31 Ağustos 2013

Ayağı Karıncalı

Yalnız bir kadın sanmıştım önce
Oysa kocasını aldatan biri
Irmağın orda buluştuk
Gece, Santiago gecesi,
Işıklar sönüp birer birer
Yanmaya durunca ateşböcekleri.
Son birikintisinde şehrin
Dokundum uykulu memelerine
Türkülü çiçeklerin dalları gibi
Göğsü gözlerime açılıverdi.
Ve on iki hançerin bir kerede
Yırttığı ipek gibi sinirli

Hışırtısı kulaklarımda
Kolalanmış eteklerinin.
Işıksız tepeleri ağaçların
Yollar boyunca kocaman kocaman
Ve ufuk köpeklerin ufku
Irmaktan ötelere havlıyordu.
Ne varsa üstünde atlayıp geçtik
Böğürtlenler, dikenler, karaçalılar.
Saçındaki topuzun yere yatınca
Yumuşak toprakta açtığı çukur,
Ben boyunbağımı attığım zaman
Çözüşü onun da düğmelerini,
Sıra silahlı kemerime gelince
Sıyrılışı giysilerinden art arda,
Sümbüllerin mi, kurbağaların mı
Olamaz hiçbirinin böyle bir teni,
Ne de billurun ayışığında
Sunabildiği var bu ışıltıyı
Kalçaları altımda kaçışıyordu
Hani ürkmüş balıklar gibi
Bir yanı tutuşmuş, ateş çemberi
Bir yanı buza kesmiş, sepserin,
O gece dörtnala gördüm kendimi
Sedeften, küçük bir taya binmişim
Gördüm, ne dizgin ne de üzengi
At koşturuşlarımın en güzelini.
Neler anlattı sevişirken
Ama söyleyemem erkeğim ben
Hem böyle ağzı sıkı görünmemi
Aydınlık akıl da istiyor zaten.
Öpüşlere, toz toprağa bulanmış
Uzaklaştık kıyının ordan
Süsenler silahlarını ayarlıyordu
Gecenin esintilerine karşı.
Dürüst bir çingene olarak
Üstüme düşeni yaptım ben de
Koca bir dikiş sepetini
Armağan ettim ayrılırken,
Ama kuşkusuz sürekli bir aşkı
Aklımın ucuna bile getirmemiştim,
Çünkü hâlâ, evli değilim, diyordu
Kocasına bunu, bunu yapıp da
Yürüdüğümüzde ırmağa doğru.

Federico García Lorca
Çev.: Cemal Süreya

30 Ağustos 2013

Köyde

Geçen kış bizim köye günübirlik bir kaçamak yapmış, o günkü maceramı da şurada anlatmıştım. Bu kez de yazın bir kaçamak yaptım. Aslına bakarsanız, yazın vakit çok olduğu için dilediğim kadar gidebiliyorum köye. Şimdi yazacağım bu kaçamağı da bir ay kadar önce, geçen ramazanda yaptım.


Yaz, bütün köylerde iş mevsimidir. Çünkü köyde temel geçim kaynağı hayvancılık ve tarımdır. Bizimki bir dağ köyü olduğundan pek tarım ürünü yetişmez, daha çok hayvancılık yapılır, koyun, keçi ve sığır yetiştirilir.


Köyün etrafı doğal çayırlıklarla doludur. Mayıs sonunda bu çayırlıklar otlanmaya kapatılır, hayvanlar yaylalara gönderilir. Bu sırada çayırlar iyice büyür, iki ay kadar sonra biçilir, toplanır, böylece hayvanların kışlık yiyeceği çıkmış olur.

26 Ağustos 2013

İyi Haber

© Copyright

İyi bir haber alınca paylaşmak ister insan. İşte ben de şu an tam olarak bunu yapıyorum. Birkaç saat önce aldığım iyi haberi buradan paylaşıyorum. Yok yok, haberin kendisini değil, yalnızca iyi bir haber almış olduğumu paylaşmak istedim. 

Şu gördüğünüz fotoğraf da en az benim bugün aldığım haber kadar iyi ve güzel. Bir de şu an dinlediğim güzel müziği paylaşmak isterdim, artık o da başka bir zamana... 


Hayatta hep güzel haberler almanızı içtenlikle dilerim sevgili blogdaşlarım. ;)

18 Ağustos 2013

Kayıp

Kaybettiğim bir şeyi bu kadar aradığımı hiç hatırlamıyorum. Birkaç yıl önce Notos dergisinin bir sayısında çok hoşuma giden bir öykü okumuştum, bir yıl sonra bir daha okuyasım tutunca kitaplığa bakınmış ama bulamamıştım. O bir. Bir de sekiz-on yıl önce Mehmet dayım bana Maupassant'ın bir kitabını hediye etmişti. Üç-dört yıl önce bir gün Çehov'un birkaç öyküsünü okuduktan sonra Maupassant'dan da birkaç tane okuyasım tutmuş, yine aynı şekilde kitaplığa bakınmıştım, ama onu da bulamamıştım. 

Kaç kere aradım tahmin edemezsiniz. Odunluktan çatı arasına kadar evde bakmadığım yer kalmadı. Bugüne dek onlarca kitabım kayboldu, kimi çalındı, kimi gitti gelmedi, hiçbirini bu kadar aradığım olmamıştı. Hâlâ düşünüp duruyorum, nereye gitti o dergimle o kitabım? 

Bu yıl bir de kendimi kaybettim bir ara. Geçenlerde. Bir ay kadar önce. Bazen kendimizi kaybedebiliyorduk, değil mi? Yani, en azından böyle bir hak tanınmış bize. Bilmiyorum, herhangi bir şey bizim hakkımızdır diye ille de yapacak değiliz, ama ben yine de bu hakkımı kullandım. Tanrım! Nasıl kötü bir şeydir kendini kaybetmek, bilen bilir.  

Burma Günleri

George Orwell'ı çoğumuz ya Hayvan Çiftliği'nden ya da Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ten tanırız. Her ikisi de modern birer klasik olarak kabul ediliyorlar artık. Hayvan Çiftliği benim neredeyse her yıl okuduğum kitaplardan biridir. Orwell'ın daha az bilinen kitaplarından biriyse Burma Günleri'dir. 


Orwell, Hindistan'da doğmuş, yıllarca da dışarıda yaşamış bir İngiliz. Önemli özelliklerinden biri, yapıtlarında ülkesi İngiltere'nin emperyal politikalarını sert bir dille eleştirmiş olmasıdır. Burma Günleri'nde de İngilizlerin Güney Asya ülkelerinden Burma ya da diğer adıyla Myanmar'daki günahlarını sayıp döker. Bir tür belgesel roman niteliği de var bu kitabın, çünkü Orwell bizzat yaşayıp gördüklerini anlatmıştır burada. 

İnsan Burma Günleri'ni okuyunca zaman zaman "tanıdık" kişilere, kurumlara, olaylara da rastlıyor. U Po Kyin adlı bir adam var örneğin, kendisi öz be öz Burmalı, ama şu sözler ona ait: "Burmalılarla zavallı aşağılık insanlarla görüşmekten bıktım." (s.158). Bizde de diğer pek çok gelişmekte olan ülkede olduğu gibi Batı uygarlığına her zaman antipatiyle bakanlar oldu, oluyor. Evet, Batı sütten çıkmış ak kaşık değil ama onu eleştirirken U Po Kyin gibilerin varlığını da gözden kaçırmamak gerekir. Yalnızca Batı mıdır eleştirilecek olan, içeride hiç mi eleştirilecek kimse yok? Neyse, bu konulara girip fazla dağıtmayalım yazıyı. 

Romanın başkahramanlarından biri Flory adlı bir İngiliz'dir. Orwell, sözünü ettiğim eleştirisini onun ağzından yapar. Flory, Burma'daki İngilizler arasında sağduyuyu temsil eder. Hatta, sağduyulu davranan tek İngilizdir orada. Onunla Dr. Veraswami adlı bir Burmalı arasında geçen bir diyalog şöyledir:  
V: En azından bize yasa ve düzen getirdiniz. Hiç sapmayan İngiliz adaleti ve Pax Britannica (İngiliz Barışı).
F: Pox Britannica (İngiliz Çiçek Hastalığı) Doktor. Onun asıl adı İngiliz Hastalığı." (s. 49)
Bir başkası da şöyle:  
V: "... Uygarlığınızın en kötü yanları bile bizim için ilerleme anlamına geliyor."
F: "... Dünyayı dolaşıp hapishaneler kuruyorlar. Bir hapishane inşa edip bunun adına da ilerleme diyorlar.."
V: "Dostum, gerçekten şu hapishaneler konusunda çok diretiyorsunuz! Yurttaşlarınızın başka başarıları da olduğunu unutmayın. Yollar yapıyorlar, çöllerde sulama sistemleri kuruyorlar, kıtlığı yeniyorlar, okullar açıyorlar, hastaneler kuruyorlar, vebaya, koleraya, cüzama, çiçek hastalığına, zührevi hastalıklara karşı savaşıyorlar..."
F: "Bunları zaten kendileri getirmişlerdi."
...
F: Eğer biz uygarlaştırıcı bir etkiysek bunun tek nedeni daha büyük parçalar koparmak istememiz. Eğer buna değmediğini görürsek her şeyi bir anda çöpe atabiliriz. (s. 50-51)

Eric Arthur Blair,
namı diğer George Orwell
Pedagojide öğrenilmiş çaresizlik diye bir şey var. Dışarıdaki bir güç sizi o denli etkisi altına alır ki, bir zaman sonra o güç tamamen ortadan kalktığında bile onun etkisini ilk günkü gibi üstünüzde hissedersiniz. Etkisi kalıcı hale gelmiştir artık. Flory ile Burmalıların konuşmalarına bakınca bu konu da aklıma geldi doğrusu. Acaba Dr. Veraswami gibi düşünen yerel halkı suçlamalı mıyız, yoksa hoş mu görmeliyiz? Bütün suç İngilizlerde mi, Burmalıların da suçu var mı? Veraswami'ye bakınca işin içine öğrenilmiş çaresizliği sokabiliriz gibime geliyor, ama yukarıda andığım U Po Kyin'i düşününce sanki tüm suç İngilizlerin değilmiş gibi görünüyor. Bu adam kendi halkının kanını –üstelik de büyük bir iştahla– emen biridir. Bir toplumda onun gibiler olduktan sonra İngilizler olmasa bile başkaları gelir, kolera da getirir, çiçek hastalığı da. Böyle düşünüyorum, yanlış mıyım? 

Kitaptan birkaç ilginç pasajla bitirelim yazıyı:
"Yaşamak için boğucu ve bunaltıcı bir dünyaydı bu. Her sözcüğün ve her düşüncenin sansürlendiği bir dünya. İngiltere'de böyle bir atmosferi hayal etmek bile zor. İngiltere'de herkes özgürdür; toplum içinde ruhlarımızı satışa çıkarırız, sonra dostlar arasındayken onları gerisin geri satın alırız. Ama her beyaz adamın despotizm çarkında bir dişli olduğu bir yerde dostluğa bile pek yer kalmaz. Özgür konuşma düşünülemez bile. Başka her tür özgürlüğe izin vardır. Bir ayyaş, serseri, korkak, kalleş, düşük ahlaklı biri olmakta özgürsünüz; ama kendiniz için düşünmekte özgür değilsiniz. En küçük bir önem taşıyan her konuda görüşünüz pukka sahip'in kuralları tarafından size dayatılmıştır." (s. 79)
*** 
"... Bir gün yolda yanlarından bir grup Burmalı geçtiğinde Elizabeth hâlâ onlara alışmamış gözlerle biraz merakından, biraz da rahatsız olarak arkalarından bakıp başka herkese söyleyebileceği bir şey söylemişti Flory'ye: "Şu insanların çirkinlikleri ne kadar rahatsız edici, öyle değil mi?" "Çirkinlikleri mi? Ben Burmalıları oldukça sevimli bulmuşumdur hep..." (s. 133)
*** 
Sahaf Yukarı Burma'nın idare merkezlerini dolaşan gezgin bir kitap satıcısıydı. Uyguladığı satış yöntemine göre elindeki kitap yığınından seçtiğiniz her kitap için ona dört anna ve bir de başka kitap vermeniz gerekiyordu. Ama her kitabı almazdı, çünkü sahaf okuma yazma bilmese de bir İncil'i tanıyıp reddedecek kadar bilgi edinmişti. "Hayır sahip," derdi ağlamaklı bir sesle, "hayır. Bu kitap... siyah kaplı, üzerinde altın harfler olan bu kitabı alamam. Niye olduğunu bilmiyorum ama bütün sahip'ler bana bu kitabı teklif ediyor, hiç kimse de almak istemiyor. Bu siyah kitabın içinde ne olabilir acaba? Kötü bir şeyler olduğu kuşkusuz." (s. 243)
*** 
Burma’da her yıl yaklaşık sekiz yüz kişi öldürülür; bunun hiçbir önemi yoktur; ama bir beyaz adam’ın öldürülmesi canavarlıktır, kutsal şeylere karşı işlenmiş bir suçtur. (s. 262). Yanlış adamı asmak hiç adam asmamaktan çok daha iyidir. (s. 265). Sizin mahkemelerinizde bizim için adalet olmadığını biliyoruz, onun için Ellit’i kendimiz cezalandırmak zorundayız. (s. 272).

17 Ağustos 2013

Que Sera Sera

Herhangi bir şeyi adamakıllı oluruna bırakmak da herkesin harcı değil gibime geliyor. Oluruna bırakmak... Başlangıçta basit mi basit görünüyor. Bir şeyi oluruna bırakmakta ne var? Değme gitsin. Ne var ki, üstüne biraz eğilince bunun da öyle kolay olmadığı görülüyor. Neyse, bu güzel yaz günü fazla derinlere dalmayalım.

Çok sevdiğim, sık sık da dinlediğim iki şarkıda "oluruna bırakmamız" salık veriliyor. Neyi? Hayatı. Biri Pink Martini'nin Que Sera Sera'sı, öbürü The Beatles'ın Let It Be'si. Let It Be şimdilik köşede dursun, gelin, Que Sera Sera'yı dinleyelim, oluruna bırakalım.  

  

Henüz küçük bir kızken,
"Ne olacağım?" diye sordum anneme.
Güzel olacak mıyım örneğin,
zengin olacak mıyım?

Şöyle yanıtladı beni annem:

Que sera sera:
her şey olacağına varır,
gelecek henüz gelmedi ki bilelim,
her şey olacağına varır.

Henüz daha bir öğrenciyken,

"Ne yapmalıyım?" diye sordum öğretmenime.
Resim mi yapmalıyım,
şarkı mı söylemeliyim?

Şu bilgece yanıtı verdi bana:

Que sera sera:
her şey olacağına varır,
gelecek henüz gelmedi ki bilelim,
her şey olacağına varır.

Büyüyüp aşık olduğumda,

"Bizi neler bekliyor?" diye sordum sevgilime.
Her gün böyle gökkuşağı olacak mı?

Şöyle dedi bana sevgilim:

Que sera sera:
her şey olacağına varır,
gelecek henüz gelmedi ki bilelim,
her şey olacağına varır.

Evet, her şey olacağına varır:

que sera sera.

16 Ağustos 2013

Oldu mu Olmadı mı?

İlginç bir Rumen filmi izledim: A fost sau n-a fost? "Oldu mu olmadı mı?" anlamına geliyor, ama İngilizler, East of Bucharest diye çevirince, Türkçeye çeviren de aynen öyle, Bükreş'in Doğusu diye çevirmiş. Bu filmi 2008'de izlemek için almıştım, bilgisayarda öylece unutmuşum.

Balkan sinemasını keşfedişim 2005-06'da oldu. O zamanlar, her gün televizyonlarda çıkan, çoğu da Hollywood'dan gelme şu bilindik filmlerden iyiden iyiye sıkılmıştım. DVD kiralayan dükkanlara girip, bazen bir saati aşan süreler boyunca filmlere bakınıyordum. Yanlış hatırlamıyorsam, Boşnak sinemasıyla başladım balkan filmlerini izlemeye, çünkü Çingeneler Zamanı'nı duymuştum ve merak ediyordum. İzledim ve çok da beğendim. Daha sonra Kusturica'nın bir iki filmini daha izledim, Yaşamak Bir Mucizedir ile Bana Söz Ver'i beğendim. Yunan sinemasından gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlanma Vassiliki, Makedonya'dan Golemata Voda (Yağmuru Beklerken), Yine Bosna'dan Grbavica (Esma'nın Sırrı), Bulgaristan'dan, Nejat İşler'in de oynadığı Otkradnati Ochi (Çalıntı Gözler), Tony Gatlif'ten enfes Transylvania Balkan sinemasından aklımda kalanlar.



Islık Çalmak İstersem Çalarım.
Güzel film.
Rumen sinemasından çok sevdiğim bir film de geçen yıl izlediğim Islık Çalmak İstersem Çalarım'dı. Ondan önceki yıl izlediğim 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün de fena değildi. Balkan sinemasını topluca, özgün kelimesiyle tanımlamak yanlış olmaz herhalde. En azından, bu sıraladığım son dönem örneklerine bakarak bunu söyleyebiliriz.

Şunu söylemek gerekir, özgün filmler pek izlenen filmler değildir. Bunu, televizyonlarda ne izlendiğine bakarak da anlayabiliriz, çünkü TV'ler işin ticari boyutunda yer alırlar, arz-talep meselesi yani, bir film dünyanın en iyi filmi olarak kabul görmüşse bile, izleyeni azsa kolay kolay televizyonda rastlayamazsınız ona. Yalnızca televizyon mu? Bugün maalesef artık sinema salonları da böyle. Dağıtımcılar her filmi sinemalara göndermezler, para getirecek olan hangisiyse, çoğu zaman onu izlemek zorunda kalırız. Bütün suç dağıtımcılarda, televizyon editörlerinde değil elbette, ekranların başındaki çoğunluk ne istiyorsa onlar da onu gösteriyorlar, dedim ya, arz-talep. Tanıdığım çok sayıda insan, benim izlemekten büyük zevk aldığım filmleri, bırakın zevk alarak izlemeyi, anlamıyorlar bile. İyi roman-kötü roman meselesi sinemada da değişmiyor anlaşılan. Bunları niye söylüyorum? Burada övüp durduğum filmleri izledikten sonra, olur ki siz de hiç sevmezsiniz, arkamdan sayıp dökmeyin diye.


Konu biraz dağıldı. Şu, dün izlediğim filme gelecek olursak, başta da dediğim gibi, çok ilginç bir film. Yeri gelmişken söyleyeyim, benim burada kullandığım "ilginç" sözcüğü pek çoklarınca "sıkıcı" anlamına gelecektir. Çünkü, az önce de dedim, Bükreş'in Doğusu özgün bir film ve pek çok insanın sevebileceği türden değil. Onu söylemiş olayım, ama benim bu filmleri çok sevdiğimi de bir kez daha söylemiş olayım. Daha geçen hafta bir arkadaş, kendisine bir film önermemi istedi, ben de Django Unchained'i (Zincirsiz) daha yeni izlediğimi, ona da önerdiğimi söyledim. İzlemiş ve hiç beğenmemiş, "o neydi öyle yaa!" diye tepkisini bildirdi sonradan, ben de, o zaman Çalgı Çengi'yi izle, dedim 
–ki severek izlemiş, oldukça da gülmüştüm–, arkadaşım onu da izlemiş, izledikten sonra da bana, bu filmde komik olan ne, yollu bir şeyler sordu? İyisi mi, zevkler ve renkler deyip bu konudan sıvışalım. 

Bükreş'in Doğusu 95 dk. sürüyor ve bunun tam kırk dk.sı bir televizyon programından ibaret. Bükreş'in
doğusundaki küçük, olabildiğince sakin bir Rumen ilçesinde halk gündelik hayatını sürdürmektedir. Aralık ayıdır, herkes Noel hazırlıklarıyla meşguldür, ama şehrin sözünü ettiğim sakinliğinden olsa gerek, hiç bayram telaşı yoktur. Noel'le birlikte aynı zamanda 1989'da Çavuşesku'nun indirilişinin yıl dönümü de yaklaşmaktadır. İlçede yayın yapan küçük bir televizyon kanalının sahibi ve aynı zamanda sunucusu da, televizyonunda yayımlanan tartışma programının o haftaki konusu olarak "Rumen Devrimi"ni seçmiştir. Bin bir zahmetle programa konuk olarak yalnız başına yaşayan fakir bir yaşlı adamla, içkici bir tarih öğretmenini bulur. Programda yanıtı aranan soru da "1989'da burada devrim oldu mu, olmadı mı?" sorusudur. Meraklananlar buyursun izlesin, meraklanmayanlar için bu kadar ayrıntı yeter sanırım.       

15 Ağustos 2013

Kuşlar

Acaba kuşlar da bizim onlara özendiğimiz gibi özeniyorlar mıdır bize? Gökyüzünden sıkılan kuş var mıdır?

13 Ağustos 2013

Dimitrina'nın Rüyası

© Julia Davila-Lampe
Dimitrina çok acıkmıştı. Hani, insan çok acıkınca rüyasında boyuna yiyip içer ya, o da o hesap, rüyasında oldukça acıkmıştı ve her nasıl olmuşsa, şimdi neresi olduğunu hatırlamadığı o yerden apar topar eve gelmiş, dolabın kapısını açmış, eline geçen kocaman sarı bir erikle musluktan doldurduğu bir bardak soğuk suyu yiyip içmekle meşguldü. O sırada iki çocuk gelmiş, biri açık olan dış kapıdan başını uzatarak, "seni çağırıyorlar," demişti. Onu çağırdıklarını nereden biliyordu bu çocuk? Bu köydeki hiçbir çocuk kendisini tanımaz, buradan taşınalı yıllar oldu çünkü. O halde çağırdıkları kişinin o olduğunu nereden biliyordu? 

Elindeki erikle suyu mutfak tezgahına bırakıp da mı çıktı kapıya, yoksa öylece mi çıktı, onu da hatırlamıyor, tek hatırladığı, kapıya çıktığında o çocuklardan birini gözünün ısırdığıydı. Biraz daha baktı çocuğa, eski öğrencilerden biri çıktı, adını da hatırlamıyordu. Dersine hiç girmemişti o çocuğun, ablası kendi sınıfındaydı ama. "Belediye parkının orada seni bekliyorlar," diye sürdürmüştü çocuk. Belediye mi, bu köyde belediye yok ki! diye geçirmişti içinden Dimitrina.

Her öykünün mutlaka bir devamı vardır. Ama biz çoğunu bilemeyiz.

10 Ağustos 2013

Bir Gün

O “bir gün”
Yuvalanmış sanki içinizde
Buğulu cam tıpkı
Hiçbir şey görünmüyor
Besbelli dışınızdan bakıyor size.

Yokuş aşağı, yokuş yukarı

Düzlerde, eğrilerde
Yansır ondan size her ışık
Bırakılmış bir bıçaktan döğüşte.

Beklemek, avuntu--bir silah patladı uzakta--

Yakında bir tel koptu
Durmanın durgunluğu--yeterse--
Sürsün bir süre böyle--ne çıkar--
Emzirsin içinizi o sonbahar bulutu.

Gelecekte, dediniz--ama ne zaman--

Kim bilir, belki de geçmişte
Yağmurlardan kalan kimsesizliğin
Saklıdır acısı o "bir gün"de

"Bir gün" buluşuruz--çok iyi--

"Bir gün"dü, hani nasıl--silinti--
Gerisi döküntü günler
Ola ki beslemekte “bir gün”ü hepsi

Edip Cansever

6 Ağustos 2013

Bayram

Merak ettiğim bir konu var: "Nerede o eski bayramlar," sözü çoluk çocuk herkesin ağzında sakız olmuş ya, o eskiden de var mıydı acaba? Misal, yüz yıl önce de böyle derler miydi, yoksa o da şu son yirmi yılda mı çıktı?

Yaşını başını almış insanların bu sözü söylemelerinde anlaşılmayacak bir şey yok, hadi orta yaşlıların da söylemesine ses çıkarmayalım, ama artık iş iyice zıvanadan çıktı, bakıyorsunuz daha yavruluktan bile çıkamamış olanlar da artık, nerede o eski bayramlar, diyorlar. İç geçirerek söylüyorlar üstelik. Sorun nerede? Bilen varsa bir adım öne gelsin.

Uzak Kaderler İçin

Bir gün, bir yağmurla garip garip
Çoluğu çocuğu terk edeceğim. 
Bir sevgiyle doymayacak kalbim, anladım
Alıp başımı gideceğim. 

Asır yirminci asırdır, âmenna

Bir yanımda sevgilerim, bir yanımda sancım
Neon lambaları büsbütün karartır gecemizi
Uzaklar daha uzaklaşır
Bir define çıkarır gibi kayalardan, Âdemden beri
Sımsıcak sevgilere muhtacım.

Bir gün alıp başımı gideceğim

Yıldızlar ışısın, yollar üşüsün, yollar...
Belimi bir ılık şal sarsın, mavi
Hüzünlü bir serencâmın ardından, şarkısız
Rüyalarım unutulmuş bir handa pes desin
Görmüş geçirmiş bir çift duygulu dudak karşısında.

Kendi kendine çekilmez oluyor ömrüm

Her insanın ayrı ayrı yaşayabilsem kaderinde
Diyarı gurbette kanlı bir aşk
Bahtsız bir çocukluk uzak köylerin birinde
En uzak beyazlar,
En yakın ikindilerde, duygulu
Ve bir sahil meyhanesinde bir akşam
İçip içip ağlasam..

Nasıl kısa kesmeli bilmiyorum?

Herkesin derdinden pay isterken.
Uzak kaderlerin suları çağlar şimdi
Yıldızlar dökülür sonsuza içimizden.

Bir gün, bir parkta otururken, biliyorum

Bir el yağmurla dokunacak omuzuma
Bir çift göz, bir davet, bir kalp
Çoluğu çocuğu terk edeceğim..
Yapraklar dökülecek, çiçekler solacak

Bir sonbahar, bir sabah ve bir yağmur olacak

Toprak ve insan kokularıyla,
Uğultulu bir sarhoşluk içinde, yıllar için
Başımı alıp gideceğim.

Turgut Uyar

3 Ağustos 2013

Namus

"Ben sadece namuslu olmakla övünen kişiyi adamdan saymıyorum; toplumu iyiye, güzele götürmek için kendi gibi namuslu insanlarla birlikte bir çaba harcamamışsa, çevresindeki uygunsuz gidişe başkaldırmamışsa, o kişi namussuzdur benim için." 

Oğuz Atay, Tutunamayanlar


Masumiyet

Copyright © Евгений Морозов (Evgeniy Morozov)

2 Ağustos 2013

Patatesin Başına Gelenler

© Copyright
Potato: A History of the Propitious Esculent [Patates: Yenebilir Olanın Tarihçesi] adlı bir kitap tanıtım yazısı okudum. Bana çok ilginç geldi. Arasıra böyle şeyler okumayı çok severim. Genel anlamda tarihe amatör düzeyde bir ilgim de var zaten. Her zaman insanların tarihini okuyacak değiliz ya, biraz da patatesin, domatesin, koyunun, keçinin tarihini okumak lazım. Patatesin de hindi gibi, tütün gibi Avrupa'ya Yeni Dünya'dan geldiği bilinen bir şey. 
İspanyollar 16. yy.da Avrupa'ya getirdiklerinde halk patatesi çok tuhaf karşıladı. Din adamları bu yumruyu yadırgadılar çünkü İncil'de bunlardan hiç söz edilmiyordu. Patates çirkindi, kırmızı, siyah ve mor biçimleri vardı ve Ortaçağ'ın toplumdan dışlanan "cüzamlılarının bozulmuş el ve ayaklarına" benziyordu. Üstelik, patates pekala insanı cüzamlı da yapabilirdi. İngiliz botanikçi John Gerard 1633'te şöyle yazmıştı: "Bana anlatıldığına göre Burgonya'lıların bu yumruyu kullanmaları yasaklanmış, çünkü bunu yemenin cüzama yol açacağına kendilerini inandırmışlar." Ancak Avrupa'da yüzyıllardır süregelen savaşın insanları kırıp geçirmesine, daha önce Quechua'da* olduğu gibi, patates bir çare oldu. 
İlginç. Bazen düşünüyorum da, acaba biz insanlar da rastlantı sonucu mu bir yerlerden çıkıp geldik?


* Patates kökenini And Dağlarının Peru'ya denk gelen kesimlerinden alıyormuş ve ilk olarak Quechua dili konuşan insanlarca evcilleştirilmiş. Bu durum bir zorunluluktan kaynaklanmış, çünkü Quechua halkının yaşadığı topraklar tahıl tarımı yapmak için hiç de elverişli değilmiş. Onlar da dar arazilerde bol miktarda ürün veren patatesi tercih etmek zorunda kalmışlar. 

1 Ağustos 2013

Oradan Oraya

On yaşındaydım. Bir gün dışarıda oynuyordum. En yakın arkadaşım, hatta bu dünyadaki ilk arkadaşım Ş. koşarak yanıma geldi ve, "bugün A.'yı istemeye gelecekler," dedi. A. ablasıydı. Babasının biraz önce şehirden geldiğini görmüştüm. Adam eve gitmiş, hazırlık yapılmasını, akşama misafir geleceğini, A.'yı isteyeceklerini söyleyince Ş. de dayanamayıp müjdeli haberi vermek için bana koşmuştu.

Kapı komşumuzdular. Gelip istedikleri akşam A. on dört yaşındaydı. İstediler, babası da verdi. Daha sonra gelip nişan mişan yaptılar, arada ziyaretine geldiler, derken bir gün düğününü yapıp alıp götürdüler. Sevindirici olan, on dört yaşındaki A.'yı verdikleri çocuğun da on altı yaşında olmasıydı. En azından yaşlı birine vermediler.


Geçen gece rüyamda A.'nın öldüğünü öğreniyordum. Şimdi gidip bizim eve söyleyince üzülürler, diye geçiriyordum içimden, ablamın çok yakın çocukluk arkadaşıydı çünkü. Hatta, oyla ablam, çok eski, büyük olasılıkla Ermenilerden kalma bir evin yıkıntısını kendi evleri olarak belirlemiş, orada evcilik oynuyorlardı.


Galiba bilinçaltımızda tahmin edemeyeceğimiz kadar çok şey var. A.'yı en son görüşümün üzerinden yirmi yıl geçmiş olacak. Kim bilir, şimdi görsem tanıyamam da. Herhangi bir kimse, bir şey, bir olay, bir yer, bir zaman hiç aklımızda fikrimizde yokken rüyamızda karşımıza çıkıyor. Şöyle, açık bir zihinle etraflıca Freud okumanın zamanı geldi mi dersiniz? 



Üzüntü Notu: O zamanlar bir fotoğraf makinemiz yoktu ne yazık ki. İnsanın ilk çocukluğuna dair elinde hiçbir şey olmaması ne kötü bir talihsizlik.
Sayfa başına git