfle başlattım. Hak ediyorlar. Ama ne yazık ki insan denen o yüce yaratığın yazdığı tarih onlara da hak ettikleri yerin çok uzağında yerler uygun görmüş. Binlerce yıldır hizmetinde çalıştırdığı Eşek'e bu denli aşağılarda bir yer reva görmüş olması, onu bu denli aşağılaması, adını hakaret olarak kullanması insanın değerini de açık seçik ortaya koyuyor. Hayvanları bu hale sokmak ancak insanın yapabileceği bir şeydi doğrusu.

Şu güzelim Baykuş'a da uğursuzluk yaftası yapıştırmıştır insan. Ne uğursuzluğunu gördüyse... Bana kalırsa insanoğlu ve insankızı bu yeryüzünde yaşamaya başladığı ilk günden beri bütün sıkıntılarını doğaya yüklemek gibi bir kolaycılığa kaçtı, böylece onlardan kurtulabileceğini sandı, oysaki hiç hesap etmediği bir şey vardı, insanın kendisi küçük evrendi, yani içinde yaşadığı doğanın küçük bir yansımasıydı, mikrokosmos'tu. Doğada, yani makrokosmos'ta olup biten her şeyin kendilerine yansıyacağını, doğaya yüklenen tüm sıkıntıların kendilerine döneceğini öngöremedi zavallı atalarımız. Galiba bugün dalgalarıyla boğuştuğumuz bu koca sıkıntılar okyanusuna düşüşümüz de o gün oldu.

Yine de Bay Kuş iyi bir fikirdir.
Aynaya bakmasını bilene.     

24 Haziran 2013

Narrr

uykuyla uyanıklık arasında
çekirdeksiz nar gibi geldin birden bire
Ömer Erdem


Adam kıza nar alma sözü vermiş bir zamanlar, oyla kız henüz daha sevgililerken. Şimdi anımsamıyor: Nereden çıktı nar, öyle durduk yerde mi söyledim? Sonraları, ne olmuşsa ayrılmışlar. Neden ayrıldınız, diye soranlara kaçamak yanıtlar vermiş her ikisi de. Bir keresinde adama yine sorulduğunda, nar yüzünden, diye yanıtlamış. Nasıl yani, diye merakla üstelemiş soran. O da, kıza nar almadım, o da benden ayrıldı, diye yalan söylemiş. Rahatlamış bu yalanı söyleyince, içi serinlemiş. Zaman zaman kızıyormuş ya kendine, neden kızdığını kendi de bilmiyormuş, sözünü tutmadığı için mi, kızı narsız bıraktığı için mi?

Adam kızdan ayrılalı çokça zaman olmuş, son olarak ne zaman buluştuklarını bile artık hatırlamıyor. Kim bilir ne kadar zaman geçmiş üstünden, kaç nar mevsimi gelip geçmiş, kaç nar hasadı yapılmış, nar ağaçları kaç şeye tanık olmuş? O zamanlar kendisi de henüz genç sayılırmış zaten, şimdi o güzel zamanların geçip gittiğinin ayırdına varıyor acı acı, dalında çatlayan sonbahar narı gibi çatlıyor yüreği. Tutamıyor kendini...

Günün birinde, bütün olan biteni, kızı, narı unutmuşken, düşünde nar görüyor adam. Bir manavın önünden geçiyor, manav nar satıyor, yalnızca nar. Dışarıdaki tezgahında sıra sıra nar kasaları var, başını uzatıyor adam, camdan içeri bakıyor, içeride de boyuna nar... Şaşırıyor, yalnızca limon satan görmüştüm de, yalnızca nar satan da ilk kez görüyorum, diye söyleniyor. Önünde durup dükkana bakıyor, manav dışarı çıkıyor, bir şey söyleyecek gibi oluyor ama susuyor. Adam söze giriyor:
"Neden yalnızca nar?"
"Eskiden de yalnızca karpuz satardım," diye yanıtlıyor manav, "gençliğimde."
"Şimdi niye satmıyorsun?" diye sürdürüyor adam.
"Karpuzla nar bir arada olmaz," diye kestirip atıyor manav, "biri yazlıktır, öbürü kışlık."
"Doğru," diyor adam, "yaşam da böyledir, kimileyin yazlıktır, kimileyin kışlık."
Manav garipsiyor adamı, ilginç biri, buralardan değil besbelli, soruyor:
"Nerelisiniz?"
"Nar ağaçlarının olduğu yerdenim."
© Copyright
Manav sürdürmek istiyor ama ne diyeceğini bilemiyor bu garip adama. Tam bu sırada adam dükkanın camının üstündeki yazıyı görüyor, dükkanın adını: Narrr Manavı. Merakla atılıyor:
"Neden üç tane r var?" Manav yanıtlıyor:
"Çocukken r'leri söyleyemezdim."
Adam işkilleniyor, bir şeyler anımsar gibi oluyor ama ne olduğunu kestiremiyor. Manava bakıp, ne garip biri, diye geçiriyor içinden, ardından:
"Ben sana karpuzla narı neden bir arada satmadığını sormadım ki, neden karpuz satmayı bıraktın da nar satmaya başladın?"
"Sattığım karpuz benim değildi," diyor manav, "çıraktım karpuzcunun yanında."
“İyi ya işte,” diye sürdürüyor adam, “karpuz satmanın her inceliğini öğrenmişsindir, sürdürseydin keşke.”
Yanıtlıyor manav:
“Sürdürmek sanıldığı kadar basit olmuyor her zaman.”
Adam içerliyor:
“Doğru, insan bazen bir gönül işini de sürdüremiyor.”
"Peki, neden yalnızca nar satıyorsun?"
"Çünkü nar, verilmiş sözdür," diyor manav.
Adam bunu duyar duymaz titriyor, manavın gözlerinin içine bakıyor, eski bir tanıdığını yıllar sonra görmüşçesine şaşırıyor. Tam, ağzını açıp, sen kimsin, diye soracağı sırada uyanıyor.

Sonraki birkaç gün düşün etkisinde kalıyor adam. Eski sevgilisini düşünüyor boyuna. İçi acıyor. Alacağın, alt tarafı bir nardı, onu da yapamadın, bir nar olsun alamadın sevgiline. Bunları düşünüp sıkıntılara bürünüyor. Ama aradan biraz daha zaman geçtikten sonra yine unutmaya başlıyor her şeyi, gördüğü düşü, eski sevgilisini, sözünü verip de almadığı narı…

Bir sonbahar günü çarşıda dolaşırken bir manav dükkanının önünden geçtiğini fark ediyor. Gözleri istemsiz bir biçimde dükkanın adına kayıyor: Manav İbrahim. Nasıl olduğunu anlamadan içeride buluyor kendini. Bakınıyor, eski, salaş ama genişçe bir dükkan, sebze meyve adına ne ararsan var, bir çocuk yanaşıyor:
“Hoş geldin abi.” Hoş bulduk, anlamında başını sallıyor adam. Ardından soruyor: 
“Nar var mı?” Kendi de şaşırıyor bu soruya.
“Var abi, kaç kilo?”
“İki.” 
Çocuk birkaç tane nar koyuyor elindeki poşete, sonra tartıp veriyor. 
“Ne kadar?” diye soruyor adam. Fiyatını söylüyor çocuk, parayı verip çıkıyor adam. 

Elinde nar poşeti, kaldırım boyunca yürüyor. Birden, çok garip bir duyguya bürünüyor içi. Sık hissettiği bir şey değil bu, amaçsızlık, çaresizlik karışımı bir şey. Geri dönüyor, yürüyor öylece. Manav İbrahim’in önünden geçiyor yine, kaldırımı bitiriyor, sola dönüyor köşeden, biraz daha yürüyünce, zaten küçük olan çarşının sonuna geliyor. Amaçsızca yürüyor, biraz sonra parke taşı döşeli yol da bitiyor, toprak yola giriyor adam. Çarşıdan, şehirden uzaklaşmaya başlıyor. İki yanı bahçe duvarlarıyla örülü toprak yol iyi geliyor adama, biraz olsun iyi hissediyor kendini. Durmuyor ama, yürümeyi sürdürüyor. Sonra, bahçelikler de bitiyor, tarlalar başlıyor, kaç dakikadır yürüdüğünün kendisi de ayırdında değil. Hasatın yorgunluğunu üzerinden henüz atamamış uçsuz bucaksız güz tarlalarına dikiyor gözlerini. Yürüdükçe yürüyor.

Biraz sonra iki küçük kız çocuğuna rastlıyor, yolun kenarında, tozun toprağın içinde, yılın belki de son güneşinin altında oynuyorlar. Az ötede bir ev görünüyor, oradan olmalılar. Yanına çağırıyor kızları, adlarını soracak oluyor ama vazgeçiyor. Nar ister misiniz, diye soruyor. Çocuklar çekingen, sıkılgan, meraklı gözlerle bir şey demeden bakıyorlar bu garip adama. Adam bir nar çıkarıp uzatıyor kızlardan birine, kız aynı çekingenlikle elini uzatıp alıyor narı, ardından öbür kıza da bir nar uzatıyor, o da alıyor. Kızlardan daha küçük olanı oyuncak bir bebeği tutar gibi tutuyor narı kucağında, düşürmesin diye. Kızın ufacık kirli ellerine ilişiyor adamın gözleri. “Ne kadar da küçükler,” diye geçiriyor içinden, “nardan bile.” Gözlerinin içine bakıyor kızların, nereden aklına geldiyse: 
“Biliyor musunuz çocuklar,” diyor, “ben sizin kadarken r’leri söyleyemezdim.” 

Birden, önemli bir şeyi anımsamışçasına duruyor. Yüzünde hafif bir gülümseme beliriyor, acı bir gülümseme ama. O an anlıyor, bilmem kaç zaman önce düşünde konuştuğu, yalnızca nar satan manavın kendisi olduğunu. Yüreği acıyor. Elindeki poşeti kızların yanına bırakıp yola koyuluyor yine. Yol, buğday tarlalarının arasından kıvrılıp gidiyor. Tarlalarda yer yer meşe ağaçları çarpıyor gözüne. “Allahtan,” diye geçiriyor içinden, “Allahtan nar ağaçları yok buralarda. Yoksa…”


© Copyright

22 Haziran 2013

Felidae Hanedanı







Copyright © Nikolai Zinoviev

Yaşama Sevinci

© Copyright

Hayatımız Facebook

Baktım, facebook'ta biri beni dürtmüş. Tıkladım, Zeynep adlı biri, geçenlerde eklemişti beni, tanımıyorum da. Bir sorayım, kimdir, neyin nesidir, dedim, böylece "keyifli" bir sohbet başladı aramızda. Sevindim, "malzeme çıktı," dedim. Sohbetin uzun süreceğini sandım ilkin ama yazık ki çok uzun sürmedi. Alt tarafı birkaç cümlelik bir sohbet çıktı, onu da numunelik olarak burada yayımlıyorum.


Ben
Merhaba
Beni dürtmüşsün

Zeynep
Merhaba ben mı durtmusum

Ben
Evet
istersen sana fotoğrafını çekip yollayayım

Zeynep
Yok saol ıstemez yanlısla olmus kusura bakmayın

Ben
Sen bizim buradan mısın?

Zeynep
Evet

Ben
Kimlerdensin?

Zeynep
Ne yapacaksınız ben sızı tanımıyorum ben buralı degılım sadece ogretmenlık yapıyorum

Ben
Kızım, madem beni tanımıyorsun niye ekledin?

Zeynep
Bır bayanla nasıl konusacagını bdaha bılmıyorsun sadece bır arkadasa benzettım baktım kı degılmıs oyle kaldı

Ben
Ne bayanı kızım, sen daha çocuksun.

Bu son cümleyi bilerek yazdım, damarına basmak için. Yaşına baktım, 21'miş. Damarına basınca hemen silmiş beni arkadaş listesinden. Öğretmenmiş bir de bu arkadaşımız. 

20 Haziran 2013

Öğretmenler ve Öğrenciler

Öğretmenler öğrencilerine hep şöyle dediler: 
"Bakın çocuklar, sizin gibi bu sıralarda otururken bizim öğretmenlerimiz de bize her zaman yapmamız ve yapmamamız gereken şeyleri söylediler, ama biz hep yapmamamız gerekenleri yaptık ve sonuçta pişman olduk, şimdi biz de size söylüyoruz, yapmanız gerekenleri yapın ki gelecekte pişmanlık duymayasınız."

Oysa öğrenciler içlerinden şunu geçiriyorlardı: 

"Hele bir o zaman gelsin, biz de o masaya oturalım da... Allah büyüktür..." 

Böylece devam etti gitti düzen.

19 Haziran 2013

Kediler Neden 9 Canlıdır?

© Copyright
Pek çok şeyin aslı astarı bilinmediği için saçma sapan anlamlar yükleniyor zaman içinde. Kedilerin dokuz canlı olduğu efsanesi de böyle bir şey. Ben de sanıyordum ki mitolojide, kutsal kitaplarda falan böyle dokuz canlı, "ölüp ölüp ölmeyen" bir kedi var, o yüzden böyle söyleniyor. Meğer işin aslı bambaşkaymış.   

Semih Gümüş'ün Yazarın Yalnızlık Burcu'ndaki "Hayvana Hayvan Demeyen Edebiyat" başlıklı denemesinden öğrendim: "J. M. Masson, Kedilerin Dokuz Duygusal Canı'nda kedilerin dokuz temel duyguyu yaşadıklarını belirtiyor: narsisizm, sevgi, tatmin, bağlılık, kıskançlık, korku, öfke, merak, oyunculuk." Yalnızca bunlar da değil, kedilerde ayrıca "üzüntü, sevecenlik, merhamet, hayal kırıklığı, geçmişe özlem, sıkıntı, utanç, kayıtsızlık, yoğun dikkat ve düşünce, kızgınlık, şaşkınlık ve kendinden hoşnut olma duyguları" da varmış. 

Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, nankörlük yok. Neden olsun ki? Kediler nankör değiller. Kendimi bildim bileli kedimiz vardır, şimdiye dek kaç kedi bizimle yaşadı onu da bilmiyorum, şimdi de yaşlı Ramazan var, birinden birinin nankörlüğüne rastlamadım. Kedilerin nankör olduğu hakiki bir yalandan başka bir şey değil. En az köpekler kadar sadıklar insanlara. Keşke birlikte yaşayan tüm insanlar da kedi ve köpeklerin yarısı kadar olsun birbirlerine bağlı olabilselerdi.

16 Haziran 2013

Düş

Uyuyan uyandığında düş son bulur. 
Peki ya düşçü uyandığında düş ne olur?
Nietzsche

Kaleme And*

Kalemine ve yazdıklarına and olsun ki, deli değilsin. Göreceksin, sen göremesen de dünya görecek – yazdıkların, en büyük ödülü hak ediyor: okunmak. Kalemine güven – yeteneğin var. Kimin deli olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da. İşin doğrusu, ömrünü yazıya verme yolundan sapanlarla o yoldan gidenler, eninde sonunda ayrışır. Bunu inkar edenler hep olmuştur, olacaktır da; sen onlara aldırma. Onlar, senin kendileriyle uyuşmanı ister; böyle yapsan, senden iyisi olmaz. Diliyle iğneleyen, köşebaşını tutan, iyi yazıyı sürekli engelleyen, saldırgan, zorba, kendini ve takımını kollamaktan başka bir şey düşünmediği halde yeni'ye, gerçek'e açık olduğuna yemin eden, soysuzluğu yazdıklarıyla tescilli tüccar yazara, konumu ve çevresine topladıkları yüzünden aldırış etme. Gerçek yazının ilkeleri ona okunduğu zaman, “Öncekilerin masalları,” diyecektir. Onun burnuna pek yakında damgayı vuracağız. Biz bunları, vaktiyle dergi ve yayınevi sahiplerini denediğimiz gibi denemiş oluruz. Dergi ve yayınevi sahipleri, daha sabah olmadan, başka birşeye ihtimal vermeden, dergiler, kitaplar yayımlayacaklarına yemin etmişlerdi. Ama daha onlar uykudayken toplumun tüm katmanlarını sarsan deprem, yazın dünyasını da allak bullak etmiş, iyi yazının gözden yitmesine yol açmıştı. Bu yayıncılar işin farkında değildi tabii. Sabah olduğunda, “Yapıtlarınızı devşirecekseniz erken çıkın,” diye birbirlerine seslendiler. “Bugün orada, 'Ben yeni bir yazının yazarıyım,' diye ortalara dökülen düşkünlerden hiçbiri yanınıza sokulmasın,” diye gizli gizli konuşarak yürüyorlardı. Genç yazarları destekleyebilecek güçleri varken, böyle konuşarak erkenden gittiler. Masalarına oturup yazın dünyasının halini gördüklerinde, “Herhalde yolumuzu şaşırdık; hayır, bu gerçek olamaz; bizim için yazacak kimse yok mu? Bize kala kala yalnızca şu molozlar mı kaldı?” dediler. Ortancaları, “Ben size iyi yazına sahip çıkmak gerek dememiş miydim?” dedi. Hatalarını kabul etmek yerine, birbirlerini suçlamaya başladılar. İşlerin düzeleceğine dair hala bir umutları vardı, ama bunun için parmaklarını bile kıpırdatmak istemiyorlardı. İşte azap böyle birşeydir; ama ölü bir yazının vereceği azap çok daha büyüktür; keşke bilseler! Kaleme saygılı olanlara kitap dünyasında her zaman yer vardır. Kendini kaleme adamış olanlar, hiç bu suçlularla bir tutulabilir mi? Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz? Yoksa, doğru dürüst bir kitap okumuşluğunuz bile yoktur ki sizin. Seçimleriniz, hep kulaktan dolma yargı kırıntılarıyladır. Yoksa, sınırsız yeteneği olanlarla kapsamı sınırsız sözleşmeler yaptınız da, onların her yazdığı sizin mi olacak? Sor onlara: “Kim yer ulan bunu?” Yoksa, kendi aralarında şike mi yapıyorlar, danışıklı dövüş müdür oynattıkları? Doğru sözlüyseler, ortaklarıyla birlikte çıksınlar ortaya, iki dakika adam olsunlar. Ama yapamazlar. Gözlerini yere dikerler; yüzlerini alçaklık bürür. Yeni yazının gücünü yalanlayanları bana bırak. Ben onları bilmedikleri yerden öyle bir deşeceğim ki - yavaş yavaş, azap vere vere. Onlara mühlet veriyorum; doğrusu benim tuzağım sağlamdır. Yoksa sen onlardan telif ücretini istiyorsun da, hakkını mı veriyorlar? Yoksa görünmeyenin bilgisi onların yanındadır da, kendileri mi yazıyor? Sen kalemine güven, yaz, yazdığını ortaya bırak, dayan. Balık sahibi Yunus gibi olma. Yaz ve bekle, semeresini elbet görürsün; kimsenin seni kınamaya hakkı yok. Kalemine bağlı kalırsan, seçilmişlerden olursun, ömrün bir işe yarar, şöyle ya da böyle. Bunu inkar edenler, yeni yazının yapıtlarını okuduklarında onun yazarlarını neredeyse gözleriyle, bakışlarıyla gömmeye kalkışmıştı, yine de kalkışacaklardır. “Bunların hepsi deli,” diyorlardı, yine de diyeceklerdir. Oysa yazdıklarımız ve yazacaklarımız, alemlere bir anımsatmadan başka bir şey değildir. 
Cem Akaş



* Bkz. Kuran, çev. Hüseyin Atay: “Kalem Suresi”.

15 Haziran 2013

Yaprak Dökümü

Sararıp dökülmeden önce kızaran yapraklar ki onlar
Şan verdiler ortalığa bütün bir sonbahar

Mevsim dönüp de yeniden yeşermeye başlayınca rüzgâr

Çıplağında o atın yine onlar koşacaklar
O çocuklar
O yapraklar
O şarabi eşkiyalar

Onlar da olmasalar benim gayri kimim var?


Can Yücel


11 Haziran 2013

Düş'ünüp Durmak

Düşünde şarkı söylüyor çocuk, elinde bir mikrofon. Ama o denli heyecanlı ki, o denli kendinden geçmiş ki, ikide birde şaşırıyor, şarkının sözlerini yanlış söylüyor ya da unutuyor. Hocası gibi bir adam duruyor orada, elinde şarkının sözlerinin yazılı olduğu bir kağıt. Çocuk yalvarır gözlerle ona bakıyor: Elindeki kağıdı ver de bakıp okuyayım, kurtulayım şu durumdan. Ama adam hiç de verecekmiş gibi bir renkte değil; vermemem senin için daha iyi, dercesine bir ifade var yüzünde, bunu söylemiyor elbette, ama çocuk hissediyor, düş bu ya, düşte insan hisseder her şeyi, zaten çocuk da gözleriyle istiyor kağıdı. 

Benim için iyi olanı kendim neden bilmiyorum, diye meraklanıyor çocuk, alt tarafı bir şarkı, onu da yanlış söylüyorum işte, versene be adam şu kağıdı! Vermiyor. Çocuk uzun uzun düşünüyor, merak ederek düşünüyor. O denli uzun bir düşünüş ki bu, sahnede bir şarkılık kalış süresini kat be kat aşıyor, ama bu bir düş, düşte ne fizik yasalarına bağlı kalmamız gerekir, ne zamana, ne de mekana. 


Çocuk boyuna düşünüyor. 


Peki, adam elindeki kağıdı niye vermiyordu çocukcağıza? Bunu hiçbirimiz, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Düşün sahibi bile bilemeyecek. 



© Copyright

Manzara

© Copyright

10 Haziran 2013

Okur-Yazar

Okuyacağı kitapta, arka kapakta yazılanlardan daha fazla şey olduğunu bilen biri, okur olmaya yaklaşmış bir okuyucudur. Okuyacağı kitapta, arka kapakta yazılanlardan bütünüyle ayrı şeyler olduğunu bilen biriyse gerçek bir okurdur. Çünkü kitabı yazan yazardır, arka kapağı yazansa editör.

Kahraman

Andrea: Mutsuz, kahraman yetiştirmeyen ülkedir.
Galileo: Hayır, Andrea: Mutsuz, kahramana gereksinim duyan ülkedir.

Bertolt Brecht, Galileo'nun Yaşamı

8 Haziran 2013

Ayrılık

© Copyright

İki rayı gibiyiz
bir tren yolunun
yakın olması 
neyi değiştirir
son istasyonun

Sunay Akın

3 Haziran 2013

Düş'mek

"Neden bu kadar çok uçaklı rüya görüyorum?" Bunu soruyor kendine. Olmadık yanıtlar uyduruyor içinden: "Üç beş yaşımda hep yüksekliklerden düşerdim, nicedir öyle düşler görmez oldum. Bundan mıdır acep, bunca uçaklı düş görmem?" Kahvesine uzanıyor, bakıyor kahve bitmiş. "Ne ara bitti bu?" diye soruyor kendine. Sorduğu da yok ya, öylesine... Gördüğü düşe geliyor yine; bir saat olmadı uyanalı. "Gündüz uyuyamazdım eskiden," diye geçiriyor içinden, "hem de hiç. Gündüz düşleri de bir başka oluyormuş. Gerçi, gecesi gündüzü mü kaldı düşlerimin." 

Uçakları çok severmiş eskiden, çevresindekiler böyle diyor. Pilot olmak istiyormuş bir zamanlar, can atıyormuş bunun için. Şimdiyse pek çok kimsenin bilmediği bir şey var, o hâlâ uçakları çok seviyor, ama acı gerçeğin ayırdına çoktan varmış: pilot olmak suya düştü. Uçakları da değil aslında, uçmayı seviyor. "Düşler de olmasaydı, bunca hayal kurmamızın ne anlamı kalırdı," diye geçiriyor. Sonra, acı bir ses duyuluyor kafasının derinliklerinden: "Senin kurduğun hayal de, işte böyle, anca düşte gerçekleşir." Böylesi acı sesleri öteden beri sever, bu bilinen bir şey. "Her zaman acı konuşacak birileri bulunmaz be oğlum." Dost sohbetlerinde hep söylediği sözdür bu. İnceden bir dokundurmadır aslında, dost dediğin acı konuşmalı, sana ayna tutmalı, demeye getirir. Anlayana... 


Gördüğü düş diyorduk, ne oldu sahi, niye beklediği uçak bir türlü gelmiyordu?

1 Haziran 2013

Ave Junius*

Her şey birdenbire oluveriyor. Üzerinde yaşadığımız gezegen hiç yorulmadan, dur durak bilmeden, bıkmadan usanmadan gidip geliyor. 

Biz insanlar yeryüzüne gelir gelmez kadim bir ses şöyle fısıldar kulağımıza: "Ayağa kalk, önünde sonsuzluk var!" Nasıl da özgür hissederiz kendimizi. Oysaki dünya dönüp duruyor; durmadan dönen bir yerde insan özgür olabilir mi hiç? Hepimiz tutsağıyız bu dünyanın, sonsuzluk yoktur burada, özgürlük düşüncesini de başka yerden getirmişizdir zaten, nereden geldiysek oradan. 


Ne denli çabuk oluyor her şey. Daha dün kış değil miydi? Nereden çıkıverdi şu güneş? Ne ara yeşillere büründü şu kavak ağacı? Nasıl da neşeli bahçedeki sığırcık kuşları. Her yıl yeni bir ev yapmak hiç zoruna gitmiyor yaşlı karganın. Kedi Ramazan'a özeniyor insan: Nasıl bu kadar mutlu olabilir bir kedi? İki yüz yıl yaşayabiliyormuş bir karga: Ne düşünüyorlardır bizim için, içleri sızlıyor mudur? Kargalar ev bark yaparken doğaya hiç zarar vermezler. Kedi Ramazan mutlu olmak için doğayı katletmeye gereksinim duymaz.


Bugün haziran, ha duvara iç açıcı bir tablo asmışsın, ha pencerenin önünü kapatmış ağaçlar.



* Selam haziran.

Olacak iş değil

Ama oluyor. Ne kadar olmayacak iş varsa hepsi oluyor. 
Sayfa başına git