17 Kasım 2014

Kuşatma

İsa’dan sonra 115 yılının 18 Eylül günü, yani yeryüzünün alacakaranlığında, Romalı komutanlardan biri, küçük ordusuyla Fırat kıyısında bir düzlükte konakladı. Aynı günlerde İmparator Traianus Edessa’yı kuşatıyordu. Gökyüzünde büyük bir ay vardı ve yorgun askerler derin bir uykuya daldılar. Romalı komutanı uyku tutmadı. Kalktı, olgun üzümlerle yüklü bağ kütükleri ile ırmağı ayıran çakıllı kıyıda uzun süre yürüdü. Romalı düşünür ve ozan Euphrates’ten dizeler mırıldanıyordu. O çağlarda bir komutanın şiir düşünmesi tuhaf değildi. Euphrates yedi yıl önce kendi isteği ile ve İmparatordan izin alarak canına kıymıştı ama işte ona adını veren ırmak ve onun kıyısında şiir ölümsüzlüğe akıp gidiyordu. Bir an durdu ve ırmağın öbür yakasına baktı. Ay ışığında parlayan uçsuz bucaksız yeni ülkeler. Yazgının ve ırmağın sınırına gelmişti. Suyun sesiyle ta uzak denizlere ulaşan derin düşlere daldı. 
Önce anlayamadı, düşün belirsiz sınırlarını mı geçmişti yoksa değişimlerin tanrısı ay, ona bir oyun mu oynuyordu? Ama gözlerinin gördüğü gerçekti. Karşıda bembeyaz bir kent yükseliyordu. Irmak tanrısının köpüklü atlarının çektiği büyük bir yelkenli gibi. "Vaşukaani!" diye mırıldandı Komutan. Atı evcilleştiren barbar kavimlerin en eskisi Hurri'lerin bin yıldır yeri bilinmeyen kayıp başkenti. Fetih kartallarının bin yıldır peşinden uçtukları beyaz güvercin, çöllerde yiten orduların düşlerindeki deniz, gözüpek gemicilerin sisler içinde aradıkları cennet, ayışığı ülkesinin başkenti: Vaşukaani. 
Sessizce soyundu komutan. Ağır zırhını ve kılıcını sandallarının ve giysilerinin üstüne koydu. Fırat'ın serin sularına daldı. Akıntıyı ve suyun pırıltılarını keserek öbür kıyıya yaklaştıkça şaşkınlığı ve sevinci arttı. Bir gerçekti gördüğü. Silkindi, çıktı. Alçak surları aştı ve kente girdi. Mermer sokaklar masmavi bir uykuda yüzüyordu. Depremlerle deniz dibine göçen batık Myra kentleri gibi. Kimsecikler yoktu ortalıkta. .Barış ya da suskunluk. Başıboş atlar dolaşıyordu küçük alanlarda. Havada koyu yeşil ve acı defne yapraklarının kokusu. Ve sakız ağaçlarının. 
Kentin en yüksek yerindeki ay tanrısı tapınağına doğru yürüdü. 
Sin tapınağının tek rahibesi olan genç kadın, büyük sunağın önünde diz çökmüş, gökyüzüne bakıyor ve soğuk yaratıcıya kendini adıyordu. Saçları yeşil yosunlar gibiydi. Yüzü duru ve aydınlık. Genç ve çıplak tenini büyük yapraklar örtüyordu. Elinde kutsal şarapla dolu gümüş bir kadeh. "Doğa kırar umutları, yazgı değişir ve tanrı yukarıdan bakar tüm olup bitenlere..." Genç kadın şarap kupasını uzattı tanrıya. Gözleri şaşkınlıkla iri iri açıldı. İşte tanrı önünde duruyordu. Çırlçıplaktı. Esmer derisinde alacakaranlığın çiğleri parlıyordu. Kupayı aldı. Doğu toprağının sayısız lezzetleriyle yüklü koyu şarabı içti ve gülümsedi. Genç kadın sessizce sunmadan önce kendini, bilinmeyen bir dilde iki sözcük mırıldandı. 
Ay, alçak tepelerin ardında kayboluncaya kadar sunağın önünde seviştiler. 
Romalı komutan, askerlerinin yanına döner dönmez Suriyeli kölelerin en bilgesini çağırttı. Genç kadının mırıldandığı iki sözcüğün anlamını sordu. Yaşlı köle bir süre düşündü, sonra, "Bizi kurtar! demek olmalı" dedi, "Arami dilinde söylenmiş bir sözdür..."
"Bizi kurtar!" Bu iki sözcük, çatallı bir doğu kılıcı gibi yüreğine dokundu Komutanın. Kente elini kolunu sallayarak giremeyeceğini anladı. Bir gecede doğan hırslı özlem, bedeninin tümünü fethetmiş, kendi yurdu gibi oturmuştu oraya. Askerlerine emir verdi, kuşatma başladı. 
Tam on yıl sürdü kuşatma. Kent, inanılmaz bir inatla direndi. Ne Yahudiye’de Simon ve taraftarları, ne de Edessa’da Abgar Prensleri böylesine direnmemişlerdi Roma ordularına. O sessiz ve evcil atların dolaştığı sokakların alçak duvarlarından oklar yağıyor, yazın alev topları, kışın bitmez tükenmez kar yığınları yolları kesiyordu. Tüm kuşatma biçimlerini denedi Komutan. Cepheden görkemli hücumlar düzenledi, gizli tüneller kazdırdı toprağın altından, kanşık dış kale yollarının haritasını yaptırdı, bir süre uzaklaşıp birden kuşatarak şaşırtmaca verdi, boşuna. Yıllar geçiyor, Komutanın bu düş kentine tutkusu artarken, ordusu ağır ağır eriyordu. 
Doğulu barbarların kentini içten fethetmeyi düşündü. Kentin bilge kişilerine elçiler yolladı gizlice. Roma uygarlığının üstünlüklerini anlattı elçiler. Felsefe ve şiir kitapları götürdüler, Latin dilinin inceliklerini öğrettiler. Barbarlar, yeni bilgileri bir sünger gibi özümlediler. Ama bütün bunlar, kapıların açılmasına yetmedi. 
Üstelik Komutan, askerleri azaldıkça kentin yakınlarına bile yaklaşamaz olmuştu. Arada sırada cesur bir Roma garnizonu surları yararak kente giriyordu. Duvarların ardında, günler süren bir boğuşmanın sesleri yankılanıyordu. Sonra sessizlik. Gidenlerden hiçbiri geri dönmüyordu. 
Milattan sonra 125 yılının gene bir güz gecesi, Romalı Komutan, düşlerinin kentine girdi. Gene kocaman bir ay vardı gökyüzünde ve yeryüzünde kimsecikler yoktu. Küçük ordusundan bir tek asker bile kalmamıştı. Yıllardır Fırat, ölü savaşçıları uzak denizlere sürüklüyordu. Zırhı yırtılmış, sandalları parçalanmış, sakalları uzamıştı Komutanın. Yorgun ve umutsuz, yanıp yıkılmış sokaklardan geçti, tapınağa doğru yürüdü. Barbarlar ölmüşlerdi ve sakin atlar şimdi uzak ovalardaydılar. 
Doğa kırmıştı işte umutları, yazgı değişmişti ve tanrı...
Yıkılmış tapınağın kırık altarı önünde ağlayan genç kadın bir an başını kaldırdı. Karşısında ayışığında parlayan eski zırhıyla Romalı bir asker gördü. "İşte geldim" dedi Komutan. Rahibe uzun uzun baktı ona ve Latince, "Neye yarar?" dedi, "kurtarılacak bir kent kalmadı ki" Sonra sessizce uzaklaştı oradan. Arkasında acı, koyu yeşil bir defne kokusu bırakarak. 
Hurrilerin yitik başkenti Vaşukaani, pek yakında, sonsuza dek Fırat’ın suları altında kalacak. Ve hiçbir arkeolog anlayamayacak barbarların ay tapınağının altarı önünde bir Romalı asker heykelinin ne işi var?
Onat Kutlar, Bahar İsyancıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuzda bir web sayfasına bağlantı vermek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.

Yorumlarla ilgili notlar için buradaki sayfanın sonuna bakabilirsiniz.

Sayfa başına git