11 gün önce gittim domuz gribi aşısı oldum. Amacım salgından korunmak falan değildi tabii. Tek istediğim geri geri yürümekti. Olmadı, sağlık olsun.
Televizyonlarda domuz gribi aşısı olanların geri geri yürüdüğünü duyunca inanılmaz bir heyecan sardı beni, o gece uyuyamadım sevincimden. Neden mi? Hayatım geri geri yürümenin nasıl bir duygu yarattığını merak etmekle geçti de ondan.
Ben bebeklikten çıkıp dünyaya şöyle göz ucuyla baktığım günden beri, bütün insanların geri geri yürüdüğü bir dünyanın mümkün olup olmayacağını, olursa bunun nasıl bir dünya olacağını hep düşündüm durdum.
Bir-iki ay önce TV'nin birinde Amerika'da domuz gribi aşısı olan birinin geri geri yürüdüğünü söyleyince spiker, "Aha!" dedim, "işte budur oğlum, asla gerçekleşmeyeceğini, kafandaki bir düşünce kırıntısından ibaret olduğunu sandığın şeyler de gün gelir gerçekleşebilirler, böyle bir dünya artık burası, bunu kafana iyice yazsan iyi edersin."
Kafamda yeni şeyler kurmaya başladım haliyle. Tabii, ben saf gibi milyonlarca insanın hemen koşup aşı olacağını sanıyordum başlarda. Nereden bilecektim türlü türlü tartışmaların çıkacağını, Başbakanla Sağlık Bakanının ihtilafa düşeceğini, falan da filan da... Ne de güzel şeyler kurgulamıştım oysa... Mesela bir otogarda muavin, "İzmir yolcusu kalmasıın!" diye bağırdıktan sonra yolcuların otobüse -geri geri- binmeye başladıklarını düşünsenize...
Uzatmayalım...
Şimdilik maalesef geri geri yürütmüyor olsa da herkese tavsiyemdir, piyasadaki hiçbir söylentiye/zırvaya inanmayın, gidin bir sağlık ocağına aşınızı olun. Efendim aşının yan etkisi varmış. Bana yan etkisi olmayan bir aşı ya da ilaç adı söyler misiniz...
Bu bir tarafa... 10 yaşın üzerindeyseniz zaten 1 doz yapılıyor. O da ne kadar biliyor musunuz? En güçlü zehir olsa, o dozda öldürmez insanı. Hiç çekinilecek birşey yok.
25 Aralık 2009
16 Aralık 2009
24 Kasım 2009
31 Ekim 2009
Dikkat edin, "Dağoz Gribi" olabilirsiniz!
Domuz Gribi gündemin ilk sıralarında seyrediyor. Bende en ufak tedirginlik ve panik, her zamanki gibi olmamakla birlikte, geçen gün boğazımın dolmaya başlamasıyla acaba bende mi domuz gribi oldum dedim.
Gittim hastaneye... Tatil gününe denk geldiğinden sadece acil servis çalışıyor. Sıramı alıp beklemeye başladım. Kalabalık da. Böyle ortamlarda hep yaptığım gibi etrafı, olup biteni izlemeye başladım. Sıra bekleyen adamlardan birinin yanındakine aynen şöyle dediğini duydum:
"Îjar jî daxoz qirîbî anîn kirne nav me. Goştê daxoz dixwin îja dibên daxoz qirîbî hat." (Bu kez de dağoz gıribi getirip musallat ettiler başımıza. Yiyorlar dağoz etini sonra da dağoz gribi çıktı diyorlar.)
Ardından bir-iki şey daha söylendi ama kalabalıktan duyamadım.
Son günlerde bu konuda öyle çok şey duyuyorum ki, yenilir yutulur gibi değil. Yok uçaktan virüs atıyorlarmış da, yok Amerika bizi bitirmek için yapıyormuş da... Daha neler neler...
Çok iyi bildiğim bir gerçeği bir kez daha hatırladım ki...
Bilginin, bilimin, bilgeliğin bir sınırı var. Ama cehaletin yok. Hakikaten yok.
Gittim hastaneye... Tatil gününe denk geldiğinden sadece acil servis çalışıyor. Sıramı alıp beklemeye başladım. Kalabalık da. Böyle ortamlarda hep yaptığım gibi etrafı, olup biteni izlemeye başladım. Sıra bekleyen adamlardan birinin yanındakine aynen şöyle dediğini duydum:
"Îjar jî daxoz qirîbî anîn kirne nav me. Goştê daxoz dixwin îja dibên daxoz qirîbî hat." (Bu kez de dağoz gıribi getirip musallat ettiler başımıza. Yiyorlar dağoz etini sonra da dağoz gribi çıktı diyorlar.)
Ardından bir-iki şey daha söylendi ama kalabalıktan duyamadım.
Son günlerde bu konuda öyle çok şey duyuyorum ki, yenilir yutulur gibi değil. Yok uçaktan virüs atıyorlarmış da, yok Amerika bizi bitirmek için yapıyormuş da... Daha neler neler...
Çok iyi bildiğim bir gerçeği bir kez daha hatırladım ki...
Bilginin, bilimin, bilgeliğin bir sınırı var. Ama cehaletin yok. Hakikaten yok.
1 Ekim 2009
Konfüçyüs
- Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir.
- Derin olan kuyu değil,kısa olan iptir.
- Aradığını bilmeyen bulduğunda anlayamaz.
- Kendine yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma.
- Dal rüzgarı affetmiştir ama, kırılmıştır bir kere.
- İnsanlar sahip olduklarını küçümser, sahip olamadıklarını önemser.
- Konuşmaya layık olanlarla konuşmazsanız, insan kaybedersiniz. Konuşmaya layık olmayanlarla konuşursanız, söz kaybedersiniz. Bilge olan kişi, insan kaybetmez, söz de kaybetmez.
- Bildiğini bilenin arkasından gidiniz, bildiğini bilmeyeni uyarınız, bilmediğini bilene öğretiniz, bilmediğini bilmeyenden kaçınız.
- Karanlığa söveceğine, kalk bir mum yak.
- Susmak, insanı ele vermeyen sadık bir arkadaştır.
- Üstün insan konuşmadan önce eyleme geçer ve sonra eylemine göre konuşur.
- Bilgi özgüveni, özgüven ise gücü yaratır.
- Çizik bir elmas, çizik olmayan bir çakıl taşından daha iyidir
- Bilgi insanı şüpheden, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır.
- Alkışı en sessiz şekilde karşılayan, alkışı hak etmiş demektir.
- Bir milleti tutsak etmek isterseniz, onun müziğini çürütün.
- Elmas nasıl yontulmadan kusursuz olmaz ise; insan da acı çekmeden olgunlaşmaz.
- Faydalı insan odur ki boş durmayı sevmez, kişiliğini faydalı işlerle geliştirir.
- Güçlü olan sayıca kalabalık kitleler değil, eğitimli kitlelerdir.
- İyi insanlar olduğu gibi görünür, göründüğü gibi olur
- Fedakarlıklar senden başkası bilmiyorsa değer taşır.
- Kitleler cezalarla düzene sokulursa dejenere olur, karizma ve nezaketle yönetilirse bilinçli ve dürüst olur
- Bir şeyi bildiğin zaman, onu bildiğini göstermeye çalış. Bir şeyi bilmiyorsan, onu bilmediğini kabul et. İşte bu bilgidir
- Eğitimli insanın hedefi daima yüksek olur. Küçük işlerle küçük insanlar uğraşır.
- Kendisini eleştirebilen insanlar doğruyu ve güzeli bulma konusunda daha şanslıdırlar.
- İrade öyle değerli bir özelliktir ki bir ordu komutansız kalsa da kişi iradesinden yoksun kalamaz. İradeli insan davranışları tutarlı insandır.
- İyi yönetici olmanın sırrı dört yanlıştan kaçınmak, beş doğruyu uygulamaktan geçer. Dört yanlış şunlardır: nasihat etmeden infaz etmek (gaddarlık); öğretmeden başarıyı ölçmek (kabalık), yönetimde gevşek olup sınırlar koymak (art niyet), özlük haklarının dağıtımında cimri davranmak (bürokrat olmak). Beş doğru ise şunlardır: müsrif olmadan eliaçık olmak; gocunmadan çalışmak; haris olmadan istek duymak; mağrur olmadan rahat davranmak; ürkütücü olmadan saygın olmak.
23 Eylül 2009
21 Eylül 2009
Hazan ve hüzün
Daha birkaç gün öncesine kadar para versek bulamayacağımız serin bir hava yüzümü okşuyor. Yaşamanın her şeye rağmen güzel olduğunu bir kez daha inadına inadına hatırlatıyor. Annemin ellerini ıslatıp yüzüme şöyle bir sürdüğü sabahlar geliyor aklıma. Ahh, çocukluk vakitleri!
Güz geliyor. Kolumdaki emektar saate bir dost edasıyla bakıyorum. Gece yarısını çoktan geçmiş. Bütün bir günün yorgunluğu üstümde. Yanımda duran sandalyelerden birine bırakıveriyorum tekmil yorgunluğumu. Kolum sandalyenin metaline değiyor. Ufarak bir ürperti geçiveriyor içimden. Kaç aydan beridir ilk defa üşüyorum. Bir an önce bitse de gitsek, sızlanmaları arasında bitiverdi, iyi mi?
Islak ellerinin arasından aniden kayıp gider ya bir şey. Hey gidi koca yaz, nasıl da kayıp gittin çabucak. Zaman geçer izi kalır. Su gibi demiş eskiler.
Rüzgar hâlâ vuruyor yüzüme. Tanıyorum. Kaç defa beraber karşıladık sonbaharı bu şehirde. Kim bilir nerelerden kopup geliyor? Belki okyanustan, bütün bir Akdeniz'den... Rodos'tan, Palamutbükü'nden... Nereden geliyorsa gelsin, tanıyorum bu rüzgarı. Son durağı bu sahil onun. Bu şehir.
İşte bu yüzden, yüz binlerce insanın su gibi aktığı bu şehirden yavaş yavaş el ayak çekilir olunca, bu serin rüzgâr ziyaret eder burayı. Geceleri... Ve burası o eski Türk filmindeki kasabaya dönüşür tekrar. Çocukken izlediğim o filmde görmüştüm ilkin bu kasabayı. "Keşke bir gün ben de oraya gitsem!" Geldin işte. Kaç defa buranın sabahına uyandığını bile hatırlamıyorsun şimdi. Koca bir yaz daha geçirdiğin bu kasabaya bir kez daha "görüşmek üzere," demenin zamanı. Belki kışın, belki başka bir yaz.
Ayrılma vakti gelince... Bu serin rüzgar gidişleri haber vermeye gelir. Usulca yüzüne dokunur. Ufacık üşürsün ama inanılmaz mutluluk verir bu sana.
İşte bu yüzden… Sırf bu rüzgârdan ötürü seviyorum Marmaris'i.
Güz geliyor. Kolumdaki emektar saate bir dost edasıyla bakıyorum. Gece yarısını çoktan geçmiş. Bütün bir günün yorgunluğu üstümde. Yanımda duran sandalyelerden birine bırakıveriyorum tekmil yorgunluğumu. Kolum sandalyenin metaline değiyor. Ufarak bir ürperti geçiveriyor içimden. Kaç aydan beridir ilk defa üşüyorum. Bir an önce bitse de gitsek, sızlanmaları arasında bitiverdi, iyi mi?
Islak ellerinin arasından aniden kayıp gider ya bir şey. Hey gidi koca yaz, nasıl da kayıp gittin çabucak. Zaman geçer izi kalır. Su gibi demiş eskiler.
Rüzgar hâlâ vuruyor yüzüme. Tanıyorum. Kaç defa beraber karşıladık sonbaharı bu şehirde. Kim bilir nerelerden kopup geliyor? Belki okyanustan, bütün bir Akdeniz'den... Rodos'tan, Palamutbükü'nden... Nereden geliyorsa gelsin, tanıyorum bu rüzgarı. Son durağı bu sahil onun. Bu şehir.
İşte bu yüzden, yüz binlerce insanın su gibi aktığı bu şehirden yavaş yavaş el ayak çekilir olunca, bu serin rüzgâr ziyaret eder burayı. Geceleri... Ve burası o eski Türk filmindeki kasabaya dönüşür tekrar. Çocukken izlediğim o filmde görmüştüm ilkin bu kasabayı. "Keşke bir gün ben de oraya gitsem!" Geldin işte. Kaç defa buranın sabahına uyandığını bile hatırlamıyorsun şimdi. Koca bir yaz daha geçirdiğin bu kasabaya bir kez daha "görüşmek üzere," demenin zamanı. Belki kışın, belki başka bir yaz.
Ayrılma vakti gelince... Bu serin rüzgar gidişleri haber vermeye gelir. Usulca yüzüne dokunur. Ufacık üşürsün ama inanılmaz mutluluk verir bu sana.
İşte bu yüzden… Sırf bu rüzgârdan ötürü seviyorum Marmaris'i.
20 Eylül 2009
10 Eylül 2009
Eylülün Sesiyle
Baylar!
Bin dokuz yüz seksen birdeyiz
Karşınızda eylülün sesi
Ağustosa çekildi, eylülün sesi
Birazdan konuşacak
"Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar."
Tepelerde bulamaçların kahverengi eridiği
Eriyip sarı sarı aktığı bir mevsim
Bir saat gibi işlerken avucumdaki güz çiçeği
Yosunların kapılara usulca
Tırmanıp yerleştiği
Yani eylülün sesi, buysa çok iyi baylar.
Yaz geçti, sözgelimi midyelerden yorulduk
Eni boyu belirsiz bir ıslaklıktan
Upuzun gündüzlerden, sevimsiz otellerden
Eylül ki, sorabilir mi
Hüzünler iç kamaştırıyor, aşklarsa niye yoksul
Bir asfaltın kuru sıcak soğuğundayız
Oysa bir deniz feneri mevsimsiz ölür baylar.
Dahası
Bu düğmesiz giysileri şöylece giymek
Bir boşluğu giyinmek mi olur
Olsun
İşte karşınızda ekimin sesi
Kasımın sesi sonra
Yağmurun eşliğinde -çocuğunu emziriyor yaz-
Bundan böyle günlerimiz nasıl geçecek baylar.
Her şey o kadar dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
Dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
Üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri-
Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar.
Sonra bir kır kahvesi kendini okurken
Masaları toplanmış, bardakları toplanmış
Tam kendini okurken
Derim ki bir semti iyi tanımak kadar
İyi tanımalı dünyayı
Açın radyolarınızı: eylülün sesi
Bu dünyada can sıkıntısının bir başka anlamı var baylar.
Elmalar silik silik kırmızı artık -olsun-
Gözlerimiz tozlanmış, kirli
Gizlisi yok, bu dünyada böyle sıkılmak iyi
Sıkılmak iyi baylar
Biz hazır tuttukça böyle
İçi yangından alev alev
Dışı buz tutmuş kalplerimizi.
Edip Cansever
Bin dokuz yüz seksen birdeyiz
Karşınızda eylülün sesi
Ağustosa çekildi, eylülün sesi
Birazdan konuşacak
"Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar."
Tepelerde bulamaçların kahverengi eridiği
Eriyip sarı sarı aktığı bir mevsim
Bir saat gibi işlerken avucumdaki güz çiçeği
Yosunların kapılara usulca
Tırmanıp yerleştiği
Yani eylülün sesi, buysa çok iyi baylar.
Yaz geçti, sözgelimi midyelerden yorulduk
Eni boyu belirsiz bir ıslaklıktan
Upuzun gündüzlerden, sevimsiz otellerden
Eylül ki, sorabilir mi
Hüzünler iç kamaştırıyor, aşklarsa niye yoksul
Bir asfaltın kuru sıcak soğuğundayız
Oysa bir deniz feneri mevsimsiz ölür baylar.
Dahası
Bu düğmesiz giysileri şöylece giymek
Bir boşluğu giyinmek mi olur
Olsun
İşte karşınızda ekimin sesi
Kasımın sesi sonra
Yağmurun eşliğinde -çocuğunu emziriyor yaz-
Bundan böyle günlerimiz nasıl geçecek baylar.
Her şey o kadar dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
Dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
Üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri-
Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar.
Sonra bir kır kahvesi kendini okurken
Masaları toplanmış, bardakları toplanmış
Tam kendini okurken
Derim ki bir semti iyi tanımak kadar
İyi tanımalı dünyayı
Açın radyolarınızı: eylülün sesi
Bu dünyada can sıkıntısının bir başka anlamı var baylar.
Elmalar silik silik kırmızı artık -olsun-
Gözlerimiz tozlanmış, kirli
Gizlisi yok, bu dünyada böyle sıkılmak iyi
Sıkılmak iyi baylar
Biz hazır tuttukça böyle
İçi yangından alev alev
Dışı buz tutmuş kalplerimizi.
Edip Cansever
22 Ağustos 2009
18 Ağustos 2009
9 Ağustos 2009
Fal baktırdım
Masada Hintlilerin kağıt oynadığını görünce hemen yanlarına gittim. Elinde kağıtları karıştıran kadına sordum:
-Faldan anlar mısınız?
-Pek sayılmaz...
-Geleceğim hakkında birşeyler söylesenize...
Diğer kadın araya girdi:
-Evli misin?
-Değilim...
-Gelecekte evleneceksin ve çocukların olacak...
(Aldın mı cevabını)
-Faldan anlar mısınız?
-Pek sayılmaz...
-Geleceğim hakkında birşeyler söylesenize...
Diğer kadın araya girdi:
-Evli misin?
-Değilim...
-Gelecekte evleneceksin ve çocukların olacak...
(Aldın mı cevabını)
7 Ağustos 2009
Metin Eloğlu Şiiri
Eloğlu
Eloğlu binlik bozdurur
Ben bozduramam
Eloğlu başını yastığa kor komaz uyur
Ben uyuyamam
Eloğlunun sofrasında dokuz türlü
Benim aç yattığım olur bazen
Benim evim gecekondu
Eloğlunda apartıman
Eloğlunda ince müzik
Benimkisi aman aman
Benim kuru başım bana yeter
Eloğlunda karı kızan
Ben keçileri kaybettim
Eloğlu usta çoban
Bu soyadı bana haram
Şişedeki
Şişede durduğu gibi durmaz ki kâfir
Tutar insana yaşamayı sevdirir
Yitikçi
Hadi git azıcık İstanbul iste
Kosunlar o denizi bir çanağa
Bir çıkına elesinler o günlerimi
O yazdan Üsküdar'dan ne kaldıysa Elif'ten
Doldur ceplerine
Onlarda yoksa komşularında vardır
Tanırlar sevinirler
Beni Bay Metin gönderdi, de
Gökyüzü
Bu ne bu
Bu noksan gökyüzü ne
Bu mavi nemenem mavi
Neyin nesi bu bulut
Erkeklik öldü mü be
Çilingir Sofrası
Bu zıkkımın yanında
Arnavut ciğeri ister, bir.
Çiroz salatası ister, iki.
Cacık ister, üç.
Adalet, müsavat, hürriyet demeye
Sadece yürek ister.
Eloğlu binlik bozdurur
Ben bozduramam
Eloğlu başını yastığa kor komaz uyur
Ben uyuyamam
Eloğlunun sofrasında dokuz türlü
Benim aç yattığım olur bazen
Benim evim gecekondu
Eloğlunda apartıman
Eloğlunda ince müzik
Benimkisi aman aman
Benim kuru başım bana yeter
Eloğlunda karı kızan
Ben keçileri kaybettim
Eloğlu usta çoban
Bu soyadı bana haram
Şişedeki
Şişede durduğu gibi durmaz ki kâfir
Tutar insana yaşamayı sevdirir
Yitikçi
Hadi git azıcık İstanbul iste
Kosunlar o denizi bir çanağa
Bir çıkına elesinler o günlerimi
O yazdan Üsküdar'dan ne kaldıysa Elif'ten
Doldur ceplerine
Onlarda yoksa komşularında vardır
Tanırlar sevinirler
Beni Bay Metin gönderdi, de
Gökyüzü
Bu ne bu
Bu noksan gökyüzü ne
Bu mavi nemenem mavi
Neyin nesi bu bulut
Erkeklik öldü mü be
Çilingir Sofrası
Bu zıkkımın yanında
Arnavut ciğeri ister, bir.
Çiroz salatası ister, iki.
Cacık ister, üç.
Adalet, müsavat, hürriyet demeye
Sadece yürek ister.
4 Ağustos 2009
12 Temmuz 2009
Kadınları ve erkekleri nasıl mutlu edersiniz?
İnternete birazcık olsun aşinaysanız ve bir mail adresiniz varsa, muhtemelen ha bire saçma sapan ve gereksiz mailler alıyorsunuzudur. Bu tür mailleri okumayalı yıllar oldu. Benim mail kutuma gelenler otomatikman çöp kutusuna giderler zaten...
Geçen gün birkaç tanesini bir okuyayım dedim, acaba hala eski trend mi devam ediyor? Zeka parıltılı yeni bir şeyler var mı diye...
Pek değişik bir şey yokmuş. 8-9 yıl önce gelenler hala gelmeye devam ediyor. Bizim toplumu anlamak bazan o kadar zorlaşıyor ki. İnternetle her yeni tanışan bu mailleri tüm arkadaşlarına gönderiyor. Hani sanki ilk olarak kendisi görüyor bunları da hemen herkesi haberdar etmek istiyor. Bilmiyor ki bunlar Batı'da 30-40 yıl önce çıkmış, Türkçe'ye çevrilip buralarda piyasaya sürülmelerinin üstünden de epey zaman geçmiş bayat şeyler...
Bunları neden anlatıyorum ki... Ablamın kulakları da çınlasın bu arada. Bir-iki yıldır o da bu modaya uyuyor, gerçi onun gönderdikleri biraz olsun güldürücü. İşte bir örnek...
KADINLARI MUTLU ETMENİN SIRLARI
01. Saçlarını okşa
02. Yücelt
03. Şımart
04. Gözlerinin içine bak
05. Geleceğe ait planlar yap
06. Dil dök
07. Yalvar
08. Destek ol
09. Yemeğe götür
10. Alışverişe götür
11. Tekneye bindir
12. Güldür
13. Zeka oyunları yap
14. Müzik dinlet
15. Teşvik et
16. Teskin et
17. Affet
18. Hayran kal
19. Banyosunu hazırla
20. Güven ver
21. Kapıyı tut
22. Asansörde kat düğmesine bas
23. Arabasının kapısını aç
24. Isıt
25. Sarıl
26. Öp
27. Ona hasta ol
28. Kulağına fısılda
29. Ayaklarına masaj yap
30. Konsere götür
31. Onu her yerde ve her zaman bekle
32. Tanrıçan yap
33. Onunla birlikte rejim yap
34. Onunla birlikte spor yap
35. O uyumadan uyuma
36. O uyanmadan uyanma
...
1000. Ne istediğini önceden anla
1001. Günde yedi kez özür dile
1002. Sürekli onu dinle
1003. Yorganı çekince ses etme
1004. Yorganı titretme
...
6789. Spor araba al
6790. Saat al
6791. Yüzük al
6792. Küpe al
6793. Traş ol
6794. Saç seklini değiştir
6795. Kareli gömlek giy
6796. Yemin et
6797. Dayan
6798. Katlan
...
ERKEKLERİ MUTLU ETMENİN SIRLARI
01. Karnını doyur
02. Televizyonun kumandasını ver
03. Önünden çekil.
Geçen gün birkaç tanesini bir okuyayım dedim, acaba hala eski trend mi devam ediyor? Zeka parıltılı yeni bir şeyler var mı diye...
Pek değişik bir şey yokmuş. 8-9 yıl önce gelenler hala gelmeye devam ediyor. Bizim toplumu anlamak bazan o kadar zorlaşıyor ki. İnternetle her yeni tanışan bu mailleri tüm arkadaşlarına gönderiyor. Hani sanki ilk olarak kendisi görüyor bunları da hemen herkesi haberdar etmek istiyor. Bilmiyor ki bunlar Batı'da 30-40 yıl önce çıkmış, Türkçe'ye çevrilip buralarda piyasaya sürülmelerinin üstünden de epey zaman geçmiş bayat şeyler...
Bunları neden anlatıyorum ki... Ablamın kulakları da çınlasın bu arada. Bir-iki yıldır o da bu modaya uyuyor, gerçi onun gönderdikleri biraz olsun güldürücü. İşte bir örnek...
KADINLARI MUTLU ETMENİN SIRLARI
01. Saçlarını okşa
02. Yücelt
03. Şımart
04. Gözlerinin içine bak
05. Geleceğe ait planlar yap
06. Dil dök
07. Yalvar
08. Destek ol
09. Yemeğe götür
10. Alışverişe götür
11. Tekneye bindir
12. Güldür
13. Zeka oyunları yap
14. Müzik dinlet
15. Teşvik et
16. Teskin et
17. Affet
18. Hayran kal
19. Banyosunu hazırla
20. Güven ver
21. Kapıyı tut
22. Asansörde kat düğmesine bas
23. Arabasının kapısını aç
24. Isıt
25. Sarıl
26. Öp
27. Ona hasta ol
28. Kulağına fısılda
29. Ayaklarına masaj yap
30. Konsere götür
31. Onu her yerde ve her zaman bekle
32. Tanrıçan yap
33. Onunla birlikte rejim yap
34. Onunla birlikte spor yap
35. O uyumadan uyuma
36. O uyanmadan uyanma
...
1000. Ne istediğini önceden anla
1001. Günde yedi kez özür dile
1002. Sürekli onu dinle
1003. Yorganı çekince ses etme
1004. Yorganı titretme
...
6789. Spor araba al
6790. Saat al
6791. Yüzük al
6792. Küpe al
6793. Traş ol
6794. Saç seklini değiştir
6795. Kareli gömlek giy
6796. Yemin et
6797. Dayan
6798. Katlan
...
ERKEKLERİ MUTLU ETMENİN SIRLARI
01. Karnını doyur
02. Televizyonun kumandasını ver
03. Önünden çekil.
5 Temmuz 2009
Aziz Nesin
Yaşamayı haketmeye çalıştığım gibi, ölümü de haketmek istiyorum. Bu hakkı bana tanı! Çünkü, bu sonsuz güzellikler açan güzelim dünyaya, ben de gücümce güzellikler katmaya çalıştım. Bir güzel ada, atlasta görünmeyecek denli küçük diye yok sayılabilir mi? Benim katkım da atlasta görünmeyecek denli küçücük olsa da, var.
Ne mi yaptım? Ortaçağ simyacıları taşı altına çeviremedi. Ama ben bir simyacıyım, gözyaşlarımı gülmeceye çevirerek dünyaya sundum.
Saygıyla gel, bekliyorum.
Aziz Nesin
Kaynak: Portreler, Türk Edebiyatına Dönemsel Bakış, Lütfi Özkök, Dünya Yay.
Ne mi yaptım? Ortaçağ simyacıları taşı altına çeviremedi. Ama ben bir simyacıyım, gözyaşlarımı gülmeceye çevirerek dünyaya sundum.
Saygıyla gel, bekliyorum.
Aziz Nesin
Kaynak: Portreler, Türk Edebiyatına Dönemsel Bakış, Lütfi Özkök, Dünya Yay.
30 Haziran 2009
Bu Cuma Paris'te Ölmüş Olsaydım
Bu Cuma Paris'te ölmüş olsaydım
yokluğumu bildiren teli kim çekecekti
oysa en azından üç gün gerekirdi polise
bir zamanlar yaşamış olduğumu ispat için.
Bu Cumartesi Varşova'da ölmüş olsaydım
güzel bir kadın randevusuna geç kalırdı,
resepsiyonda çalışan güzel bir kadın.
Bu Pazar Leningrad'da ölmüş olsaydım
en korkuncu olurdu bu.
Beyaz gece kolunda bir kara pazubentle çıka gelirdi
söyler misiniz, neye benzerdi kara pazubendiyle bu beyaz gece.
Bu Salı Berlin'de ölmüş olsaydım
bir Yugoslav yazarı birden ölüvermiş Berlin'de
diye bir haber yayılırdı ortalığa,
ama ben, laf olsun diye değil,
mecburum memleketimde ölmeye.
Görüyorsunuz ya-ne kadar iyi olmuş ölmeyişim
ve gene aranızda bulunuşum.
Beni alkışlayabilirsiniz. Beni ıslıklayabilirsiniz.
Görüyorsunuz ya ne kadar iyi olmuş ölmeyişim
ve gene aranızda bulunuşum.
İzzet Sarayliç
Bosna-Hersek 1930
Çev.: Yaşar Nabi
yokluğumu bildiren teli kim çekecekti
oysa en azından üç gün gerekirdi polise
bir zamanlar yaşamış olduğumu ispat için.
Bu Cumartesi Varşova'da ölmüş olsaydım
güzel bir kadın randevusuna geç kalırdı,
resepsiyonda çalışan güzel bir kadın.
Bu Pazar Leningrad'da ölmüş olsaydım
en korkuncu olurdu bu.
Beyaz gece kolunda bir kara pazubentle çıka gelirdi
söyler misiniz, neye benzerdi kara pazubendiyle bu beyaz gece.
Bu Salı Berlin'de ölmüş olsaydım
bir Yugoslav yazarı birden ölüvermiş Berlin'de
diye bir haber yayılırdı ortalığa,
ama ben, laf olsun diye değil,
mecburum memleketimde ölmeye.
Görüyorsunuz ya-ne kadar iyi olmuş ölmeyişim
ve gene aranızda bulunuşum.
Beni alkışlayabilirsiniz. Beni ıslıklayabilirsiniz.
Görüyorsunuz ya ne kadar iyi olmuş ölmeyişim
ve gene aranızda bulunuşum.
İzzet Sarayliç
Bosna-Hersek 1930
Çev.: Yaşar Nabi
28 Haziran 2009
83...
Doğduğum günün üstünden, yazları, kışları baharlarıyla tam 82 yılın geçmiş olduğu da noktalanır ve 83’üne basarken...
* * *
“Laf ola beri gele” sözlerden biri olan:
- Her yaşın kendine göre bir tadı vardır, değerlendirmesine; acaba bendeniz de birazcık kulak kabartsam mı?
* * *
Gerçi her yaşta “hayatın tadı, zamanı unutmaktadır”; bazen bir baş başalıkta, bazen bir “diziyi” izlemekte, bazen bir konserde, bazen bir meyhanede...
* * *
İnsanları neden tıkarlar cezaevlerine; zamanı unutmasın ve “günler bir türlü geçmek bilmesin” diye...
* * *
Gençlik ile yaşlılık hakkındaki bir başka saptama da şöyle:
- Gençler için günler kısa, yıllar uzun; yaşlılar için günler uzun, yıllar kısa...
Ve bir tane daha:
- Gençler bilebilse, yaşlılar yapabilseydi...
* * *
Yıllar geçtikçe, insanın sık duymaya alıştığı sözler de değişiyor.
20 yaş dostlarıyla konuşurken, gülerek soruyorum:
- Bakalım 62 yıl sonra benim yaşıma geldiğinde ne yapacaksın?
Aldığım yanıt:
- Ben o kadar yaşamam...
* * *
50 yaş dostlarıyla konuşurken de soruyorum:
- Ne yapacaksın 30 yıl sonra 80’ine geldiğinde?
Aldığım yanıt yine aynı:
- Ben o kadar yaşayamam ki?
* * *
Hayat tuhaf bir göle benziyor, ortasındayken ayrıldığın kıyıya baktığında yakın; farkına varmadan yaklaştığın karşı kıyı ise uzak mı uzak görünüyor.
* * *
Bendeniz de 50’sinde, 60’ında, hatta 70’indeyken; 80, varılamayacak uzak bir kıyı olarak görünüyordu.
* * *
“Kalem” adamlarından, yaşlanabilmiş de olanlar; çocukluklarını, gençliklerini yazmayı pek sevdikleri halde, o kadar benimsemezler ihtiyarlığı da ayrıntılarıyla yazmayı...
* * *
Hatırladığım kadarıyla sadece La Bruyere:
- Paradoks yapıyor denmesinden korkmasam; yaşlılığı, gençliğe yeğlediğimi söylerdim, diye yazmıştı.
* * *
İşin matrak tarafı, La Bruyere’in o satırları yazdığında 47-48 yaşlarında olmasaydı; 51’inde de hayattan ayrılmıştı zaten.
* * *
19’uncu yüzyılın ortalarına kadar, o dönemlerin gelişmiş toplumlarında dahi, insanların ömür cetveli 45-55 yıl kadardı.
Şeker fabrikalarının devreye girmesi ve şeker tüketiminin artmasıyla, insan ömrünün de uzadığı iddia edilmişti.
* * *
Türkçede de:
- 40’ından sonra azanı teneşir paklar, sözü; kadınlar arası dedikodulu sohbetlerde çok kullanılırdı.
* * *
Yine hatırladığım kadarıyla, Dale Carnegie’nin patlattığı:
- Hayat 40’ından sonra başlar sözü; o yıllarda 30’unda olan beni bile şaşırtmıştı.
* * *
“Hayat” kimseye öğretilemez. Kimseye öğretilemez Doğa’nın “libido”suyla, kasaba koşullanması ve ekonomik çaresizlikler çatıştığında, nasıl bir çözüm bulunabileceği...
* * *
1925 yılında 30 yaşındayken “Maarif Vekili” olan Mustafa Necati:
- Hayat bir katakulliden ibarettir, demişti.
Ve 35 yaşında da, hayata veda etmişti.
* * *
Gerçekten de hayat bir yutturmacadan, bir ikiyüzlülükten, bir riyakârlıktan mı ibaretti?
* * *
Ya o sanat ve bilim adamları, hepsi de birer sahtekâr mıydı?
2500 yıl önce yaşamış olan Sofokles, 350 yıl önce yaşamış olan Moliere, bizim Fuzuli, Neyzen Tevfik, Osman Hamdi, Orhan Veli, Tolstoy, Modigliani birer “katakullici” miydi?
* * *
Örneğin “Yazı”nın doruklarına bayrağını dikmiş olan Tolstoy da:
- Vatanseverlik köleliktir, demişti.
* * *
Mustafa Necati’nin “hayat” tanımlamasını, Tolstoy’un gözleyip özetlediği bir “Çar ordusunun disipliniyle” yan yana getirdiğinizde; Hazine’den geçinmeli mesleksiz “mevki sahipleri”nin olduğundan fazla görünme hastalığıyla, kendini beğenmişlik afurtafuruna, bir nanik çekmek geçmez mi içinizden?
Yaşınız 82’yi geçmiş bile olsa.
* * *
Her yaşın kendine göre bir tadı varmış.
Bendenize göre laf işte...
Hiçbir yaşımı bir kez daha yeniden yaşamak istemem.
* * *
4 yaşındayken, dedem Hasan Paşa’nın beni, “çarpım cetveli”ni ezberleyinceye dek, odalara kilitlemesini ve ezberleyemediğimi görünce de, topuğumdan tutup 2’nci katın penceresinden aşağı, tulumbanın mermer yalağına doğru baş aşağı sarkıtmasını da bir daha istemem; 8 yaşındayken bir pazar akşamı Ortaköy’deki Galatasaray Lisesi ilkokuluna, yatılı bir öğrenci olarak bırakılıvermeyi de...
* * *
Yahya Kemal, yaşlılığında şöyle demişti:
Gördüm ve anladım yaşamak macerasını,
Baki idiyse ruh eğer, dilemezdim bekasını.
* * *
Bendeniz bir türlü görüp anlayamadım yaşamak macerasını; ancak, bir daha yeniden görüp anlamaya çalışmak da istemem.
* * *
82 noktalığında da; 1 yılda orta boy bir kitap sayfasıyla hemen hemen 1000 sayfalık yazı yazmışım; “yazı” bendeniz için, bir “yaşam aracı” değil, “yaşam amacı”...
* * *
İşte Jean-Paul Sartre’in bayıldığım bir sözü:
- En büyük tembellik, sevdiğin işi yapmaktır.
* * *
Söz aramızda, tembellikten daha güzel de ne vardır?
* * *
Victor Hugo, 82’sinde yazdığı son şiirinden birini şöyle bitiriyordu:
Tanrım aç bana karanlıkların kapısını
Artık kaybolmam gerek.
* * *
Bir dahaki yılın 22 Haziran’ından sonraki ilk yazı başlığı, “84...” olmazsa, lütfen kusuruma bakmayın...
Çetin Altan
* * *
“Laf ola beri gele” sözlerden biri olan:
- Her yaşın kendine göre bir tadı vardır, değerlendirmesine; acaba bendeniz de birazcık kulak kabartsam mı?
* * *
Gerçi her yaşta “hayatın tadı, zamanı unutmaktadır”; bazen bir baş başalıkta, bazen bir “diziyi” izlemekte, bazen bir konserde, bazen bir meyhanede...
* * *
İnsanları neden tıkarlar cezaevlerine; zamanı unutmasın ve “günler bir türlü geçmek bilmesin” diye...
* * *
Gençlik ile yaşlılık hakkındaki bir başka saptama da şöyle:
- Gençler için günler kısa, yıllar uzun; yaşlılar için günler uzun, yıllar kısa...
Ve bir tane daha:
- Gençler bilebilse, yaşlılar yapabilseydi...
* * *
Yıllar geçtikçe, insanın sık duymaya alıştığı sözler de değişiyor.
20 yaş dostlarıyla konuşurken, gülerek soruyorum:
- Bakalım 62 yıl sonra benim yaşıma geldiğinde ne yapacaksın?
Aldığım yanıt:
- Ben o kadar yaşamam...
* * *
50 yaş dostlarıyla konuşurken de soruyorum:
- Ne yapacaksın 30 yıl sonra 80’ine geldiğinde?
Aldığım yanıt yine aynı:
- Ben o kadar yaşayamam ki?
* * *
Hayat tuhaf bir göle benziyor, ortasındayken ayrıldığın kıyıya baktığında yakın; farkına varmadan yaklaştığın karşı kıyı ise uzak mı uzak görünüyor.
* * *
Bendeniz de 50’sinde, 60’ında, hatta 70’indeyken; 80, varılamayacak uzak bir kıyı olarak görünüyordu.
* * *
“Kalem” adamlarından, yaşlanabilmiş de olanlar; çocukluklarını, gençliklerini yazmayı pek sevdikleri halde, o kadar benimsemezler ihtiyarlığı da ayrıntılarıyla yazmayı...
* * *
Hatırladığım kadarıyla sadece La Bruyere:
- Paradoks yapıyor denmesinden korkmasam; yaşlılığı, gençliğe yeğlediğimi söylerdim, diye yazmıştı.
* * *
İşin matrak tarafı, La Bruyere’in o satırları yazdığında 47-48 yaşlarında olmasaydı; 51’inde de hayattan ayrılmıştı zaten.
* * *
19’uncu yüzyılın ortalarına kadar, o dönemlerin gelişmiş toplumlarında dahi, insanların ömür cetveli 45-55 yıl kadardı.
Şeker fabrikalarının devreye girmesi ve şeker tüketiminin artmasıyla, insan ömrünün de uzadığı iddia edilmişti.
* * *
Türkçede de:
- 40’ından sonra azanı teneşir paklar, sözü; kadınlar arası dedikodulu sohbetlerde çok kullanılırdı.
* * *
Yine hatırladığım kadarıyla, Dale Carnegie’nin patlattığı:
- Hayat 40’ından sonra başlar sözü; o yıllarda 30’unda olan beni bile şaşırtmıştı.
* * *
“Hayat” kimseye öğretilemez. Kimseye öğretilemez Doğa’nın “libido”suyla, kasaba koşullanması ve ekonomik çaresizlikler çatıştığında, nasıl bir çözüm bulunabileceği...
* * *
1925 yılında 30 yaşındayken “Maarif Vekili” olan Mustafa Necati:
- Hayat bir katakulliden ibarettir, demişti.
Ve 35 yaşında da, hayata veda etmişti.
* * *
Gerçekten de hayat bir yutturmacadan, bir ikiyüzlülükten, bir riyakârlıktan mı ibaretti?
* * *
Ya o sanat ve bilim adamları, hepsi de birer sahtekâr mıydı?
2500 yıl önce yaşamış olan Sofokles, 350 yıl önce yaşamış olan Moliere, bizim Fuzuli, Neyzen Tevfik, Osman Hamdi, Orhan Veli, Tolstoy, Modigliani birer “katakullici” miydi?
* * *
Örneğin “Yazı”nın doruklarına bayrağını dikmiş olan Tolstoy da:
- Vatanseverlik köleliktir, demişti.
* * *
Mustafa Necati’nin “hayat” tanımlamasını, Tolstoy’un gözleyip özetlediği bir “Çar ordusunun disipliniyle” yan yana getirdiğinizde; Hazine’den geçinmeli mesleksiz “mevki sahipleri”nin olduğundan fazla görünme hastalığıyla, kendini beğenmişlik afurtafuruna, bir nanik çekmek geçmez mi içinizden?
Yaşınız 82’yi geçmiş bile olsa.
* * *
Her yaşın kendine göre bir tadı varmış.
Bendenize göre laf işte...
Hiçbir yaşımı bir kez daha yeniden yaşamak istemem.
* * *
4 yaşındayken, dedem Hasan Paşa’nın beni, “çarpım cetveli”ni ezberleyinceye dek, odalara kilitlemesini ve ezberleyemediğimi görünce de, topuğumdan tutup 2’nci katın penceresinden aşağı, tulumbanın mermer yalağına doğru baş aşağı sarkıtmasını da bir daha istemem; 8 yaşındayken bir pazar akşamı Ortaköy’deki Galatasaray Lisesi ilkokuluna, yatılı bir öğrenci olarak bırakılıvermeyi de...
* * *
Yahya Kemal, yaşlılığında şöyle demişti:
Gördüm ve anladım yaşamak macerasını,
Baki idiyse ruh eğer, dilemezdim bekasını.
* * *
Bendeniz bir türlü görüp anlayamadım yaşamak macerasını; ancak, bir daha yeniden görüp anlamaya çalışmak da istemem.
* * *
82 noktalığında da; 1 yılda orta boy bir kitap sayfasıyla hemen hemen 1000 sayfalık yazı yazmışım; “yazı” bendeniz için, bir “yaşam aracı” değil, “yaşam amacı”...
* * *
İşte Jean-Paul Sartre’in bayıldığım bir sözü:
- En büyük tembellik, sevdiğin işi yapmaktır.
* * *
Söz aramızda, tembellikten daha güzel de ne vardır?
* * *
Victor Hugo, 82’sinde yazdığı son şiirinden birini şöyle bitiriyordu:
Tanrım aç bana karanlıkların kapısını
Artık kaybolmam gerek.
* * *
Bir dahaki yılın 22 Haziran’ından sonraki ilk yazı başlığı, “84...” olmazsa, lütfen kusuruma bakmayın...
Çetin Altan
25 Haziran 2009
12 Haziran 2009
Kim Şairdir
şair dizeler yazan biridir
ve dizeler yazmayan biri
zincirleri kıran biridir şair
ve kendini zincire vuran biri
inanan biridir şair
ve bir türlü inanamayan biri
yalan söylemiş biridir şair
ve kendisine yalanlar söylenmiş biri
düşmeye yatkın biridir şair
ve ayağa kalkabilen biri
çekip gitmeye çalışan biridir şair
ve bir türlü gidemeyen biri
Tadeusz Różewicz
Polonya 1921
Çev.: Cevat Çapan
ve dizeler yazmayan biri
zincirleri kıran biridir şair
ve kendini zincire vuran biri
inanan biridir şair
ve bir türlü inanamayan biri
yalan söylemiş biridir şair
ve kendisine yalanlar söylenmiş biri
düşmeye yatkın biridir şair
ve ayağa kalkabilen biri
çekip gitmeye çalışan biridir şair
ve bir türlü gidemeyen biri
Tadeusz Różewicz
Polonya 1921
Çev.: Cevat Çapan
9 Haziran 2009
4 Haziran 2009
31 Mayıs 2009
Adır Adası
17 Mayıs. Pazar. Erciş.
Altınkalpler Özel Eğitim Kurumu Adır Adası’na gezi düzenliyor. Teveccüh edip bizi de davet etmişler. Sabah 4’te gitmemiz gerekiyor. Orada gündoğumunu izleyeceğiz. Ne var ki bu kez de doğayla baş başa gündoğumunu izlemek nasip olmadı.
Bir keresinde Adıyaman’da gündoğumunu izlemek için Nemrut’a tırmanmıştık gecenin bir vaktinde. Ancak hava kapalıydı. Karla karışık yağmur bile düşmüştü. Bu sefer hava iyiydi iyi olmasına da biz geç kalmıştık. Zaten yatağa girdiğimde saat 2’yi geçiyordu. Malum, Hadise'li Eurovision vardı. Ablamın bağırışlarıyla irkildiğimde saat tam 5’ti. Yataktan çıktığım gibi dışarı fırladım. Araba bizi bekliyordu. Daha birinci dakikada gündoğumunu izleme umutları başka bahara kalmıştı böylece.
Erciş şehir merkezinden ilk defa tekneye bineceğim. Ben de kocaman bir iskele, 40-50 tekne, balıkçı kayıkları, tesisler, lokantalar falan var sanıyorum.
Gölağzı Mahallesi'ne hareket ettik. Gölün kıyısına indiğimizde üç-dört tekneden başka bir şey göremeyince neler hissettiğimi sanırım anlıyorsunuzdur. Üstelik iskele de yok. Tekneler sahildeki kumlarda duruyor. Bağışlayın, tekne, iskele vs. söz konusu olunca aklıma Bodrum, Gökova falan geliyor da.
Erciş’in yüz bine yakın nüfusu var. Köylerle beraber yüz elli bini geçiyor. Van Gölü 3713 km²’lik alanıyla denizi olmayan Doğu Anadolu için gerçek anlamda bir nimet. Ama anlayabilene tabii. Geçelim…
Arabalardan indik. Teknenin sahibi bizi bekliyordu. Ancak ufak bir sorun çıktı. Sayıca biraz çoktuk, buna erzak da eklenince ikinci bir tekne ayarlamak gerekti. Teknecimiz orada bekleyen teknelerden birinin sahibini aradı, adam geldi ve nihayet hareket ettik. Bu arada güneş 25-30 derece yükselmişti bile.
Adır Adası uzaktan görünüyor. Herhalde 20 dakikada varırız diye düşünüyorum. Ancak Ali Abi (Dağer) görünüşe aldanmamamı salık veriyor, "Bir saate ancak varırız," diyor. Tekneler küçük ve eski. Motorları da öyle. Teknecimize Erciş’te kaç tekne olduğunu soruyorum. Merkezde 7, Çelebibağı Beldesi'nde ise 2 tane varmış.
Yolculuk boyunca tüm heybetiyle karşıda duran Türkiye’nin üçüncü en yüksek dağı Süphan bize arkadaşlık ediyor. Sanki azıcık ilerlersek varacakmışız gibi. Ama o kadar da yakın değil. Ali Abi yıllar önce toplam dört günde Süphan’ın zirvesine çıktıklarını söylüyor. Benim de aklımın bir köşesinde yok değil.
Bir saat sonra yaklaşıyoruz Adır’a. Birkaç yüz metreden Ege adalarına benziyor. Gökova Körfezi'nde, Marmaris yakınlarında daha çok Sedir diye bilinen Kleopatra Adası var. Van Gölü’nde olduğumu bilmesem burayı Sedir Adası sanacağım.
Teknemiz adaya yanaşınca martı sesleri tekne motorlarının gürültüsüne karışmaya başlıyor. Tekneler durup inmeye başladığımızdaysa ortalık birden bire binlerce martının sesiyle dolup taşıyor. Bu kadar martının bir arada bulunduğuna daha önce hiç rastlamamıştım. Sayılarını bilmiyorum ama on binlerce martı var burada.
Adaya ayak basar basmaz kumların üstünde, oracıkta üç tane martı yumurtası görüyoruz. Birkaç kişi hemen toplanıp ilk defa martı yumurtası görmenin merakıyla bakıyoruz. Ama o da ne! Birkaç saniye içinde kumsalın baştan başa yumurtayla dolu olduğunu fark ediyoruz. Demek ki martıların yavrulama mevsimi. Keşke bu dönemde, en azından yavrular yumurtadan çıkıp palazlanana kadar adaya gidişler yasaklansa. Martı yumurtalarını küçük sanıyordum şimdiye kadar. Meğer hindi yumurtası büyüklüğündeymişler. Kuluçkaların büyük bölümünde üç yumurta var. Pek azında da iki. Eşyalarımızı teknelerden alıp piknik yapacağımız alana doğru ilerliyoruz. Biraz sonra üç tane civcivle karşılaşıyoruz. Martı civcivleri de koyu beyaz renkte ve sırtları bütünüyle siyah beneklerle dolu.
Adanın doğu ucundan, tekneleri gerimizde bırakıp yaklaşık 300-400 metre ilerleyip iki badem ağacının altını kendimize piknik alanı seçiyoruz. Yol boyunca iki adımda bir, bir kuluçkaya rastlıyoruz. Yürürken kuluçkalara basmamak için çok dikkatli olmak gerekiyor. O kadar çok ki sayıları, aynı çizgide beş adım yürümek mümkün değil.
Kurulduktan sonra semaverler yakılıp çaylar demleniyor. Uzun zaman olmuş memlekette semaverli bir piknik yapmayalı. Kahvaltıdan sonra kimi ada turuna çıkıyor, kimi de bademlerin altında sohbete dalıyor. Ben de makinemi alıp tek başıma adayı keşfe çıkıyorum. Adada yürürken yumurta tarlasında olduğu zannına kapılıyor insan. Otlar da bayağı büyümüş. Bundan ötürü boyuna başım önümde yürüyorum. Bol bol da fotoğraf çekiyorum. Martılar o kadar çok, o kadar çok ki başınızı kaldırdığınızda neredeyse göğün mavisini göremiyorsunuz. Sesleri birbirine karışınca inanılmaz kombinasyonlar çıkıyor ortaya. Bir ara tıpatıp insan kahkahasına benzeyen bir ses oluşuyor. Bu mevsim yavrulama zamanları olduğu için biraz kızgın olmalılar. Haksız da sayılmazlar hani. Biz insanlar onların gözünde muhtemelen birer istilacıdan başka bir şey değilizdir. Zaten yalnız yürüyünce bazen saldırdıkları da oluyor. Bir ara bir tanesi arkadan bir saldırı denemesi yapıyor. Pençesi saçlarımı yalayıp geçiyor. Bir tanesi de üstüme boşaltıveriyor da Allah’tan başıma denk getiremiyor. Adayı boylamasına yarıya kadar yürüyünce martıların gitgide azaldığını fark ediyorum. Biraz daha yürüyünce bu tarafta neredeyse hiç martı olmadığını gözlüyorum. İlginç! Acaba niye adanın bu tarafında yoklar?
Adada olduğunu bildiğim kilise kalıntısını görmeye gidince Ali Abi'ye rastlıyorum. O da makinelerinden biri boynunda, diğeri elinde boyuna fotoğraf çekiyor. Ali Dağer, bildiğim kadarıyla Erciş’in tek profesyonel fotoğrafçısı. Onunla birlikte kiliseye gidiyoruz. Eskiden bu adada da Ahtamar ve Çarpanak’ta olduğu gibi Ermeniler yaşıyormuş. Kilise denen bu yapı da onlardan kalma Lim Manastırı'nın kalıntısı, adanın tam güneyinde, hemen kıyıda. Manastırın kuruluş tarihi 1305. 1621 ve 1766'da eklemeler yapılmış. Hâlâ var olan kısmı göz kararıyla 40-50 m²’lik bir yapı. Ama büyük bir kısmı yıkılmış tabii. Ali Abi daha birkaç yıl öncesine kadar bile buranın büyük bölümünün henüz ayakta olduğundan dem vuruyor. Şimdi ayakta olan tek parça yanılmıyorsam esas binaymış. Çünkü üstünde kubbe varmış. Ama ondan da eser yok, sadece izi var. Geriye kalan kısım da bu halde uzun süre dayanacak gibi değil. Duvarlar çökmeye yüz tutmuş.
Kilisenin içine girip bakıyorum. İçerisi olduğu gibi koyun gübresiyle dolu. Adaya hayvan getiren çobanlar burayı ahır olarak kullanmışlar. Oysa hemen arka tarafta eski bir ahır da var, orayı kullanamazlar mıydı?
Kiliseden ayrılıp adanın kuzeyine, yani Erciş’in göründüğü tarafa ilerliyoruz. Adanın Süphan’a bakan bu yarısında yenen veya yiyeceklere konan birkaç ot çeşidi de var. Örneğin tadından dolayı bu yörede tirşo denen ekşi bir ot var bol miktarda. Ben de yıllardır yemediğim bu ottan yiyorum. Sonra otlu peynire konan başlıca otlardan biri olan sirmo var. Biraz yukarı çıkıp badem ağaçlarının altında oturup dinleniyoruz. Burada birkaç ağaç türü var ama bademler çoğunlukta. Bu arada adada martılar dışında bir iki kuş türü daha gözümüze çarpıyor. Biri kara kargalara göre biraz daha küçük olan bir karga türü. Diğerlerini yakından göremediğim için çıkaramıyorum. Bunlar da yuvalarını ağaçlara yapmışlar. Haliyle onların da yumurtlama mevsimi. Birkaç ağaca çıkıp yumurtalara bakıyorum. Tavuk yumurtasından biraz ufak bembeyaz yumurtalar.
Yaklaşık bir saat martılardan uzakta kafamızı dinliyor ve neden pikniğimizi buraya kurmadığımıza yakınıyoruz. Ben bir de şort falan getirip denize girmediğime yakınıyorum. (Yörede Van Gölü’ne deniz deniyor bu arada, bilmeyenler için.) Uzaktan soluk martı sesleri gelirken Ali Abi, "Bademler altında ölmek!" deyiveriyor. Aklıma hemen Taraf Gazetesi'nin 20 Soru köşesindeki soruların sondan ikincisi olan Nasıl ölmek isterdiniz? sorusu geliyor.
Kalkıp yavaş yavaş piknik yerine dönüyoruz. Öğle yemeği vakti. Mangal yakılıyor. Sofralar serilip yemekler yeniyor. Yanı başımızdaki yuvaların birinde civcivler var. Anneleri bizden dolayı yuvaya yaklaşamıyor garibim. Yemekten sonra tekrar semaver yakılıyor. Öğle sonrası çayı da sohbetler eşliğinde içiliyor. Bu arada Osman Hoca’nın kıyıda çocuklara çevre bilinci aşıladığını görünce hemen yanlarına gidiyorum. Beraber biraz çöp toplayıp yakıyoruz. Ne de olsa TEMA üyesiyiz. Ege adalarında kıyı temizliği yaptığımız zamanlar geliyor aklıma. Hey gidi günler…
Zaman çabucak geçiyor. Dönüş vakti gelip çatıyor. Birer parça eşya alıp teknelere doğru yürüyoruz. Büyük bölümü Altınkalpler personeli yaklaşık 30 kişiyiz. Teknelerimize binip Erciş’e doğru dönüş yoluna koyuluyoruz. Süphan Dağı bu kez solumuzda. Onun da sanki bizcileyin akşamın yorgunluğu çökmüş üstüne, yavaş yavaş güneşi kendine doğru çekiyor.
Bu Adır turu doğrusu şu rutin memleket günlerimde ilaç gibi gelen bir parantez oldu. Osman Hoca'ya çok teşekkür ediyoruz. Bir sonraki gezi notlarını bakalım nerede yazacağız. Belki Ahtamar'da.
Altınkalpler Özel Eğitim Kurumu Adır Adası’na gezi düzenliyor. Teveccüh edip bizi de davet etmişler. Sabah 4’te gitmemiz gerekiyor. Orada gündoğumunu izleyeceğiz. Ne var ki bu kez de doğayla baş başa gündoğumunu izlemek nasip olmadı.
Bir keresinde Adıyaman’da gündoğumunu izlemek için Nemrut’a tırmanmıştık gecenin bir vaktinde. Ancak hava kapalıydı. Karla karışık yağmur bile düşmüştü. Bu sefer hava iyiydi iyi olmasına da biz geç kalmıştık. Zaten yatağa girdiğimde saat 2’yi geçiyordu. Malum, Hadise'li Eurovision vardı. Ablamın bağırışlarıyla irkildiğimde saat tam 5’ti. Yataktan çıktığım gibi dışarı fırladım. Araba bizi bekliyordu. Daha birinci dakikada gündoğumunu izleme umutları başka bahara kalmıştı böylece.
Erciş şehir merkezinden ilk defa tekneye bineceğim. Ben de kocaman bir iskele, 40-50 tekne, balıkçı kayıkları, tesisler, lokantalar falan var sanıyorum.
Gölağzı Mahallesi'ne hareket ettik. Gölün kıyısına indiğimizde üç-dört tekneden başka bir şey göremeyince neler hissettiğimi sanırım anlıyorsunuzdur. Üstelik iskele de yok. Tekneler sahildeki kumlarda duruyor. Bağışlayın, tekne, iskele vs. söz konusu olunca aklıma Bodrum, Gökova falan geliyor da.
Erciş’in yüz bine yakın nüfusu var. Köylerle beraber yüz elli bini geçiyor. Van Gölü 3713 km²’lik alanıyla denizi olmayan Doğu Anadolu için gerçek anlamda bir nimet. Ama anlayabilene tabii. Geçelim…
Arabalardan indik. Teknenin sahibi bizi bekliyordu. Ancak ufak bir sorun çıktı. Sayıca biraz çoktuk, buna erzak da eklenince ikinci bir tekne ayarlamak gerekti. Teknecimiz orada bekleyen teknelerden birinin sahibini aradı, adam geldi ve nihayet hareket ettik. Bu arada güneş 25-30 derece yükselmişti bile.
Adır Adası uzaktan görünüyor. Herhalde 20 dakikada varırız diye düşünüyorum. Ancak Ali Abi (Dağer) görünüşe aldanmamamı salık veriyor, "Bir saate ancak varırız," diyor. Tekneler küçük ve eski. Motorları da öyle. Teknecimize Erciş’te kaç tekne olduğunu soruyorum. Merkezde 7, Çelebibağı Beldesi'nde ise 2 tane varmış.
Yolculuk boyunca tüm heybetiyle karşıda duran Türkiye’nin üçüncü en yüksek dağı Süphan bize arkadaşlık ediyor. Sanki azıcık ilerlersek varacakmışız gibi. Ama o kadar da yakın değil. Ali Abi yıllar önce toplam dört günde Süphan’ın zirvesine çıktıklarını söylüyor. Benim de aklımın bir köşesinde yok değil.
Bir saat sonra yaklaşıyoruz Adır’a. Birkaç yüz metreden Ege adalarına benziyor. Gökova Körfezi'nde, Marmaris yakınlarında daha çok Sedir diye bilinen Kleopatra Adası var. Van Gölü’nde olduğumu bilmesem burayı Sedir Adası sanacağım.
Teknemiz adaya yanaşınca martı sesleri tekne motorlarının gürültüsüne karışmaya başlıyor. Tekneler durup inmeye başladığımızdaysa ortalık birden bire binlerce martının sesiyle dolup taşıyor. Bu kadar martının bir arada bulunduğuna daha önce hiç rastlamamıştım. Sayılarını bilmiyorum ama on binlerce martı var burada.
Adaya ayak basar basmaz kumların üstünde, oracıkta üç tane martı yumurtası görüyoruz. Birkaç kişi hemen toplanıp ilk defa martı yumurtası görmenin merakıyla bakıyoruz. Ama o da ne! Birkaç saniye içinde kumsalın baştan başa yumurtayla dolu olduğunu fark ediyoruz. Demek ki martıların yavrulama mevsimi. Keşke bu dönemde, en azından yavrular yumurtadan çıkıp palazlanana kadar adaya gidişler yasaklansa. Martı yumurtalarını küçük sanıyordum şimdiye kadar. Meğer hindi yumurtası büyüklüğündeymişler. Kuluçkaların büyük bölümünde üç yumurta var. Pek azında da iki. Eşyalarımızı teknelerden alıp piknik yapacağımız alana doğru ilerliyoruz. Biraz sonra üç tane civcivle karşılaşıyoruz. Martı civcivleri de koyu beyaz renkte ve sırtları bütünüyle siyah beneklerle dolu.
Adanın doğu ucundan, tekneleri gerimizde bırakıp yaklaşık 300-400 metre ilerleyip iki badem ağacının altını kendimize piknik alanı seçiyoruz. Yol boyunca iki adımda bir, bir kuluçkaya rastlıyoruz. Yürürken kuluçkalara basmamak için çok dikkatli olmak gerekiyor. O kadar çok ki sayıları, aynı çizgide beş adım yürümek mümkün değil.
Kurulduktan sonra semaverler yakılıp çaylar demleniyor. Uzun zaman olmuş memlekette semaverli bir piknik yapmayalı. Kahvaltıdan sonra kimi ada turuna çıkıyor, kimi de bademlerin altında sohbete dalıyor. Ben de makinemi alıp tek başıma adayı keşfe çıkıyorum. Adada yürürken yumurta tarlasında olduğu zannına kapılıyor insan. Otlar da bayağı büyümüş. Bundan ötürü boyuna başım önümde yürüyorum. Bol bol da fotoğraf çekiyorum. Martılar o kadar çok, o kadar çok ki başınızı kaldırdığınızda neredeyse göğün mavisini göremiyorsunuz. Sesleri birbirine karışınca inanılmaz kombinasyonlar çıkıyor ortaya. Bir ara tıpatıp insan kahkahasına benzeyen bir ses oluşuyor. Bu mevsim yavrulama zamanları olduğu için biraz kızgın olmalılar. Haksız da sayılmazlar hani. Biz insanlar onların gözünde muhtemelen birer istilacıdan başka bir şey değilizdir. Zaten yalnız yürüyünce bazen saldırdıkları da oluyor. Bir ara bir tanesi arkadan bir saldırı denemesi yapıyor. Pençesi saçlarımı yalayıp geçiyor. Bir tanesi de üstüme boşaltıveriyor da Allah’tan başıma denk getiremiyor. Adayı boylamasına yarıya kadar yürüyünce martıların gitgide azaldığını fark ediyorum. Biraz daha yürüyünce bu tarafta neredeyse hiç martı olmadığını gözlüyorum. İlginç! Acaba niye adanın bu tarafında yoklar?
Adada olduğunu bildiğim kilise kalıntısını görmeye gidince Ali Abi'ye rastlıyorum. O da makinelerinden biri boynunda, diğeri elinde boyuna fotoğraf çekiyor. Ali Dağer, bildiğim kadarıyla Erciş’in tek profesyonel fotoğrafçısı. Onunla birlikte kiliseye gidiyoruz. Eskiden bu adada da Ahtamar ve Çarpanak’ta olduğu gibi Ermeniler yaşıyormuş. Kilise denen bu yapı da onlardan kalma Lim Manastırı'nın kalıntısı, adanın tam güneyinde, hemen kıyıda. Manastırın kuruluş tarihi 1305. 1621 ve 1766'da eklemeler yapılmış. Hâlâ var olan kısmı göz kararıyla 40-50 m²’lik bir yapı. Ama büyük bir kısmı yıkılmış tabii. Ali Abi daha birkaç yıl öncesine kadar bile buranın büyük bölümünün henüz ayakta olduğundan dem vuruyor. Şimdi ayakta olan tek parça yanılmıyorsam esas binaymış. Çünkü üstünde kubbe varmış. Ama ondan da eser yok, sadece izi var. Geriye kalan kısım da bu halde uzun süre dayanacak gibi değil. Duvarlar çökmeye yüz tutmuş.
Kilisenin içine girip bakıyorum. İçerisi olduğu gibi koyun gübresiyle dolu. Adaya hayvan getiren çobanlar burayı ahır olarak kullanmışlar. Oysa hemen arka tarafta eski bir ahır da var, orayı kullanamazlar mıydı?
Kiliseden ayrılıp adanın kuzeyine, yani Erciş’in göründüğü tarafa ilerliyoruz. Adanın Süphan’a bakan bu yarısında yenen veya yiyeceklere konan birkaç ot çeşidi de var. Örneğin tadından dolayı bu yörede tirşo denen ekşi bir ot var bol miktarda. Ben de yıllardır yemediğim bu ottan yiyorum. Sonra otlu peynire konan başlıca otlardan biri olan sirmo var. Biraz yukarı çıkıp badem ağaçlarının altında oturup dinleniyoruz. Burada birkaç ağaç türü var ama bademler çoğunlukta. Bu arada adada martılar dışında bir iki kuş türü daha gözümüze çarpıyor. Biri kara kargalara göre biraz daha küçük olan bir karga türü. Diğerlerini yakından göremediğim için çıkaramıyorum. Bunlar da yuvalarını ağaçlara yapmışlar. Haliyle onların da yumurtlama mevsimi. Birkaç ağaca çıkıp yumurtalara bakıyorum. Tavuk yumurtasından biraz ufak bembeyaz yumurtalar.
Yaklaşık bir saat martılardan uzakta kafamızı dinliyor ve neden pikniğimizi buraya kurmadığımıza yakınıyoruz. Ben bir de şort falan getirip denize girmediğime yakınıyorum. (Yörede Van Gölü’ne deniz deniyor bu arada, bilmeyenler için.) Uzaktan soluk martı sesleri gelirken Ali Abi, "Bademler altında ölmek!" deyiveriyor. Aklıma hemen Taraf Gazetesi'nin 20 Soru köşesindeki soruların sondan ikincisi olan Nasıl ölmek isterdiniz? sorusu geliyor.
Kalkıp yavaş yavaş piknik yerine dönüyoruz. Öğle yemeği vakti. Mangal yakılıyor. Sofralar serilip yemekler yeniyor. Yanı başımızdaki yuvaların birinde civcivler var. Anneleri bizden dolayı yuvaya yaklaşamıyor garibim. Yemekten sonra tekrar semaver yakılıyor. Öğle sonrası çayı da sohbetler eşliğinde içiliyor. Bu arada Osman Hoca’nın kıyıda çocuklara çevre bilinci aşıladığını görünce hemen yanlarına gidiyorum. Beraber biraz çöp toplayıp yakıyoruz. Ne de olsa TEMA üyesiyiz. Ege adalarında kıyı temizliği yaptığımız zamanlar geliyor aklıma. Hey gidi günler…
Zaman çabucak geçiyor. Dönüş vakti gelip çatıyor. Birer parça eşya alıp teknelere doğru yürüyoruz. Büyük bölümü Altınkalpler personeli yaklaşık 30 kişiyiz. Teknelerimize binip Erciş’e doğru dönüş yoluna koyuluyoruz. Süphan Dağı bu kez solumuzda. Onun da sanki bizcileyin akşamın yorgunluğu çökmüş üstüne, yavaş yavaş güneşi kendine doğru çekiyor.
Bu Adır turu doğrusu şu rutin memleket günlerimde ilaç gibi gelen bir parantez oldu. Osman Hoca'ya çok teşekkür ediyoruz. Bir sonraki gezi notlarını bakalım nerede yazacağız. Belki Ahtamar'da.
22 Mayıs 2009
Bilgisayarım da bana benziyor
Eskiden çok zayıftım. Neredeyse eriyordum. Hani memleketin her neresinde olursa olsun, sınıfın şişkoları ve cılızları olur ya… İşte ben ilkokuldan üniversitenin ilk sınıflarına kadar hep sınıfın en zayıfları arasındaydım.
Artık bunun böyle devam edip gideceğini sanırdım. Kanıksamıştım tastamam. Zayıflık benim kaderimdi, ne yapaydım. Hem zayıf olan bir ben değildim ya, ne de olsa her sınıfta bencileyin zayıf olan en azından bir-iki kişi vardı. Böyle böyle de avutmaya çalışıyordum arada kendimi.
Bu böyle olmakla birlikte, içimde her daim ufak bir damlacık halinde de olsa bir umut taşırdım. "Tamam, olmayacağını ben de biliyorum ama belli mi olur şu dünyanın hali, bakarsın bir gün ben de kilo alırım." Aramızda kalsın ara sıra içten dua da ederdim. "Allahım, bana da şöyle birkaç kilo nasip etsen Yarabbim..."
Ben de garip bir adamım yahu… İlkokulda Ercan diye bir çocuk vardı. O da sınıfın zayıf çocuklarındandı. Hani, kiloya vursan benden kiloluydu garibim, ne var ki ben kendi cılızlığıma bakmadan çocuğa hep lakabıyla hitap eder, dalgamı geçerdim: Nasılsın Kemiik!...
Ne günlerdi… Peh peh peh!
Gel zaman git zaman… Artık bu zayıflık mayıflık meselelerini gündemimden bütünüyle kaldırdığım zamanlardı. Üniversitenin ikinci-üçüncü sınıfları… Ne oldu, nasıl oldu, bir türlü farkına varamadım. Bir ara memlekete gittim. Beni uzun zamandır görmediklerinden olacak, bendeki olağanüstü değişimi hemen fark etti oradakiler. Her önüme çıkan nasıl da kilo aldığımı söylüyordu. Çok keyif alıyordum haliyle. Annem bile dedi, kendime inanamadım. Böyle olunca ben de o zamana kadar nasıl olup da farkına varamadığım yeni halime aynanın karşısına geçip bakadurdum. Baktım sahiden oburun teki olup çıkmışım. Ondan sonra da her geçen gün biraz daha kilo almaya başladım. Ve zamanı geldi, annem dahi artık "az yememi" salık verdi. O annem ki, zayıflık günlerimde ağzıma bir lokma atıp hemen sofradan kalktığım zamanlarda hep içten içe çok üzüldüğünü bildiğim kadın.
Şimdi bunlar da nereden çıktı? Artık serbest çağrışım mı dersiniz, bilgisayarım ha bire yemek yiyor da oradan aklıma geldi. Ne obur bir bilgisayar bu, fişini çekmeyegör iki saatte şarjını bitirip karnını acıktırıyor. Sonra da oradan hemen ağlamalar sızlamalar başlıyor: kalan%12 (20 dakika) falan da filan da... Aslına bakarsanız haksız da değil hani. Adam çok çalışırsa acıkır tabii ki. Müzik açık, birkaç program bir arada çalışırsa olur bu kadar. İyisi mi bu yazıyı burada bitirmek, bilgisayarı şarja takıp kendisine afiyet olsun dileyip mutfağın yolunu tutmak. Kalın sağlıcakla...
Yunusçay'a Not
Kardeşim, kader rüzgarı önüne kattığı dalgalarla beni karşı kıyıya ulaştırdı, fakat sen hala zayıflar gölünün sularında yüzmektesin. Üzülme. Yüzmeye devam et ama şunu da bil ki karşı kıyı o kadar da toz pembe değil. Zayıflığın da faydaları çok. Misal, klozetlerin olmadığı yerlerde alaturka tuvaletlerin ne mene işkenceler çektirdiğini kilolu olmadan anlayamazsın. :) Hele bir de mevsim kışsa ve pantolonun altına tight giyip bacaklarını daha da kalınlaştırmışsan o tuvaletlere oturmak hakkaten işkence yahu...
Yine aklıma senin, gezinirken karşımıza çıkan zayıf insanları gösterip, "Ben mi zayıfım şu adam mı?" demelerin geldi. Valla yalan söylemiyorum o adamlar senden daha zayıf :):)
Artık bunun böyle devam edip gideceğini sanırdım. Kanıksamıştım tastamam. Zayıflık benim kaderimdi, ne yapaydım. Hem zayıf olan bir ben değildim ya, ne de olsa her sınıfta bencileyin zayıf olan en azından bir-iki kişi vardı. Böyle böyle de avutmaya çalışıyordum arada kendimi.
Bu böyle olmakla birlikte, içimde her daim ufak bir damlacık halinde de olsa bir umut taşırdım. "Tamam, olmayacağını ben de biliyorum ama belli mi olur şu dünyanın hali, bakarsın bir gün ben de kilo alırım." Aramızda kalsın ara sıra içten dua da ederdim. "Allahım, bana da şöyle birkaç kilo nasip etsen Yarabbim..."
Ben de garip bir adamım yahu… İlkokulda Ercan diye bir çocuk vardı. O da sınıfın zayıf çocuklarındandı. Hani, kiloya vursan benden kiloluydu garibim, ne var ki ben kendi cılızlığıma bakmadan çocuğa hep lakabıyla hitap eder, dalgamı geçerdim: Nasılsın Kemiik!...
Ne günlerdi… Peh peh peh!
Gel zaman git zaman… Artık bu zayıflık mayıflık meselelerini gündemimden bütünüyle kaldırdığım zamanlardı. Üniversitenin ikinci-üçüncü sınıfları… Ne oldu, nasıl oldu, bir türlü farkına varamadım. Bir ara memlekete gittim. Beni uzun zamandır görmediklerinden olacak, bendeki olağanüstü değişimi hemen fark etti oradakiler. Her önüme çıkan nasıl da kilo aldığımı söylüyordu. Çok keyif alıyordum haliyle. Annem bile dedi, kendime inanamadım. Böyle olunca ben de o zamana kadar nasıl olup da farkına varamadığım yeni halime aynanın karşısına geçip bakadurdum. Baktım sahiden oburun teki olup çıkmışım. Ondan sonra da her geçen gün biraz daha kilo almaya başladım. Ve zamanı geldi, annem dahi artık "az yememi" salık verdi. O annem ki, zayıflık günlerimde ağzıma bir lokma atıp hemen sofradan kalktığım zamanlarda hep içten içe çok üzüldüğünü bildiğim kadın.
Şimdi bunlar da nereden çıktı? Artık serbest çağrışım mı dersiniz, bilgisayarım ha bire yemek yiyor da oradan aklıma geldi. Ne obur bir bilgisayar bu, fişini çekmeyegör iki saatte şarjını bitirip karnını acıktırıyor. Sonra da oradan hemen ağlamalar sızlamalar başlıyor: kalan%12 (20 dakika) falan da filan da... Aslına bakarsanız haksız da değil hani. Adam çok çalışırsa acıkır tabii ki. Müzik açık, birkaç program bir arada çalışırsa olur bu kadar. İyisi mi bu yazıyı burada bitirmek, bilgisayarı şarja takıp kendisine afiyet olsun dileyip mutfağın yolunu tutmak. Kalın sağlıcakla...
Yunusçay'a Not
Kardeşim, kader rüzgarı önüne kattığı dalgalarla beni karşı kıyıya ulaştırdı, fakat sen hala zayıflar gölünün sularında yüzmektesin. Üzülme. Yüzmeye devam et ama şunu da bil ki karşı kıyı o kadar da toz pembe değil. Zayıflığın da faydaları çok. Misal, klozetlerin olmadığı yerlerde alaturka tuvaletlerin ne mene işkenceler çektirdiğini kilolu olmadan anlayamazsın. :) Hele bir de mevsim kışsa ve pantolonun altına tight giyip bacaklarını daha da kalınlaştırmışsan o tuvaletlere oturmak hakkaten işkence yahu...
Yine aklıma senin, gezinirken karşımıza çıkan zayıf insanları gösterip, "Ben mi zayıfım şu adam mı?" demelerin geldi. Valla yalan söylemiyorum o adamlar senden daha zayıf :):)
20 Mayıs 2009
Kürk Modası
Kürk modasının taa Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya çıktığını da Ahmet Haşim'den öğrenmiş bulunuyorum. 1928'de yazdığı Kürk başlıklı kısacık denemesinde Ahmet Haşim,
Nereden geldiği ve nasıl başladığı belli olmayan bir kürk modası, İstanbul'un hemen bütün kadın tabakalarına yayıldı. diyor.
Oysa ben çocukluğunu seksenlerin sonuyla doksanların başında yaşamış biri olarak, özellikle doksanlı yıllar boyunca izlemiş olduğum sayısız Yeşilçam filminden edindiğim izlenim sonucu bu modanın, başka bir deyişle bu kadın hastalığının yetmişlerde ortaya çıktığını düşünüyordum şimdiye kadar. Demek ki öyle değilmiş.
Haşim'in denemesini okuyunca kafam bu meseleye takıldı kaldı tekrar. Kürk neden ve nasıl tutkuya dönüşür? Onu bu konuma getiren özelliği nedir? Hadi herhangi bir kıyafet olsa, örneğin manto, ya da bir saç modeli vs. anlarsınız bir biçimde…
Bu moda, dedelerimizin ve ninelerimizin bilinen kürkünü tersine çevirip sırtına geçirmek ve kurt veya goril gibi, iri yapılı bir hayvana benzemek tuhaflığından ibarettir.
Ahmet Haşim gayet net, teşhisi koymuş. Acaba, giyince insanı birkaç beden 'büyük' gösteren kürk, sahiden de büyüklük kompleksinin tatmini için mi ilgi gördü kadınlar arasında? Çoğunluk kadınların sığınacak bir liman ihtiyacı güttükleri bilinen bir gerçek. Bu sığınılacak liman da genellikle erkeklerdir. Sakın kürk de az da olsa bu bilinçaltı hissin tetiklemesiyle moda olmuş olmasın vakti zamanında? diye geçiriyorum kafamdan.
Herhangi bir bilgiye sahip olmasanız da 1920'li yıllarda Haşim'in bahsettiği kürk modasının Avrupa'dan, özellikle de Fransa'dan sirayet ettiğini kolaylıkla tahmin edebilirsiniz.
Bu moda, o kadar yayılmış ki şimdi kastor mantosu olmayan hanımın hiç olmazsa kedi veya fare derisinden bir kürkü olması gerekiyor.
O yıllara kadar yüzyıllardır kapalı olagelmiş bir topluma kürk birden zembille inecek değil ya. Olsa olsa bir ecnebi memleketten alınmadır. O memleket de olsa olsa Fransa'dır, Paris'tir.
Tırnaklarını uzatıp sivrilten ve vücudunu baştan başa tüylü göstermek isteyen kadın, belli ki insandan başka bir hayvana benzemek için uğraşıyor. Kadınlarda bu insan şeklinden uzaklaşma eğiliminin sebepleri ne olsa gerek? diye sorup bitiriyor Ahmet Haşim.
Kürkün tarihte ilk olarak ne zaman, daha da önemlisi neden moda olduğu tarihin konusu. Hem herhalde bizim memlekette çıkmadı ilkin. O halde bırakalım işin kaynağını bir kenara. Dönelim bizim memlekete. Kürkün nasıl olup da bizim memlekette kadınlar arasında, en azından bazı dönemlerde çokça rağbet görmesinin nedenini sorgulamamız boşuna. Çünkü galiba bu durum tamamen taklitten ve kıskançlıktan kaynaklanıyor. Zira moda kavramının kendisi de zaten gizil bir taklit anlamı içermiyor mu? Kadınların birbirlerini çok kıskandıklarını da herhalde kimse inkâr etmez. Hatırlıyorum, lisede bir bayan hocamıza, ortalığı parfüm kokularının doldurmuş olduğu bir derste arkadaşlardan biri sormuştu: "Hocam, nedir bu bayanlardaki süslenip püslenme merakı?" Hemen ardından da kendi cevabını vermişti: "Galiba erkeklere kur yapmak bayanların hoşuna gidiyor." Bunun üzerine hoca, "Hayır erkeklerden değil, kadınlar birbirlerini kıskandıkları için her biri bir diğerinden daha güzel, daha bakımlı olmak ister." demişti.
Demek ki neymiş, bizim kadınlarımızda hayvan gibi görünme merakı yokmuş aslında. İçimiz rahat olsun o zaman. Ama bu sefer de insanın aklına Ahmet Haşim'inkine benzer bir soru takılıyor. Kadınlarda bu hemcinsler arası kıskançlığın sebepleri ne olsa gerek?
Tam yazıyı bitirdim derken aklıma Emel Sayın'ın birkaç yıl önceki bir şarkısının sözleri geldi.
Altın gümüş istemem,
Kürküm 'bile' yok demem,
Katım, yatım olmasın,
Tektaş yüzük istemem.
Nereden geldiği ve nasıl başladığı belli olmayan bir kürk modası, İstanbul'un hemen bütün kadın tabakalarına yayıldı. diyor.
Oysa ben çocukluğunu seksenlerin sonuyla doksanların başında yaşamış biri olarak, özellikle doksanlı yıllar boyunca izlemiş olduğum sayısız Yeşilçam filminden edindiğim izlenim sonucu bu modanın, başka bir deyişle bu kadın hastalığının yetmişlerde ortaya çıktığını düşünüyordum şimdiye kadar. Demek ki öyle değilmiş.
Haşim'in denemesini okuyunca kafam bu meseleye takıldı kaldı tekrar. Kürk neden ve nasıl tutkuya dönüşür? Onu bu konuma getiren özelliği nedir? Hadi herhangi bir kıyafet olsa, örneğin manto, ya da bir saç modeli vs. anlarsınız bir biçimde…
Bu moda, dedelerimizin ve ninelerimizin bilinen kürkünü tersine çevirip sırtına geçirmek ve kurt veya goril gibi, iri yapılı bir hayvana benzemek tuhaflığından ibarettir.
Ahmet Haşim gayet net, teşhisi koymuş. Acaba, giyince insanı birkaç beden 'büyük' gösteren kürk, sahiden de büyüklük kompleksinin tatmini için mi ilgi gördü kadınlar arasında? Çoğunluk kadınların sığınacak bir liman ihtiyacı güttükleri bilinen bir gerçek. Bu sığınılacak liman da genellikle erkeklerdir. Sakın kürk de az da olsa bu bilinçaltı hissin tetiklemesiyle moda olmuş olmasın vakti zamanında? diye geçiriyorum kafamdan.
Herhangi bir bilgiye sahip olmasanız da 1920'li yıllarda Haşim'in bahsettiği kürk modasının Avrupa'dan, özellikle de Fransa'dan sirayet ettiğini kolaylıkla tahmin edebilirsiniz.
Bu moda, o kadar yayılmış ki şimdi kastor mantosu olmayan hanımın hiç olmazsa kedi veya fare derisinden bir kürkü olması gerekiyor.
O yıllara kadar yüzyıllardır kapalı olagelmiş bir topluma kürk birden zembille inecek değil ya. Olsa olsa bir ecnebi memleketten alınmadır. O memleket de olsa olsa Fransa'dır, Paris'tir.
Tırnaklarını uzatıp sivrilten ve vücudunu baştan başa tüylü göstermek isteyen kadın, belli ki insandan başka bir hayvana benzemek için uğraşıyor. Kadınlarda bu insan şeklinden uzaklaşma eğiliminin sebepleri ne olsa gerek? diye sorup bitiriyor Ahmet Haşim.
Kürkün tarihte ilk olarak ne zaman, daha da önemlisi neden moda olduğu tarihin konusu. Hem herhalde bizim memlekette çıkmadı ilkin. O halde bırakalım işin kaynağını bir kenara. Dönelim bizim memlekete. Kürkün nasıl olup da bizim memlekette kadınlar arasında, en azından bazı dönemlerde çokça rağbet görmesinin nedenini sorgulamamız boşuna. Çünkü galiba bu durum tamamen taklitten ve kıskançlıktan kaynaklanıyor. Zira moda kavramının kendisi de zaten gizil bir taklit anlamı içermiyor mu? Kadınların birbirlerini çok kıskandıklarını da herhalde kimse inkâr etmez. Hatırlıyorum, lisede bir bayan hocamıza, ortalığı parfüm kokularının doldurmuş olduğu bir derste arkadaşlardan biri sormuştu: "Hocam, nedir bu bayanlardaki süslenip püslenme merakı?" Hemen ardından da kendi cevabını vermişti: "Galiba erkeklere kur yapmak bayanların hoşuna gidiyor." Bunun üzerine hoca, "Hayır erkeklerden değil, kadınlar birbirlerini kıskandıkları için her biri bir diğerinden daha güzel, daha bakımlı olmak ister." demişti.
Demek ki neymiş, bizim kadınlarımızda hayvan gibi görünme merakı yokmuş aslında. İçimiz rahat olsun o zaman. Ama bu sefer de insanın aklına Ahmet Haşim'inkine benzer bir soru takılıyor. Kadınlarda bu hemcinsler arası kıskançlığın sebepleri ne olsa gerek?
Tam yazıyı bitirdim derken aklıma Emel Sayın'ın birkaç yıl önceki bir şarkısının sözleri geldi.
Altın gümüş istemem,
Kürküm 'bile' yok demem,
Katım, yatım olmasın,
Tektaş yüzük istemem.
13 Mayıs 2009
10 Mayıs 2009
9 Mayıs 2009
Zenci Şiirler
Zenciyim Ben
Zenciyim ben
Gece gibi
Afrika’nın derinlikleri gibi kara
Köleydim her zaman
Saray basamaklarını temizledim Eski Roma’da.
Washington’da ayakkabı boyamaktayım şimdi
Emekçiydim her zaman
Mısır’da piramitleri kuran benim
Benim, harcını karan gökdelenlerin
Türkücüydüm her zaman
Afrika’dan Missuri’ye kadar yaydım türkülerimi
Çınlar kederli ezgisi onların her yerde
o tamtam ritmi
Kurbandım her zaman
Kongo’da kırbaçla dövdüler beni
Ve şimdi linç edilmekteyim Teksas’ta.
Zenciyim ben
Gece gibi
Afrika’nın derinlikleri gibi kara
Çev.: Ataol Behramoğlu
Bir Zenci Kızın Türküsü
Dixie’de, ta güneyde bir yol
(Kalbim yaralı, param parça)
Asmışlar karaiberimi
Dörtyol ağzında bir ağaca.
Dixie’de, ta güneyde bir yol.
(Yaralı vücudu havada)
Soruyorum beyaz İsa’dan
Söyle ne fayda var duada?
Dixie’de, ta güneyde bir yol.
(Kalbim yaralı, param parça)
Sevda çırçıplak bir gölgedir
Budaklı, çıplak bir ağaçta.
Çev.: Melih Cevdet Anday
Ben de
Ben de Amerika’yı överim.
Ben en esmer kardeşiniz.
Misafirler geldiği zaman
Mutfağa dehliyorlar yemekte beni.
Ama ben buna gülüyorum
Karnımı doyuruyorum güzelce
Büyüyüp kuvvetleniyorum.
Yarın
Masanın başına geçip oturacağım
Misafirler geldiği zaman
Kimse cesaret edip de
“Hadi sen mutfakta ye”
Diyemeyecek.
Bir hoş görüverecekler yanlarında beni
Utanacaklar da…
Ben de Amerika’yım.
Çev.: Melih Cevdet Anday
Langston Hughes
ABD 1902-1967
Zenciyim ben
Gece gibi
Afrika’nın derinlikleri gibi kara
Köleydim her zaman
Saray basamaklarını temizledim Eski Roma’da.
Washington’da ayakkabı boyamaktayım şimdi
Emekçiydim her zaman
Mısır’da piramitleri kuran benim
Benim, harcını karan gökdelenlerin
Türkücüydüm her zaman
Afrika’dan Missuri’ye kadar yaydım türkülerimi
Çınlar kederli ezgisi onların her yerde
o tamtam ritmi
Kurbandım her zaman
Kongo’da kırbaçla dövdüler beni
Ve şimdi linç edilmekteyim Teksas’ta.
Zenciyim ben
Gece gibi
Afrika’nın derinlikleri gibi kara
Çev.: Ataol Behramoğlu
Bir Zenci Kızın Türküsü
Dixie’de, ta güneyde bir yol
(Kalbim yaralı, param parça)
Asmışlar karaiberimi
Dörtyol ağzında bir ağaca.
Dixie’de, ta güneyde bir yol.
(Yaralı vücudu havada)
Soruyorum beyaz İsa’dan
Söyle ne fayda var duada?
Dixie’de, ta güneyde bir yol.
(Kalbim yaralı, param parça)
Sevda çırçıplak bir gölgedir
Budaklı, çıplak bir ağaçta.
Çev.: Melih Cevdet Anday
Ben de
Ben de Amerika’yı överim.
Ben en esmer kardeşiniz.
Misafirler geldiği zaman
Mutfağa dehliyorlar yemekte beni.
Ama ben buna gülüyorum
Karnımı doyuruyorum güzelce
Büyüyüp kuvvetleniyorum.
Yarın
Masanın başına geçip oturacağım
Misafirler geldiği zaman
Kimse cesaret edip de
“Hadi sen mutfakta ye”
Diyemeyecek.
Bir hoş görüverecekler yanlarında beni
Utanacaklar da…
Ben de Amerika’yım.
Çev.: Melih Cevdet Anday
Langston Hughes
ABD 1902-1967
21 Nisan 2009
Bir film, bir öykü: Karınızı öldürmeden önce düşünün
Geçen yıl izlediğim Rus filmi Vozvrashcheniye (Dönüş/The Return) en sevdiğim filmler listesinde yer alıyor. Bu, yönetmen Andrei Zvyagintsev'in ilk uzun metraj filmiydi aynı zamanda. Bu filmi bu kadar tutmuş olmamdan dolayı Zvyagintsev'in ikinci filmi Izgnanie'yi de (Sürgün/The Banishment) bir an önce izlemek istiyordum. Ne var ki Muğla'da bulamamıştım. Tam, nasıl olsa bir gün bulurum deyip ertelemiştim ki Erciş'te bir internet kafenin film listesinde buldum. Neyin ne zaman nerede karşınıza çıkacağı belli olmuyor. Bazen bir film hiç ummadığınız bir yerde ve zamanda karşınıza çıkıyor. Bu da öyle oldu.
Sürgün'ü de çok beğendim ama beni Dönüş kadar etkilemedi. Önemli bir handikapı olmasa kuşkusuz daha iyi olacaktı ki o da filmin çok uzun olması. Tam 150 dakika sürüyor ve bu da bir film için 30-40 dakika fazla. Normalde 100-110 dakikada anlatılabilir bir hikâye. Kaldı ki Sürgün bu sürenin de altında anlatılabilirdi çünkü konusu ve oyuncu kadrosu bakımından oldukça homojen bir film. Rüzgar Gibi Geçti mesela, çok uzun bir film ama onun konusu öyle gerektiriyor. Yine de istense o da iki saatte anlatılabilirdi pekala. Her neyse…
Sürgün'den biraz bahsetmeden önce Binbir Gece Masalları'ndan bir öykü anlatmak istiyorum, aklımda kaldığı kadarıyla.
Bir adam karısını çok sever. Hafızam yanıltmıyorsa kadın hamiledir ve canı elma çeker. Lakin memlekette hem mevsimden hem de oranın genel ikliminden dolayı elma bulmak çok zordur. Adam düşünür taşınır ve çok sevdiği karısına ne yapıp edip elma bulması gerektiğine karar verir. Yanına yüklüce para alıp uzak bir diyara doğru yola çıkar. Günlerce yürür ve o uzak memlekete varır. Üç elma bulur, üçünü de satın alıp gelir. Gidiş gelişi on beş gün sürer.
Elmaları getirip karısına verir. Ne var ki kadının canı artık elmadan vazgeçmiştir. Adam da üç elmayı, nasıl olsa yine canı çeker diyerek başucuna bırakır. Gün içinde bir ara kadının küçük oğlu yanına gelir ve bu elmaların nereden geldiklerini sorar. Annesi de olayı anlatır. Çocuk elmalardan birini alır ve sokağa çıkar. O sırada oradan iri yarı bir zenci geçmektedir. Çocuğun elindeki elmayı görünce şehirde bu mevsimde elmayı nereden bulduğunu merak ederek sorar. Çocuk da anlatır. Adam elmayı çocuktan zorla kaptığı gibi oradan uzaklaşır. Bir müddet sonra da çocuğun babasının, yani elmaları uzak memleketten getirmiş olan adamın dükkanının önünden geçer. Adam zencinin elinde elma görünce hayret eder ve "madem şehirde elma vardı da o kadar aramama rağmen ben neden bulamadım?" diye düşünerek hemen zenciyi çevirir ve elmayı nereden bulduğunu sorar. Adamın, az önce zorla elmasını aldığı çocuğun babası olduğunu bilmeyen zenci cevap verir: "Benim bir sevgilim var. Başbaşa rahatça vakit geçirebilmek için geçenlerde bir oyun hazırladık ve kocasını uzak bir diyara elma almaya yolladık. Adamın gidiş gelişi on beş gün sürdü. İşte bu elma da onun getirdiklerinden biri" der. Anlattıkları tabii ki uydurmadır. Ne var ki adamın gözünde bir anda herşey kararıverir, dünya başına yıkılır. O hışımla gider karısını öldürür.
Gerisini anlatmaya gerek yok. Merak eden okuyabilir. Gelelim filmin öyküsüne.
Alex ve Vera'nın 8-10 yaşlarında iki çocukları vardır. Alex içine kapanık bir adamdır. Bundan dolayı da aile içi diyalog sorunları yaşamaktadırlar. Vera üçüncü çocuğuna hamiledir ve Alex'in ailesinin köyüne yaptıkları kısa bir ziyarette bunu kocasına açıklar. Ancak çocuğun babasının kendisi olmadığını söyler. Aslında çocuk Alex'tendir ama Vera ilk iki çocuğa da zaten doğru dürüst babalık yapmamış olduğu için bu üçüncünün de, ondan olsa da aslında bir şeyin farketmeyeceğini, nihayetinde baba olmak için biyolojik durumun yeterli olmadığını düşünerek, bir an ağzından çocuğun ondan olmadığını kaçırıverir.
Bunu duyan Alex de masaldaki adamın yaşadığına benzer duygular yaşar ilkin. Ancak o denli bırakmaz kendini. En azından dünyası başına yıkılmaz. Neticede bu işin asıl sorumlusunun kendisi olduğunu kabullenmektedir içten içe. Çocuklarına baba olamamış olmanın yanında karısına da koca olamadığı gerçeği vardır ortada. Düşünür taşınır ve kendisinden olmadığını sandığı çocuğu aldırtıp Vera'yla her şeye yeniden başlamaya karar verir. Vera suskundur, nasıl istiyorsa öyle yapmasını söyler. Zaten hayattan aldığı bir tat da yoktur.
Alex kardeşinin yardımıyla kürtaj yapacak bir doktor bulur. Herşey hemen halloluverir. Çocuk düşürülür. Vera'nın kürtajdan sonra biraz uyuyup dinlenmesi gerekir. Ne var ki dinlenme biraz uzun sürer. Durumdan şüphelenen Alex ve kardeşi bir doktor çağırırlar. Gelen doktor acı haberi verir, Vera, kürtajdan önce aşırı dozda ilaç alıp intihar etmiştir. Alex için de zaten pek bir anlamı olmayan hayat bundan böyle büsbütün anlamsızlaşır.
Yazımızın başlığına dönecek olursak; başınızdan her ne geçerse geçsin, olayları ve durumları iyice analiz etmeden anlık düşüncelerle sakın harekete geçmeyin. Bazen geri dönüş yoktur. Hakikaten yoktur.
Sürgün'ü de çok beğendim ama beni Dönüş kadar etkilemedi. Önemli bir handikapı olmasa kuşkusuz daha iyi olacaktı ki o da filmin çok uzun olması. Tam 150 dakika sürüyor ve bu da bir film için 30-40 dakika fazla. Normalde 100-110 dakikada anlatılabilir bir hikâye. Kaldı ki Sürgün bu sürenin de altında anlatılabilirdi çünkü konusu ve oyuncu kadrosu bakımından oldukça homojen bir film. Rüzgar Gibi Geçti mesela, çok uzun bir film ama onun konusu öyle gerektiriyor. Yine de istense o da iki saatte anlatılabilirdi pekala. Her neyse…
Sürgün'den biraz bahsetmeden önce Binbir Gece Masalları'ndan bir öykü anlatmak istiyorum, aklımda kaldığı kadarıyla.
Bir adam karısını çok sever. Hafızam yanıltmıyorsa kadın hamiledir ve canı elma çeker. Lakin memlekette hem mevsimden hem de oranın genel ikliminden dolayı elma bulmak çok zordur. Adam düşünür taşınır ve çok sevdiği karısına ne yapıp edip elma bulması gerektiğine karar verir. Yanına yüklüce para alıp uzak bir diyara doğru yola çıkar. Günlerce yürür ve o uzak memlekete varır. Üç elma bulur, üçünü de satın alıp gelir. Gidiş gelişi on beş gün sürer.
Elmaları getirip karısına verir. Ne var ki kadının canı artık elmadan vazgeçmiştir. Adam da üç elmayı, nasıl olsa yine canı çeker diyerek başucuna bırakır. Gün içinde bir ara kadının küçük oğlu yanına gelir ve bu elmaların nereden geldiklerini sorar. Annesi de olayı anlatır. Çocuk elmalardan birini alır ve sokağa çıkar. O sırada oradan iri yarı bir zenci geçmektedir. Çocuğun elindeki elmayı görünce şehirde bu mevsimde elmayı nereden bulduğunu merak ederek sorar. Çocuk da anlatır. Adam elmayı çocuktan zorla kaptığı gibi oradan uzaklaşır. Bir müddet sonra da çocuğun babasının, yani elmaları uzak memleketten getirmiş olan adamın dükkanının önünden geçer. Adam zencinin elinde elma görünce hayret eder ve "madem şehirde elma vardı da o kadar aramama rağmen ben neden bulamadım?" diye düşünerek hemen zenciyi çevirir ve elmayı nereden bulduğunu sorar. Adamın, az önce zorla elmasını aldığı çocuğun babası olduğunu bilmeyen zenci cevap verir: "Benim bir sevgilim var. Başbaşa rahatça vakit geçirebilmek için geçenlerde bir oyun hazırladık ve kocasını uzak bir diyara elma almaya yolladık. Adamın gidiş gelişi on beş gün sürdü. İşte bu elma da onun getirdiklerinden biri" der. Anlattıkları tabii ki uydurmadır. Ne var ki adamın gözünde bir anda herşey kararıverir, dünya başına yıkılır. O hışımla gider karısını öldürür.
Gerisini anlatmaya gerek yok. Merak eden okuyabilir. Gelelim filmin öyküsüne.
Alex ve Vera'nın 8-10 yaşlarında iki çocukları vardır. Alex içine kapanık bir adamdır. Bundan dolayı da aile içi diyalog sorunları yaşamaktadırlar. Vera üçüncü çocuğuna hamiledir ve Alex'in ailesinin köyüne yaptıkları kısa bir ziyarette bunu kocasına açıklar. Ancak çocuğun babasının kendisi olmadığını söyler. Aslında çocuk Alex'tendir ama Vera ilk iki çocuğa da zaten doğru dürüst babalık yapmamış olduğu için bu üçüncünün de, ondan olsa da aslında bir şeyin farketmeyeceğini, nihayetinde baba olmak için biyolojik durumun yeterli olmadığını düşünerek, bir an ağzından çocuğun ondan olmadığını kaçırıverir.
Bunu duyan Alex de masaldaki adamın yaşadığına benzer duygular yaşar ilkin. Ancak o denli bırakmaz kendini. En azından dünyası başına yıkılmaz. Neticede bu işin asıl sorumlusunun kendisi olduğunu kabullenmektedir içten içe. Çocuklarına baba olamamış olmanın yanında karısına da koca olamadığı gerçeği vardır ortada. Düşünür taşınır ve kendisinden olmadığını sandığı çocuğu aldırtıp Vera'yla her şeye yeniden başlamaya karar verir. Vera suskundur, nasıl istiyorsa öyle yapmasını söyler. Zaten hayattan aldığı bir tat da yoktur.
Alex kardeşinin yardımıyla kürtaj yapacak bir doktor bulur. Herşey hemen halloluverir. Çocuk düşürülür. Vera'nın kürtajdan sonra biraz uyuyup dinlenmesi gerekir. Ne var ki dinlenme biraz uzun sürer. Durumdan şüphelenen Alex ve kardeşi bir doktor çağırırlar. Gelen doktor acı haberi verir, Vera, kürtajdan önce aşırı dozda ilaç alıp intihar etmiştir. Alex için de zaten pek bir anlamı olmayan hayat bundan böyle büsbütün anlamsızlaşır.
Yazımızın başlığına dönecek olursak; başınızdan her ne geçerse geçsin, olayları ve durumları iyice analiz etmeden anlık düşüncelerle sakın harekete geçmeyin. Bazen geri dönüş yoktur. Hakikaten yoktur.
10 Nisan 2009
6 Nisan 2009
29 Mart 2009
İnsan bazen...
İnsan bazen karamsar olduğunu bile gülümseyerek söyler. Ne büyük bir çelişki, ne güzel bir dünya!
22 Mart 2009
Ekmek ve rüya peşinde bir hayalperest
Derviş Zaim’i çoktan olmasa da tanıyorum. İlkin Çamur’unu izledim yanlış hatırlamıyorsam. Çok güzeldi. Özellikle de müzikleri. Zaten iyi bir müziği olmayan bir film eksik bir filmdir, bu bir tarafa…
Cenneti Beklerken tam bana göre bir film, ilk olarak bunu söylemeliyim. Ne demek istiyorum? Sanırım şunu: Ben egzotik, otantik, oriental, tarihi, gerçekçi, dramatik, yerel-evrensel, komik, absürd malzemenin tamamının ya da bazılarının beraberce, ama hepsi yerli yerinde ve kararında kullanılıp ve tabii ki usta bir aşçının elinde hazırlanarak servis edilmiş filmleri çok severim. Hayır, bayılırım.
Eskiden beri de sinema filmi izlerdim tabii ki. Sevdiklerim, sevmediklerim de olurdu haliyle. Fakat şu son iki yıldır başka bir gözle izliyorum sinemayı. Burayı takip edenler bilir. Naçizane, büyük bir iddiam yok ama iyi bir sinema izleyicisi ve eleştiricisi (eleştirmeni değil) olma yolunda, kendi kulvarımda karınca misali yürüyüp gidiyorum. Geçen yıl 100’ü aşkın film izledim. Bilinçli olarak tabii, öylesine değil. Bunların çoğunu beğendiğimi söylemeliyim. Zira rastgele değil, tam tersine, evirip-çevirip, inceleyip-araştırıp sonra alıp izlediğim filmlerdi bunlar. Muğla’nın hemen tüm CDcilerinin altını üstüne getirdim dersem yeridir. Keşfettiğim filmleri alıp izledim. Ben ne anlatıyorum böyle… Cenneti Beklerken’i anlatacağım güya…
Sinemayla ilişkim üstüne bu yazdıklarımı iyisi mi başka bir zamana erteleyeyim, olur mu? Şimdilik konumuza geçelim.
Cenneti Beklerken’i izleyince, daha henüz film bitmeden bile birkaç aydır böyle güzel bir film izlememiş olduğumu anladım hemen. Bu duyguyu en son, geçtiğimiz yıl Suskunlar’ı (İhsan Oktay Anar), ve geçen yaz Ferit Edgü’yü okuyunca yaşamıştım. Keşke diyorum Suskunlar’ı da söyle başarılı bir yönetmen sinemaya uyarlasa. Mesela Derviş Zaim. Keşke…
Cenneti Beklerken 17. Yüzyıl İmparatorluk günlerinde geçiyor. Malum, Osmanlı’nın temelleri çatırdıyor yavaş yavaş. İstanbul’da huzursuzluk var. 3. Murad’ın oğlu Şehzade Dalyan, Anadolu’da taraftar toplayıp tahtı ele geçirme çabasında. Saray, Anadolu’ya bir heyet göndererek Dalyan’ı yakalatıp kellesini getirtmeyi düşünüyor. Vezir, Nakkaş Eflatun Efendi’yi de (başrol/Serhat Tutumluer), Dalyan’ın kellesini resmetmek üzere heyetle beraber gönderir.
Karısını ve oğlunu daha yeni kaybetmiş olan Eflatun Efendi, henüz onların elemini yaşarken kendini bir anda Anadolu yollarında bulur. Bundan sonrası filmin esas güzel tarafı. Eflatun Efendi’nin hayatının aşkıyla tanışması… Başlarından geçenler… Şehzade Dalyan… Saldırmalar, öldürmeler… İstanbul’a dönüş… Tamamını anlatmayacağım her zamanki gibi, bence bu filmi izleyin. Birkaç neden ötürü: Herşeyden önce, sinemamızda Osmanlı hakkında ne kadar az film var değil mi? Osmanlı hayranı değilim ve fakat bu toplum, bu topraklar 700 yıl, az bir zaman değil, sahne oldu bu imparatorluğa. Bir toplum geçmişine bu kadar yabancı olmaz, kanısındayım. Sanırım dünyanın başka bir tarafında bu durumun bir örneği yok. Ki bu, sadece sinema için de geçerli değil, başka konu…
Sonra filmin, yukarıda da değindim, müziği dokusuna tamamen uyuyor. Kapadokya manzaraları zaten harika. Onun dışında, minyatür animasyonları ve tabii ki oyuncu kadrosu… Eflatun Efendi’nin filmin sonlarına doğru söylediği ekmek ve rüya peşinde bir hayalperest sözü de filmin anahtar kelimesi.
İyi seyirler bence…
Cenneti Beklerken tam bana göre bir film, ilk olarak bunu söylemeliyim. Ne demek istiyorum? Sanırım şunu: Ben egzotik, otantik, oriental, tarihi, gerçekçi, dramatik, yerel-evrensel, komik, absürd malzemenin tamamının ya da bazılarının beraberce, ama hepsi yerli yerinde ve kararında kullanılıp ve tabii ki usta bir aşçının elinde hazırlanarak servis edilmiş filmleri çok severim. Hayır, bayılırım.
Eskiden beri de sinema filmi izlerdim tabii ki. Sevdiklerim, sevmediklerim de olurdu haliyle. Fakat şu son iki yıldır başka bir gözle izliyorum sinemayı. Burayı takip edenler bilir. Naçizane, büyük bir iddiam yok ama iyi bir sinema izleyicisi ve eleştiricisi (eleştirmeni değil) olma yolunda, kendi kulvarımda karınca misali yürüyüp gidiyorum. Geçen yıl 100’ü aşkın film izledim. Bilinçli olarak tabii, öylesine değil. Bunların çoğunu beğendiğimi söylemeliyim. Zira rastgele değil, tam tersine, evirip-çevirip, inceleyip-araştırıp sonra alıp izlediğim filmlerdi bunlar. Muğla’nın hemen tüm CDcilerinin altını üstüne getirdim dersem yeridir. Keşfettiğim filmleri alıp izledim. Ben ne anlatıyorum böyle… Cenneti Beklerken’i anlatacağım güya…
Sinemayla ilişkim üstüne bu yazdıklarımı iyisi mi başka bir zamana erteleyeyim, olur mu? Şimdilik konumuza geçelim.
Cenneti Beklerken’i izleyince, daha henüz film bitmeden bile birkaç aydır böyle güzel bir film izlememiş olduğumu anladım hemen. Bu duyguyu en son, geçtiğimiz yıl Suskunlar’ı (İhsan Oktay Anar), ve geçen yaz Ferit Edgü’yü okuyunca yaşamıştım. Keşke diyorum Suskunlar’ı da söyle başarılı bir yönetmen sinemaya uyarlasa. Mesela Derviş Zaim. Keşke…
Cenneti Beklerken 17. Yüzyıl İmparatorluk günlerinde geçiyor. Malum, Osmanlı’nın temelleri çatırdıyor yavaş yavaş. İstanbul’da huzursuzluk var. 3. Murad’ın oğlu Şehzade Dalyan, Anadolu’da taraftar toplayıp tahtı ele geçirme çabasında. Saray, Anadolu’ya bir heyet göndererek Dalyan’ı yakalatıp kellesini getirtmeyi düşünüyor. Vezir, Nakkaş Eflatun Efendi’yi de (başrol/Serhat Tutumluer), Dalyan’ın kellesini resmetmek üzere heyetle beraber gönderir.
Karısını ve oğlunu daha yeni kaybetmiş olan Eflatun Efendi, henüz onların elemini yaşarken kendini bir anda Anadolu yollarında bulur. Bundan sonrası filmin esas güzel tarafı. Eflatun Efendi’nin hayatının aşkıyla tanışması… Başlarından geçenler… Şehzade Dalyan… Saldırmalar, öldürmeler… İstanbul’a dönüş… Tamamını anlatmayacağım her zamanki gibi, bence bu filmi izleyin. Birkaç neden ötürü: Herşeyden önce, sinemamızda Osmanlı hakkında ne kadar az film var değil mi? Osmanlı hayranı değilim ve fakat bu toplum, bu topraklar 700 yıl, az bir zaman değil, sahne oldu bu imparatorluğa. Bir toplum geçmişine bu kadar yabancı olmaz, kanısındayım. Sanırım dünyanın başka bir tarafında bu durumun bir örneği yok. Ki bu, sadece sinema için de geçerli değil, başka konu…
Sonra filmin, yukarıda da değindim, müziği dokusuna tamamen uyuyor. Kapadokya manzaraları zaten harika. Onun dışında, minyatür animasyonları ve tabii ki oyuncu kadrosu… Eflatun Efendi’nin filmin sonlarına doğru söylediği ekmek ve rüya peşinde bir hayalperest sözü de filmin anahtar kelimesi.
İyi seyirler bence…
21 Mart 2009
Yersiz yurtsuzun şiiri
O zamandan beri gezgin abdalım. Yeryüzünde ebedi sürgündeyim. Yastık ettiğim taşa ikinci kez baş koymadım, aynı kaptan iki kez üst üste yemek yemedim, abamın altından her gün farklı manzaralar seyreyledim. Aç kaldığımda rüya tabir ederek üç beş kuruş kazanır, kazandığımı muhtaç olanlara dağıtır; bu şekilde Doğu'dan Batı'ya, Kuzey'den Güney'e yedi iklimi gezer, dağda bayırda Hakk'ı ararım Hak için. Yaşanmaya değer bir yaşamın peşindeyim; ve bir de, bilmeye değer bilginin. Köksüzüm, yurtsuzum. Kendimi O'nda yok ettiğimden beri, ölmeden evvel öleli, başlangıçsız ve sonsuzum. Ne pejmürdeyim, ne gariban. Ne kimselere muhtacım, ne kimseye buyuran. Ancak rüzgârda kuru bir yaprak sanmayın beni. Ağzı var dili yok dervişlerden değilim. Ben bizzat dilediği istikamete efil efil esen karayelim.
Şems-i TebriziElif Şafak, Aşk.
18 Mart 2009
Başkalaşımlar (Altın Eşek)
Gerçek anlamda bir şaheser. Latin Edebiyatının o damaklarda iz bırakan tadına şimdiye kadar bakmadıysanız bununla başlamanızı şiddetle tavsiye ederim. Pek huyum değildir okuduğum bir kitabın içeriğini burada yazmak, verirsem şöyle pek genel bir iki bilgi veririm o kadar. Bu sefer de öyle yapacağım. Gelgelelim, ne yazacağımı da bilemiyorum doğrusu. Öyle zengin bir içerik ki, hani isteseniz rahatlıkla içinde anlatılan öyküleri en azından beş farklı kitaba bölüp her birini ayrı ayrı yayımlayabilirsiniz.
Kahramanımız Lucius'un başına gelenler pişmiş tavuğun başına bile gelmedi, dersem çok hafif kalır, zira pişmiş tavuğun başına gelenler Lucius'un başına gelenlerden hafif kalır kanaatimce. Lucius'un öyküsü baştan sona yollarda geçer. Ha babam yolcudur. Tabii, öykünün başında kendi olarak, yani insan olarak. Daha sonra da eşek olarak. Buraya kadar her şey yolundadır. Herhangi bir yolcunun başına gelen bir iki macera atlatır. Ancak insan olarak yaşadığı bu maceralar bile enteresandır.
Öykünün esas heyecanlı kısmı da Lucius eşek olduktan sonra başlar. Sadece heyecanlı demek yeter mi? Olabildiğince keyifli. Tam anlamıyla harika.
Lucius'un eşek olmadan hemen önce yaşadığı macera onu uzunca bir süre hiç bitmeyecek bir maceraya sürükler. Büyücünün kendisini kuşa çevirebileceğini öğrenir ve merakını yenemez, kuş olmak ister. Ne var ki, bir büyü hatasıyla kuş olmayı beklerken eşeğe dönüşüverir.
Lucius artık bir eşektir. Basbayağı, bildiğimiz uzun kulak, dört bacak, bir kuyruk eşek işte. Fakat görünümü, davranışları, yaşayışı vs. tamamen eşeğe dönmüş olmasına rağmen aklı yerindedir. Bir tek aklı insan kalmıştır zaten. Böylelikle atlattığı türlü çeşitli maceraları kafasına bir bir kaydeder. Neler gelmez ki başına... Ha bire sahip değiştirir. Kimi çok kötü davranır, bir eşeğe bile fazla gelecek işkenceler yapar, kimi ortalama bir eşek muamelesinde bulunur, kimiyse bir insandan bile fazla kadir kıymetini bilir, el üstünde tutar onu. Haydutların eline düşer. Sürekli kötü adamlardan kaçmak zorunda kalır. Kalır da kalır.
Lucius'un maceraları anlatmakla bitmez. Apuleius, kitabın girişinde "Kulağını bana ver sevgili okuyucu, inan keyif alacaksın," diyor. Hakikaten haklıymış.
Başkalaşımlar (Altın Eşek), Apuleius.
Çev.: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi
Kahramanımız Lucius'un başına gelenler pişmiş tavuğun başına bile gelmedi, dersem çok hafif kalır, zira pişmiş tavuğun başına gelenler Lucius'un başına gelenlerden hafif kalır kanaatimce. Lucius'un öyküsü baştan sona yollarda geçer. Ha babam yolcudur. Tabii, öykünün başında kendi olarak, yani insan olarak. Daha sonra da eşek olarak. Buraya kadar her şey yolundadır. Herhangi bir yolcunun başına gelen bir iki macera atlatır. Ancak insan olarak yaşadığı bu maceralar bile enteresandır.
Öykünün esas heyecanlı kısmı da Lucius eşek olduktan sonra başlar. Sadece heyecanlı demek yeter mi? Olabildiğince keyifli. Tam anlamıyla harika.
Lucius'un eşek olmadan hemen önce yaşadığı macera onu uzunca bir süre hiç bitmeyecek bir maceraya sürükler. Büyücünün kendisini kuşa çevirebileceğini öğrenir ve merakını yenemez, kuş olmak ister. Ne var ki, bir büyü hatasıyla kuş olmayı beklerken eşeğe dönüşüverir.
Lucius artık bir eşektir. Basbayağı, bildiğimiz uzun kulak, dört bacak, bir kuyruk eşek işte. Fakat görünümü, davranışları, yaşayışı vs. tamamen eşeğe dönmüş olmasına rağmen aklı yerindedir. Bir tek aklı insan kalmıştır zaten. Böylelikle atlattığı türlü çeşitli maceraları kafasına bir bir kaydeder. Neler gelmez ki başına... Ha bire sahip değiştirir. Kimi çok kötü davranır, bir eşeğe bile fazla gelecek işkenceler yapar, kimi ortalama bir eşek muamelesinde bulunur, kimiyse bir insandan bile fazla kadir kıymetini bilir, el üstünde tutar onu. Haydutların eline düşer. Sürekli kötü adamlardan kaçmak zorunda kalır. Kalır da kalır.
Lucius'un maceraları anlatmakla bitmez. Apuleius, kitabın girişinde "Kulağını bana ver sevgili okuyucu, inan keyif alacaksın," diyor. Hakikaten haklıymış.
Başkalaşımlar (Altın Eşek), Apuleius.
Çev.: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi
17 Mart 2009
Katedral
Karınızın bir erkek arkadaşı var ve sürekli irtibat halindeler, haberleşiyorlar. Hayır hayır, sevgili falan değiller, herhangi iki arkadaşlar sadece. Haberleşme biçimleri de biraz farklı; seslerini teybe kaydedip kaseti birbirlerine gönderiyorlar. Mektup arkadaşlığı gibi bir şey anlayacağınız. Üstelik de karınız sizden de çok bahsediyor o adama.
Ne hisseder, ne düşünürsünüz?
Ben evli değilim, ama tahmin ediyorum ki hamurunda erkeklik mayası olan insanların büyük bir bölümü, ne kadar hoşgörülü, açık fikirli olursa olsun, böyle bir şeyi kabullense bile en azından istemeyecek, hoşnut olmayacaktır.
Peki o siz olsaydınız, karınızın söz konusu bu arkadaşının kör olduğunu bilmeniz hoşnutsuzluğunuzu biraz da olsa dindirir miydi? Ya bir de o adamın yaşlı biri olduğunu gözünüzle görseydiniz? Herhalde kıskanmanız için yeterli miktarda kıskançlık hormonu salgılamazdınız böyle bir durumda.
Raymond Carver'ın Katedral adlı öyküsünü okuduğumda bunları düşündüm. Ancak belirtmem gerekir ki bu öykünün konusu kıskançlık değil. En azından tam olarak öyle değil. Bu öykü, yazarın sıradan bir insan olarak kendi küçük dünyasındaki (belki de evinde demek daha doğru) sıradan yaşamından ufacık bir kesit. Esasında bu kitap büyük bir yazarın küçük dünyasını anlamak için birebir.
Kütüphanede raflar arasında bakınırken gözüme ilişiverdi. Böyle olmasa belki de hiç okumayacaktım. Tavsiye ederim.
Katedral
Raymond Carver
Çeviren: S. Gökçen Ezber
Notos Kitap
Ne hisseder, ne düşünürsünüz?
Ben evli değilim, ama tahmin ediyorum ki hamurunda erkeklik mayası olan insanların büyük bir bölümü, ne kadar hoşgörülü, açık fikirli olursa olsun, böyle bir şeyi kabullense bile en azından istemeyecek, hoşnut olmayacaktır.
Peki o siz olsaydınız, karınızın söz konusu bu arkadaşının kör olduğunu bilmeniz hoşnutsuzluğunuzu biraz da olsa dindirir miydi? Ya bir de o adamın yaşlı biri olduğunu gözünüzle görseydiniz? Herhalde kıskanmanız için yeterli miktarda kıskançlık hormonu salgılamazdınız böyle bir durumda.
Raymond Carver'ın Katedral adlı öyküsünü okuduğumda bunları düşündüm. Ancak belirtmem gerekir ki bu öykünün konusu kıskançlık değil. En azından tam olarak öyle değil. Bu öykü, yazarın sıradan bir insan olarak kendi küçük dünyasındaki (belki de evinde demek daha doğru) sıradan yaşamından ufacık bir kesit. Esasında bu kitap büyük bir yazarın küçük dünyasını anlamak için birebir.
Kütüphanede raflar arasında bakınırken gözüme ilişiverdi. Böyle olmasa belki de hiç okumayacaktım. Tavsiye ederim.
Katedral
Raymond Carver
Çeviren: S. Gökçen Ezber
Notos Kitap
14 Mart 2009
Dies Lunæ xiv Martius MCMLXXXIII
Yıl 1983. "Ovasına bahar gelmiş memleketimin". Sabahın mutlak gücü gecenin karanlığıyla amansız bir çatışma içinde. İki odalı, toprak damlı, dikdörtgen biçimli evin soldaki penceresinden loş bir ışık hafifçe dışarı taşıyor. Odada ufak bir telaş var. Köşede, biri beş, diğeri iki yaşlarında iki küçücük kız, yere yan yana serilmiş kendileri kadar küçük yataklarında hiçbir şeyden habersiz derin bir uykudalar.
Baba bu geceyi diğer odada yalnız geçiriyor. Yatağında. Uyanık. Kim bilir aklından neler geçiyor? Diğer odadan gelen sesleri işitiyor. Arada kapı açılıp kapanıyor.
Anne kızıl saçlı, zayıf bir kadın. 28'inde. Yatağında acılar içinde. Etrafında birkaç komşu kadın. Biri oturmuş baş ucunda, diğerleri Fatma Ebe'nin talimatlarını yerine getirmekle meşgul. Fatma Ebe. Mahallenin yaşlı kadını. Ekibin başında o var. Harıl harıl didiniyorlar. Bu ufacık odada olup bitenlerden başkaca kimsenin haberi yok. Herkes uykusunda, biraz sonra teker teker bitiverecek rüyaların son demleri yaşanıyor. Gece, güneşi hapsettiği yerde daha fazla tutamayacak gibi. Hani taş çatlasa bir-iki saat. Bir horoz sabırsızlanıyor ve Günün bu mücadeleyi kazanacağından emin, Romalı bir lejyoner edasıyla peşinen zafer ilan ediyor. Sesi kümesin taş duvarlarını delip geçiyor.
Kadının sancıları git gide artıyor. Ama az sonra biraz rahatlar gibi oluyor. Sancıları hafifliyor. Gözünü ampulun cılız ışığına dikiyor. Herkes susup ona bakıyor. Kulaklar tetikte, Fatma Ananın söyleyeceği en ufak bir sözde. Suskunluk uzun sürmüyor, sancılar tekrar artıyor. Fatma Ana davranıyor. Komşu kadın Hediye elini kavrıyor kadının. Neden sonra bir cıyaklama horozun fondaki sesine karışıyor ve ortalık birden hareketleniyor. Bir çocuk "Merhaba" diyor dünyaya. Yeryüzünün dört buçuk milyarlık nüfusuna bir kişi daha katılıyor.
Baba bu geceyi diğer odada yalnız geçiriyor. Yatağında. Uyanık. Kim bilir aklından neler geçiyor? Diğer odadan gelen sesleri işitiyor. Arada kapı açılıp kapanıyor.
Anne kızıl saçlı, zayıf bir kadın. 28'inde. Yatağında acılar içinde. Etrafında birkaç komşu kadın. Biri oturmuş baş ucunda, diğerleri Fatma Ebe'nin talimatlarını yerine getirmekle meşgul. Fatma Ebe. Mahallenin yaşlı kadını. Ekibin başında o var. Harıl harıl didiniyorlar. Bu ufacık odada olup bitenlerden başkaca kimsenin haberi yok. Herkes uykusunda, biraz sonra teker teker bitiverecek rüyaların son demleri yaşanıyor. Gece, güneşi hapsettiği yerde daha fazla tutamayacak gibi. Hani taş çatlasa bir-iki saat. Bir horoz sabırsızlanıyor ve Günün bu mücadeleyi kazanacağından emin, Romalı bir lejyoner edasıyla peşinen zafer ilan ediyor. Sesi kümesin taş duvarlarını delip geçiyor.
Kadının sancıları git gide artıyor. Ama az sonra biraz rahatlar gibi oluyor. Sancıları hafifliyor. Gözünü ampulun cılız ışığına dikiyor. Herkes susup ona bakıyor. Kulaklar tetikte, Fatma Ananın söyleyeceği en ufak bir sözde. Suskunluk uzun sürmüyor, sancılar tekrar artıyor. Fatma Ana davranıyor. Komşu kadın Hediye elini kavrıyor kadının. Neden sonra bir cıyaklama horozun fondaki sesine karışıyor ve ortalık birden hareketleniyor. Bir çocuk "Merhaba" diyor dünyaya. Yeryüzünün dört buçuk milyarlık nüfusuna bir kişi daha katılıyor.
13 Mart 2009
11 Mart 2009
Hayyam'dan
Daima şiir okumama rağmen uzun zamandır elime bir şiir kitabı alıp bir solukta okuyup bitirmemiştim. Daha çok webdeki edebiyat siteleriyle dergilerden okuyorum şiirleri. Hayyam'ı da şimdiye dek çokça okumuştum zaten. Ancak bu kez derli toplu oldu. Hayyam'ı baştan sona okumak gerçekten çok keyifli.
Ucu bucağı olmayan engin bir deniz dersem Ömer Hayyam için, herhalde hiç abartmış olmam. Neler neler yok ki Hayyam'ın sözlerinde. Çevirmenin önsözde belirttiği gibi sözcüklerle oyun oynar gibi oynuyor Hayyam. Sabahattin Eyüboğlu'nun çabasını yabana atmamakla birlikte, Türkçe'ye manzum olarak çevrilmiş halleri bile insanı bu kadar hayran bırakıyorsa varın gerisini siz düşünün.
Eyüboğlu'nun muhteşem çevirisiyle Hayyam'dan birkaç leziz rubai:
Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz:
İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende:
Er geç baş başa verecek değil miyiz?
***
Dünyada akla değer veren yok madem,
Aklı az olanın parası çok madem
Getir şu şarabı, alsın aklımızı:
Belki böyle beğenir bizi el âlem!
***
Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde:
Senden ayığız bu sarhoş halimizde.
Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı:
İnsaf be Sultanım, kötülük hangimizde?
***
Şu testi de benim gibi biriydi;
O da bir güzele vurgun, dertliydi.
Kim bilir, belki boynundaki kulp da
Bir sevgilinin bembeyaz eliydi.
***
Gökte bir öküz varmış, adı Pervin;
Bir öküz de altındaymış yerin.
Sen asıl iki öküz arasında
Tepişmesine bak şu eşeklerin!
***
Ne bilginler geldi neler buldular!
Mumlar gibi dünyaya ışık saldılar
Hangisi yarıp geçti ki bu karanlığı?
Birer masal söyleyip uyuya kaldılar.
***
Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz:
Kuklacı Felek usta, kuklalar da biz.
Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer;
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.
***
Dedim: Artık bilgiden yana eksiğim yok;
Şu dünyanın sırrına ermişim az çok.
Derken aklım geldi başıma, bir de baktım:
Ömrüm gelip geçmiş, hiçbir şey bildiğim yok.
***
Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.
***
Bir elde kadeh, bir elde Kuran;
Bir helâldir işimiz, bir haram.
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz, ne tam müslüman!
***
Niceleri geldi, neler istediler;
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler;
Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler.
Ucu bucağı olmayan engin bir deniz dersem Ömer Hayyam için, herhalde hiç abartmış olmam. Neler neler yok ki Hayyam'ın sözlerinde. Çevirmenin önsözde belirttiği gibi sözcüklerle oyun oynar gibi oynuyor Hayyam. Sabahattin Eyüboğlu'nun çabasını yabana atmamakla birlikte, Türkçe'ye manzum olarak çevrilmiş halleri bile insanı bu kadar hayran bırakıyorsa varın gerisini siz düşünün.
Eyüboğlu'nun muhteşem çevirisiyle Hayyam'dan birkaç leziz rubai:
Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz:
İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende:
Er geç baş başa verecek değil miyiz?
***
Dünyada akla değer veren yok madem,
Aklı az olanın parası çok madem
Getir şu şarabı, alsın aklımızı:
Belki böyle beğenir bizi el âlem!
***
Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde:
Senden ayığız bu sarhoş halimizde.
Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı:
İnsaf be Sultanım, kötülük hangimizde?
***
Şu testi de benim gibi biriydi;
O da bir güzele vurgun, dertliydi.
Kim bilir, belki boynundaki kulp da
Bir sevgilinin bembeyaz eliydi.
***
Gökte bir öküz varmış, adı Pervin;
Bir öküz de altındaymış yerin.
Sen asıl iki öküz arasında
Tepişmesine bak şu eşeklerin!
***
Ne bilginler geldi neler buldular!
Mumlar gibi dünyaya ışık saldılar
Hangisi yarıp geçti ki bu karanlığı?
Birer masal söyleyip uyuya kaldılar.
***
Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz:
Kuklacı Felek usta, kuklalar da biz.
Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer;
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.
***
Dedim: Artık bilgiden yana eksiğim yok;
Şu dünyanın sırrına ermişim az çok.
Derken aklım geldi başıma, bir de baktım:
Ömrüm gelip geçmiş, hiçbir şey bildiğim yok.
***
Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.
***
Bir elde kadeh, bir elde Kuran;
Bir helâldir işimiz, bir haram.
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz, ne tam müslüman!
***
Niceleri geldi, neler istediler;
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler;
Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler.
9 Mart 2009
8 Mart 2009
Erkek-Kadın
Naçizane yazdığım bu şiir de Kadınlar Günü dolayısıyla benden tüm kadınlara gelsin.
Erkek olmaya karar verdim,
Düğün dernek kuruldu.
Beyazlar giydirdiler,
Sokak sokak, cadde cadde dolaştık.
Eş, dost, akraba
toplandılar evimize,
Ağzıma tokuşturup
şeker, lokum,
Ufaklığın ucundan kestiler.
Ne zor şeymiş erkek olmak!
Kadın olmaya karar verdim,
Annem tuttu ellerimden,
Götürdü bir odaya,
Kapalı kapılar ardında,
Üç-beş dakka içinde
kan kırmızısıyla tanıştım.
Ne rahat şey kadın olmak!
Erkek olmaya karar verdim,
Düğün dernek kuruldu.
Beyazlar giydirdiler,
Sokak sokak, cadde cadde dolaştık.
Eş, dost, akraba
toplandılar evimize,
Ağzıma tokuşturup
şeker, lokum,
Ufaklığın ucundan kestiler.
Ne zor şeymiş erkek olmak!
Kadın olmaya karar verdim,
Annem tuttu ellerimden,
Götürdü bir odaya,
Kapalı kapılar ardında,
Üç-beş dakka içinde
kan kırmızısıyla tanıştım.
Ne rahat şey kadın olmak!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)