Ortadoğu'da en çok görmek istediğim kentler Şam, Beyrut ve Kudüs'tür. Her üçünü de şimdilik görme imkânım yok. Özellikle de Şam'ı. Çünkü, bildiğiniz gibi iki-üç yıldır Suriye'de süren bir savaş var maalesef. Temennim odur ki bir an önce bitsin. Çünkü bir yerde bir savaş çıktı mı, savaşı çıkaranlara pek bir şey olmuyor ama masum insanların hayatı perperişan oluyor. Sözün kısası, savaştan daha kötü ne olabilir?
Rafik Schami (ya da Refik Şami), adından da anlaşılacağı gibi Şamlı bir yazar. Yıllar önce Almanya'ya göç edip yerleşmiş. Adını birkaç ay önce bir arkadaşımdan duydum. Arkadaşım öyle iştahlı bahsetmişti ki kendisinden, bir an önce alıp okumak istemiştim kitaplarını. Ancak piyasada bulamamıştım, çünkü yok, baskıları tükenmiş. Neyse ki geçenlerde Eskişehir'e gidince bir kütüphanede Sineksağan'ı buldum ve alıp okudum. Bir Avuç Yıldız ve Gece Masalcısı'nı da bulursam hemen alıp okuyacağım.
Schami, kendi çocukluğunu olabildiğince basit bir dille anlatıyor. Tam da bu basitlik kitaba olağanüstü bir hava veriyor. Yazar, başından geçenleri, ailesini, akrabalarını, komşularını, oturdukları Hıristiyan mahallesini, Müslüman arkadaşlarını öyle masalımsı bir dille anlatıyor ki dayanamayıp kendi çocukluğumuza gidiyoruz. Ve bir kez daha anlıyoruz ki, yitirdiğimiz bir kıymetlimizdi çocukluğumuz; bir daha asla geri gelmeyecek. Bu soğuk gerçek, ömrümüz boyunca sık sık aklımıza gelecektir. Ve bizi teselli edecek olan da, tüm diğer soğuk gerçeklerde olduğu gibi, yine edebiyat olacaktır. Tıpkı Schami'nin öykülerini okuyunca hem çocukluğumuzu anımsayıp hüzünlendiğimiz, hem de onlarda biraz teselli bulduğumuz gibi. Okumanızı öneririm.
30 Nisan 2014
29 Nisan 2014
Fotoğrafların Anlattıkları - 7
28 Nisan 2014
Günler geçerken...
Masamın üstünde geçen sonbahardan beri iki tane kuşburnu duruyor. Ben mi köye gidince ağaçtan koparıp getirdim, annemin getirdiklerinin arasından mı alıp buraya koydum, hiç hatırlamıyorum. Annemin getirdiklerinden olsalar gerek. Getirip masamın üstüne koymamın özel bir nedeni de yoktu. Öylece elime alıp oynamıştım, oyuncaklarla oynar gibi. Sonra, önümüzdeki yıla kadar burada kalsınlar, demiştim kendi kendime. Koyalı birkaç gün olmuştu, artık solup büzülmeye başlamışlardı yavaş yavaş, annem görmüş ve "Bunları buraya koymuşsun madem, atma, seneye çekirdeklerini ekeriz," demişti. Zaten ben de atmayacaktım. Kalıyorlar işte. Altı ay oldu galiba.
İşin özüne bakarsanız, dilin kemiğinin olmaması değil, beynin kemiğinin olmamasıdır acı olan.
Köpekler iyi güzel de, peki ya martılara ne demeli? Az önce pencereden dışarı bakınca bir martı gördüm de oradan aklıma geldi. Geçen yıl bizim semtin üzerinde ötüşüp uçuşan birkaç martı gördüm. Hayırdır, diye geçirdim içimden. Çünkü deniz buraya üç km. uzakta. Martılar her zaman buradan uçar uçmasına da, bu kez durum farklıydı, uçmuyorlardı, yerdeki bir şeye odaklanmışlardı besbelli. Anneme söyledim, hemen beni aydınlattı sağ olsun. O gün balık yapmış, kafa, kuyruk gibi artıklarını da kedi yesin diye bahçeye bırakmış. İşte, martılar da onlar için gelmişler meğer. Hayret edilesi! Bizim insan halimizle asla sahip olamayacağımız bir yeti. O kadar uzaklıktan, bahçedeki balık artıklarından nasıl haberleri olabiliyor? Düşün dur. Yine şuraya geliyoruz ki, hayvanlar sandığımız kadar hayvan, insanlar da sandığımız kadar insan değil.
Bu yıl, geçtiğimiz güzle kış özellikle, çok okuyamadım maalesef. Çok sıkıntı verici bir dönemdi. Gitsin de gelmesin öyle zamanlar! Aslına bakarsanız, bu yıl muazzam miktarda internet malzemesi okudum. Makale, deneme, şiir, yazı, vs. Ama kitabın yeri bambaşka tabii. Hepimizin başından bol okumalı, güzel günler eksik olmasın.
***
Son iki-üç yıldır pek çok şeyi –aslında her şeyi– sorgulayıp duruyorum. Birçok şeye dair düşüncelerim de değişti bu süre içinde. Mesela artık yalnızca canlıların değil, cansız şeylerin de bir ruhu olduğuna inanıyorum ciddi ciddi. Aslında bu inanç bana özgü değil. Binlerce yıl öncesinden söylenmiş olan bir şey zaten. Yanılmıyorsam bazı filozoflar da parmak basmışlar meseleye. Sözün kısası, biz insanlarınkinden farklı elbette, ama taşların, suyun, toprağın, masanın, kalemin, ve elbette dalından aylar önce koparılmış iki kuşburnunun da ruhu var, bunu inkâr edemeyiz. Yine de isteyen edebilir, benim açımdan herhangi bir sorun yok, ben böyle inanmayı sürdüreceğim.
***
Penceremin önündeki genç kavaklar yaprak açmaya başladılar. Küçük yeşil kalplere benziyor yaprakları. Bunların bir kısmı fidan olarak dikilmiş kim bilir kaç yıl önce, bir kısmı da kesilmiş olan ağaçların kökünden filizlenerek çıkmış. Yirmi yıl sonra epey kalınlaşmış olacaklar. Kim bilir o zaman biz nerede, ne yapıyor olacağız. Belki de ölmüş olacağız.
***
Bana, artık evlen, diyorlar sık sık. Tabii, söylemek yapmaktan daha kolaydır. Bir şeyi söylemekte ne var? Dilin kemiği yok diye boşuna mı demişler?İşin özüne bakarsanız, dilin kemiğinin olmaması değil, beynin kemiğinin olmamasıdır acı olan.
***
Öyle sanıyorum ki zamanın birinde söylemek, düşünmekten de, yapmaktan da daha zordu. En zor olan şeydi söylemek. Belki bundan bin yıl önce, belki beş bin yıl önce böyleydi. Tam olarak bilmiyorum ama seziyorum, mutlaka öyle bir zaman vardı geçmişte. Evet, balık burcuyum ben, ayıptır söylemesi, sezgilerim kuvvetlidir.
***
İlkokul birinci sınıftaydık. Öğretmenimiz bir gün küçük bir kitaplık getirip sınıfın duvarına çaktı. Kitap-defter cildiyle güzelce bir ciltledi, sonra da birkaç tane kitap getirip içine koydu. Kitapları çok seviyordum, o günden sonra her teneffüste kitaplığın yanında duruyor, bir kitap alıp okumaya çalışıyordum. Bazılarınınsa içindeki resimlere bakıyordum. İçinde eşeğine ters binmiş bir Nasrettin Hoca resmi olan kitabı nasıl da seviyordum. Bir de burç kitabı vardı. O zamanlar ne olduğunu anlamıyordum tabii, şimdi düşününce, burçlardan, burçların özelliklerinden falan bahseden bir kitaptı sanki. Birinci sınıf düzeyine uygun bir kitap değildi elbette, sanırım öğretmenimiz onu ve öbür birkaç kitabı kitaplığımız boş görünmesin diye getirip koymuştu. Sahiden de boş duran kitaplıkların boynu büküktür her zaman, ama hiç uğranılmayan kitaplıkların boynu daha bir büküktür ki, konumuz bu değil şimdi. İlk başlarda o burç kitabından hiçbir şey anlamıyordum doğal olarak, gel gör ki içinde öyle ilginç resimler, çizimler vardı ki her gün bakmaktan kendimi alamıyordum. Sonra bir gün, üst sınıftaki çocukların yardımıyla ne olduğunu az buçuk anladım, onlar da hatırladığım kadarıyla öğretmenden öğrenmişlerdi bunu: Herkesin bir burcu vardı. O halde benim neden olmasındı? Derhal hangi burcu "tutacağımı" düşünmeye başlamış, biraz düşündükten sonra da Balık burcunu tutmaya karar vermiştim. Evet, burçları takım gibi tahayyül etmiştim, isteyen istediği burcu tutabiliyordu. O günden sonra o kitapta Balık burcuna daha fazla bakar oldum haliyle. Bulması çok kolaydı, kitabın sonlarına doğruydu. Zaten açıla kapana, artık kendiliğinden açılıyordu Balık'ın olduğu sayfa. Öyle işte, yıllar geçti aradan, neyin ne olduğunu öğrendim, bir de baktım ki sahiden de Balık burcuymuşum. Daha o zamandan sezmiş olmalıyım bunu. Dedim ya, Balık burcunun sezgileri güçlüdür. :)
***
Köpeklerde doyma hissi yoktur diyorlar. Gerçek mi, değil mi, bilmiyorum. Bir ara açıp Wikipedia'ya bakarım. Diğer bazılarıysa köpeklerde renkleri görme yetisi olmadığını, köpeklerin her şeyi siyah beyaz gördüklerini söylüyorlar. Bunun da gerçek olup olmadığını bilmiyorum. Buna da bakarım. Yalnız, köpeklerle ilgili kesin olarak bildiğim bir gerçek var, o da koku alma yetilerinin son derece gelişkin olduğu. Bunu bir yerde okumaya gerek de yok zaten, hepimiz gözümüzle görmüşüzdür köpeklerin ne kadar iyi koku aldıklarını.Köpekler iyi güzel de, peki ya martılara ne demeli? Az önce pencereden dışarı bakınca bir martı gördüm de oradan aklıma geldi. Geçen yıl bizim semtin üzerinde ötüşüp uçuşan birkaç martı gördüm. Hayırdır, diye geçirdim içimden. Çünkü deniz buraya üç km. uzakta. Martılar her zaman buradan uçar uçmasına da, bu kez durum farklıydı, uçmuyorlardı, yerdeki bir şeye odaklanmışlardı besbelli. Anneme söyledim, hemen beni aydınlattı sağ olsun. O gün balık yapmış, kafa, kuyruk gibi artıklarını da kedi yesin diye bahçeye bırakmış. İşte, martılar da onlar için gelmişler meğer. Hayret edilesi! Bizim insan halimizle asla sahip olamayacağımız bir yeti. O kadar uzaklıktan, bahçedeki balık artıklarından nasıl haberleri olabiliyor? Düşün dur. Yine şuraya geliyoruz ki, hayvanlar sandığımız kadar hayvan, insanlar da sandığımız kadar insan değil.
***
Köpek deyince, Çehov'un köpekle kurt yavrularını anlatan öyküsü geldi aklıma. Ne olup bitiyordu öyküde, unutmuşum. Geçen gün bir arkadaşım izlemiş olduğu filmleri unuttuğunu söyleyip hafızasından yakınıyordu. Bu sadece senin problemin değil ki, dedim kendisine, hepimizin problemi. Ben de izlediğim filmleri, okuduğum kitapları, kimisini bir ay sonra, kimisini bir yıl sonra unutuyorum. Hele hele günümüzde, aklımızda tutmamız gereken o kadar çok şey var ki, birtakım şeyleri unutmamız gayet doğal. Yıllar önce bir akrabam hayatında okuduğu yegâne kitap olan Suç ve Ceza'yı büyük bir heyecanla anlatmıştı bana. Tek bir kitap okuyunca unutması zor tabii.
***
Bir zamanlar birkaç kitabı birlikte okurdum. Diyelim dört tanesini. Bir hafta, on gün geçerdi, bakardım hiç ilerleme yok. Ama bir ay sonra kitaplar bitince de epey rahatlardım. Sonra bıraktım bu tür okumayı. Son beş-altı yıldır, istisnalar dışında, hep tek tek okuyorum kitapları. Ne var ki şu son bir ay içinde yine eski alışkanlığım nüksetmiş durumda. Çünkü okunması gereken çok kitap birikti. Yine de fena sayılmaz okuma hızım. Sineksağan ile Felsefenin Tesellisi (de Botton) bitti. Galîz Kahraman'ın bitmesine 50, Brandes'in Kararı'nın bitmesine 10, Açlık'ın bitmesineyse 20 sayfa kaldı. Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu'nun üçte ikisini okudum, ancak kalan üçte birini bitirdikten sonra bir kez daha baştan okuyacağım. Yaşar Kemal üstadımızın Ağrıdağı Efsanesi'neyse bugün yarın başlarım inşallah. Bu yıl, geçtiğimiz güzle kış özellikle, çok okuyamadım maalesef. Çok sıkıntı verici bir dönemdi. Gitsin de gelmesin öyle zamanlar! Aslına bakarsanız, bu yıl muazzam miktarda internet malzemesi okudum. Makale, deneme, şiir, yazı, vs. Ama kitabın yeri bambaşka tabii. Hepimizin başından bol okumalı, güzel günler eksik olmasın.
27 Nisan 2014
Dinlemenin erdemi, gözlemenin önemi
İnsanlar konuştuğunda onları sonuna dek dinleyin. Ne yanıt vereceğinizi o an düşünmeyin. Pek çok insan karşısındakini hiç dinlemez. Ayrıca gözlemez de. Bir odaya girip çıktıktan sonra içeride gördüğünüz her şeyi bilmelisiniz. Yalnızca bu da değil, eğer o oda size herhangi bir şey hissettiriyorsa, size onu hissettirenin ne olduğunu kesin olarak bilmek durumundasınız. Bir kez deneyin bunu. Çarşıdayken sinemanın önünde durun ve insanların taksilerden ve diğer arabalardan kaçışlarının birbirinden ne denli farklı olduklarına bakın. Daha binlerce yolu var bunu denemenin. Öteki insanları hiç göz ardı etmeyin, budur işin özü.
Ernest Hemingway (Via)
26 Nisan 2014
Krasnodar'a Giderken
Amcamın kaynanasının öldüğünü öğrendik. Haliyle taziyesine gitmemiz icap etti. Bizler de –ben, babam, amcam, diğer amcalarım, dayım, amcaoğullarım, ve annesi ölen yengem– hemen yola koyulmak için hazırlanmaya başladık. Mahallemizin imamı da gelecekti tabii, bizim burada gelenektir çünkü, bir yere taziyeye gidileceği zaman imam da gelir.
Amcam Krasnodar'dan evlenmişti. Yıllar önce oraya işçi olarak gitmiş, bir fabrikada bir-iki yıl çalıştıktan sonra yengemle tanışmış. Birbirlerine âşık olmuşlar, işi tamamına erdirmeye karar verince de amcam memlekete mektup yazıp durumu bildirmiş. O zaman dedem, ninem, dedemin kardeşi, babam ve bir diğer amcam kalkıp kızı istemeye gitmişler. Ailesi de vermiş. Sonra nişandır, düğündür derken evlenmişler işte. Kırk yılı bulmuştur nereden baksan.
Amcamın kaynanasının öldüğü haberi gelir gelmez babam gidiş dönüş işiyle benim ilgilenmemi söyledi. Ben de hemen başladım çalışmalara. Çocukluk arkadaşım Abdülrezzak'a mektup yazarak uçağına ihtiyacımız olduğunu söyledim. O da, sağ olsun, ertesi gün cevap mektubu göndererek istediğim zaman uçağı alabileceğimi, yalnız içinde hiç yakıt olmadığını bildirdi. Bunun üzerine ben hemen Gezerye Teyzelere doğru yola koyuldum. Gezerye Teyze, Abdülrezzak'ın annesi olur. Bir çay içip biraz sohbet ettikten sonra uçağı alıp bizim eve geldim. Amcamın oğluna uçağı götürüp denizin kıyısında yıkayacağımı, yardım için benimle gelmesini söyledim. Sonuçta uzak memlekete gidiyorduk, elâlem bakıp da, ne kirli insanlar, bu pis uçakla gelmişler, demesindiler. Evdekilere, siz hazır olun, biz uçağı yıkar yıkamaz gelip yola çıkıyoruz, dedim. Amcamın oğluyla uçağa atlayıp denizin kıyısına gittik. Aslında benim derdim uçağı yıkamak değil, yakıt almaktı. Evet, Van Denizi'nin suyu uçak yakıtı olarak kullanılabiliyor. Bunu şimdiye dek hiç kimseye söylemedim, ilk olarak burada söylüyorum. Uçağı bir güzel yıkayıp deposunu ve yanımızda getirdiğimiz bidonu doldurduktan sonra tekrar eve geldik.
Evdekiler hazırdı. Yengem hariç herkesin suratında aynı kıvamda bir hüzün belirmişti, yengemse ağlıyordu doğal olarak. Ağlayan biri daha vardı. Küçük yeğenim Zehriye. Ama onun ağlama nedeni farklıydı, tutturmuş ben de geleceğim diyordu. Ne var ki onu yanımızda götüremezdik, taziyeye gidiyorduk sonuçta, ufak bir çocuğu götürüp kendimize orada ayak bağı mı yapacaktık? Zehriye'nin dedesi olan amcam cebinden çıkardığı bir şeker verdi, bir de dönüşte kendisine sarışın bir bebek alacağını söyledi de Zehriye biraz yatışır gibi oldu. Biz de bunu fırsat bilip hemen uçağa doluştuk.
Ben pilot koltuğuna oturdum, yanımdaki yardımcı pilot koltuğunaysa imam gelip oturdu hemen. Ama ben imama oradan kalkmasını söyledim. "Nedenmiş," diye çıkıştı. Çünkü büyükler hep öne oturur, buralarda böyle. İmam efendi de yaşça olmasa bile imamlığından ötürü oradakilerin en büyüğü sayılırdı. Fakat ben onun oraya binemeyeceğini, çünkü bildiğim kadarıyla ehliyetinin olmadığını kendisine bir kez daha söyledim. "Evet ama," dedi o da, "zaten uçağı sen sürüyorsun, benim ehliyetimin olup olmaması neyi değiştirir?" Ben de dünya havacılık kurallarına göre yanıma ancak yardımcı pilotun oturabileceğini söyledim. Ama imamın vazgeçeceği yoktu. "Güzel kardeşim," dedi, "zaten havada uçmayacak mıyız? Ne yani, havada da trafik çevirme mi var?" Baktım, imamla aşık atacak halim yok, çaresiz kabul ettim. "Tamam hocam," dedim, "nerede istiyorsan orada otur." Bu ufak kriz böylece çözümlenmiş gibi olunca artık kalkış için hazırdım. Gelgelelim tam o anda kafama bir şey dank etti.
Normalde bizim evin önündeki düzlüğe iniş kalkış yapıyordum. Ama bu kez Krasnodar'a gidiyorduk. Uzak memleketti Krasnodar. Uzak olunca da oraya varmak için hızlı bir kalkış yapmak gerekiyordu. Hızlı bir kalkış için de uzun bir piste ihtiyaç vardı. Ne var ki uzun pist yoktu. Ne halt edecektik şimdi?
Dışarıdakiler uçağın bir türlü kalkmadığını görünce, kuzenim işaret ederek bunun nedenini sordu. Ben de camı açarak kendisine söyledim. Bunu duyan teyzemin kızı heyecanla atıldı: "Kanatları uzatmanız işe yarar belki." Ben anlamamış gözlerle ona bakınca sürdürdü: "Fizik kitabında görmüştüm, kanatlar ne kadar kısaysa, uçak kalkış için o kadar fazla kuvvete ihtiyaç duyar." İyi dedik. Uçaktan indik tekrar. Bir çocuk yollayıp Marangoz Esmerettin Ustayı çağırttık. Biraz sonra geldi usta. Kendisinden kanatlara ek olarak kullanabileceğimiz bir şeyler ayarlamasını istedim. O da hemen hünerini konuşturdu ve keresteden birer buçuk metre uzunlukta iki ek yapıp kanatlara taktı. Biz de kendisine teşekkür ederek yine uçağa bindik. Motoru çalıştırdım. Eğer hızlı bir kalkış yapabilirsem zaten devam edecektik, yapamazsam geri dönecektik. Neyse ki teyzemin kızı haklıymış, kanatların uzaması işe yaradı. Böylece Krasnodar'a doğru yola çıktık.
Amcam Krasnodar'dan evlenmişti. Yıllar önce oraya işçi olarak gitmiş, bir fabrikada bir-iki yıl çalıştıktan sonra yengemle tanışmış. Birbirlerine âşık olmuşlar, işi tamamına erdirmeye karar verince de amcam memlekete mektup yazıp durumu bildirmiş. O zaman dedem, ninem, dedemin kardeşi, babam ve bir diğer amcam kalkıp kızı istemeye gitmişler. Ailesi de vermiş. Sonra nişandır, düğündür derken evlenmişler işte. Kırk yılı bulmuştur nereden baksan.
Amcamın kaynanasının öldüğü haberi gelir gelmez babam gidiş dönüş işiyle benim ilgilenmemi söyledi. Ben de hemen başladım çalışmalara. Çocukluk arkadaşım Abdülrezzak'a mektup yazarak uçağına ihtiyacımız olduğunu söyledim. O da, sağ olsun, ertesi gün cevap mektubu göndererek istediğim zaman uçağı alabileceğimi, yalnız içinde hiç yakıt olmadığını bildirdi. Bunun üzerine ben hemen Gezerye Teyzelere doğru yola koyuldum. Gezerye Teyze, Abdülrezzak'ın annesi olur. Bir çay içip biraz sohbet ettikten sonra uçağı alıp bizim eve geldim. Amcamın oğluna uçağı götürüp denizin kıyısında yıkayacağımı, yardım için benimle gelmesini söyledim. Sonuçta uzak memlekete gidiyorduk, elâlem bakıp da, ne kirli insanlar, bu pis uçakla gelmişler, demesindiler. Evdekilere, siz hazır olun, biz uçağı yıkar yıkamaz gelip yola çıkıyoruz, dedim. Amcamın oğluyla uçağa atlayıp denizin kıyısına gittik. Aslında benim derdim uçağı yıkamak değil, yakıt almaktı. Evet, Van Denizi'nin suyu uçak yakıtı olarak kullanılabiliyor. Bunu şimdiye dek hiç kimseye söylemedim, ilk olarak burada söylüyorum. Uçağı bir güzel yıkayıp deposunu ve yanımızda getirdiğimiz bidonu doldurduktan sonra tekrar eve geldik.
Evdekiler hazırdı. Yengem hariç herkesin suratında aynı kıvamda bir hüzün belirmişti, yengemse ağlıyordu doğal olarak. Ağlayan biri daha vardı. Küçük yeğenim Zehriye. Ama onun ağlama nedeni farklıydı, tutturmuş ben de geleceğim diyordu. Ne var ki onu yanımızda götüremezdik, taziyeye gidiyorduk sonuçta, ufak bir çocuğu götürüp kendimize orada ayak bağı mı yapacaktık? Zehriye'nin dedesi olan amcam cebinden çıkardığı bir şeker verdi, bir de dönüşte kendisine sarışın bir bebek alacağını söyledi de Zehriye biraz yatışır gibi oldu. Biz de bunu fırsat bilip hemen uçağa doluştuk.
Ben pilot koltuğuna oturdum, yanımdaki yardımcı pilot koltuğunaysa imam gelip oturdu hemen. Ama ben imama oradan kalkmasını söyledim. "Nedenmiş," diye çıkıştı. Çünkü büyükler hep öne oturur, buralarda böyle. İmam efendi de yaşça olmasa bile imamlığından ötürü oradakilerin en büyüğü sayılırdı. Fakat ben onun oraya binemeyeceğini, çünkü bildiğim kadarıyla ehliyetinin olmadığını kendisine bir kez daha söyledim. "Evet ama," dedi o da, "zaten uçağı sen sürüyorsun, benim ehliyetimin olup olmaması neyi değiştirir?" Ben de dünya havacılık kurallarına göre yanıma ancak yardımcı pilotun oturabileceğini söyledim. Ama imamın vazgeçeceği yoktu. "Güzel kardeşim," dedi, "zaten havada uçmayacak mıyız? Ne yani, havada da trafik çevirme mi var?" Baktım, imamla aşık atacak halim yok, çaresiz kabul ettim. "Tamam hocam," dedim, "nerede istiyorsan orada otur." Bu ufak kriz böylece çözümlenmiş gibi olunca artık kalkış için hazırdım. Gelgelelim tam o anda kafama bir şey dank etti.
Normalde bizim evin önündeki düzlüğe iniş kalkış yapıyordum. Ama bu kez Krasnodar'a gidiyorduk. Uzak memleketti Krasnodar. Uzak olunca da oraya varmak için hızlı bir kalkış yapmak gerekiyordu. Hızlı bir kalkış için de uzun bir piste ihtiyaç vardı. Ne var ki uzun pist yoktu. Ne halt edecektik şimdi?
Dışarıdakiler uçağın bir türlü kalkmadığını görünce, kuzenim işaret ederek bunun nedenini sordu. Ben de camı açarak kendisine söyledim. Bunu duyan teyzemin kızı heyecanla atıldı: "Kanatları uzatmanız işe yarar belki." Ben anlamamış gözlerle ona bakınca sürdürdü: "Fizik kitabında görmüştüm, kanatlar ne kadar kısaysa, uçak kalkış için o kadar fazla kuvvete ihtiyaç duyar." İyi dedik. Uçaktan indik tekrar. Bir çocuk yollayıp Marangoz Esmerettin Ustayı çağırttık. Biraz sonra geldi usta. Kendisinden kanatlara ek olarak kullanabileceğimiz bir şeyler ayarlamasını istedim. O da hemen hünerini konuşturdu ve keresteden birer buçuk metre uzunlukta iki ek yapıp kanatlara taktı. Biz de kendisine teşekkür ederek yine uçağa bindik. Motoru çalıştırdım. Eğer hızlı bir kalkış yapabilirsem zaten devam edecektik, yapamazsam geri dönecektik. Neyse ki teyzemin kızı haklıymış, kanatların uzaması işe yaradı. Böylece Krasnodar'a doğru yola çıktık.
İkinci bölümü Krasnodar'a vardıktan sonra "yazacaktım".
25 Nisan 2014
Özde vs. Sözde
Aqua,
Sorbitol,
Hydrated Silica,
Glycerin,
Potassium Nitrate,
Cocamidopropyl Betaine,
Aroma,
Xanthan Gum,
Titanium Dioxide,
Sodium Fluoride,
Sodium Saccharin,
Sodium Hydroxide,
Sucralose,
Limonene.
Ya da halk arasında bilinen adıyla diş macunu.
Sorbitol,
Hydrated Silica,
Glycerin,
Potassium Nitrate,
Cocamidopropyl Betaine,
Aroma,
Xanthan Gum,
Titanium Dioxide,
Sodium Fluoride,
Sodium Saccharin,
Sodium Hydroxide,
Sucralose,
Limonene.
Ya da halk arasında bilinen adıyla diş macunu.
24 Nisan 2014
23 Nisan 2014
Kitaplar, okumak vs.
Bugün Dünya Kitap Günü'ymüş. Yenice öğrendim.
Kitaplar ve okuma üzerine söylenmiş bir kısım güzel söz...
Kitaplar ve okuma üzerine söylenmiş bir kısım güzel söz...
Son sayfasını kapattığınızda bir dostu yitirmiş duygusuna kapıldıysanız, bilin ki iyi bir kitap okudunuz.
–Paul Sweeney
Bir zaman gelir, sayfayı çevirmekle kitabı kapatmak arasında kalırsınız.
–Josh Jameson
Yaşanacak yalnızca bir hayatı olduğunu düşünen bir kimse, bir kitabın nasıl okunduğunu bilmiyor olmalıdır.
–Anonim
Olağanüstü bir zekâya sahip biriyle karşılaşınca ona hangi kitapları okuduğunu sormalıyız.
–Ralph Waldo Emerson
Yalnızca herkesin okuduğu kitaplardan okursanız, herkesin düşündüğü gibi düşünürsünüz.
–Haruki Murakami
Bir çocuğa okuma alışkanlığı kazandıran, okumayı onun en temel gereksinimlerinden biri yapan kitap, iyi kitaptır.
–Maya Angelou
İyi bir roman, kahramanı hakkındaki gerçeği anlatır, kötü bir romansa yazarı hakkındakini.
–G.K. Chesterton
İnsanoğlunun bugüne dek icat ettiği en verimli teknolojik makine kitaptır.
–Northrop Frye
Kitap, bir bakıma dünyadır. Eğer sevmiyorsanız ya bir kenara atın, ya da kendinizinkini ortaya koyun.
–Salman Rushdie
Sevdiğimiz bir kitapla geçirdiklerimizin dışında, doyasıya yaşadığımız bir çocukluk günümüz yoktur muhtemelen.
–Marcel Proust
Dünyanın ahlaksız dediği kitaplar, dünyaya kendi utancını gösteren kitaplardır.
–Oscar Wilde
Evlilik, ilk bölümü şiir, gerisi ise düzyazı olan bir kitaptır.
–Beverly Nichols
Kırılgan bir düşünceyi kırmadan deneyebileceğiniz tek yer vardır: kitap.
–Edward P. Morgan
Öncelikle en iyi kitapları okuyun. Sonra onların hepsini okuma şansınız olmayabilir.
–Henry David Thoreau
Şöyle bir kuralınız olsun: Kendi okumadığınız bir kitabı hiçbir zaman bir çocuğa vermeyin.
–George Bernard Shaw
Kitaplar insana, kendi özgün düşüncelerinin aslında pek de yeni olmadıklarını gösterir.
–Abraham Lincoln
Bir kitabı, çok sevdiği halde sadece bir kez okuyan bir insan yoktur herhalde.
–C.S. Lewis
Beklentiyle açılıp kazançla kapanan şey iyi bir kitaptır.
–Amos Bronson Alcott
Bütün okurları iki sınıfa ayırırım: Hatırlamak için okuyanlar, unutmak için okuyanlar.
–William Lyon Phelps
Eskiden kitaplar bilge insanlar tarafından yazılır, halk tarafından okunurdu. Şimdilerde ise halk tarafından yazılıyor, kimse tarafından okunmuyorlar.
–Oscar Wilde
Kitapları yakmaktan daha kötü suçlar vardır. Onlardan biri de kitapları okumamaktır.
–Joseph Brodsky
Kitap ayna gibidir. Bir aptal baktığında bir dehanın görünmesini bekleyemezsiniz.
–J.K. Rowling
Yeni kitapların en kötü yanı, bizi eski kitapları okumaktan alıkoymalarıdır.
–Joseph Joubert
İyi bir kitap hiç bitmez.
–R.D. Cumming
Kaynak
22 Nisan 2014
Karganın evi
Dünyadan ne denli çok beklentisi varsa insanın, mutluluğu yakalaması da o denli zorlaşıyor. Sanırım bunda bir tekimiz bile dışarıda kalmamak üzere hemfikiriz.
Bakınız, bu aşağıda gördüğünüz olay benim penceremin önünde geçiyor. İki gün içinde evini dayadı döşedi karga. Evet, sadece iki gün. Belki bir gün daha çalışacak üstünde, sonra girip yerleşecek. Peki ya, siz üç günde bir ev yapıp yerleşebilen bir insan gördünüz mü hiç? Göremezsiniz. Çünkü insanoğlunun beklenti çıtası o kadar yüksek ki, doğanın kanununu hiçe sayıp geçiyor. O nedenledir ki çokluk insanlar bir ömür boyu bir ev, bir araba için didinip duruyorlar. Zavallı insanlar!
Nihayet o evi elde ettiklerinde ömür bitme noktasına gelmiş oluyor. Sağlık, gençlik, enerji hep gitmiş oluyor. Peşinde onca koşulan mutluluksa zaten bunlar olmadan olanaksız. Sözün kısası, insan bu dünyada mutlu olmak istiyorsa kargaları gözlemlemeli biraz. Ciddiyim.
.
Bakınız, bu aşağıda gördüğünüz olay benim penceremin önünde geçiyor. İki gün içinde evini dayadı döşedi karga. Evet, sadece iki gün. Belki bir gün daha çalışacak üstünde, sonra girip yerleşecek. Peki ya, siz üç günde bir ev yapıp yerleşebilen bir insan gördünüz mü hiç? Göremezsiniz. Çünkü insanoğlunun beklenti çıtası o kadar yüksek ki, doğanın kanununu hiçe sayıp geçiyor. O nedenledir ki çokluk insanlar bir ömür boyu bir ev, bir araba için didinip duruyorlar. Zavallı insanlar!
Nihayet o evi elde ettiklerinde ömür bitme noktasına gelmiş oluyor. Sağlık, gençlik, enerji hep gitmiş oluyor. Peşinde onca koşulan mutluluksa zaten bunlar olmadan olanaksız. Sözün kısası, insan bu dünyada mutlu olmak istiyorsa kargaları gözlemlemeli biraz. Ciddiyim.
.
20 Nisan 2014
Konuşma
aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.
iyi nişan alırdı kendini asan zenci,
bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
sizden iyi olmasın, boşanmada birinci...
çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.
Ülkü Tamer
üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.
iyi nişan alırdı kendini asan zenci,
bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
sizden iyi olmasın, boşanmada birinci...
çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.
Ülkü Tamer
19 Nisan 2014
Saksağan
Bugün cumartesi. Saati yediye kurmuştum, hafta içi beşe kuruludur hep. İki saat fazladan uyur, sonra uyanıp yataktan çıkmadan elimdeki kitabın kalan elli sayfasını okurum, diye düşünmüştüm. Tabii, evdeki hesabın çarşıya uymadığını daha bin yıl önce söylemişlerdi zaten. Saat yedide uyandım. Yataktan da çıktım. Tuvalete gidip geldim, yine yatağa girdim. Birkaç dakika daha uyuyayım, diyerek gözlerimi yumdum. Yumuş o yumuş. Zaten uyanıp birkaç dakikanın hesabını yaptıktan sonra tekrar uyuyan bir insanın hesabını yaptığı o birkaç dakika sonrasında uyandığı dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Sen beş dakika daha dersin, olur üç saat. Yine öyle oldu. Uyandığımda saat ondu. Gerçi bu benim suçum da değil pek. Hafta içi her gün beşte uyanınca uykumu alamıyorum. Böyle olunca da uyku ihtiyacım birikip birikip hafta sonu patlıyor. Ne yapalım, başa gelen çekilir.
Bugün hava çok güzel. Şu anda saat 10:14. Notlara daha sonra devam edeceğim. Bakalım ne oluyor birkaç saat içinde. Şimdilik nokta.
***
Kitabımı bitirdim. Önce balkona çıkıp güneşin altında okudum biraz. Güneş rahatsız edince kalkıp içeri geçtim. Salonda bir-iki sayfa okuyup odaya geçtim. Yatakta uzanarak okudum. Biraz sonra kalkıp enstrümantal bir müzik açtım, sesini de oldukça kıstım, öylece okudum kitabımı. Bir ara gözlerimi kapattım. Öylece kalsam uyuklayabilirdim, ama uykumu almış olduğum için uyumadım.
Kitabı okumaya başlamadan önce yemek yedim. Bugün kahvaltı etmedim, doğrudan öğle yemeği yedim. Balkondayken de ağaca tünemiş iki saksağan gördüm. Makineyi getirip birkaç tane fotoğraflarını çektim. Uzunca bir süre orada kaldılar. Sonra bir baktım yok olmuşlar. Şu an saat 13:07. Yine nokta.
***
Dışarı çıktım. Dayım ve yeğenimle oturup çay içtik, oradan buradan konuştuk. Sonra kalkıp dağıldık. Eve geldim. Yemek yedim. Bir film izleyesim var. Ama bir yandan da yok. Eskiden çok film izlerdim, son zamanlarda eskisi kadar izlemiyorum. Alışkanlıklarımız çok değişiyor biz farkında olmadan. Kim bilir, on yıl, yirmi yıl sonra nelerle uğraşıyor olacağım.
.
Bugün çektiğim saksağan arkadaşlar işte bunlar. Sık sık, keşke resim yeteneğim olsaydı, hatta çok iyi resimler yapan biri olsaydım, diye geçiriyorum içimden. Sanırım o zaman en çok hayvanları çizerdim. Kara kargaları, saksağanları, kurtları, köpekleri, koyunları, keçileri ve daha birçoğunu. Gelgelelim elde bir şey yoksa yoktur, deşmek, derinlere inmek çok da bir şey kazandırmıyor. Filanca yeteneğin yoksa yoktur. Hafta sonu atlayıp Lizbon'a gitmek istiyorsundur ama gidemiyorsundur; imkânın yoksa yoktur. Oturacaksın oturduğun yerde. Lakin şöyle bir durum var, bir zaman geliyor, oturduğun yer senden sıkılıyor. Sen sıkılmıyorsun ha, zinhar, sen hiçbir şeyden sıkılmıyorsun zaten, ama işte, diyorum ya, durduğun yer senden sıkılıyor. Ve işte o zaman başını ellerinin arasına alıyorsun. Neyse... Yazının başlığı da saksağan olsun bari. Saat 21:27. Nokta.
Bugün hava çok güzel. Şu anda saat 10:14. Notlara daha sonra devam edeceğim. Bakalım ne oluyor birkaç saat içinde. Şimdilik nokta.
***
Kitabımı bitirdim. Önce balkona çıkıp güneşin altında okudum biraz. Güneş rahatsız edince kalkıp içeri geçtim. Salonda bir-iki sayfa okuyup odaya geçtim. Yatakta uzanarak okudum. Biraz sonra kalkıp enstrümantal bir müzik açtım, sesini de oldukça kıstım, öylece okudum kitabımı. Bir ara gözlerimi kapattım. Öylece kalsam uyuklayabilirdim, ama uykumu almış olduğum için uyumadım.
Kitabı okumaya başlamadan önce yemek yedim. Bugün kahvaltı etmedim, doğrudan öğle yemeği yedim. Balkondayken de ağaca tünemiş iki saksağan gördüm. Makineyi getirip birkaç tane fotoğraflarını çektim. Uzunca bir süre orada kaldılar. Sonra bir baktım yok olmuşlar. Şu an saat 13:07. Yine nokta.
***
Dışarı çıktım. Dayım ve yeğenimle oturup çay içtik, oradan buradan konuştuk. Sonra kalkıp dağıldık. Eve geldim. Yemek yedim. Bir film izleyesim var. Ama bir yandan da yok. Eskiden çok film izlerdim, son zamanlarda eskisi kadar izlemiyorum. Alışkanlıklarımız çok değişiyor biz farkında olmadan. Kim bilir, on yıl, yirmi yıl sonra nelerle uğraşıyor olacağım.
.
Bugün çektiğim saksağan arkadaşlar işte bunlar. Sık sık, keşke resim yeteneğim olsaydı, hatta çok iyi resimler yapan biri olsaydım, diye geçiriyorum içimden. Sanırım o zaman en çok hayvanları çizerdim. Kara kargaları, saksağanları, kurtları, köpekleri, koyunları, keçileri ve daha birçoğunu. Gelgelelim elde bir şey yoksa yoktur, deşmek, derinlere inmek çok da bir şey kazandırmıyor. Filanca yeteneğin yoksa yoktur. Hafta sonu atlayıp Lizbon'a gitmek istiyorsundur ama gidemiyorsundur; imkânın yoksa yoktur. Oturacaksın oturduğun yerde. Lakin şöyle bir durum var, bir zaman geliyor, oturduğun yer senden sıkılıyor. Sen sıkılmıyorsun ha, zinhar, sen hiçbir şeyden sıkılmıyorsun zaten, ama işte, diyorum ya, durduğun yer senden sıkılıyor. Ve işte o zaman başını ellerinin arasına alıyorsun. Neyse... Yazının başlığı da saksağan olsun bari. Saat 21:27. Nokta.
18 Nisan 2014
Platonik
Vasfi'nin gülü kimdi acaba? Sanırım hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Bu gördüğünüz fotoğraf bir mizansen aslında. İki yıl önce arabaya doluşmuş bir yere gidiyorduk birkaç arkadaş. Bu kamyoneti görmekle çantamdan makineyi çıkarmam bir oldu. Çocuğa işaret ederek bir poz vermesini istedim. Beni kırmadı ve büyük bir keyifle verdi pozu, ben de çektim.
İlk bakışta bu çocuğun Vasfi olduğunu sanmak işten bile değil. Halbuki Vasfi kamyonetin sahibi olmalı. Çocuğunsa kamyonetin sahibi olmadığı her halinden belli. Zaten öyle olsaydı kasada değil direksiyonda olurdu. Ama işte, dediğim gibi, çocuk sanki Vasfi'nin kendisiymiş de adıyla birlikte poz vermiş gibi algılanıyor. Mizansen demem bundan.
Peki, nedir bunların anlamı? Manyak mı bu insanlar? Kızın haberdar olmayacağını bile bile neden tutar adını bir yerlere yazarlar? İşin aslı şu ki, bu bir psikolojik mesele. Bir tür rahatlama yöntemi. Bunu yaparak içlerindekini dışarı atıyorlar, başka bir şey değil.
Bu gördüğünüz fotoğraf bir mizansen aslında. İki yıl önce arabaya doluşmuş bir yere gidiyorduk birkaç arkadaş. Bu kamyoneti görmekle çantamdan makineyi çıkarmam bir oldu. Çocuğa işaret ederek bir poz vermesini istedim. Beni kırmadı ve büyük bir keyifle verdi pozu, ben de çektim.
İlk bakışta bu çocuğun Vasfi olduğunu sanmak işten bile değil. Halbuki Vasfi kamyonetin sahibi olmalı. Çocuğunsa kamyonetin sahibi olmadığı her halinden belli. Zaten öyle olsaydı kasada değil direksiyonda olurdu. Ama işte, dediğim gibi, çocuk sanki Vasfi'nin kendisiymiş de adıyla birlikte poz vermiş gibi algılanıyor. Mizansen demem bundan.
***
Vasfi'nin gülünün bir kız olduğuna kuşku yok. Ve kalıbımı basarım, kızın Vasfi'den de, kendisine atfedilen bu kocaman kamyon arkası yazısından da haberi yoktur. Türkiye platonik aşklar cennetidir. Bakıyorsun bir ağacın kabuğuna kızın adını kazımış, bakıyorsun tuvaletin kapısına yazmış. Uçsuz bucaksız yerlere, dağ başındaki taşlara, köprü altlarına baksanız milyon tane kız adı görürsünüz. Peki, nedir bunların anlamı? Manyak mı bu insanlar? Kızın haberdar olmayacağını bile bile neden tutar adını bir yerlere yazarlar? İşin aslı şu ki, bu bir psikolojik mesele. Bir tür rahatlama yöntemi. Bunu yaparak içlerindekini dışarı atıyorlar, başka bir şey değil.
17 Nisan 2014
Mucize
Bugün beşinci sınıfların dersinde çocuklar verdiğim etkinliği yapmakla meşgulken Azad yanıma geldi. Çok zeki, bir o kadar da meraklı bir öğrenci. Oturaklı sorular sorduğu oluyor sık sık. "Hocam," dedi, "siz küçükken, yani benim yaşlarımdayken hiç karşılaştığınız bir mucize oldu mu?"
Bunu duyar duymaz gülümsedim hafiften, çünkü aramızdaki yaş farkı yirmi bile yok, ama o bunu olabildiğince uzun bir zaman sayıyor. Evet, sanıyor değil, sayıyor. İstisnasız her insan böyle değil midir? On iki yaşındaki birinin gözüne yirmi yaşındaki biri ne de büyük gözükür. Halbuki otuz yaşındaki birine göre yirmi yaşındaki biri henüz çocuktur. Çocukken zaman kavramını bambaşka bir biçimde tahayyül ederiz; kırk yıl, asla geçmeyecek olan bir zaman dilimidir örneğin. Haliyle Azad da benim çocukluğumun kadim bir zamanda yaşanmış olduğunu varsayıyor, bundan ötürü de o kadim zamanda mucizelerin gerçekleşmiş olabileceğini düşünüyordu. Azad'ın farkında olmadığı bir şey var işin içinde. Ama yalnızca o mu, yetişkinlerin de neredeyse hiçbiri bunun farkında değil: Binlerce yıl önce eğer bir mucize gerçekleşmişse bugün de gerçekleşmek zorundadır. Bu bir, ikincisi, neredeyse hepimiz mucizelerin, gerçekleşmesi neredeyse imkânsız, olağanüstü olaylar olduğunu düşünürüz. Gerçi aksi yönde düşünme şansımız da yoktur pek. Zira sözlüklerde bile tanımı böyle yapılır mucizenin. Gelgelelim hepimiz neredeyse her gün mucizelerle karşılaşırız aslında.
Azad'ın sorusunu cevapladım. "Evet," dedim, "hayatımda çok mucizelere tanık oldum." Epey ciddi bir tavırla söyledim üstelik. Meraklandı doğal olarak, "Ne oldu mesela," diye sürdürdü. Ben de merakını gidermeye çalıştım: "Bir gün bir köpeğin bir kediyi kovaladığını gördüm. Köpek kovaladı, kedi can havliyle kaçtı. Tam yakalanmak üzereydi ki bir kavak ağacına çıkıp canını kurtarmayı başardı." Bunları söyledim ve durdum. Merakla bana bakıyordu Azad, çünkü anlatacağım mucizeyi bekliyordu sabırsızlıkla. Ama baktı ki benim devam edeceğim yok, "Sonra ne oldu," diye sordu. Ben de, "Bu kadar," dedim. Azıcık şaşırarak şaka ettiğimi sandı. "Ama bu bir mucize değil ki," dedi. Sürdürdüm: "Bundan daha büyük bir mucize olabilir mi? Kedinin, canını kurtarmış olması onun için hayattaki en büyük mucizedir." Azad yine pek ikna olmadı. "Bir aslanın seni kovaladığını düşün," diye devam ettim ben de, "bir anlığına yaşamla ölüm arasında gidip geliyorsun, ölümle burun buruna geliyorsun hatta ve canını kurtarmayı başarıyorsun. Bundan daha büyük bir mucize olabilir mi?" Kafasındaki mucize tanımına pek uygun düşmese de mantıklı buldu bu söylediklerimi ve gidip yerine oturdu.
Bunu duyar duymaz gülümsedim hafiften, çünkü aramızdaki yaş farkı yirmi bile yok, ama o bunu olabildiğince uzun bir zaman sayıyor. Evet, sanıyor değil, sayıyor. İstisnasız her insan böyle değil midir? On iki yaşındaki birinin gözüne yirmi yaşındaki biri ne de büyük gözükür. Halbuki otuz yaşındaki birine göre yirmi yaşındaki biri henüz çocuktur. Çocukken zaman kavramını bambaşka bir biçimde tahayyül ederiz; kırk yıl, asla geçmeyecek olan bir zaman dilimidir örneğin. Haliyle Azad da benim çocukluğumun kadim bir zamanda yaşanmış olduğunu varsayıyor, bundan ötürü de o kadim zamanda mucizelerin gerçekleşmiş olabileceğini düşünüyordu. Azad'ın farkında olmadığı bir şey var işin içinde. Ama yalnızca o mu, yetişkinlerin de neredeyse hiçbiri bunun farkında değil: Binlerce yıl önce eğer bir mucize gerçekleşmişse bugün de gerçekleşmek zorundadır. Bu bir, ikincisi, neredeyse hepimiz mucizelerin, gerçekleşmesi neredeyse imkânsız, olağanüstü olaylar olduğunu düşünürüz. Gerçi aksi yönde düşünme şansımız da yoktur pek. Zira sözlüklerde bile tanımı böyle yapılır mucizenin. Gelgelelim hepimiz neredeyse her gün mucizelerle karşılaşırız aslında.
Azad'ın sorusunu cevapladım. "Evet," dedim, "hayatımda çok mucizelere tanık oldum." Epey ciddi bir tavırla söyledim üstelik. Meraklandı doğal olarak, "Ne oldu mesela," diye sürdürdü. Ben de merakını gidermeye çalıştım: "Bir gün bir köpeğin bir kediyi kovaladığını gördüm. Köpek kovaladı, kedi can havliyle kaçtı. Tam yakalanmak üzereydi ki bir kavak ağacına çıkıp canını kurtarmayı başardı." Bunları söyledim ve durdum. Merakla bana bakıyordu Azad, çünkü anlatacağım mucizeyi bekliyordu sabırsızlıkla. Ama baktı ki benim devam edeceğim yok, "Sonra ne oldu," diye sordu. Ben de, "Bu kadar," dedim. Azıcık şaşırarak şaka ettiğimi sandı. "Ama bu bir mucize değil ki," dedi. Sürdürdüm: "Bundan daha büyük bir mucize olabilir mi? Kedinin, canını kurtarmış olması onun için hayattaki en büyük mucizedir." Azad yine pek ikna olmadı. "Bir aslanın seni kovaladığını düşün," diye devam ettim ben de, "bir anlığına yaşamla ölüm arasında gidip geliyorsun, ölümle burun buruna geliyorsun hatta ve canını kurtarmayı başarıyorsun. Bundan daha büyük bir mucize olabilir mi?" Kafasındaki mucize tanımına pek uygun düşmese de mantıklı buldu bu söylediklerimi ve gidip yerine oturdu.
16 Nisan 2014
Beğenilmenin getirileri
(İltifata tabi olan yalnızca marifet midir?
Yazar bu öykümsüde, naçizane, bu soruyu dikkate sunmak istemektedir.)
Yazar bu öykümsüde, naçizane, bu soruyu dikkate sunmak istemektedir.)
Osman, bilgisayarındaki fotoğraf klasörünü açmış, fotoğraflara bakıyordu. Klasörlerin birinde Seda'nın çektiği fotoğraflar vardı. Seda eski bir arkadaşıydı. Başka bir şehirde yaşıyordu şimdi. Bir zamanlar bir hevesle fotoğrafçı olmaya soyunmuş, bir makine alıp fotoğraflar çekmeye başlamıştı. İşte, Seda'nın çekmiş olduğu o sakil fotoğrafların bir kısmı da hâlâ Osman'ın bilgisayarında duruyordu. Birkaç tanesine baktı Osman ama devamını getiremedi. Çektiği fotoğraflar hakikaten kötü olsa da Seda'nın kendisi hem bir arkadaş olarak hem de bir insan olarak çok iyiydi. Uzun zaman olmuş görüşmeyeli, bir arayayım, diyerek elini telefonuna uzattı Osman. Seda'yı aradı. Cevap verdi o da. Hal hatırdan sonra Osman söze girdi: "Bilgisayarda fotoğraflara bakınıyordum, seninkileri görünce aklıma geldin, bir arayayım dedim." Seda da, "İyi etmişsin," dedi. "Fotoğraf çekmeye devam ediyor musun," diye sürdürdü Osman. "Valla, pek çekemiyorum eskisi kadar, ayda yılda bir," dedi Seda. "Niye ya," diye ekledi Osman, "çekiyordun ne güzel." Bunu duyan Seda hafiften şişindi: "Öyle de, pek zaman bulamıyorum artık." Bunun üzerine Osman, sırf söylemiş olmak için, "Yine çek bence, güzel çekiyordun," dedi. Seda da biraz daha şişindi. Konuşma sona erip telefonlar kapandıktan sonra Osman içinden, iyi ki artık çekmiyorsun arkadaşım, dedi.
O günün akşam üzeri Seda'yı Teknosa'ya girerken gördüler.
15 Nisan 2014
Orhan Veli
© Sadık Öztürk |
Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Camekânlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.
Gölgem
Bıktım usandım sürüklemekten onu,
Senelerdir, ayaklarımın ucunda;
Bu dünyada biraz da yaşayalım,
O tek başına,
Ben tek başıma.
Ah Neydi Benim Gençliğim!
Nerede böyle hüzünlenmek o zaman;
İçip içip ağlamak,
Uzaklara dalıp şarkı söylemek;
Hafta sekiz ben eğlentide;
Bugün saz, yarın sinema,
Beğenmedin Aile Bahçesi;
Onu da beğenmedin, parka;
Sevdiğim dillere destan;
Sevdiğim,
Meyil verdiğim;
Ben dizinin dibinde elpençe divan,
Samanlık seyran.
Nerde,
Nerde,
Nerde böyle hüzünlenmek o zaman!
Ayrılış
Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam.
Baharın İlk Sabahları
Tüyden hafif olurum böyle sabahlar
Karşı damda bir güneş parçası,
İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar;
Bağıra çağıra düşerim yollara;
Döner döner durur başım havalarda.
Sanırım ki günler hep güzel gidecek;
Her sabah böyle bahar;
Ne iş güç gelir aklıma, ne yoksulluğum.
Derim ki: "Sıkıntılar duradursun!"
Şairliğimle yetinir,
Avunurum.
14 Nisan 2014
12 Nisan 2014
Yollarda
Canım bir şeyler yazmak istiyor. Alışkınım, sık sık yaşarım bunu. Bereket versin, defter kalem var yanımda.
Trendeyim. Ankara - Eskişehir. Karşımda iki kadın oturuyor, birinin kucağında çocuğu var. Yanımda da bir genç, yirmi-yirmi iki yaşlarında. Doğrusu hiç yüzüne bakmadım, yaşını öyle tahmin ettim sadece. Trene binip yerime oturacağım zaman bu yanımdaki çocuğu elindeki telefona gömülmüş halde buldum. Bana yer vermek için kalktığında bile gözünü telefonun ekranından alamadı garibim. Ah bu teknoloji, ne gaddar bir şey, çocuklarımızı, gençlerimizi –tabii bu arada bizi de– ne hale sokuyor! Tren kalktıktan birkaç dakika sonra da çocuğun iki telefonu olduğunu fark ettim. Her ikisi de son derece teknolojik.
Şimdi önümdeki kadından da azıcık bahsetmesem bu yanımdaki çocuğa haksızlık olacak. Bu kadın, çocuktan da "tekno" biri çıktı. Benden bir-iki dakika sonra gelip bindi, tam karşıma oturdu. Oturur oturmaz o da telefonunu çıkardı, cicili bicili bir kabı vardı telefonun, biraz bakındı. Sonra telefonu masaya bıraktı, çantasından bir tablet çıkardı. Bir şeyler okudu tabletten, ben bir e-kitap okumaya daldığını düşündüm. Ancak yalan olmasın, iki dakika baktı bakmadı, tableti de elinden bıraktı ve bu kez de çantasından bir laptop çıkardı, açtı ve gözlerini ekrana dikti.
Yanımda ve önümde bunlar olup biterken beni bir düşünce aldı. Hayat mı çok hızlı akıyor, ben mi çok yavaşım? Bir karar veremedim doğrusu. Allahtan, dedim içimden, Japonya gibi teknolojimizi kendimiz üreten bir ülke değiliz, yoksa maazallah, öyle bir durumda bu yanımdaki genç arkadaşın iki değil beş telefonu olur, önümdeki hanımın da aletleri bir değil dört çantaya anca sığardı.
Teknoloji elbette her zaman kötü bir şey değildir. İyi yönlerine rastlandığı da oluyor. Örneğin teknoloji sayesinde tren biletimi internetten alıp zaman kazanmış olmam bir yana, trende oturacağım masalı koltuğu da internetten seçmiş olmasaydım, doğrusu bu yazıyı yazarken çok zahmet çekecektim. Çünkü özellikle böyle durumlarda çantamın bagajda değil de yanımda olması gerekiyor. Kitabımı içinden çıkarasım geliyor örneğin, sonra defterimi, kalemimi, ve bir de fotoğraf makinemi. Tüm bunlar için de masa bulunmaz bir nimet.
Trene bindikten on beş dakika sonra uyuklamaya başladım. Yorulmuştum çünkü. Arkadaş, sen taa Van'dan Ankara'ya bir buçuk saatte gel, Esenboğa'dan Ulus'a da bir saat on dakikada gel. Olacak şey değil. Ama oluyor işte. Bir zamanlar bir turistten buna benzer bir serzeniş duymuştum. Adam Londra'dan Dalaman'a üç-dört saatte gelmiş ama Marmaris'teki oteline ulaşması iki saati bulmuş. Ne anladım ben bu işten, diyordu şakayla karışık. Ben de, merak etme, dedim, zaten Gökova'nın başı var sonu yok arazisi boş boş duruyor orada, yaparız içine bir havaalanı olur biter. Her neyse, ne diyordum, uyukladıktan sonra uyuyakalmışım. Çay, kahve servisi yapılırken uyandım, oldukça sert bir kahve içtim de kendime geldim. Tabii, o arada on dakika kestirmek de epey işe yaramıştı. Bazen saatlerce uyuduğumuz halde alamayız uykumuzu, bazense on dakikada alırız.
Eskişehir'e inmemize on dakika kaldı. Notlara daha sonra devam ederim belki.
Trendeyim. Ankara - Eskişehir. Karşımda iki kadın oturuyor, birinin kucağında çocuğu var. Yanımda da bir genç, yirmi-yirmi iki yaşlarında. Doğrusu hiç yüzüne bakmadım, yaşını öyle tahmin ettim sadece. Trene binip yerime oturacağım zaman bu yanımdaki çocuğu elindeki telefona gömülmüş halde buldum. Bana yer vermek için kalktığında bile gözünü telefonun ekranından alamadı garibim. Ah bu teknoloji, ne gaddar bir şey, çocuklarımızı, gençlerimizi –tabii bu arada bizi de– ne hale sokuyor! Tren kalktıktan birkaç dakika sonra da çocuğun iki telefonu olduğunu fark ettim. Her ikisi de son derece teknolojik.
Şimdi önümdeki kadından da azıcık bahsetmesem bu yanımdaki çocuğa haksızlık olacak. Bu kadın, çocuktan da "tekno" biri çıktı. Benden bir-iki dakika sonra gelip bindi, tam karşıma oturdu. Oturur oturmaz o da telefonunu çıkardı, cicili bicili bir kabı vardı telefonun, biraz bakındı. Sonra telefonu masaya bıraktı, çantasından bir tablet çıkardı. Bir şeyler okudu tabletten, ben bir e-kitap okumaya daldığını düşündüm. Ancak yalan olmasın, iki dakika baktı bakmadı, tableti de elinden bıraktı ve bu kez de çantasından bir laptop çıkardı, açtı ve gözlerini ekrana dikti.
Yanımda ve önümde bunlar olup biterken beni bir düşünce aldı. Hayat mı çok hızlı akıyor, ben mi çok yavaşım? Bir karar veremedim doğrusu. Allahtan, dedim içimden, Japonya gibi teknolojimizi kendimiz üreten bir ülke değiliz, yoksa maazallah, öyle bir durumda bu yanımdaki genç arkadaşın iki değil beş telefonu olur, önümdeki hanımın da aletleri bir değil dört çantaya anca sığardı.
Teknoloji elbette her zaman kötü bir şey değildir. İyi yönlerine rastlandığı da oluyor. Örneğin teknoloji sayesinde tren biletimi internetten alıp zaman kazanmış olmam bir yana, trende oturacağım masalı koltuğu da internetten seçmiş olmasaydım, doğrusu bu yazıyı yazarken çok zahmet çekecektim. Çünkü özellikle böyle durumlarda çantamın bagajda değil de yanımda olması gerekiyor. Kitabımı içinden çıkarasım geliyor örneğin, sonra defterimi, kalemimi, ve bir de fotoğraf makinemi. Tüm bunlar için de masa bulunmaz bir nimet.
.
Çantam dedim de, ondan da söz etmeliyim biraz. Bu çantam, yanlış anımsamıyorsam, dokuz yıldır benimle birlikte. Şu yanda gördüğünüz fotoğrafını üç yıl önce bir piknik sırasında çekmiştim. Çok seviyorum onu. Aldığımda henüz öğrenciydim. Bir öğrencinin cebine göre de pahalıydı. Ama kafama koymuştum, alacaktım. Nitekim aldım da. Umarım daha kaç yıl birlikte oluruz sevgili çantamla.Trene bindikten on beş dakika sonra uyuklamaya başladım. Yorulmuştum çünkü. Arkadaş, sen taa Van'dan Ankara'ya bir buçuk saatte gel, Esenboğa'dan Ulus'a da bir saat on dakikada gel. Olacak şey değil. Ama oluyor işte. Bir zamanlar bir turistten buna benzer bir serzeniş duymuştum. Adam Londra'dan Dalaman'a üç-dört saatte gelmiş ama Marmaris'teki oteline ulaşması iki saati bulmuş. Ne anladım ben bu işten, diyordu şakayla karışık. Ben de, merak etme, dedim, zaten Gökova'nın başı var sonu yok arazisi boş boş duruyor orada, yaparız içine bir havaalanı olur biter. Her neyse, ne diyordum, uyukladıktan sonra uyuyakalmışım. Çay, kahve servisi yapılırken uyandım, oldukça sert bir kahve içtim de kendime geldim. Tabii, o arada on dakika kestirmek de epey işe yaramıştı. Bazen saatlerce uyuduğumuz halde alamayız uykumuzu, bazense on dakikada alırız.
Eskişehir'e inmemize on dakika kaldı. Notlara daha sonra devam ederim belki.
11 Nisan 2014
I wanna swear
I wanna
swear swear swear swear swear
to somebody
in a language
they don't understand
for the possibility
of making them shame,
because, my dears,
they do not
understand anything,
they never
understand anything,
never ever
understand anything
in their own language.
swear swear swear swear swear
to somebody
in a language
they don't understand
for the possibility
of making them shame,
because, my dears,
they do not
understand anything,
they never
understand anything,
never ever
understand anything
in their own language.
10 Nisan 2014
Eskişehir
Şehrin eskisi bu kadar güzel, bu kadar çekici oluyorsa hiçbir şehrin yeni olmasına lüzum yok, gerçekten yok. Her gidişimde içimden bunu geçiriyorum.
Bir yere şehir dememiz için olmazsa olmaz iki ölçüt var. Biri temiz olması, öbürü yeşil olması. Yeşilliği belki yeterli değil ama yine de pek çok şehirden daha yeşil Eskişehir. Temizliğineyse diyecek yok. Sokaklar sanki sokak değil evin içi, o derece temiz. Ulaşım çok rahat. Tramvay şehrin hemen her yerinden geçiyor. Bir de kentin simgesi, tam ortasından geçen Porsuk Çayı var ki, adeta şehrin boynunda parıldayan bir kolye. Bu kadar genç, bu kadar hareketli olan şehrin ortasından neden böyle ağır aheste aktığını merak edip durursunuz.
Eskişehir Orta Avrupa kentlerine benziyor. Tarihi yapıların korunması için büyük bir gayret gösterilmiş, hemen fark ediliyor. Keşke daha fazla tarihi yapısı olsaydı.
Eskişehir'in denizi yok, bu yüzden eldeki Porsuk Çayı'nı gözleri gibi sakınıyor Eskişehirliler. Çayın kenarındaki İSKELE tabelasını görünce şaşırmamanız lazım. Bir de yapay gölet yapmışlar, plajı bile var, insanlar denize giriyorlar. Ne zaman gittiysem bizim uçsuz bucaksız Van Gölü'nün kenarında Eskişehir gibi bir şehir hayal ettim ister istemez. Gün gelir olur belki, hayal etmek bedava.
Bir yere şehir dememiz için olmazsa olmaz iki ölçüt var. Biri temiz olması, öbürü yeşil olması. Yeşilliği belki yeterli değil ama yine de pek çok şehirden daha yeşil Eskişehir. Temizliğineyse diyecek yok. Sokaklar sanki sokak değil evin içi, o derece temiz. Ulaşım çok rahat. Tramvay şehrin hemen her yerinden geçiyor. Bir de kentin simgesi, tam ortasından geçen Porsuk Çayı var ki, adeta şehrin boynunda parıldayan bir kolye. Bu kadar genç, bu kadar hareketli olan şehrin ortasından neden böyle ağır aheste aktığını merak edip durursunuz.
Eskişehir Orta Avrupa kentlerine benziyor. Tarihi yapıların korunması için büyük bir gayret gösterilmiş, hemen fark ediliyor. Keşke daha fazla tarihi yapısı olsaydı.
Eskişehir'in denizi yok, bu yüzden eldeki Porsuk Çayı'nı gözleri gibi sakınıyor Eskişehirliler. Çayın kenarındaki İSKELE tabelasını görünce şaşırmamanız lazım. Bir de yapay gölet yapmışlar, plajı bile var, insanlar denize giriyorlar. Ne zaman gittiysem bizim uçsuz bucaksız Van Gölü'nün kenarında Eskişehir gibi bir şehir hayal ettim ister istemez. Gün gelir olur belki, hayal etmek bedava.
9 Nisan 2014
Kuşlar geçecek damların üstünden...
Olsun da Gör
O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör
Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör
Seyreyle gülü bülbülü
Çifter çifter aylar gökyüzünde
Her gece ayın ondördü
Kuşlar geçecek damların üstünden
Kuşlar konacak dallara
Kanat seslerini duyup uyanırlarsa
Gene kuşlarla uyusun çocuklar
Olanı biteni anlatma
Hiç görmediğim şey bu
Kurdun gözü yılmış sürüden
Elmanın yarısı soğuk yarısı sıcak
Ağulu bitkilere dolanmış salkım
Güneşten yağmur boşanacak
Yetsin demir çağının beyliği
Yeni bir gün başlıyor demek
Yeryüzünde korkusuz yaşamak
İki milyar kişiye bir dünya
İki milyar kişiye iki milyar ekmek
Yazık olur bu düş yarı kalırsa
Barış günü insan hakkı yenirse
Köroğlu’nun sözü dinlenmelidir
Sivas ilinin Banaz köyünden
Pir Sultan Abdal dirilmelidir
Ah günüm yetse görmeye seni
Seni övmeye gücüm yetse
Barış çağı altın çağ
Son ozanı ben olayım bu özlemin
Bu özlem bitse
O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör
Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör
Seyreyle deli ozanı
Baştan başa sevda baştan başa tutku
Dili baldan tatlı
Melih Cevdet Anday
O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör
Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör
Seyreyle gülü bülbülü
Çifter çifter aylar gökyüzünde
Her gece ayın ondördü
Kuşlar geçecek damların üstünden
Kuşlar konacak dallara
Kanat seslerini duyup uyanırlarsa
Gene kuşlarla uyusun çocuklar
Olanı biteni anlatma
Hiç görmediğim şey bu
Kurdun gözü yılmış sürüden
Elmanın yarısı soğuk yarısı sıcak
Ağulu bitkilere dolanmış salkım
Güneşten yağmur boşanacak
Yetsin demir çağının beyliği
Yeni bir gün başlıyor demek
Yeryüzünde korkusuz yaşamak
İki milyar kişiye bir dünya
İki milyar kişiye iki milyar ekmek
Yazık olur bu düş yarı kalırsa
Barış günü insan hakkı yenirse
Köroğlu’nun sözü dinlenmelidir
Sivas ilinin Banaz köyünden
Pir Sultan Abdal dirilmelidir
Ah günüm yetse görmeye seni
Seni övmeye gücüm yetse
Barış çağı altın çağ
Son ozanı ben olayım bu özlemin
Bu özlem bitse
O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör
Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör
Seyreyle deli ozanı
Baştan başa sevda baştan başa tutku
Dili baldan tatlı
Melih Cevdet Anday
8 Nisan 2014
Körü Körüne İnanmak
Öyle köylüler biliyorum ki ayaklarının altını yakmışlar, bir tüfeğin tetiği altında parmaklarının ucunu ezmişler, başlarını cendereye sokup gözlerini kan içinde dışları fırlatmışlar, yine de ağızlarından söz alamamışlar.
Bir tanesini gözümle gördüm: Ölmüş sanarak bir çukura atmışlardı; boynundaki ip hâlâ duruyordu; bu iple onu bütün gece bir atın kuyruğuna bağlayıp sürüklemişlerdi. Öldürmek için değil, salt eziyet etmek için, yüz yerine hançer saplamışlardı. Kendisiyle konuştum; bütün bunlara katlanmış, sonunda da kendini kaybetmiş; istedikleri sözü söylemektense, bin kez ölmeyi göze almış. Çektiği acılar yanında ölüm hiç kalırdı. Hem de bu adam o semtin en zengin çiftçilerinden biriydi. Nice insanlar kendilerinin olmayan inanışlar için, başkalarından aldıkları, ne olduğunu bilmedikleri fikirler için ses çıkarmadan diri diri yanmışlardır.Montaigne, Denemeler
Çeviren: S. Eyüboğlu
7 Nisan 2014
6 Nisan 2014
Şeylerin altında yatan nedenler
Kaç yıl önce bir hocam vardı. Aslen Urfa-Siverekliydi ama uzun yıllar olmuştu İzmir'e yerleşeli. Birkaç yıl da İngiltere'de yaşamıştı. Bir gün konuşurken laf lafı açmış, bana vejetaryen olduğunu söylemişti. İlginç karşılamıştım. Çünkü o güne dek hiç Urfalı bir vejetaryen görmemiştim. Üstelik çokça Urfalı da tanımıştım, ev arkadaşım dahil. Aslına bakarsanız Antalyalı, Çanakkaleli vs. bir vejetaryen de görmemiştim, ama nasıl desem, Urfa'dan vejetaryen çıkabileceğini sanırım hiç beklemiyordum, buydu ilginç gelen.
Duymuşsunuzdur belki, bir zamanlar Urfa'nın lokantalarında sulu yemek bulmak hiç de kolay değilmiş, varsa yoksa kebap, ızgara, döner... Urfalı olup da vejetaryen olmak nasıl mümkün olabiliyordu? Sahiden merak ediyordum.
Bir gün yine söz açılmış, ben de tam yeridir diyerek merakımı gidermek için sormuştum: "Hocam, merakımı bağışlayın, Urfalı bir vejetaryen tanıyacağımı hiç düşünmezdim?.." Gülümseyerek, "Rahmetli babamın," demişti, "lokantası vardı, günde üç öğün et yiyerek büyüdük..." O zaman bir kez daha anlamıştım ki, basit olsun karmaşık olsun, şeylerin altında yatan nedenleri bilmektir esas olan.
Duymuşsunuzdur belki, bir zamanlar Urfa'nın lokantalarında sulu yemek bulmak hiç de kolay değilmiş, varsa yoksa kebap, ızgara, döner... Urfalı olup da vejetaryen olmak nasıl mümkün olabiliyordu? Sahiden merak ediyordum.
Bir gün yine söz açılmış, ben de tam yeridir diyerek merakımı gidermek için sormuştum: "Hocam, merakımı bağışlayın, Urfalı bir vejetaryen tanıyacağımı hiç düşünmezdim?.." Gülümseyerek, "Rahmetli babamın," demişti, "lokantası vardı, günde üç öğün et yiyerek büyüdük..." O zaman bir kez daha anlamıştım ki, basit olsun karmaşık olsun, şeylerin altında yatan nedenleri bilmektir esas olan.
5 Nisan 2014
Einstein'dan
- Dünden ders al, bugünü yaşa, yarın için umutlu ol. Yeter ki sorgulamaktan hiç vazgeçme.
- Yalnızca iki şey sonsuzdur, evrenin kendisi ve ahmaklık. Hangisinin hangisinden daha eski olduğunu doğrusu bilmiyorum.
- Okulda öğrendiklerimizi unuttuktan sonra elimizde kalana eğitim denir.
- Güzel bir kıza kur yaparken bir saat bir an gibi geçer. Kızgın közlerin üzerine oturunca da bir an bir saat gibi geçer. Bu göreliliktir.
- Ne zaman ki sınırlarımızın farkına varıp onları kabul ederiz, o zaman onları aşarız.
- Bir şeyi rahatça açıklayamıyorsanız onu yeterince anlamamışsınızdır.
- Ölüm korkusu tüm korkuların en mantıksızıdır. Çünkü ölen biri zaten ölmüştür; korksa ne korkmasa ne.
- Sorunlarımızı, onları yaratırken düşündüğümüz gibi düşünerek çözemeyiz.
- Hayal gücü bilgiden daha önemlidir.
- Sık sık kafamı karıştıran bir soru var: Ben mi deliyim, diğerleri mi?
- Benim daha zeki olduğum falan yok, sorunlarla daha çok uğraşıyorum, o kadar.
4 Nisan 2014
3 Nisan 2014
Pastorio'nun Yaşamı
I
Şövalye dokuz yıl önce Kral'ın ordusuna katılıp savaşa gitmiş, o günden beri kendisinden haber alınamamıştı.
II
Pastorio hep gerçeklerin karşısındaydı. Geldiğinde de öyleydi. Ama bunu öyle bir dille söylemişti ki, insanlar onunla gerçekleri bir arada tahayyül etmişlerdi. Neticede karşı karşıya olmak birbirinin önünde duruyor olmaktır. Dili kullanmıştı Pastorio. Dilini tatlandırmıştı. Böylece, uzunca bir süre pek az kişi farkına varmıştı olup bitenlerin. Ne var ki dünya dönmüş, zaman akıp geçmişti. Dünya dönünce insanların görüş açısı değişmişti. Görüş açısı değişince de herkes onun gerçeklerle yan yana (ya da ön öne) değil de karşı karşıya olduğunu anlamıştı. Biraz paniğe kapılmış, sonra işin içinden nasıl çıkacaklarını birbirlerine danışarak bulmuşlardı.
III
Günlerden bir gün köyün papazı sabahın köründe kiliseye giderken uzaktan köye doğru gelmekte olan bir yabancı gördü. Bu saatte gelenin kim olduğunu merak ederek hızlıca gidip çan kulesine çıktı ve izlemeye koyuldu.
IV
Yabancı tam köye girmek üzereyken Pastorio'yu tası tarağı toplamış, telaşla köyden kaçarken buldu. Derhal önünü kesti, koluna yapıştı ve ona şöyle dedi: "Yoo, gerçeklerden kaçmak kolay değildir!"
Şövalye dokuz yıl önce Kral'ın ordusuna katılıp savaşa gitmiş, o günden beri kendisinden haber alınamamıştı.
II
Pastorio hep gerçeklerin karşısındaydı. Geldiğinde de öyleydi. Ama bunu öyle bir dille söylemişti ki, insanlar onunla gerçekleri bir arada tahayyül etmişlerdi. Neticede karşı karşıya olmak birbirinin önünde duruyor olmaktır. Dili kullanmıştı Pastorio. Dilini tatlandırmıştı. Böylece, uzunca bir süre pek az kişi farkına varmıştı olup bitenlerin. Ne var ki dünya dönmüş, zaman akıp geçmişti. Dünya dönünce insanların görüş açısı değişmişti. Görüş açısı değişince de herkes onun gerçeklerle yan yana (ya da ön öne) değil de karşı karşıya olduğunu anlamıştı. Biraz paniğe kapılmış, sonra işin içinden nasıl çıkacaklarını birbirlerine danışarak bulmuşlardı.
III
Günlerden bir gün köyün papazı sabahın köründe kiliseye giderken uzaktan köye doğru gelmekte olan bir yabancı gördü. Bu saatte gelenin kim olduğunu merak ederek hızlıca gidip çan kulesine çıktı ve izlemeye koyuldu.
IV
Yabancı tam köye girmek üzereyken Pastorio'yu tası tarağı toplamış, telaşla köyden kaçarken buldu. Derhal önünü kesti, koluna yapıştı ve ona şöyle dedi: "Yoo, gerçeklerden kaçmak kolay değildir!"
2 Nisan 2014
Kedili anılar
Hatırlıyor musun, köyde samanlık bulamamıştık da trafoda buluşmuştuk seninle? Bir ara kedi girmişti trafoya, korkudan ödü kopmuştu ikimizin de, baban geldi diye. Ne günlerdi!..
1 Nisan 2014
Kim bilir?
Köpekler kovaladıkça kediler ağaçlara tırmandılar. Hep böyle kurtardılar canlarını. Köpeklerin kedilerle alıp veremediğinin ne olduğu bir yana, ağaçlara bu kadar rahat tırmanabilen kedilerin nasıl olup da yuvalarındaki karga yavrularına hiç dokunmadığını tamı tamına on yedi yıl boyunca merak etti durdu İbrahim. Neyse ki sonunda cevabı buldu da merakını giderdi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)