Karnım acıktı, bir tane çizi alayım dedim. Otomata parayı attım. Çizi hareketlendi ama bir ucu gelip cama değdi, öbür ucu yerinde kaldı. Ne yapayım diye azıcık düşündüm ama fazla düşünmeye de gelmezdi ki... Bari bir daha para atayım da, arkadan gelecek olan çizi bu çiziyi de düşürsün, iki tane olsun zararı yok, nasıl olsa yerim, dedim kendime ve bir daha para attım. Bu da ilki gibi hareket etti ama ona takıldı ve o da düşmedi. Hemen yan tarafta da iki kişi çay-kahve alıyorlardı. "Burayla ilgilenen birileri var mı arkadaşlar?" diye sordum. Dönüp bana baktılar, meseleyi izah ettim. "Bunlar zaten sorunlu, bizim kantindeki de hep böyle," dedi çocuk. Demekle birlikte elini attı otomatın tepesine, bir sallamasıyla iki çizi de düştü. "Eyvallah," dedim çocuğa, aldım çizilerimi, çıktım gittim.
Pratik zekâ... Bende yokmuş, bugün anlamış bulundum vesselam.
31 Mart 2015
29 Mart 2015
Tarihten "Terk" Hikâyeleri
Enkidu, Sümer Ülkesi, MÖ 2500 dolayları.
Tanrıça Aruru onu çamurdan yarattı ve vahşi doğaya terk etti.
Kimse elinden tutmadı. "Ne bir insan tanıdı ne de bir ülkesi oldu. Sığırların üstünde başında ne varsa onun üstünde başında da o vardı... Ceylanlarla birlikte otlardı... Vahşi hayvanlarla beraber su arardı."
Shamhat adlı bir orospu onunla altı gün yedi gece yatmak suretiyle onu kandırıp insanların dünyasına soktu.
Aegisthus, Apenin Dağları / İtalya, 538 yılı dolayları.
Got'larla yapılan savaşlar sırasında yaklaşmakta olan Bizans ordularından kaçan bir kadının arkada kalan çocuğuydu.
Ağlayışlarını duyan bir keçi gelip onu aldı. Kendi yavrusuymuş gibi besledi.
Kadınlar Aegisthus'u emzirmeye yeltendiklerinde çocuk bırakmazdı. İnsanlar onunla oynamak için yaklaştıklarındaysa keçi meleyip boynuzlarıyla onları kovardı.
Vahşi Peter, Hameln / Almanya, 1724.
Günün birinde "on iki yaşlarındaki bir çocuğun boyunda, çıplak, koyu tenli, kara saçlı bir yaratık" olarak görüldü Hameln'de.
Kimin onu o halden çıkardığı bilinmiyor.
1725'e kadar Hameln'de kaldı. Fındık fıstık yiyerek beslendi. Daha sonra İngiltere'ye götürüldü. Orada da brendi ve soğanla hayatta kaldı. Konuşmayı hiç öğrenemedi. 1785'te öldü.
Mollie ve John Dent'in isimsiz kızları, Texas, 1845.
Annesi doğum sırasında, babasıysa bir fırtınada öldü.
Kurtlarla yaşıyordu. Del Rio'da "her yerini kapatan uzun saçlarıyla çıplak bir kıza benzeyen bir yaratığın" kurtlarla beraber bir keçi sürüsüne saldırdığı görüldü.
Ora halkı kızı yakalayıp bir yere kilitledi. Kızın bağırışlarını duyan kurtlar gelip insanları uzaklaştırdılar, kız kaçıp kurtuldu. Yedi yıl sonra Rio Grande Irmağı boylarında iki kurt yavrusuyla birlikte görüldü. Bir daha da gören olmadı.
İsimsiz çocuk, İspanyol Sahrası, 1960.
Göçebeler onu şair Jean-Claude Armen'e gösterdiler. Ceylanlarla koşturuyordu.
Ceylanlarla beraber yaşıyordu, onlarla yiyip içiyor, yatıp kalkıyordu. Çok hızlı bir ceylan gibi saatte elli km. kadar koşabiliyordu.
Armen çocuğu gözledi durdu. Dokuz günün sonunda çocuk yaklaşıp onun ayaklarını kokladı.
Armen ona birkaç kelime öğretmeyi denediyse de işe yaramadı. Üç yıl sonra tutulduğu yerden kaçıp gitmeyi başardı.
John Ssabunnya, Uganda, 1991.
İki yaşındayken bir ormanda terk edildi.
Üç yıl boyunca Afrika maymunlarıyla yaşadı. Meyve yiyerek hayatta kaldı. Ağaçlara tırmandı.
Onu bulduklarında yemek için bir şeyler ayıklamaktaydı. Bir Hıristiyan yetimhanesine götürüldü, konuşma öğretildi, sonraları bir çocuk korosuna katıldı.
Tanrıça Aruru onu çamurdan yarattı ve vahşi doğaya terk etti.
Kimse elinden tutmadı. "Ne bir insan tanıdı ne de bir ülkesi oldu. Sığırların üstünde başında ne varsa onun üstünde başında da o vardı... Ceylanlarla birlikte otlardı... Vahşi hayvanlarla beraber su arardı."
Shamhat adlı bir orospu onunla altı gün yedi gece yatmak suretiyle onu kandırıp insanların dünyasına soktu.
Aegisthus, Apenin Dağları / İtalya, 538 yılı dolayları.
Got'larla yapılan savaşlar sırasında yaklaşmakta olan Bizans ordularından kaçan bir kadının arkada kalan çocuğuydu.
Ağlayışlarını duyan bir keçi gelip onu aldı. Kendi yavrusuymuş gibi besledi.
Kadınlar Aegisthus'u emzirmeye yeltendiklerinde çocuk bırakmazdı. İnsanlar onunla oynamak için yaklaştıklarındaysa keçi meleyip boynuzlarıyla onları kovardı.
Vahşi Peter, Hameln / Almanya, 1724.
Günün birinde "on iki yaşlarındaki bir çocuğun boyunda, çıplak, koyu tenli, kara saçlı bir yaratık" olarak görüldü Hameln'de.
Kimin onu o halden çıkardığı bilinmiyor.
1725'e kadar Hameln'de kaldı. Fındık fıstık yiyerek beslendi. Daha sonra İngiltere'ye götürüldü. Orada da brendi ve soğanla hayatta kaldı. Konuşmayı hiç öğrenemedi. 1785'te öldü.
Mollie ve John Dent'in isimsiz kızları, Texas, 1845.
Annesi doğum sırasında, babasıysa bir fırtınada öldü.
Kurtlarla yaşıyordu. Del Rio'da "her yerini kapatan uzun saçlarıyla çıplak bir kıza benzeyen bir yaratığın" kurtlarla beraber bir keçi sürüsüne saldırdığı görüldü.
Ora halkı kızı yakalayıp bir yere kilitledi. Kızın bağırışlarını duyan kurtlar gelip insanları uzaklaştırdılar, kız kaçıp kurtuldu. Yedi yıl sonra Rio Grande Irmağı boylarında iki kurt yavrusuyla birlikte görüldü. Bir daha da gören olmadı.
İsimsiz çocuk, İspanyol Sahrası, 1960.
Göçebeler onu şair Jean-Claude Armen'e gösterdiler. Ceylanlarla koşturuyordu.
Ceylanlarla beraber yaşıyordu, onlarla yiyip içiyor, yatıp kalkıyordu. Çok hızlı bir ceylan gibi saatte elli km. kadar koşabiliyordu.
Armen çocuğu gözledi durdu. Dokuz günün sonunda çocuk yaklaşıp onun ayaklarını kokladı.
Armen ona birkaç kelime öğretmeyi denediyse de işe yaramadı. Üç yıl sonra tutulduğu yerden kaçıp gitmeyi başardı.
John Ssabunnya, Uganda, 1991.
İki yaşındayken bir ormanda terk edildi.
Üç yıl boyunca Afrika maymunlarıyla yaşadı. Meyve yiyerek hayatta kaldı. Ağaçlara tırmandı.
Onu bulduklarında yemek için bir şeyler ayıklamaktaydı. Bir Hıristiyan yetimhanesine götürüldü, konuşma öğretildi, sonraları bir çocuk korosuna katıldı.
Kaynak: Lapham's Quarterly.
28 Mart 2015
Bence
Estte re la murta ta de los mobis. He zarras trenq cuil in ilak krelanmatorit. Dev ede kulan mesebten bankilar yebme habastro. Son zorra takantilo mohay kiv gemneberse teabour sed berzasty, kened tinmal joy xoy kabam. Batulam ignorasentry teshne deür iressondapnel, kentu minhaz. Ehen qaye thee jcayeo ti cena zaar mondik punctesartum. Idio hantruperum cepentri hajwön.
Kendime yeni bir dil icat ettim.
26 Mart 2015
24 Mart 2015
Evdeki Çocuklar
Baştan başa kırmızı tuğladan örülmüş duvarlarıyla bu koca binanın nasıl ayakta durabildiğini düşündüm uzun uzun. Kaç katlı olduğunu da merak ettim etmesine, saymak gelmedi içimden. Onca insan yaşıyor olmalıydı içinde. Hiç korkmuyorlar mıydı? Akşam üzeriydi. Batmakta olan güneşin kızıllığı tuğlalara vuruyordu. Camlar da tuğlaların rengine bürünmüş, onlarla beraber kıpkızıl bir şiire dönüşmüşlerdi. Şiir dendi mi hayalperest takımının aklına deniz geliverir ister istemez. Elbette denizi de vardı bu kentin. Ama ben sadece adını duymuş, kendisini henüz hiç görmemiştim. Söylenenler doğruysa yüksek binalar zamanın birinde esir almışlar denizi, bir daha da kurtulamamış deniz ellerinden. Yaşlılara bakılırsa da eskiden buralar bomboşmuş. Uçsuz bucaksızmış. Alabildiğine deniz görünürmüş. Yaşlılar hiçbir şey bilmezler. Denizi gören bir yer nasıl bomboş olabilir?
Bu kocaman bina yalnızca tuğlalarla nasıl dayanabiliyordu onca ağırlığa? Bunu merak ededururken ele ele tutuşmuş, birer ellerinde poşetler, günbatımı yönüne giden iki kişi gördüm. Güneşin kızıllığı onların da üzerindeydi. Bir kadınla bir erkek olduklarından başka hiçbir özellikleri seçilmiyordu. Karı-koca olmalıydılar. Önüne vardıklarında, nedense binanın o an üzerlerine yıkılacağını sandım. Nefesimi tutarak bekledim. Ha yıkıldı ha yıkılacaktı! Ya evde onları bekleyen çocukları varsa? Korkmaktan başka bir şey edemiyordum ki. Bağırsam, geri dönün, desem ne fayda, geri dönecekleri yerde devam etseler zaten binayı geçip gidecekler. Nitekim biraz sonra geçtiler de. Derin ama sessiz bir nefes aldım. Evdeki çocukları düşünüp o kadar sevindim ki, bilemezsiniz.
Yıllar sonra o günü düşündüğümde neden sadece o çiftin –belki de hiç olmayan– çocukları için tasalandığımı bilemedim. O büyük binada kuvvetle muhtemeldi ki çocuklar da yaşıyordu, neden onlar için değil de öbürleri için. Bunun cevabını hiçbir zaman veremedim kendime. Belki biliyordum da veremedim.
Bu kocaman bina yalnızca tuğlalarla nasıl dayanabiliyordu onca ağırlığa? Bunu merak ededururken ele ele tutuşmuş, birer ellerinde poşetler, günbatımı yönüne giden iki kişi gördüm. Güneşin kızıllığı onların da üzerindeydi. Bir kadınla bir erkek olduklarından başka hiçbir özellikleri seçilmiyordu. Karı-koca olmalıydılar. Önüne vardıklarında, nedense binanın o an üzerlerine yıkılacağını sandım. Nefesimi tutarak bekledim. Ha yıkıldı ha yıkılacaktı! Ya evde onları bekleyen çocukları varsa? Korkmaktan başka bir şey edemiyordum ki. Bağırsam, geri dönün, desem ne fayda, geri dönecekleri yerde devam etseler zaten binayı geçip gidecekler. Nitekim biraz sonra geçtiler de. Derin ama sessiz bir nefes aldım. Evdeki çocukları düşünüp o kadar sevindim ki, bilemezsiniz.
Yıllar sonra o günü düşündüğümde neden sadece o çiftin –belki de hiç olmayan– çocukları için tasalandığımı bilemedim. O büyük binada kuvvetle muhtemeldi ki çocuklar da yaşıyordu, neden onlar için değil de öbürleri için. Bunun cevabını hiçbir zaman veremedim kendime. Belki biliyordum da veremedim.
23 Mart 2015
22 Mart 2015
Filmler arasında
Son bir, bir buçuk ay içinde izlediğim birkaç film üzerine farklı zamanlarda aldığım kısa notlar...
Lars von Trier'in Europa'sını izlemiştim. Galiba 2007'ydi. Filmi beğendiğimi söyleyemem. Pek aklımda da kalmamış zaten. Fakat özgün bir film olduğunu söyleyebilirim, benzeri bir film görmemiştim hiç. Geçen yıl da bir arkadaşımın önerisiyle Antichrist'i izlemeye yeltendim ama yeltenmekle kaldım, henüz izlemiş değilim. Bugünse nihayet Nymphomaniac'ı izledik. Daha doğrusu, bitirebildik.
Nymphomaniac, haberiniz vardır, 2013'te çıktığında epey bir konuşulmuştu. Öyle görünüyor ki uzun yıllar boyunca da üzerinde sık sık konuşulan filmlerden biri olacak. Konuşulmayacak gibi de değil hani, o da tıpkı Europa gibi oldukça özgün bir film. Zaten Lars von Trier adını duyanlar, onun farklı bir sinema anlayışına sahip olduğunu hemen öğrenirler. Henüz iki filmini izlemiş bulunuyorum ama tüm filmlerinin bu farklı anlayışla çekildiğini tahmin etmek zor değil.
_
Nymphomaniac hakkında ne söyleyebilirim? Sanırım onu da pek beğenmedim. Yani en azından benim film beğeni kıstaslarıma uymuyor. Bu yetmiyormuş gibi, bir de oldukça uzun. İki bölüm halinde çekilmiş, hatta iki ayrı film, toplam süresi 240 dakika, yani tam dört saat. Bu hikâye bence iki saatte anlatılabilirdi. Biz de bu yüzden üç kere başına oturduk da öyle bitirebildik, tamamını tek seferde izlemek mümkün olmadı.
Film Türkçeye İtiraf diye çevrilmiş. Bir nemfomanyağın, başka bir deyişle bir bağımlı'nın itiraflarını izliyoruz film boyunca. Bağımlılık olgusu iyi bir şekilde işlenmiş. Aslına bakarsanız, insan psikolojisini konu edinen bir film bu. Milyonlarca insanın herhangi bir şeye öyle ya da böyle bağımlı olduğu, yapay bağımlılıklar zamanı olan günümüzde insanın bu filmde kendinden bir şey bulması oldukça mümkün. Filmde seks bağımlılığı işleniyor, fakat dedim ya, anlatılmak istenen, şu ya da bu şeye bağımlılık değil, bağımlılık olgusunun kendisi. Ben öyle algıladım.
Filmin Türkiye'de gösterimi yasaklanmıştı bildiğim kadarıyla. Olabildiğince "cesur" sahneleri olduğu doğru fakat hiçbir işe yaramadığını bile bile yasak koymanın mantığı nedir ki? Film televizyonda çıktığında zaten o sahneler kesiliyor. Sinemadayken de böyle bir filme kimse küçük çocuklarını bir başına göndermez herhalde. Yani, çocuklar her halükârda korunuyor. Yasak kimin için o halde? Geriye kala kala tek bir seçenek kalıyor: Yetişkinleri korumak için.
Whiplash bu sezonun filmlerinden. Belki hâlâ gösteriliyordur. Bloglardan filan edindiğim izlenimlere bakılırsa bazıları bu filmi çok sevmiş, hatta buna bayılanlar olmuş. Yabancı medyadaki yorumlara göreyse bu olağanüstü bir film. Bense filmi izledikten hemen sonra arkadaşıma da dediğim gibi, vasat buldum. Acaba bende mi bir sorun var? Ortada bir olağanüstülük var da ben mi göremiyorum? Tamam, kendince gideri var filmin, berbat olduğunu söyleyemeyiz ama çok da göklere çıkarılacak film değil bana göre. Dediğimde kararlıyım, vasat bir film.
Whiplash'te sözde azmin zaferi teması işleniyor. Yirmi yaşlarında bir genç ülke çapında ünlü bir konservatuarın birinci sınıfında caz öğrencisi. Tek hayali, ünlü bir orkestrada davulcu olup günün birinde meşhur olmak. Bu hayalini gerçekleştirme yolunda karşısındaki en büyük engelse mükemmelliyetçi bir hoca. Az biraz Hulusi Kentmen kıvamında bir adam bu. Güya çocuğun iyiliği için onu sürekli itip kakıyor. Öğrencilerinin başarısı için onlara ağır hakaretler etmeyi bile gayet normal görüyor. Amerika'da böyle üniversite hocaları var mı, merak ettim? Kısacası, inandırıcı gelmeyen bir öğe. Zaten yönetmen filmini gerçeküstüne yakın öğelerle kotarmış. Mesela bir caz yarışmasına giden öğrencimiz, yolda ölümcül bir trafik kazası geçirmesine rağmen kan revan içinde, hem de son anda yarışmaya yetişiyor. Saçma.
Azim ile hırs kavramlarını birbirinden iyi ayırt etmek gerekir. Azim bir erdemdir. Eskiden daha çok gideri vardı haliyle. Hırs ise bir tür hastalıktır. Gelgelelim günümüz insanı pek de bunun farkındaymış gibi görünmüyor. Hatta bugün hırs iyiden iyiye pozitif bir kavram halini almış bulunuyor. Eğitim düzenimizin haline bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. Bu yönüyle film aslında zamanın ruhunu iyi yansıtıyor. Azmin zaferi diye hırs övülüyor film boyunca. Filmin sonunda çocuk emeline ulaşıyor bekleneceği gibi.
_
İşsizlikle boğuşan bir adamın hikâyesi... Doğru dürüst bir iş bulup çalışmadığı için karısı tarafından eleştirilip duruyor. Böylesi pek çok durumda olduğu gibi, belli bir eleştiri sürecinin sonunda kadın onu terk edip gidiyor. Bir de çocukları var. Adam ne pahasına olursa olsun çocuğu bırakmıyor. Geçici işler yapıyor, çok zorluklar çekiyor....
Gerçeküstü bir öğe yok, her şey olağan. Gündelik hayatta her zaman karşılaşabileceğimiz toplumsal meseleler... Adam pek çok zorluğun üst üste gelmesine rağmen umudunu yitirmiyor. Zaten azmetmek de her şeyden önce bu değil midir? Öyle sanıldığı gibi çok büyük bir şeylerin peşinde de değil, derdi tasası bir iş bulup çalışmak, oğluna iyi bir gelecek hazırlamak. Babasının kendisine sunamadığı hayatı oğluna sunabilmek. Azmetmek dedin mi çokluk insanların aklına olağanüstü meseleler gelir genelde. Bir bilim insanının yıllar yılı azmedip çalışarak tüm insanlığa faydalı bir buluş gerçekleştirmesi mesela. Evet ama azmin her zaman böyle olağanüstü örnekleri yoktur ki, pek sade, basit görünen meselelerde azmedip başarıya ulaşan kim bilir ne kadar insan vardır. Uzatmayayım, demem o ki, bu film de öyle çok göklere çıkartılacak türden değilse de azmin zaferini Whiplash'ten daha iyi işlediği kesin. Filmin sonunda adam çok zengin oluyor bu arada.
Birdman, ünlü Meksikalı yönetmen Iñárritu'nun filmi. Biutiful, Babil, 21 Gram, Paramparça - Aşklar Köpekler filmleriyle tanıyoruz onu. Birdman'de tamamen kendi tarzının dışına çıkmış. Bilmeden izlesem kırk yıl dursa bu film onun demezdim.
Yukarıda hırs dedik ya, hırsın ne olduğunu olabildiğince iyi gösteren bir film Birdman. Bir zamanların çok ünlü bir Holywood kahramanı, doğal olarak ününü yitirecek noktaya geliyor. Ne var ki, bu durumu bir türlü kabullenemiyor. Bir yandan hâlâ iyi bir aktör olduğunun inancı içinde ve bunun böyle olduğunu herkese kanıtlamanın peşindeyken, bir yandan da acı gerçeğin farkında; artık istese de eskisi gibi olamayacağını biliyor. Sağduyusu ona sık sık bu gerçeği fısıldıyor, fakat iç ses'i bu sağduyunun önüne geçmek için hep hazır ve nazır bekliyor. Bu iç ses, aktörümüzün bir zamanlar oynadığı Birdman / Kuş Adam adlı karakterin ta kendisi. Bu da bir tesadüf değil, zira tüm ülke onu bu rolüyle hatırlayıp anıyor. İç ses, veya Kuş Adam, hırstan başka bir şey değildir aslında.
Kahramanımızın farkında olmadığı bir şey var, zaten hırsı buna da engel oluyor, acı gerçek dediğimiz durum gerçek olmasına gerçek de, pek de o kadar acı değildir. Değil mi, günün birinde hepimizin ölmüş olacağı bir dünyada şöhreti sürdür sürdür nereye kadar? Önemli olan iyi yaşamak değil mi?
***
Bu filmlerin dördü de benim sinema anlayışımın dışında kalıyor ayıptır söylemesi. Ben çok daha farklı filmleri seviyorum. Geçenlerde Tony Gatlif'in Gadjo Dilo'sunu izledim mesela, çok beğendim. O ünlü sahnesini de paylaşmıştım hatta bir zamanlar, şurada . Yakın zamanlarda birkaç film daha izledim. Aralarında çok sevdiklerim de oldu. Onlardan da başka zaman söz ederim artık.
Lars von Trier'in Europa'sını izlemiştim. Galiba 2007'ydi. Filmi beğendiğimi söyleyemem. Pek aklımda da kalmamış zaten. Fakat özgün bir film olduğunu söyleyebilirim, benzeri bir film görmemiştim hiç. Geçen yıl da bir arkadaşımın önerisiyle Antichrist'i izlemeye yeltendim ama yeltenmekle kaldım, henüz izlemiş değilim. Bugünse nihayet Nymphomaniac'ı izledik. Daha doğrusu, bitirebildik.
Nymphomaniac, haberiniz vardır, 2013'te çıktığında epey bir konuşulmuştu. Öyle görünüyor ki uzun yıllar boyunca da üzerinde sık sık konuşulan filmlerden biri olacak. Konuşulmayacak gibi de değil hani, o da tıpkı Europa gibi oldukça özgün bir film. Zaten Lars von Trier adını duyanlar, onun farklı bir sinema anlayışına sahip olduğunu hemen öğrenirler. Henüz iki filmini izlemiş bulunuyorum ama tüm filmlerinin bu farklı anlayışla çekildiğini tahmin etmek zor değil.
_
Nymphomaniac hakkında ne söyleyebilirim? Sanırım onu da pek beğenmedim. Yani en azından benim film beğeni kıstaslarıma uymuyor. Bu yetmiyormuş gibi, bir de oldukça uzun. İki bölüm halinde çekilmiş, hatta iki ayrı film, toplam süresi 240 dakika, yani tam dört saat. Bu hikâye bence iki saatte anlatılabilirdi. Biz de bu yüzden üç kere başına oturduk da öyle bitirebildik, tamamını tek seferde izlemek mümkün olmadı.
Film Türkçeye İtiraf diye çevrilmiş. Bir nemfomanyağın, başka bir deyişle bir bağımlı'nın itiraflarını izliyoruz film boyunca. Bağımlılık olgusu iyi bir şekilde işlenmiş. Aslına bakarsanız, insan psikolojisini konu edinen bir film bu. Milyonlarca insanın herhangi bir şeye öyle ya da böyle bağımlı olduğu, yapay bağımlılıklar zamanı olan günümüzde insanın bu filmde kendinden bir şey bulması oldukça mümkün. Filmde seks bağımlılığı işleniyor, fakat dedim ya, anlatılmak istenen, şu ya da bu şeye bağımlılık değil, bağımlılık olgusunun kendisi. Ben öyle algıladım.
Filmin Türkiye'de gösterimi yasaklanmıştı bildiğim kadarıyla. Olabildiğince "cesur" sahneleri olduğu doğru fakat hiçbir işe yaramadığını bile bile yasak koymanın mantığı nedir ki? Film televizyonda çıktığında zaten o sahneler kesiliyor. Sinemadayken de böyle bir filme kimse küçük çocuklarını bir başına göndermez herhalde. Yani, çocuklar her halükârda korunuyor. Yasak kimin için o halde? Geriye kala kala tek bir seçenek kalıyor: Yetişkinleri korumak için.
***
Whiplash
|
Whiplash'te sözde azmin zaferi teması işleniyor. Yirmi yaşlarında bir genç ülke çapında ünlü bir konservatuarın birinci sınıfında caz öğrencisi. Tek hayali, ünlü bir orkestrada davulcu olup günün birinde meşhur olmak. Bu hayalini gerçekleştirme yolunda karşısındaki en büyük engelse mükemmelliyetçi bir hoca. Az biraz Hulusi Kentmen kıvamında bir adam bu. Güya çocuğun iyiliği için onu sürekli itip kakıyor. Öğrencilerinin başarısı için onlara ağır hakaretler etmeyi bile gayet normal görüyor. Amerika'da böyle üniversite hocaları var mı, merak ettim? Kısacası, inandırıcı gelmeyen bir öğe. Zaten yönetmen filmini gerçeküstüne yakın öğelerle kotarmış. Mesela bir caz yarışmasına giden öğrencimiz, yolda ölümcül bir trafik kazası geçirmesine rağmen kan revan içinde, hem de son anda yarışmaya yetişiyor. Saçma.
Azim ile hırs kavramlarını birbirinden iyi ayırt etmek gerekir. Azim bir erdemdir. Eskiden daha çok gideri vardı haliyle. Hırs ise bir tür hastalıktır. Gelgelelim günümüz insanı pek de bunun farkındaymış gibi görünmüyor. Hatta bugün hırs iyiden iyiye pozitif bir kavram halini almış bulunuyor. Eğitim düzenimizin haline bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. Bu yönüyle film aslında zamanın ruhunu iyi yansıtıyor. Azmin zaferi diye hırs övülüyor film boyunca. Filmin sonunda çocuk emeline ulaşıyor bekleneceği gibi.
***
Whiplash'ten bir-iki gün sonra arkadaşımın önerisiyle izlediğim Umudunu Kaybetme'nin teması da, tesadüfe bak, azmin zaferi. Will Smith gerçek oğluyla beraber oynuyor bu filmde. Whiplash'le kıyaslandığında daha gerçekçi bir film._
Umudunu Kaybetme
|
Gerçeküstü bir öğe yok, her şey olağan. Gündelik hayatta her zaman karşılaşabileceğimiz toplumsal meseleler... Adam pek çok zorluğun üst üste gelmesine rağmen umudunu yitirmiyor. Zaten azmetmek de her şeyden önce bu değil midir? Öyle sanıldığı gibi çok büyük bir şeylerin peşinde de değil, derdi tasası bir iş bulup çalışmak, oğluna iyi bir gelecek hazırlamak. Babasının kendisine sunamadığı hayatı oğluna sunabilmek. Azmetmek dedin mi çokluk insanların aklına olağanüstü meseleler gelir genelde. Bir bilim insanının yıllar yılı azmedip çalışarak tüm insanlığa faydalı bir buluş gerçekleştirmesi mesela. Evet ama azmin her zaman böyle olağanüstü örnekleri yoktur ki, pek sade, basit görünen meselelerde azmedip başarıya ulaşan kim bilir ne kadar insan vardır. Uzatmayayım, demem o ki, bu film de öyle çok göklere çıkartılacak türden değilse de azmin zaferini Whiplash'ten daha iyi işlediği kesin. Filmin sonunda adam çok zengin oluyor bu arada.
***
Birdman'i de geçen hafta izledik. Bu yıl Oscar almış, haberim yoktu. Geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken ona da söyledim, sinemada Oscar'ı hiç önemsemiyorum. İster istemez önemsemiyorum, çünkü bugüne kadar çok beğendiğim bir Oscar'lık film görmedim. Berlin, Venedik gibi Avrupa festivallerinde ödüller çok daha isabetli veriliyor bence. Sözün kısası, Birdman'e ahım şahım demeyeceğim ama fena film de değildi hani.Birdman, ünlü Meksikalı yönetmen Iñárritu'nun filmi. Biutiful, Babil, 21 Gram, Paramparça - Aşklar Köpekler filmleriyle tanıyoruz onu. Birdman'de tamamen kendi tarzının dışına çıkmış. Bilmeden izlesem kırk yıl dursa bu film onun demezdim.
Yukarıda hırs dedik ya, hırsın ne olduğunu olabildiğince iyi gösteren bir film Birdman. Bir zamanların çok ünlü bir Holywood kahramanı, doğal olarak ününü yitirecek noktaya geliyor. Ne var ki, bu durumu bir türlü kabullenemiyor. Bir yandan hâlâ iyi bir aktör olduğunun inancı içinde ve bunun böyle olduğunu herkese kanıtlamanın peşindeyken, bir yandan da acı gerçeğin farkında; artık istese de eskisi gibi olamayacağını biliyor. Sağduyusu ona sık sık bu gerçeği fısıldıyor, fakat iç ses'i bu sağduyunun önüne geçmek için hep hazır ve nazır bekliyor. Bu iç ses, aktörümüzün bir zamanlar oynadığı Birdman / Kuş Adam adlı karakterin ta kendisi. Bu da bir tesadüf değil, zira tüm ülke onu bu rolüyle hatırlayıp anıyor. İç ses, veya Kuş Adam, hırstan başka bir şey değildir aslında.
Kahramanımızın farkında olmadığı bir şey var, zaten hırsı buna da engel oluyor, acı gerçek dediğimiz durum gerçek olmasına gerçek de, pek de o kadar acı değildir. Değil mi, günün birinde hepimizin ölmüş olacağı bir dünyada şöhreti sürdür sürdür nereye kadar? Önemli olan iyi yaşamak değil mi?
***
21 Mart 2015
Irmaklar ve Denizler
Yıllar yılı denize su taşıyan ırmaklar gün geldi yoruldular. Biraz durup dinlenmeye karar verdiler. Denizi düşündü içlerinden biri: "Bunca yıllık emeğimize karşılık muhakkak minnet doludur deniz." Ötekiler de hep desteklediler onun bu söylediklerini.
Dinlenmeye koyuldu ırmaklar. Denizin suyu kesilmiş oldu böylece. Bunun farkına varır varmaz köpürmeye başladı deniz, "Şunlara bak," dedi, "ben ki koskoca denizim, kendilerini ne sanıyorlar!"
Oysa denizi deniz yapan ırmaklardı. Alındılar, gücendiler. Ama başka da bir şey edemediler.
Böylece devam etti gitti düzen.
Dinlenmeye koyuldu ırmaklar. Denizin suyu kesilmiş oldu böylece. Bunun farkına varır varmaz köpürmeye başladı deniz, "Şunlara bak," dedi, "ben ki koskoca denizim, kendilerini ne sanıyorlar!"
Oysa denizi deniz yapan ırmaklardı. Alındılar, gücendiler. Ama başka da bir şey edemediler.
Böylece devam etti gitti düzen.
20 Mart 2015
Tutulma
Bilindiği gibi bugün güneş tutulması vardı. Biz bulutlu havadan ötürü izleyemedik maalesef, sağlık olsun. Bari bu vesileyle tutulmalar hakkında iki laf edelim.
Biliyorsunuz, üç tür tutulma vardır: güneş tutulması, ay tutulması ve akıl tutulması. Bunların Latince adları da sırasıyla solar eclipse, lunar eclipse ve mental eclipse'tir.
Güneş tutulması, ayın güneş ile dünya arasına girmesiyle gerçekleşen bir olaydır. Yani, ay güneşin önüne geçerek dünyayı aydınlatmasını engeller. Ay tutulması ise ayın dünyanın gölgesine girip güneşten ışık alamadığı, böylece karardığı olayın adıdır.
Güneş tutulması birkaç dakika gibi çok kısa bir süreliğine gerçekleşir. Ona nazaran ay tutulması daha uzundur, saatlerce sürebilir. Bunun nedeni, ayın güneşe göre çok küçük olmasıdır. Fakat akıl tutulması her ikisine göre çok çok daha uzun sürer. Tutulmanın süresi, tutulan aklın sahibine göre değişmekle beraber, bazen ömür boyu bile sürebilir. Yapılan bilimsel çalışmalara göre bugüne değin kaydedilen en kısa akıl tutulması süresi altı aydır. En kısası altı aysa, varın düşünün gerisini.
Peki, akıl tutulması dediğimiz olay nasıl gerçekleşir? Efendim, nasıl ki hem güneş hem de ay tutulmasında araya başka bir faktörün girmesi söz konusuysa, yani ortada karartıcı bir etki varsa, akıl tutulmasında da başka faktörler söz konusudur. Evet, faktörler, çünkü birden çok faktör vardır akıl tutulmasında. İnanışlar ve ideolojiler bunların başlıcalarıdır.
Herhangi bir şeye sorgusuz sualsiz inanan, bağlanan, yapışan, onu olduğu gibi kabul eden insan aklını bir kenara bırakmış sayılır. Çünkü bu faktörler sağduyuyla beynin işleyişi arasına girerek beynin sağduyudan ışık almasına engel olurlar. Bu sırada beyin yine çalışır çalışmasına ama sağduyudan ışık alamadığı için karanlıkta kalır. Böylece akıl işlevini yitirir. Kişi bu süreçte kafatasının içinde pek de işe yaramayan bir beyin taşımış olur sadece. İşin kötü tarafı, demin de değindiğim gibi, bu durum diğer iki tutulmaya oranla çok uzun sürer. Acı olansa kişinin çoğu zaman bunun farkında bile olmamasıdır.
Bugün güneş ve ay tutulmalarının ne zaman olacağı, tam tutulma mı kısmi tutulma mı olacağı kolaylıkla hesaplanabilmektedir. Gelgelelim, bütün bilimsel ve teknolojik gelişmişliğimize rağmen akıl tutulmalarının ne zaman ve nasıl olduğu / olacağı bir türlü doğru dürüst hesaplanamamaktadır. Bu yüzden bir sonraki akıl tutulması tarihi verilememekle birlikte, son derece sık rastlanan bir tutulma türü olduğundan, gözlenmesi de gayet kolay olduğundan uzmanlar akıl tutulmasını görmek isteyenlerin günün herhangi bir saatinde sokağa çıkmasının yeterli olduğunda hemfikirdirler.
Biliyorsunuz, üç tür tutulma vardır: güneş tutulması, ay tutulması ve akıl tutulması. Bunların Latince adları da sırasıyla solar eclipse, lunar eclipse ve mental eclipse'tir.
Güneş tutulması, ayın güneş ile dünya arasına girmesiyle gerçekleşen bir olaydır. Yani, ay güneşin önüne geçerek dünyayı aydınlatmasını engeller. Ay tutulması ise ayın dünyanın gölgesine girip güneşten ışık alamadığı, böylece karardığı olayın adıdır.
Güneş tutulması |
Ay tutulması |
Peki, akıl tutulması dediğimiz olay nasıl gerçekleşir? Efendim, nasıl ki hem güneş hem de ay tutulmasında araya başka bir faktörün girmesi söz konusuysa, yani ortada karartıcı bir etki varsa, akıl tutulmasında da başka faktörler söz konusudur. Evet, faktörler, çünkü birden çok faktör vardır akıl tutulmasında. İnanışlar ve ideolojiler bunların başlıcalarıdır.
Herhangi bir şeye sorgusuz sualsiz inanan, bağlanan, yapışan, onu olduğu gibi kabul eden insan aklını bir kenara bırakmış sayılır. Çünkü bu faktörler sağduyuyla beynin işleyişi arasına girerek beynin sağduyudan ışık almasına engel olurlar. Bu sırada beyin yine çalışır çalışmasına ama sağduyudan ışık alamadığı için karanlıkta kalır. Böylece akıl işlevini yitirir. Kişi bu süreçte kafatasının içinde pek de işe yaramayan bir beyin taşımış olur sadece. İşin kötü tarafı, demin de değindiğim gibi, bu durum diğer iki tutulmaya oranla çok uzun sürer. Acı olansa kişinin çoğu zaman bunun farkında bile olmamasıdır.
Bugün güneş ve ay tutulmalarının ne zaman olacağı, tam tutulma mı kısmi tutulma mı olacağı kolaylıkla hesaplanabilmektedir. Gelgelelim, bütün bilimsel ve teknolojik gelişmişliğimize rağmen akıl tutulmalarının ne zaman ve nasıl olduğu / olacağı bir türlü doğru dürüst hesaplanamamaktadır. Bu yüzden bir sonraki akıl tutulması tarihi verilememekle birlikte, son derece sık rastlanan bir tutulma türü olduğundan, gözlenmesi de gayet kolay olduğundan uzmanlar akıl tutulmasını görmek isteyenlerin günün herhangi bir saatinde sokağa çıkmasının yeterli olduğunda hemfikirdirler.
17 Mart 2015
16 Mart 2015
Rutin Bir Akşam
Otobüse bindiler.
Adam cam kenarına geçti, kadınsa onun yanına.
Kadın çantasından kitabını çıkarıp okumaya başladı.
Adamın gözü de hemen kitaba kaydı.
Kadın sol sayfada kalmıştı, oradan devam etti.
Adam sağ sayfadan bir paragrafı okumaya koyuldu.
Kadın okumasına ara verip şakayla, "Ne okuyorsun kitabımı?" dedi.
Adam şakayı şakayla yanıtladı: "Parası neyse veririz."
"Ver hadi," dedi kadın.
"Ne kadar?" diye sordu adam.
"Üç buçuk," dedi kadın.
"Çok değil mi," dedi adam, "alt tarafı bir paragraf okudum?"
"O zaman bir buçuk," dedi kadın.
"İyi iş," dedi adam.
"İşine gelirse," dedi kadın.
Hesaba girişti adam: "Bir sayfa ortalama üç paragraftan dört buçuk eder. On sayfa kırk beş, yüz sayfa dört yüz elli... Bir kitaba da ortalama iki yüz elli sayfa de, aşağı yukarı bin lira."
Bakışıp güldüler.
"Kitabın kendisini alırım daha iyi," dedi adam.
Gene güldüler.
Otobüs hareket etti.
Adam cam kenarına geçti, kadınsa onun yanına.
Kadın çantasından kitabını çıkarıp okumaya başladı.
Adamın gözü de hemen kitaba kaydı.
Kadın sol sayfada kalmıştı, oradan devam etti.
Adam sağ sayfadan bir paragrafı okumaya koyuldu.
Kadın okumasına ara verip şakayla, "Ne okuyorsun kitabımı?" dedi.
Adam şakayı şakayla yanıtladı: "Parası neyse veririz."
"Ver hadi," dedi kadın.
"Ne kadar?" diye sordu adam.
"Üç buçuk," dedi kadın.
"Çok değil mi," dedi adam, "alt tarafı bir paragraf okudum?"
"O zaman bir buçuk," dedi kadın.
"İyi iş," dedi adam.
"İşine gelirse," dedi kadın.
Hesaba girişti adam: "Bir sayfa ortalama üç paragraftan dört buçuk eder. On sayfa kırk beş, yüz sayfa dört yüz elli... Bir kitaba da ortalama iki yüz elli sayfa de, aşağı yukarı bin lira."
Bakışıp güldüler.
"Kitabın kendisini alırım daha iyi," dedi adam.
Gene güldüler.
Otobüs hareket etti.
15 Mart 2015
Biz Bu Şafak Vaktinin...
Biz bu şafak vaktinin neresindeyiz
Öyle bir umut gibi gelip geçecek
Yalnızım, yalnızsın, bize kim gülümseyecek.
Ve onlar sevdasını söylemeden bir sokağa sapanlar
İçlerinde nane olan bir yerlerden geçecek
Bir soğuk yüreğe oyarak soğukluğu
Ya da onlar mı ki akşamlara dek bir bilardo oyuncusu
Biri bir zincirle ya da bir şapka kenarıyla özdeşleşerek
Birdenbire kaldırabilir ki eğik boynunu
Ne çabuk
Evet, ne çabuk, akşam oldu mu.
Arklardan yüze yüze geçen anılar
Toplasak, toplasak, neye benzetsek
Kilosu on liradan elmalar tam sıfıra düşecek.
Bir yanda yokluk içinde, bir yanda
Ey sonbahar, ey o büyük çiçek.
Edip Cansever
Öyle bir umut gibi gelip geçecek
Yalnızım, yalnızsın, bize kim gülümseyecek.
Ve onlar sevdasını söylemeden bir sokağa sapanlar
İçlerinde nane olan bir yerlerden geçecek
Bir soğuk yüreğe oyarak soğukluğu
Ya da onlar mı ki akşamlara dek bir bilardo oyuncusu
Biri bir zincirle ya da bir şapka kenarıyla özdeşleşerek
Birdenbire kaldırabilir ki eğik boynunu
Ne çabuk
Evet, ne çabuk, akşam oldu mu.
Arklardan yüze yüze geçen anılar
Toplasak, toplasak, neye benzetsek
Kilosu on liradan elmalar tam sıfıra düşecek.
Bir yanda yokluk içinde, bir yanda
Ey sonbahar, ey o büyük çiçek.
Edip Cansever
14 Mart 2015
Göğe bakalım
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalımAnamız bizi göğe bakalım diye doğurur.
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Beni de yıllar önce bugün doğurmuş anam. Yıllar önce. Bugün.
13 Mart 2015
Anlayıp sevinmek
Bilmediği bir dilin bir cümlesini bazen anlar ya insan... O anda hissettiği duygunun adı nedir?
12 Mart 2015
Kitap al(ma)mak
Bugüne kadar çok kitap aldım ayıptır söylemesi. Son on üç yılda hemen her zaman aldım. Bazen, özellikle öğrencilik zamanlarımda, param yokken bile bir yolunu bulup istediğim kitapları almaya çalıştım. Sonradan, keşke almasaydım, almasam da olurmuş, dediğim kitaplar da oldu elbet. Aldığım kitapların kimini alır almaz okumaya başladım, kimini aldıktan birkaç ay, kimini birkaç yıl sonra okudum, kiminiyse henüz okumuş değilim. Zaten böyle olur, sık sık kitap alan biriyseniz, doğal olarak onların hepsini hemen okuyup bitiremezsiniz. O halde neden kitap alınır, diye bir soru sorulabilir. Tabii, mantıklı, insan okumayacağı kitabı neden alır? Neden olacak, istediği için elbette. İnsanlar kitapları okumak istedikleri için alırlar. Bazıları zamanları olmadığını bile bile alır, çünkü onu gerçekten okumak istiyorlardır. Tek seferde çokça kitap alan insanlar da vardır, ve hepsini okumanın epey zaman istediğini de bilirler, ama gene de alırlar, çünkü o aldıkları kitapları, dedim ya, okumak isterler. İşte insana kitap aldıran şey, bu istektir.
Efendim, lafı dolaştırmayayım, bir süre kitap almamaya karar verdim. Bu sürenin ne kadar olacağını doğrusu bilmiyorum, birkaç ay da olabilir, birkaç yıl da. Ne olduysa, birdenbire bugüne kadar yeterince kitap almış olduğum kararına vardım. Ne olduysa, diyorum ama aslında ne olduğu belli. Eğer etrafta yeterince kütüphane varsa, kitap almanın gereksiz olduğu gibi, an itibariyle epey makul gördüğüm bir sonuca ulaşmış bulunuyorum. Bir kitabı almaktan kasıt ne? Tabii ki onu okumak. Ee, madem öyle, ha paranı verip de almışsın, efendime söyleyeyim, ha kütüphaneden ödünç almışsın, bir farkı var mı? Bence yok. Ama yayıncılara, kitapçılara ve tabii ki yazarlara sorsanız elbette bir farkı var. Onlar da kendilerince haklılar, bunda su götürür bir şey yok, gelgelelim ben de kendimce haklıyım, ve ilginçtir, bunda da su götürecek bir şey yok. Bu kararı almış olmam, bundan böyle hiç kitap almayacağım anlamına gelmez tabii. Almak zorunda kalacağım kitapları alacağım mecburen. Bir de bazı çok değer verdiğim, kitaplığımda dursun dediğim kitaplar olabilir ve ben de bir ara karar'la almak isteyebilirim. Fakat onun dışında eskisi kadar kitap almayacağımı dile getirmek isterim. Hayırlı uğurlu olsun.
Efendim, lafı dolaştırmayayım, bir süre kitap almamaya karar verdim. Bu sürenin ne kadar olacağını doğrusu bilmiyorum, birkaç ay da olabilir, birkaç yıl da. Ne olduysa, birdenbire bugüne kadar yeterince kitap almış olduğum kararına vardım. Ne olduysa, diyorum ama aslında ne olduğu belli. Eğer etrafta yeterince kütüphane varsa, kitap almanın gereksiz olduğu gibi, an itibariyle epey makul gördüğüm bir sonuca ulaşmış bulunuyorum. Bir kitabı almaktan kasıt ne? Tabii ki onu okumak. Ee, madem öyle, ha paranı verip de almışsın, efendime söyleyeyim, ha kütüphaneden ödünç almışsın, bir farkı var mı? Bence yok. Ama yayıncılara, kitapçılara ve tabii ki yazarlara sorsanız elbette bir farkı var. Onlar da kendilerince haklılar, bunda su götürür bir şey yok, gelgelelim ben de kendimce haklıyım, ve ilginçtir, bunda da su götürecek bir şey yok. Bu kararı almış olmam, bundan böyle hiç kitap almayacağım anlamına gelmez tabii. Almak zorunda kalacağım kitapları alacağım mecburen. Bir de bazı çok değer verdiğim, kitaplığımda dursun dediğim kitaplar olabilir ve ben de bir ara karar'la almak isteyebilirim. Fakat onun dışında eskisi kadar kitap almayacağımı dile getirmek isterim. Hayırlı uğurlu olsun.
11 Mart 2015
Tiyatro
Geçen hafta. Gidip odayı arıyorum, buluyorum ve içine giriyorum. Genişçe bir masanın etrafını çepeçevre sarmış sekiz-on kişi. Geçip boş yerlerden birine oturuyorum. Zaten iki ya da üç tane boş koltuk var. Solumdaki kişi hemen, hoş geldin, diyerek elini uzatıyor, hoş bulduk, diyerek ben de uzatıyorum. Bu kişiyi daha önce gördüğümü biliyorum, eminim buna. Herhalde buralarda görmüşümdür, diyorum kendi kendime, çünkü son günlerde hep takılıyorum buralara. Hoş geldinden sonra adını söylüyor, yazık ki duyamıyorum, ayıp olmasın diye sormuyorum da nedense, ama dert etmiyorum: Nasılsa bir şekilde öğrenirim.
Bu hafta. Gidip gene aynı yere oturuyorum. O kişi de gene kendi yerinde oturuyor. Selamlaşıp tokalaşıyoruz. Benim adımı hatırlıyor, fakat ben onunkini hâlâ bilmiyorum. Ayıp. Aynı şeyi düşünüyorum: Bir biçimde öğrenirim. Nasıl olsa artık sık sık buraya geleceğim. Şimdilik hocam diyerek geçiştiriyorum. Kendimi de onu daha önce nerede gördüğüm konusunda ikna ediyorum iyice: Buralarda bir odada görmüş olmalıyım.
Üç saat sonra. Odadan çıkar ayak kısacık bir sohbet açılıyor ayak üstü. Ferhan Şensoy'un bir oyunu gelmiş de iki günlüğüne, sohbet onun hakkında, ilk gün bugün, gidemedik, işte tam da şimdi başlamış olmalı ve biz de görüldüğü gibi burada, bu odadayız. Bari yarınkine gidelim havasında birileri. İşte o arada AST'den "bizim tiyatro" diye söz ettiğini duyuyorum benim yanımda oturan, adını henüz öğrenmemiş olduğum arkadaşın. Kafamın üstünde karikatürlerdekilere benzer bir balon açılıyor, içinde bir lamba yanıyor:
"Hocam, siz AST oyuncusu musunuz?"
"Evet."
"Selamün Kavlen Karakolu'nda oynuyor musunuz?"
"Evet. İzlediniz mi?"
"Ben de geçen haftadan beri, bunu daha önce nerede gördüm, diye düşünüyorum. İzledim tabii, yirmi gün kadar önce."
Yüzü gülüyor. Tiyatro sever olduğumuzu, tiyatrolarını da çok beğendiğimizi, sık sık geleceğimizi söylüyorum, mutlu oluyor haliyle. Beklerim, diyor.
Eve dönünce tiyatronun sitesinden buluyorum adını.
Evet, hayat ilginç bir trene benzer.
Bu hafta. Gidip gene aynı yere oturuyorum. O kişi de gene kendi yerinde oturuyor. Selamlaşıp tokalaşıyoruz. Benim adımı hatırlıyor, fakat ben onunkini hâlâ bilmiyorum. Ayıp. Aynı şeyi düşünüyorum: Bir biçimde öğrenirim. Nasıl olsa artık sık sık buraya geleceğim. Şimdilik hocam diyerek geçiştiriyorum. Kendimi de onu daha önce nerede gördüğüm konusunda ikna ediyorum iyice: Buralarda bir odada görmüş olmalıyım.
Üç saat sonra. Odadan çıkar ayak kısacık bir sohbet açılıyor ayak üstü. Ferhan Şensoy'un bir oyunu gelmiş de iki günlüğüne, sohbet onun hakkında, ilk gün bugün, gidemedik, işte tam da şimdi başlamış olmalı ve biz de görüldüğü gibi burada, bu odadayız. Bari yarınkine gidelim havasında birileri. İşte o arada AST'den "bizim tiyatro" diye söz ettiğini duyuyorum benim yanımda oturan, adını henüz öğrenmemiş olduğum arkadaşın. Kafamın üstünde karikatürlerdekilere benzer bir balon açılıyor, içinde bir lamba yanıyor:
"Hocam, siz AST oyuncusu musunuz?"
"Evet."
"Selamün Kavlen Karakolu'nda oynuyor musunuz?"
"Evet. İzlediniz mi?"
"Ben de geçen haftadan beri, bunu daha önce nerede gördüm, diye düşünüyorum. İzledim tabii, yirmi gün kadar önce."
Yüzü gülüyor. Tiyatro sever olduğumuzu, tiyatrolarını da çok beğendiğimizi, sık sık geleceğimizi söylüyorum, mutlu oluyor haliyle. Beklerim, diyor.
Eve dönünce tiyatronun sitesinden buluyorum adını.
Evet, hayat ilginç bir trene benzer.
10 Mart 2015
Bilmezdik
— Anımsıyor musun İbrahim?
— Neyi?
— O günleri.
— Hangi günleri?
— Akşamları köpek havlamaları duyulurdu hani...
— Nasıl anımsamam?
— Taa uzaklarda havlarlardı.
— Nerede olduklarını bilemezdik.
— Hayal ederdik yalnızca.
— Hayal!
— Oralarda bir yerde olmalıydılar.
— Oralarda bir yerde.
— Niçin havlarlardı bilemezdik.
— Kime havlarlardı, onu da bilemezdik.
— Dünyayı bizim evin avlusundan az büyük sanırdık.
— Ağaçlarımızın ötesinde köpek seslerinden gayrı ne vardı?
— Hiç bilemezdik.
— Bazen dolunay süzülürdü o ağaçların arasından.
— Anasından gizlenip de gelirdi sanki.
— Onca yıldız varken neden sadece bir tane dolunay vardı?
— Bilemezdik.
— Gökyüzünde bir başına yalnızlıktan sıkılır mıydı?
— Merak etmezdik bunu.
— Yalnızlık nedir bilmezdik çünkü.
— Bilmezdik.
— Neyi?
— O günleri.
— Hangi günleri?
— Akşamları köpek havlamaları duyulurdu hani...
— Nasıl anımsamam?
— Taa uzaklarda havlarlardı.
— Nerede olduklarını bilemezdik.
— Hayal ederdik yalnızca.
— Hayal!
— Oralarda bir yerde olmalıydılar.
— Oralarda bir yerde.
— Niçin havlarlardı bilemezdik.
— Kime havlarlardı, onu da bilemezdik.
— Dünyayı bizim evin avlusundan az büyük sanırdık.
— Ağaçlarımızın ötesinde köpek seslerinden gayrı ne vardı?
— Hiç bilemezdik.
— Bazen dolunay süzülürdü o ağaçların arasından.
— Anasından gizlenip de gelirdi sanki.
— Onca yıldız varken neden sadece bir tane dolunay vardı?
— Bilemezdik.
— Gökyüzünde bir başına yalnızlıktan sıkılır mıydı?
— Merak etmezdik bunu.
— Yalnızlık nedir bilmezdik çünkü.
— Bilmezdik.
8 Mart 2015
Politika a la turka
Türkiye'de siyaset işte bu, ne eksik ne fazla.
(Haziranda seçim zamanı bir daha yayımlayacağım.)
(Haziranda seçim zamanı bir daha yayımlayacağım.)
7 Mart 2015
Her kafadan bir ses
Bugün arkadaşımla kaldırım boyu yürüyorduk. Hemen önümüzde de bir kadın yürüyordu, kucağında bebeği. Bize doğru bakıyordu bebek. Besbelli canı sıkılıyordu, keyifsizdi. Az sonra, kadının on metre kadar önünden boş bir bebek arabasıyla yürüyen adamın, kocası olduğunu anladım. Birazdan karşıdan bir başka kadın geldi, onun da elinde bebek arabası, arabada da bebeği vardı. Öbür kadının yanından geçerken, ona doğru dönüp kısık sesle ama duyulup duyulmamayı önemsemeyen bir tavırla, "Adam boş arabayla gidiyor, kadın kucağında bebekle" gibi bir şeyler söyledi. Bunu duyunca aklıma Nasrettin Hoca fıkrası geliverdi.
Hoca bir gün eşeğine binmiş, terkisine de oğlunu almış, bir yere gidiyorlarmış. Bir köyden geçerlerken görenler, "Şu zalimlere bakın," demişler, "iki kişi zavallı hayvana binmişler." Bunu duyan Hoca oğlunu indirmiş. Çocuk eşekle sırtındaki babasının peşi sıra yürümüş. Bir başka köyden geçtikleri sırada onları böyle görenler, "Şuraya bak," demişler, "adam eşeğe binmiş, garibim çocuk yaya." Bunun üzerine Nasrettin Hoca inmiş, oğlunu bindirmiş eşeğe. Yine bir köyden geçmişler, bu kez de onları görenler, "Ulan yaşlı başlı adam yayan gidiyor, çocuk da eşeğin sırtında," diye serzenişte bulunmuşlar. Hoca bu kez de, "İn oğlum eşekten," demiş, çocuk da inmiş. Böylece bir diğer köyden geçerlerken onları görenler, "Ulan ne günlere kaldık," demişler, "eşek boş boş gidiyor, iki kişi de ardından yürüyorlar." Bunun üzerine Hoca oğluna dönüp, "Oğlum, en iyisi kendi bildiğini okumak, aksi halde, gördüğün gibi her kafadan bir ses çıkıyor," der.
Hoca bir gün eşeğine binmiş, terkisine de oğlunu almış, bir yere gidiyorlarmış. Bir köyden geçerlerken görenler, "Şu zalimlere bakın," demişler, "iki kişi zavallı hayvana binmişler." Bunu duyan Hoca oğlunu indirmiş. Çocuk eşekle sırtındaki babasının peşi sıra yürümüş. Bir başka köyden geçtikleri sırada onları böyle görenler, "Şuraya bak," demişler, "adam eşeğe binmiş, garibim çocuk yaya." Bunun üzerine Nasrettin Hoca inmiş, oğlunu bindirmiş eşeğe. Yine bir köyden geçmişler, bu kez de onları görenler, "Ulan yaşlı başlı adam yayan gidiyor, çocuk da eşeğin sırtında," diye serzenişte bulunmuşlar. Hoca bu kez de, "İn oğlum eşekten," demiş, çocuk da inmiş. Böylece bir diğer köyden geçerlerken onları görenler, "Ulan ne günlere kaldık," demişler, "eşek boş boş gidiyor, iki kişi de ardından yürüyorlar." Bunun üzerine Hoca oğluna dönüp, "Oğlum, en iyisi kendi bildiğini okumak, aksi halde, gördüğün gibi her kafadan bir ses çıkıyor," der.
5 Mart 2015
Akılsız insanlar
Bazı insanları düşünmedikleri, sorgulamadıkları, muhakeme etmedikleri için boşu boşuna eleştiriyoruz. Suç onlarda değil, bizde. Akılları yok ki. Neyi düşünecekler? Neyi sorgulayıp neyin muhakemesini edecekler? Kafataslarının içinde biraz beyin olması hiçbir şeyi değiştirmez. O hayvanlarda da var. Hayvanları düşünemiyorlar diye hiç eleştiriyor muyuz? O vakit akılsız insanları da eleştirmemeliyiz.
Bazı insanlarda da hakikaten akıl yok be kardeşim. İki ayak üzerinde durmasalar insan olduklarına ikna olmayacaksın, o derece.
Bazı insanlarda da hakikaten akıl yok be kardeşim. İki ayak üzerinde durmasalar insan olduklarına ikna olmayacaksın, o derece.
4 Mart 2015
Bir mayıs akşamı, bir gül ağacına...
Ferit Edgü'nün Hakkâri'de Bir Mevsim'ini okuyalı epey bir olmuş. Bu kez Kimse'yi okudum, baktım Edgü yine Hakkâri'de. Yine, diyorum ama Kimse Hakkâri'de Bir Mevsim'den daha önce yayımlanmış; bir yıl önce, 1976'da. Bundan haberim yoktu doğrusu, yazarın Hakkâri serüvenini bir roman ve birkaç öyküde anlatıp bitirdiğini sanıyordum. Aklımda kaldığı kadarıyla, Hakkâri'de Bir Mevsim'de, bu küçük kentten, insanlarından ve doğasından bol bol betimlemeler vardı. Kimse'de de var, fakat görece daha az.
.
İkinci bölümde ise diyaloğun yanında bu kez kahramanımızın oraya gidişi ve bu gidiş esnasında yaşadıkları, görüp duydukları da vardır. Beş buçuk saatlik bir uçak yolculuğundan sonra Van'a ulaşır. Bir otele yerleşir. Hakkâri'ye gitmek epey çilelidir. Zira tek otobüs vardır, onun da kalkmak için dolması gerekir. Van'ın çarşısını gezer. Yerel kültürü ve yerli halkı gözlemler. Hakkâri'ye vardığında şaşkındır haliyle. 60'ların Hakkâri'si... Dağların içine gizlenmiş küçük bir kasaba. Fakat bu daha başlangıçtır. Çünkü son durak, bu kasabayı içine almış dağlardan birinin üzerindeki ufacık bir köydür. Oraya varması bile günler alır. Burada, yöre insanının içtenliği ve yardımseverliği dikkat çeken noktalardan biridir. Bu yabancı adama yol yordam göstererek onu "köyüne" ulaştırırlar. Fakat aslında köyüne ulaşması Hakkâri'ye ikinci gidişinde olur. İlk gidişinden üç-dört gün sonra hastalanır, onu Van'a sevk ederler. Yine birkaç kişinin paylaşmak zorunda olduğu salaş bir otel odasında kalır. Denizi görür, Ahtamar Adası'na gider. Van'daki hastane de onu Diyarbakır'a gönderince ilk defa gidip gördüğü bu kadim kentte âdeta büyülenir. Hastalığını unutur, kendini şehrin tarihi sokaklarına bırakır. Doğu macerasında lezzetli bir parantez olarak kalır bu birkaç gün. Şunu da belirtmek gerekir ki, Edgü, gittiği köyün adı –Pirkanis– dışında hiç yer ismi vermez. Hatta dikkatsiz bir okuyucu, kitabın bitiminde "Hakkâri - Ankara - Paris - İstanbul" ibaresini görmezse kitapta sözü edilen yerin neresi olduğunu anlamakta güçlük de çekebilir. Yeri gelmişken, romanın sözü geçen dört şehirde, on yılda, 1964-74 arasında yazıldığını da söyleyelim.
*
Ferit Edgü, 1964'te askerliğini öğretmen olarak yapmak üzere Hakkâri'nin bir dağ köyüne yollanır. İstanbullu, Paris'te yaşamış, iki kitabı yayımlanmış genç bir yazar, tanımadığı etmediği bir yerde ne yapacaktır? Üstelik de bu yer hiç de öyle sıradan olmayan, aksine, zorlu coğrafyası ve kendi halindeliği, içine kapanıklığıyla epey bir sıra dışı olan uzak mı uzak bir dağ köyüyse? Anladığımız kadarıyla genç adam kendini edebiyata vermiş orada. Bir başka deyişle, edebiyatı kendine bir sığınak yapmış, pek çoklarının yaptığı gibi. Çünkü onun o durumundaki biri için gerçekten bir sığınağa gereksinim vardır. Hiç aşina olmadığı bir coğrafya ve farklı bir kültürün içine girmiştir birdenbire. Bu bir yana, burası on üç haneli, yüz on dört nüfuslu küçücük bir yerdir, burada zamanın nasıl geçeceği meselesi vardır bir de. O zamanlar o uzak dağ köylerinde elektriğin henüz esamesinin okunmadığını da hatırlatmak gerekir.
*
Kimse, iki bölümden oluşan bir roman. İlk bölümde iki ses arasında geçen uzunca bir diyaloğa tanık oluyoruz. Aslında bu, tek kişiden çıkan iki sesin diyaloğudur, bir başka deyişle, "diyaloğa dönüşen bir monolog"dur. Yazarın o uzun kış gecelerindeki ruh halinin bir dökümü de denebilir. Bu diyaloğun satır aralarında elbette karlı-dumanlı dağlar, kurtlar, köpekler, karşılıklı uluma ve havlamalar, tezekli sobalar, gaz lambaları, ve illa ki, tüm ağırlığıyla yalnızlık vardır. Fakat, belki tuhaftır, şikâyet yoktur. Yazar, ya da konuşmalarını dinlediğimiz kahraman(lar) belki de o zamana kadarki hayat(lar)ının muhasebesini yapmakta ve hayatı olduğu gibi yaşamanın ondan şikâyet etmekten daha iyi bir yol olduğunu düşünmektedir(ler)..
Ferit Edgü
|
*
Sen hiç, bir Mayıs akşamı, bir gül ağacına, bir dileğini asmadın mı? diyor Bir Ses.
Ne dileği? diyor Öbür Ses. Hangi dilek? Hangi gül dalına? Ne zaman? Niçin? Nasıl? Nerde?
Herhangi bir dileğin için, diyor O Ses. Örneğin bahçe içinde sessiz bir yuva. Örneğin anaç bir kadın, yatağını ısıtacak. Örneğin senin adını yaşatacak bir çocuğunun olması. Örneğin yaşamının değişmesi.
Bir gül dalında mı? diyor Öbür Ses.
Ya da bir kitap, diyor İlksözebaşlayan Ses.
Kutsal kitap mı? diye sorarak cevaplıyor Öbür Ses (alaylı).
Niçin olmasın? diyor İlk Ses.
Ama onu çoktan yazdılar, diyor Son Ses.
Bir de sen yazmak isterdin belki, diyor İnatçı Ses.
Benim yazmak istediğimi başkaları yazdı, diyor İnançlı Ses. Hem de çok önce. Hem de ben bundan şikâyetçi değilim.
Böylece, Benim kitabım çoktan dürüldü mü demek istiyorsun? diyor Hepsorusoran Ses.
Hayır, düzüldü, diye düzeltiyor, Ezik Ses.
Belki onun için asmışındır dileğini bir gül ağacına, ılık bir hıdrellez gecesi, sabaha değin salınıp kalmıştır gül dalında, sabah gidip baktığında... Kafanı çalıştır, ansımaya çalış, diyor Üsteleyen Ses.
Niçin açtın bu konuyu? Benden ne istiyorsun? diyor Kırık Ses.
Çünkü sen yağmursan ben toprağım, diyor Dökük Ses.
Ben yağmayan bir yağmurumdur, olsam olsam, diyor O Ses.
Ben de sütsüz kalmış bir bebeğim, ağlayıp kıvranan, yağmur yağdıracak Tanrı'ya adak olan, diyor Öbür Ses. Sen aysın, ben güneş, sen bana sırt çevirensin, ben sana yanıp biten, kıyamet günü anlatacağım sana büyük sevdamı.
Şimdi anlat, diyor Çekipgitmedeki Ses. Kıyamet günü, bugün.
Anlatmanın gereği yok, diyor Cevapveren Ses. Ama dilersen, konuşalım.
Başka ne yapıyoruz ki? diyor Duran Ses.
Haydi başlayalım, diyor Yeldesavrulan Ses.
3 Mart 2015
Bekleyiş
Rüyamda on altı kişi bir kapının önünde sıraya girmiş efendi efendi bekliyoruz. Kimseden çıt çıkmıyor. Kimse de kimseyi tanımıyor. Herkes hazırlıklı gelmiş; kiminin sırtında çantası, kiminin elinde valizi. Genişçe bir salon. Bir bekleme yeri olduğu her halinden belli. Mesela bir gar gibi. Akşam. El ayak çekilmiş ortalıktan. Biri çantasından sessizce bir kitap çıkarıp okumaya başlıyor. Kitabı merak ediyorum. Fark ettirmemeye çalışarak kapağını okumaya çalışıyorum. Ne çare, beceremiyorum. Az sonra kapının ardından ağır ağır ilerleyen ayak sesleri geliyor. Okuyan, kitabını kapatıp çantasına geri koyuyor. Kapı açılıyor. Açılır açılmaz enfes kokular doluşuyor içeriye. Ardından insan suretinde bir melek zuhur ediyor. "Hoş geldiniz arkadaşlar!" diyor. Hepimiz saygı dolu bir sesle, "Hoş bulduk efendim," diye yanıtlıyoruz. "Aranızdan," diye sürdürüyor sözünü melek, "yalnızca bir kişi bu kapıdan içeri girecek." Biraz duralıyor, ardından yine devam ediyor: "Ve bu kişiyi siz seçeceksiniz. Kimin bu kapıdan içeri gireceğini şimdi burada aranızdan kararlaştırın. O kişi benimle gelecek, kalanlarsa geri dönüp evine gidecek. Yol paranızı biz karşılayacağız." On altı kişi, sükunetimizi bozmadan birbirimize bakıyoruz. Biri söz alıyor, çekingen bir tavırla, "Efendim," diyor, "ben arkadaşlarım lehine hakkımdan feragat ediyorum." Onun ardından hepimiz aynı şeyi söylüyoruz. Herkes ben gitmeyeyim, arkadaşım gitsin ayaklarında. Aklımız sıra, iyilik, fedakârlık, feragat, diğerkamlık gibi meziyetlerimizle meleğin gözüne girmeye çalışıyoruz. Melek bakıyor ki kimseyi seçeceğimiz yok, "Peki," diyor, "siz burada bekleyin, ben beş dakikaya kalmaz dönerim." Kapıyı kapatıyor. Yine beklemeye başlıyoruz. Bu kez hepimiz heyecanlıyız. Yüzümüzden okunuyor bu. İki-üç dakika geçiyor geçmiyor, gene aynı ayak sesleri aynı tonda duyuluyor. Kapı açılıyor. Biz yine az önceki melekle karşılaşacağımızı umarken yaşlı bir zenci görünüyor. "Hepiniz derhal toplayın pılı pırtınızı, defolun gidin," diyor, "siz daha çok cennet rüyaları görürsünüz!" Ardından sertçe bir kapı sesi işitiyoruz.
2 Mart 2015
Carpe diem
Mart gelmiş. Geçen yıl hastanede karşılamıştım martı. Babamın refakatçisiydim. Sorsanız, daha iki ay olmadı, derdim. Halbuki yıl olmuş. Böyle böyle geçip gidiyor işte. Zaman bir an önce hepimizi yaşlandırmak istiyor. Zaman dediğin bir örümcek ağıdır ve hepimiz de onun içindeyiz. Yaşar Kemal bile göçtü gitti. Doksanını devirmişti. Demek ki neymiş, hakikaten de herkes ölümlüymüş. Fakat hiç kimse kendi ölümüne inanmıyor bu dünyada. Gerçekten inanmıyor. İnsan sürülerini gözlüyorum. Herkes bir elinde bir kazık, öbür elinde bir çekiç, bu dünyaya kazığını çakmaya çalışıyor. Fakat yapılan şey ömürden yemek, başka bir şey ummak yersiz. O zaman elde kala kala bu ânı yaşamak kalıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)