Şafağın değirmeni
Değirmen diye bir metafor. Hem varoluşa çalışıyor hem yokoluşa. Şehirlerden uzak, eski filmlere yakın. Eski hayatlara da. Eskilerden şık özdeyişler üretmeye meraklı yazıcılar, bu metafordan yazılarına ne zenginlikler devşiriyorlardır, Tanrı bilir! Benim ürettiklerimse metaforun şıklığını bozmaya yarar yalnızca: 'Her hayat yıkık bir değirmendir biraz da' desem sözgelimi, sanki 17 yaşımdaymışım da bir dostuma 'şiirsel mektup' yazıyormuşum gibi anlaşılır. Anlaşılsın, 'Biz bu saçları değirmende ağartmadık' koçaklamasından iyidir.
Hayat ve değirmen bahsinde, Turgut Uyar'ın o pek kısa, ama hani derler ya 'anlayana pek uzun' şiiri 'Günler Geçer'in üstüne şiir tanımadım: "Günler geçer ve çalışır şafağın değirmeni/kim bilebilir ki kimi neyi eskittiğini/ben ne kadar önemserdim kendimi hay allah/sen ne kadar kumraldın aynalarda hay allah/temmuz tam bu işe göredir bana kalırsa/gel bağışlayalım birbirimizi."
Değirmen işte, şiiri alıyor, ekmek yapıp geri veriyor, gençliği, kusurları alıp hayat diye önümüze atıyor, yolları, şehirleri, serüvenleri alıp törenler, işler, evler yapıyor bunlardan, sevinçleri, mutlulukları, kederleri, acıları alıp yılları yığıyor üstümüze, aşkları alıp ne yaptığını bilense yok, ben rastlamadım. Belki aşkları alıp anılar yapıyordur bundan da. Değirmen, hayatın metaforu değil sadece, kutsalın da metaforu, saflığın da. Yere düşmüş ekmeği alıp, öpüp başınıza koyarsınız, hayattır diye, hayat hep o ekmek gibi taze ve sıcak olsun diye. Ya hayat yere düşerse? Kim öpüp başına koyacak onu? Belki yalnızca 'Meğer ateşli bir hastalıkmış hayat' diye bir dize çıkacak bundan. Şafağın değirmeni dönerken, neleri öğüttüğünü fazla merak etmediğimiz yıllar hızla geçerken ve kimi, neyi eskittiğini kimse bilmezken. Sonra o sıcaklık, o kutsal duygu bir çocukta kalır, değirmenin öğüttükleri arasında çocuğun düşleri, hevesleri kalır, o çocuk gözler geçmişe bakar kalır. 50 yıl olmuş. Fena sayılmaz. Cemal Süreya'nın 'Üstü Kalsın' şiirinde, ki son şiiridir, Tanrıya seslendiği gibi "Ama, ayrıca aldığın şu hayat/ fena değildir" demek gelir insanın içinden. Hatta espri bile yapılabilir bu mevzuda. Gençken değil ama, yaşlanmaya yüz tutmuşken, insan doğum gününe kimleri çağırmalıdır? Düşünmeden cevaplanmalıdır: Bir Tanrıyı, bir de kendini. Saat 12'yi vurmadan Tanrı çeker gider, o tek kişilik törende resmigeçit başlar. Anlat bakalım!
Hiç anlatmamış olduğunu anlarsın birden, hiç anlamadığını da. Gözünün önüne siyah-beyaz bir 17 yaş fotoğrafın gelir, Gençlik Parkı'nın önünde: "Yıllar seni eskitememiş dostum, ifaden aynı/ yarısı tebessüm yarısı korku dolu o çehre/ suçlarımla gözgöze gelmemek içinmiş meğer/ o resimden bugüne gözlerimi kaçırarak bakışım/ hâlâ suç gibi duruyor o bakış gözlerimde". Aslında 'beceriksizlik' demek istersin ama bunu en az şairane biçimiyle de olsa süslemeden edemezsin. Babaları 'usta' olan çocuklara özgü o tuhaf beceriksizlik, zaten çocukluğundan beri elini hiç bırakmamıştır. Hayattan, işlerden, ilişkilerden, aşklardan doğru kabarık bir beceriksizlikler dosyası. Geriye o kalır, biraz da üzgün şiirler, kederli yazılarla dolu ödünç bir hayat: "Gür bir hayat gerekir şiire taramak için/ bundandır bende üzgün durması kelimelerin" dersin.
Sonra değirmen kelimeleri de öğütmeye başlar, bir umutla beklersin, sanırsın ki değirmen yıkık da olsa sana bir şiir verecektir yeniden: Heyhat! Şiir değil, gölgesini bile vermez. Vakit hayli olmuştur, değirmen kapanmak üzeredir, 50 yıl geçmiştir. Tutar, en çok sevdiğin şiire sığınırsın, "Gelmiş Bulundum" dersin, Edip Cansever'in şiiri seni yine teselli etsin istersin: "Şiirler yazdım kitaplar okudum/ Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum/ Derinlerde kaldım böyle bir zaman/ Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan/ Ey yağmur sonraları, loş bahçeleri, akşam sefaları/ Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum." "Anılar anılar belki hepsi bir kelime" de dersin belki. Şaşkınlık ve tedirginlik yüklü ifadesiyle sana 17 yaşından bakan o çocuğu da unutma istersen, ona da 'gel bağışlayalım birbirimizi' de artık, tam yeridir, belki o bağışlar seni.
Haydar Ergülen
Ne güzel yazmışsın Sokrates' yeğeni diyecektim okurken, sonra imzayı gördüm. Olsun, ne güzel paylaşmışsın!! Ne iyi yapmışsın... Belki bana şimdi çok iyi gelmiştir.. Olsun... Hadi bağışlayanım birbirimizi ...
YanıtlaSilSevgiler...
Ne tuhaf değilmi, taa uzaklardan birinin yazdıklarının tam kalbine oturması!! Gerçi romanlarda öyle değilmi? Yok, değil tam olarak. Romanları seçersin , bilirsin neler yazdığını, burası daha farklı...
Artık gitsem iyi olacak...
Insan ömründe iki kez rakı içer, ikincisi de bugün olursa böyle oluyormuş...
Tamam, tamam gittim.
Güzel paylaşım teşekkür ederiz!
Bu arada, eskiden Haydar Ergülen i tanırdım, sonra koptuk. Hatamıymış ne!
Merhaba Aze, anlaşılan rakı iyi gelmiş. ;) Uzaklardan birinin yazdıklarının tam kalbine oturması bir bakıma tuhaf belki ama pek o kadar da değil sanırım. Edebiyatı biz niye severiz? Sanırım uzaklardaki birilerinin, hatta bu dünyadan göçüp gitmiş birilerinin söyledikleri kalbimize ya da aklımıza oturur da ondan.
SilHaydar Ergülen iyi şairdir. Bir zamanlar Radikal'de yazardı, o zaman yazılarını da takip ederdim; iyi yazardır da yani.
Sevgiler...