Bayramın birinci günü sabah kalkıp saate baktığımda sekizi gösteriyordu. Yanlış anlamayın, tuvalete gitmek için kalkmıştım, çünkü uykuya daldığımda hava ışımak üzereydi, böylece yatalı henüz dört saat bile olmamıştı. Salondan geçince ben hariç herkesin kahvaltı sofrasında oturduğunu gördüm. Sofrayı uykulu gözlerle şöyle bir selamlayarak lavaboya gittim. Odaya döndüğümde kendimi yatağa bırakışımdan başka bir şey hatırlamıyorum.
Saat on birde ablam gelip misafirlerin beni beklediğini söylemese kaçta uyanırdım hiç kestiremiyorum. Kalkıp giyindim, misafir odasına geçtim. Dayım Mehmet, kuzenlerim Burhan ve Zafer oturuyorlardı. Kendileriyle ve ev halkıyla bayramlaştıktan sonra kahvaltı edip onlara katıldım. Önce komşumuz olan büyük teyzeme gittik bayramlaşmaya. Teyzem yetmiş yaşında. Onun dışında sekiz teyzem daha var. Teyzemin oğlu gelmiş İstanbul'dan, çok sevimli iki kızı var. Çay içtik. Teyzemin kızı bize kadayıf getirdi. Ev yapımı olmadığını biliyordum elbette, ama yine de bir sorayım, sen mi yaptın diye, umarım evet der de ben de yalandan, çok güzel olmuş, derim diye geçirdim içimden. Sen mi yaptın kadayıfı, çok güzel olmuş, diye sordum, yok canım, hazır kadayıf, dedi. Ben iki, ekibin geri kalanıysa birer bardak çay içtikten sonra kalkalım dedik, kalktık.
Bu kez en küçük teyzeme gitmek üzere yola koyulduk. Küçük teyzemi oldum olası çok severim, hatta, böyle meselelerde ayrım yapmam ama, galiba teyzelerimden en çok onu severim. Küçük teyzemin evi şehre altı-yedi km. mesafedeki yol üstü bir köyde. Gittik, bayramlaştık, oturduk. Teyzemin çocukları da olabildiğince tatlı. Küçük oğlunu ilk görüşümdü yanlış bilmiyorsam. Çağırdık, yanımıza gelmedi. Ne ettiysek ikna edemedik. Sonra ben fotoğraf makinesini çıkarıp, gel fotoğrafını çekeceğim, der demez yanıma geldi, kucağıma oturdu, bir daha da gitmedi. Teyzemin kocasının kitaplığı da duruyordu orada. İçinde az ama iyi kitaplar vardı. Tabii, gün bayram günü olunca yiyip içmemek olmaz. Teyzem de bize önce çay getirdi. Eğer doğru hesapladıysam altı bardak çay içtim. Çay güzeldi, ne yapayım. Hem de hava sıcaktı, hararetimi almış oldu. Ardından yemek yedik ve kalktık.
Bu kez de bir diğer teyzeme gidiyorduk. Annemin iki küçüğü. Onun da evi biraz ötedeki bir beldede. Gittik, oturduk, yine bayramlaşma vs. Teyzemin iki oğlu evdeydi. Daha birkaç yıl önce küçücük çocuktular, şimdi ikisi de üniversiteye gidiyor. Tabii, biz yaşlandık artık. Zaten nereye gitsek bu konu açılıyor. Hem Mehmet dayım hem de ben otuzu aşmış olmamıza rağmen henüz bekâr olduğumuz için konu biraz zorunlu olarak açılıyor. Biz de geçiştiriyoruz işte. Dayıma ben de sordum, artık evlenmeyi düşünmüyor musun, diye, kafam rahat, diye kestirip attı. Tabii, bana sorarsanız bekârlık da iyi olmasına iyi de bir yere kadar be kardeşim. Gerçi evli olan Burhan'a, ne diyorsun, artık evlensek mi, yollu bir şey sordum, yok be, işiniz mi yok, dedi. Ne diyorduk, teyzemin evinde de çaydı, baklavaydı derken, kalkalım dedik. Orada kaç bardak çay içtiğimi hatırlamamakla birlikte dört olma ihtimali epey yüksek.
Şehre döndük. Yol üstü başka bir akrabaya da uğrayıp ayaküstü bayramlarını kutladık. Dayımlar, bizimle köye gel, dedilerse de arkadaşımla görüşeceğim için gitmedim. Beni eve yakın bir yere bırakıp gittiler. Ben de yol üstü amcamlara uğradım. Bayramlaştık. Misafirleri de vardı, çay hazırdı. Orada da iki bardak içtim. Biraz oturup kalktım eve geldim. Kuzenlerim oturuyorlardı. Yarım saat kadar lafladık. Kalkıp gittiler. O sırada arkadaşım aradı. Çıktım. Çarşıda görüştük. Tavla oynayalım dedik, tavlası olan bir yere gittik. Arkadaş çay istedi, çay geldi, içtik. Biraz sonra bana sormadan bir kez daha çay istedi, o da geldi, onu da içtik. Tavlayı da ben kazandım bu arada. Kalktık. Arkadaşım eve doğru yollandı, ben de başka bir mahalledeki akrabalarımı ziyarete gittim.
Babamın bir büyüğü olan amcama gittim önce. Evdeydi amcam, bayramını kutladım. Oturup konuştuk biraz. Hava da kararıyordu artık. Tatlı geldi, mecbur yedim iki dilim. İlginçtir, gün içinde peşimi hiç bırakmayan çay yoktu bu kez, tatlının yanında fanta vardı. Yarım saat sonra yemeğe geçtik. Yemek yedik. Yemekten sonra çay içtik mi içmedik mi, vallahi anımsamıyorum. İçmiş olmamız lazım. Çünkü biraz sonra kalkıp bir alt katta oturan amcamın oğluna gittiğimde, tutturdular çay ve tatlı getirelim diye, zinhar olmaz, yukarıda çay da içtim, tatlı da yedim, dedim. Orada da biraz oturduktan sonra kalkıp bu amcamın bir diğer oğlunun evine gittim. O da hemen yan tarafta oturuyor. Orada da bayramlaşma falan derken, baktım tatlı geldi. Biraz sonra da çay. Bizim burada böyledir işte. Midende yer var mı yok mu, hiç umurunda olmaz kimsenin, bir yere gittin mi çay muhakkak gelir. Orada da içtim iki bardak. Sonra oradan da kalkıp bir başka kuzenimin evine gittim. O da onların komşusu. Orada da itiraz etmeme rağmen yine tatlı geldi. Allah'tan çay gelmedi yanında. Kola mıydı neydi. Sonra kalkıp amcamlara döndüm. Yanımda amcamın oğlu da vardı. Gece amcamlarda kaldım.
Görüyorsunuz işte, yediğim tatlılar şöyle dursun, bu arada gittiğim her evde tutulan şeker ve lokumlardan da hiç söz etmedim, hani bazıları Ramazan Bayramı demekte diretirken bazıları da Şeker Bayramı diyor ya, vallahi ikisi de yalan söylüyor, bu bayram bildiğin çay bayramı yahu.
Yarın da bayramın ikinci gününü anlatayım o zaman.
Not: Çocukluğumdaki bir düğünü hatırlıyorum. Çalgıcıların repertuarı o kadar fakirdi ki dönüp dönüp aynı şarkı-türküleri söylüyorlardı. Onlardan birinde "Beni bayramdan bayrama" sözü geçiyordu. O kadar tekrarlanıyordu ki, türkünün tamamı bu sözden ibaretti neredeyse. Yazıya ne başlık atayım, diye düşünürken aklıma geliverdi.
31 Temmuz 2014
30 Temmuz 2014
29 Temmuz 2014
Eskimiş bir gömlek gibi
En sevdiğim üç gömleğimin yakaları eprimiş. Olacak iş mi? Evet, olacak iş, zira yıllardır giyiyorum üçünü de. Ne zaman, nerede aldığımı bile unutacağım neredeyse. Dışarıya çıkacağım zaman yeni gömlekler orada duruyorken elim onlardan birine gidiyor, ama yapacak bir şey yok. Eskimek eşyanın doğasında var. Bir gün gelecek, her şey eskiyecek, aha buraya yazıyorum.
28 Temmuz 2014
27 Temmuz 2014
Bir kelebek ölmüş desinler
Dün sabah kalkınca masanın üstünde ölü bir kelebek buldum. Nasıl ölmüş bilemedim. Pencere açıktı, dışarıya çıkabilirdi. Alıp bir köşeye koydum. Hâlâ orada duruyor. Kitaplığa koyacağım. Dursun orada durabildiğince. Ölü bir kelebekle birlikte yaşayayım yaşayabildiğimce. Odamda bir kelebeğin cesedi dursun.
Dünyanın bir ucunda bir kelebek kanat çırpar, başka bir ucunda fırtına kopar. Kaos Teorisi'nde Kelebek Etkisi derler buna. Çok küçük bir hareketlilik devasa sonuçlar doğurabilir, demeye getiriyor. Örnek için kelebeğin seçilmiş olması, tek kelimeyle olağanüstü.
Kelebeklerin de sesi hiç çıkmaz karıncalar gibi. Ağlarlar mı acaba? Bir kelebek öldüğü zaman öbürleri ağlar mı?
Bu gece rüyamda gölgeliğe uzanıp dinlenen bir kelebek göreceğim.
Beni soran olursa, bir kelebek ölmüş, yasını tutuyor, desinler.
Dünyanın bir ucunda bir kelebek kanat çırpar, başka bir ucunda fırtına kopar. Kaos Teorisi'nde Kelebek Etkisi derler buna. Çok küçük bir hareketlilik devasa sonuçlar doğurabilir, demeye getiriyor. Örnek için kelebeğin seçilmiş olması, tek kelimeyle olağanüstü.
Kelebeklerin de sesi hiç çıkmaz karıncalar gibi. Ağlarlar mı acaba? Bir kelebek öldüğü zaman öbürleri ağlar mı?
Bu gece rüyamda gölgeliğe uzanıp dinlenen bir kelebek göreceğim.
Beni soran olursa, bir kelebek ölmüş, yasını tutuyor, desinler.
26 Temmuz 2014
Aegroto dum anima est, spes est
Bu kez de fotoğraf makinem durduk yerde bozuldu. Neye uğradığımı şaşırır oldum. Bilgisayar bozuldu, yaptırdık. Mobil modem bozuldu, yaptırdık. O ara bir-iki şey daha oldu, şimdi aklımda yok, dur bakalım daha neler olacak. Deyiş yerindeyse feleğimi şaşırdım. İsyan edesim var. Zaten ediyorum da, siz sağ olun.
Balkonda kurumak için bırakılmış kayısılar vardı. İki gün önce gördüğümde yenice koyulmuşlardı. Fotoğraflarını çekeyim dedim; çok güzel görünüyorlardı. Güneş sarı, kayısılar sarı... Erteledim, birazdan çekerim dedim. Lakin akşam oldu. Kendime azıcık kızarak yarına erteledim bu kez. Erteledim ama o güzel görünüşlerinin yarına kalmayacaklarını da biliyordum, kuruyacaklardı çünkü, kendime kızmam bundandı zaten.
(Tam şu anda elektrik kesildi. Bir mum yaktım. Oturmuş mumun alevini izliyorum.)
Elektrik geldi. Ne diyorduk, kayısılar... Fotoğraflarını çekmeyi yarına bıraktım. Bıraktım bırakmasına da, yarın oldu yine çekmedim. Gene aynı şey oldu, biraz sonra, biraz sonra derken akşam oldu. Bir kez daha yarına bıraktım. Bir daha yarın oldu (yani bugün) ve nihayet çektim. Beklendiği gibi kurumuşlardı.
İnsan neden bazen hep erteliyor? İnsanı bırak bir kenara da ben neden hep erteliyorum? Bunu açıklamak pek de kolay değil. Kendimle ilgili nedenler de var elbette ama sanırım benim dışımdaki nedenler daha baskın burada. Dilediğin hayatı yaşayamadığın zaman dilemediğin hayatı yaşamaya can atmazsın, değil mi? O halde ertelemek iyi bir seçenek olur. Kanlı canlı bir yaşam sürüyorken ertelenmesi gerekenleri bile ertelemezsin. Gelgelelim yaşam kara kuru bir şeye dönüşmüşse onu ertelemekten başka bir şey gelmiyor elden.
Bütün hayatını köyünde geçirmiş insanlar tanıdım. İlgimi ilk çeken şey diyemeyeceğim, çünkü son derece mutlu mesut olduklarını yıllar sonra fark ettim. Bütün hayatı küçük bir köyde, hatta hatta, o hayatın büyük bir bölümü de kendi evinin avlusunda geçen çokça insan tanıdım. Ben çocukken sayıları epeyceydi, göçüp gittiler hep, çok az kaldı onlardan; çok mutluydular, gündelik hayatın sıkıntısı, derdi kederi elbette onlarda da vardı ancak hiçbir gün hayatlarından memnun olmadıklarını, mutlu olmadıklarını, heyecanlarını yitirdiklerini duymadım onlardan. Çünkü başka bir hayat yoktu ellerinde. Köylerini içine almış dağların ardında ne olduğunu bile bilmezlerdi belki. Merak da etmezlerdi. Bir yerlerde daha iyi şartlar, daha iyi kanunlar, daha iyi sistemler, kısacası, daha iyi bir hayat olduğunu bilmezlerdi. Hal böyle olunca, eldeki tek hayatı da yaşamak zorundaydılar, kanunları buydu. Ve işte tam da bundan ötürü mutluydular.
Felsefe profesörü eski bir hocam geçen gün facebook'ta bir şeyler yazmıştı, beklentiler insanı insanlığından çıkarır, yollu bir şeyler diyordu. Çok hoşuma gitti söyledikleri, çok doğru değil mi hakikaten, sürekli beklentilerle çalkalanan bir hayat kokuşmuş bir hayat değil de nedir?
On yıldır Avrupa'da yaşayan bir akrabam var. Ailesini ziyarete gelmiş. Geçen gün akşamdan oturup sabah hava ışıyana dek saatlerce konuştuk. Anlattı durdu. Pek çok şeye aşinayız elbette, işte kitaplar, televizyon, internet falan, ancak yine de oradaki yaşam koşullarını ondan birebir dinlemek ayrıydı tabii. Tek kelimeyle, içim gitti. Düşün, bir yerlerde bu senin yaşadığından kat be kat daha iyi bir yaşam var ve sen bu boktan hayatı yaşıyorsun hâlâ. O zaman isyan etmezsin de ne edersin.
Daha önce de söyledim mi bilmiyorum, cahil insanlara özendiğim oluyor. Keşke ben de cahil kalsaydım, dediğim de oluyor. Çünkü sahiden de cahiller çok mutlular. Cehalet dediğinin de iki türlüsü vardır, biri gönüllü cehalet, öbürü zorunlu cehalet. Gönüllü cehalete daha çok günümüzde rastlıyoruz. Her taraftan bilginin fışkırdığı bir devirde öyle insanlar var ki –hepimiz her gün görüyoruz onlardan– cehalet çukurunda debelenip duruyorlar. Zorunlu cehalet ise insanların dışında gerçekleşir. İçinde bulundukları şartlardan ötürü cahil kalır insanlar. Bu tür cehalete de daha çok geçmişte rastlanırdı. Okul yoktu örneğin, kitap yoktu falan. Benim istediğim de sanırım daha çok bu türden bir cehalet. Tabii, siz böyle dediğime bakmayın, bilgi kıymetlidir. Kendimi bilgili addettiğimi sanmayasınız ha, benim bilgim olsa olsa denizde bir-iki damla, ona da şükür elbette, ama cahil insanlar da hayatlarından pek bir memnunlar be. Uzatmayayım fazla.
Fotoğraf makinem bozulmayaydı iyiydi be. Bayram ağzı zaten, tatilden sonra gönderebilirim ancak. Gidişi, gelişi iki haftayı bulmasa da iyi. Tam da arkadaşlarla bir yerlere gidecektik fotoğraf çekmeye.
Ne şanssız insanım yahu! Dışarıdan bakılınca hiç mi hiç fark edilmez oysa.
Gene de öyle böyle yaşayıp gidiyoruz bu hayatı. Sevmesek de yaşıyoruz, ne yapalım. Ne demiş Erasmus amcamız: "Aegroto dum anima est, spes est." Kendisini saygıyla anıyoruz.
Balkonda kurumak için bırakılmış kayısılar vardı. İki gün önce gördüğümde yenice koyulmuşlardı. Fotoğraflarını çekeyim dedim; çok güzel görünüyorlardı. Güneş sarı, kayısılar sarı... Erteledim, birazdan çekerim dedim. Lakin akşam oldu. Kendime azıcık kızarak yarına erteledim bu kez. Erteledim ama o güzel görünüşlerinin yarına kalmayacaklarını da biliyordum, kuruyacaklardı çünkü, kendime kızmam bundandı zaten.
(Tam şu anda elektrik kesildi. Bir mum yaktım. Oturmuş mumun alevini izliyorum.)
Elektrik geldi. Ne diyorduk, kayısılar... Fotoğraflarını çekmeyi yarına bıraktım. Bıraktım bırakmasına da, yarın oldu yine çekmedim. Gene aynı şey oldu, biraz sonra, biraz sonra derken akşam oldu. Bir kez daha yarına bıraktım. Bir daha yarın oldu (yani bugün) ve nihayet çektim. Beklendiği gibi kurumuşlardı.
İnsan neden bazen hep erteliyor? İnsanı bırak bir kenara da ben neden hep erteliyorum? Bunu açıklamak pek de kolay değil. Kendimle ilgili nedenler de var elbette ama sanırım benim dışımdaki nedenler daha baskın burada. Dilediğin hayatı yaşayamadığın zaman dilemediğin hayatı yaşamaya can atmazsın, değil mi? O halde ertelemek iyi bir seçenek olur. Kanlı canlı bir yaşam sürüyorken ertelenmesi gerekenleri bile ertelemezsin. Gelgelelim yaşam kara kuru bir şeye dönüşmüşse onu ertelemekten başka bir şey gelmiyor elden.
Bütün hayatını köyünde geçirmiş insanlar tanıdım. İlgimi ilk çeken şey diyemeyeceğim, çünkü son derece mutlu mesut olduklarını yıllar sonra fark ettim. Bütün hayatı küçük bir köyde, hatta hatta, o hayatın büyük bir bölümü de kendi evinin avlusunda geçen çokça insan tanıdım. Ben çocukken sayıları epeyceydi, göçüp gittiler hep, çok az kaldı onlardan; çok mutluydular, gündelik hayatın sıkıntısı, derdi kederi elbette onlarda da vardı ancak hiçbir gün hayatlarından memnun olmadıklarını, mutlu olmadıklarını, heyecanlarını yitirdiklerini duymadım onlardan. Çünkü başka bir hayat yoktu ellerinde. Köylerini içine almış dağların ardında ne olduğunu bile bilmezlerdi belki. Merak da etmezlerdi. Bir yerlerde daha iyi şartlar, daha iyi kanunlar, daha iyi sistemler, kısacası, daha iyi bir hayat olduğunu bilmezlerdi. Hal böyle olunca, eldeki tek hayatı da yaşamak zorundaydılar, kanunları buydu. Ve işte tam da bundan ötürü mutluydular.
Felsefe profesörü eski bir hocam geçen gün facebook'ta bir şeyler yazmıştı, beklentiler insanı insanlığından çıkarır, yollu bir şeyler diyordu. Çok hoşuma gitti söyledikleri, çok doğru değil mi hakikaten, sürekli beklentilerle çalkalanan bir hayat kokuşmuş bir hayat değil de nedir?
On yıldır Avrupa'da yaşayan bir akrabam var. Ailesini ziyarete gelmiş. Geçen gün akşamdan oturup sabah hava ışıyana dek saatlerce konuştuk. Anlattı durdu. Pek çok şeye aşinayız elbette, işte kitaplar, televizyon, internet falan, ancak yine de oradaki yaşam koşullarını ondan birebir dinlemek ayrıydı tabii. Tek kelimeyle, içim gitti. Düşün, bir yerlerde bu senin yaşadığından kat be kat daha iyi bir yaşam var ve sen bu boktan hayatı yaşıyorsun hâlâ. O zaman isyan etmezsin de ne edersin.
Daha önce de söyledim mi bilmiyorum, cahil insanlara özendiğim oluyor. Keşke ben de cahil kalsaydım, dediğim de oluyor. Çünkü sahiden de cahiller çok mutlular. Cehalet dediğinin de iki türlüsü vardır, biri gönüllü cehalet, öbürü zorunlu cehalet. Gönüllü cehalete daha çok günümüzde rastlıyoruz. Her taraftan bilginin fışkırdığı bir devirde öyle insanlar var ki –hepimiz her gün görüyoruz onlardan– cehalet çukurunda debelenip duruyorlar. Zorunlu cehalet ise insanların dışında gerçekleşir. İçinde bulundukları şartlardan ötürü cahil kalır insanlar. Bu tür cehalete de daha çok geçmişte rastlanırdı. Okul yoktu örneğin, kitap yoktu falan. Benim istediğim de sanırım daha çok bu türden bir cehalet. Tabii, siz böyle dediğime bakmayın, bilgi kıymetlidir. Kendimi bilgili addettiğimi sanmayasınız ha, benim bilgim olsa olsa denizde bir-iki damla, ona da şükür elbette, ama cahil insanlar da hayatlarından pek bir memnunlar be. Uzatmayayım fazla.
Fotoğraf makinem bozulmayaydı iyiydi be. Bayram ağzı zaten, tatilden sonra gönderebilirim ancak. Gidişi, gelişi iki haftayı bulmasa da iyi. Tam da arkadaşlarla bir yerlere gidecektik fotoğraf çekmeye.
Ne şanssız insanım yahu! Dışarıdan bakılınca hiç mi hiç fark edilmez oysa.
Gene de öyle böyle yaşayıp gidiyoruz bu hayatı. Sevmesek de yaşıyoruz, ne yapalım. Ne demiş Erasmus amcamız: "Aegroto dum anima est, spes est." Kendisini saygıyla anıyoruz.
24 Temmuz 2014
Uçak nereye gider?
Çocukken havada gördüğüm uçakların nereye gittiğini merak etmişliğim çoktur. Dışarılarda oyun oynarken herhangi birimiz havada bir uçak gördük mü derhal öbürlerine söylerdik. Ve boynumuz yoruluncaya değin bakakalırdık.
Hiç unutmam, 90'lı yılların ortalarıydı, havadaki uçakların sayısının arttığını fark etmiştim birden. Nedenini de az merak etmemiştim hani. Kime sorduysam doğru dürüst bir cevap alamamıştım ama.
Teknoloji hayatımızı çok değiştirdi. Eskiden hayal dediklerimiz bugün artık gözümüze son derece basit görünüyorlar, bunu birkaç defa yazdım burada.
O kadar küçükken, adını bile bilmediğim ülkelere, şehirlere giden o uçakların içinde kimler vardı?.. Bugün internet sayesinde havada gördüğümüz uçağın içinde kimlerin olduğunu bilemesek de nereye gittiğini kolaylıkla öğrenebiliriz. Hangi şirketin uçağı olduğunu, hangi şehirden hangi şehre gittiğini, saat kaçta kalktığını öğrenebiliriz. Hatta hızını bile.
Dün gece çayımı alıp balkona çıktım. Baktım güneydoğu - kuzeybatı yönünde bir uçak gidiyor. (Çocukken gece uçan o uçakların yürüyen yıldız olduğunu sanmışlığım da az değildir.) Meraklandım nereye gidiyor diye. İçeride bilgisayar açıktı, hemen gidip baktım. İşte, resimde de görüyorsunuz, Hollanda Kraliyet Havayolları KLM'ye ait bir uçakmış, Dubai'den Amsterdam'a gidiyor. Uçağın o an ne kadar yükseklikte, ne kadar hızla uçtuğunu da gösteriyor. Hatta o uçağın resmini bile görebiliyorsunuz.
-
Bunu bize Flight Radar 24 adlı site sağlıyor. Dünyadaki hava trafiğini 24 saat canlı olarak yayımlıyor. Bir yakınınız uçakla bir yere gittiğinde onun uçağını internetten takip etmek eğlenceli olabilir. Benim dün gece gördüğüm uçak bu yandaki. Tabii, İstanbul gibi hava trafiğinin yoğun olduğu yerlerde bu dediğimi yapmak zor olabilir. Ancak benim gibi Anadolu'da yaşayan biriyseniz kolayca deneyebilirsiniz. Keşke çocukluğumda da olsaydı böyle bir şey.
-
-
Hiç unutmam, 90'lı yılların ortalarıydı, havadaki uçakların sayısının arttığını fark etmiştim birden. Nedenini de az merak etmemiştim hani. Kime sorduysam doğru dürüst bir cevap alamamıştım ama.
Teknoloji hayatımızı çok değiştirdi. Eskiden hayal dediklerimiz bugün artık gözümüze son derece basit görünüyorlar, bunu birkaç defa yazdım burada.
O kadar küçükken, adını bile bilmediğim ülkelere, şehirlere giden o uçakların içinde kimler vardı?.. Bugün internet sayesinde havada gördüğümüz uçağın içinde kimlerin olduğunu bilemesek de nereye gittiğini kolaylıkla öğrenebiliriz. Hangi şirketin uçağı olduğunu, hangi şehirden hangi şehre gittiğini, saat kaçta kalktığını öğrenebiliriz. Hatta hızını bile.
Dün gece çayımı alıp balkona çıktım. Baktım güneydoğu - kuzeybatı yönünde bir uçak gidiyor. (Çocukken gece uçan o uçakların yürüyen yıldız olduğunu sanmışlığım da az değildir.) Meraklandım nereye gidiyor diye. İçeride bilgisayar açıktı, hemen gidip baktım. İşte, resimde de görüyorsunuz, Hollanda Kraliyet Havayolları KLM'ye ait bir uçakmış, Dubai'den Amsterdam'a gidiyor. Uçağın o an ne kadar yükseklikte, ne kadar hızla uçtuğunu da gösteriyor. Hatta o uçağın resmini bile görebiliyorsunuz.
-
Büyütmek için üstüne tıklayınız. |
-
Şu anda dünya semalarında 10,309 uçak var. |
-
23 Temmuz 2014
22 Temmuz 2014
Komşunun Kızı
Komşunun büyük kızını
tanımadık etmedik birilerine
verdiler.
O tanımadık etmedik adamlar
sessiz sakin bir yaz günü
bizim mahalleye
geldiler.
Düğün dernek kurmadan
uzak memleketlerine
kızı alıp
gittiler.
Ardından
anasının göz yaşlarını
serptiler.
tanımadık etmedik birilerine
verdiler.
O tanımadık etmedik adamlar
sessiz sakin bir yaz günü
bizim mahalleye
geldiler.
Düğün dernek kurmadan
uzak memleketlerine
kızı alıp
gittiler.
Ardından
anasının göz yaşlarını
serptiler.
Yine böyle bir temmuz günüydü. Mahallenin çocukları evlerinin avlusuna birikmiştik. Kızı arabaya bindirip götürdüler. Babası bahçedeki işleriyle ilgilenmeye koyuldu. O zaman anlayamazdım tabii, adam üzüntüsünü içine atmak için bahçeyle oyalanmaya gitmişti. Giden kız ablamın çocukluk arkadaşıydı. Kendileri de çocuk sayılırlardı daha. O gittikten sonra ablam içeri geçince ben de ardından girdim. Kızın anası küçük evlerinin salonunda oturmuş ağlıyordu. Neden ağladığını anlamayıp ablama sordum. Kızı gitti, ona ağlıyor, dedi. O an çok uzak bir yere gittiğini, artık hiç gelmeyeceğini anladım.
21 Temmuz 2014
Geçip gitmiş
Geçen gün bir ilkokul arkadaşımı gördüm. Sanırım şöyle temiz bir yirmi yıl vardı görüşmeyeli. Hiç değişmemişsin, dedi bana. Halbuki tüm eski arkadaşlarım, tanıdıklarım, şimdi de değil, daha on yıl önce çok değiştiğimi söylemişlerdi. Belki zaman içinde bir kez daha değişip eski halimi almışımdır, belli mi olur.
İlkokulun hangi sınıfındaydık hatırlamıyorum, yeni gelen öğretmenimiz –Ayşe örtmen miydi Özgül örtmen mi, onu da hatırlamıyorum– iki ay kadar süreyle benim adımı bu sözünü ettiğim arkadaşınkiyle karıştırdı. Daha doğrusu bana hep onun adıyla hitap etti.
Hitap etmek dedim de, geçenlerde de aklıma gelen bir konuyu hatırladım gene. Hitap, birine yönelik konuşma demektir. Falankes hitap ediyor, denildiği zaman anlarız ki birilerinin karşısında konuşuyor, onlara yönelik konuşuyor. Halbuki konuşma fiilinin kendisi bu anlamı tam olarak karşılamıyor. Filankes konuşuyor, dediğimizde, illa birilerine yönelik konuştuğu anlamı çıkmayabilir. Çünkü filankes kendi kendine de konuşuyor olabilir.
Ben dördüncü sınıftayken Ayşe hocaların tayini çıktı, gittiler. Aradan on-on iki yıl geçmişti, bir gün internette arayıp buldum. Bir resmi vardı, o kadar değişmişti ki... Hayır, aslında değişen o değildi, biraz o zamanları anımsamaya çalışarak baktım resme, kendisi gibiydi, ne ki ben değişmiştim, o benim öğretmenim, ben de küçük bir öğrenciyken gözümde farklı biriydi, ben büyüyüp kocaman bir adam olduktan sonraysa farklı biri olmuştu. Zaman ne anlaşılmaz bir meseledir!
Arkadaşım, diyordum. Ayaküstü beş-on dakika konuştuk. Neler yaptın, neler ettin, derken, sen çoktan evlenmişsindir, dedim. Evet, evlendim, dört tane de çocuğum var, büyüğü ilkokul bilmem kaça gidiyor, dedi. Bense hâlâ bekârım.
O yıl okula 60 küsur kişi başladıydık. Birkaç gün küçük sınıfımızda tıklım tıkış kaldıktan sonra bizi ikiye böldüler. Yarımızı adına Yukarı Okul dediğimiz yeni okula gönderdiler, yarımızı da eski okulda bıraktılar. Ben de eski okulda kalanlardandım.
Başlarda isteyen istediği okula gidiyor sandığımdan ben de Yukarı Okul'a gidiyordum. Mahalleden tanıdığım arkadaşlarım hep oraya gidiyorlardı çünkü. Bir gün Aşağı Okul'dan çocuklar gelip beni sordular, öğretmen beni istiyormuş, mecbur, çantamı alıp gittim. Meğer benim kaydım oradaymış, kafama göre Yukarı Okul'a gitmişim bir süre. Yirmi gün kadar gittiğim o okuldaki öğretmenimi de bir türlü hatırlamıyorum. Bir kadındı sanki, ne adı kalmış aklımda ne de yüzü.
Köyümüzde iki ayrı okul var sanıyorduk hepimiz. İlginçti, her iki okulun da müdürü aynıydı. Sonra anladık tabii, aynı okulun ayrı iki binasıymış onlar. Kurumla binanın farkını o zaman öğrenmiş olmalıyım.
Bina dedim de, geçenlerde arkadaşıma gitmiştim. Küçük kızıyla kızından iki yaş büyük yeğeni konuşuyorlardı. "Şu an bu yediğimiz aşam yemeği," dedi kızı. Yeğeni, "Aşam değil, akşam," diye düzeltti. Kız itiraz etti: "Hayır, benim söylediğim doğru." Öbürü de itiraza itirazla karşılık verdi: "Hayır, benimki doğru." Küçük kız üsteledi: "Benim söylediğim doğru, çünkü burası bizim binamız." Bunları duyunca Türkiye'deki demokrasi anlayışını düşündüm. Doğru yanlışa bakılmadan, o an kimin binasında bulunuluyorsa onun söyledikleri doğru kabul ediliyor ne yazık ki. Son tahlildeyse bina sahiplerine giren çıkan pek olmuyor da olan halka oluyor. Filler ve çimen meselesi yani; filler tepişir, çimenler ezilir. Nereye kadar böyle süreceğini hiç kestiremiyor insan.
Bizim sınıfta S. adında bir kız vardı. Sarıya yakın kıvırcığımsı saçları vardı. Akıllı uslu bir kızdı. Benimle çok iyi geçinirdi. İlkokul bitti. Babası okutmadı öteki pek çok kızın babası gibi. Bir yıl sonra duyduk ki S.'yi evlendirmişler. Çocuk yaşta. Kim bilir şimdi kaç çocuğu vardır.
İlkokulun hangi sınıfındaydık hatırlamıyorum, yeni gelen öğretmenimiz –Ayşe örtmen miydi Özgül örtmen mi, onu da hatırlamıyorum– iki ay kadar süreyle benim adımı bu sözünü ettiğim arkadaşınkiyle karıştırdı. Daha doğrusu bana hep onun adıyla hitap etti.
Hitap etmek dedim de, geçenlerde de aklıma gelen bir konuyu hatırladım gene. Hitap, birine yönelik konuşma demektir. Falankes hitap ediyor, denildiği zaman anlarız ki birilerinin karşısında konuşuyor, onlara yönelik konuşuyor. Halbuki konuşma fiilinin kendisi bu anlamı tam olarak karşılamıyor. Filankes konuşuyor, dediğimizde, illa birilerine yönelik konuştuğu anlamı çıkmayabilir. Çünkü filankes kendi kendine de konuşuyor olabilir.
Ben dördüncü sınıftayken Ayşe hocaların tayini çıktı, gittiler. Aradan on-on iki yıl geçmişti, bir gün internette arayıp buldum. Bir resmi vardı, o kadar değişmişti ki... Hayır, aslında değişen o değildi, biraz o zamanları anımsamaya çalışarak baktım resme, kendisi gibiydi, ne ki ben değişmiştim, o benim öğretmenim, ben de küçük bir öğrenciyken gözümde farklı biriydi, ben büyüyüp kocaman bir adam olduktan sonraysa farklı biri olmuştu. Zaman ne anlaşılmaz bir meseledir!
Yaylamızın envai çeşit çiçeğinden biri. |
O yıl okula 60 küsur kişi başladıydık. Birkaç gün küçük sınıfımızda tıklım tıkış kaldıktan sonra bizi ikiye böldüler. Yarımızı adına Yukarı Okul dediğimiz yeni okula gönderdiler, yarımızı da eski okulda bıraktılar. Ben de eski okulda kalanlardandım.
Başlarda isteyen istediği okula gidiyor sandığımdan ben de Yukarı Okul'a gidiyordum. Mahalleden tanıdığım arkadaşlarım hep oraya gidiyorlardı çünkü. Bir gün Aşağı Okul'dan çocuklar gelip beni sordular, öğretmen beni istiyormuş, mecbur, çantamı alıp gittim. Meğer benim kaydım oradaymış, kafama göre Yukarı Okul'a gitmişim bir süre. Yirmi gün kadar gittiğim o okuldaki öğretmenimi de bir türlü hatırlamıyorum. Bir kadındı sanki, ne adı kalmış aklımda ne de yüzü.
Köyümüzde iki ayrı okul var sanıyorduk hepimiz. İlginçti, her iki okulun da müdürü aynıydı. Sonra anladık tabii, aynı okulun ayrı iki binasıymış onlar. Kurumla binanın farkını o zaman öğrenmiş olmalıyım.
Bina dedim de, geçenlerde arkadaşıma gitmiştim. Küçük kızıyla kızından iki yaş büyük yeğeni konuşuyorlardı. "Şu an bu yediğimiz aşam yemeği," dedi kızı. Yeğeni, "Aşam değil, akşam," diye düzeltti. Kız itiraz etti: "Hayır, benim söylediğim doğru." Öbürü de itiraza itirazla karşılık verdi: "Hayır, benimki doğru." Küçük kız üsteledi: "Benim söylediğim doğru, çünkü burası bizim binamız." Bunları duyunca Türkiye'deki demokrasi anlayışını düşündüm. Doğru yanlışa bakılmadan, o an kimin binasında bulunuluyorsa onun söyledikleri doğru kabul ediliyor ne yazık ki. Son tahlildeyse bina sahiplerine giren çıkan pek olmuyor da olan halka oluyor. Filler ve çimen meselesi yani; filler tepişir, çimenler ezilir. Nereye kadar böyle süreceğini hiç kestiremiyor insan.
Bizim sınıfta S. adında bir kız vardı. Sarıya yakın kıvırcığımsı saçları vardı. Akıllı uslu bir kızdı. Benimle çok iyi geçinirdi. İlkokul bitti. Babası okutmadı öteki pek çok kızın babası gibi. Bir yıl sonra duyduk ki S.'yi evlendirmişler. Çocuk yaşta. Kim bilir şimdi kaç çocuğu vardır.
19 Temmuz 2014
Vıladimir'e Üçüncü Mektup
Pek kıymetli kardeşim Vıladimir,
Satırlarıma başlamadan önce selam eder, her iki karakaş gözlerinden hasretle öperim. Nasılsın, iyi misin? Umarım iyisindir.
Bizim buraya yaz geldi. Eminim sizin oraya da gelmiştir. Neler yapıyorsunuz bu yaz, çok merak ediyorum? Çehov'un mezarına gidecek misiniz mesela? Şayet gidecekseniz benim yerime de bir gül koyarsanız çok ama çok sevinirim. Umarım bir gün benim de fırsatım olur da ben de ziyaret ederim mezarını Çehov amcamın.
Yaz tatillerinde bunca sıkılıp durmam Tanrının bir emri midir acep? Farkındayım, bir mektupta can sıkıntından söz edip muhatabının da canını sıkmak doğru değildir, ama ne yapayım, sen de kan kardeşimsin bir yerde, canımın sıkıntısından sana söz etmeyeceğim de kime edeceğim? Zaten artık herkes biliyor, sana mektup yazdım mı bil ki canım sıkılıyor.
Bugün yoldaydım. Yol boyunca bir sağımdaki denize, bir solumdaki tarlalara baktım. Çokluk buğday tarlaları. Neden bilmiyorum, buğday tarlası bana öteden beri çok şeyler çağrıştırır. O kadar ki, bazen uzaktan başakları izlerken aklımda bin bir türlü şey dolanır durur, gelgelelim ne olduğunu bilemem. Denizin rengi de elbette çok şeyler çağrıştırmıştır bana yıllar yılı. Sanırım maviyi bu denli sevmem bizim bu denizden ötürü. Bir de mavinin farklı tonları bir arada oluyor ya bazen, insanın aklını başından alıyor. İşte bugün tam da öyleydi.
Buğday tarlası dedim de, Çehov'un o enfes uzun öyküsü Bozkır geldi aklıma. Ne güzel öyküdür o! Diyorum ki, günün birinde uçsuz bucaksız bir bozkırda, başı var sonu yok buğday tarlaları arasında okusam. Hatta yanımda bir de çay olsa. Semaver çayı. Başka da kimsecikler olmasa. Hayali bile ne kadar güzel be!
Sonbahar oldu mu buğdaylar sararır hani. Gökyüzü de mavidir. Yer yer de beyaz bulutlar vardır. Sarıyla mavinin birbirine bu denli yakıştığını başka hiçbir yerde, hiçbir zamanda göremezsin. Ama bugün de yeşillerle maviler pek yakışmışlardı doğrusu. Deniz ne iyi bir fikirdir Vıladimir, deniz ne iyi bir fikirdir!
Aleksey amcamla Galina teyzemi çok özledim. Ne yapıyorlar? Halleri vakitleri yerinde mi? Galina teyzeme söyle bana önümüzdeki kış için bir kazak örsün. İlaç yapmak için istediği çiçeklerle otları göndereceğim gene. Olgunlaşmalarına bir ay var. Yeğenlerimin de gözlerinden öp benim yerime. Kitap adları vermiştim onlara, muhakkak okusunlar. Gözün üzerlerinde olsun.
Doğrusu uzun uzadıya yazmak istiyorum ama ne yazacağımdan pek emin değilim. Senin de kafanı şişiriyorum ya, fazla da şişmesin. Sana yine yazacağım. Kendine çok çok iyi bak. Millete selamlarımı ilet.
Satırlarıma son vermeden önce tekrar selam eder, seni hasretle kucaklarım.
Satırlarıma başlamadan önce selam eder, her iki karakaş gözlerinden hasretle öperim. Nasılsın, iyi misin? Umarım iyisindir.
Bizim buraya yaz geldi. Eminim sizin oraya da gelmiştir. Neler yapıyorsunuz bu yaz, çok merak ediyorum? Çehov'un mezarına gidecek misiniz mesela? Şayet gidecekseniz benim yerime de bir gül koyarsanız çok ama çok sevinirim. Umarım bir gün benim de fırsatım olur da ben de ziyaret ederim mezarını Çehov amcamın.
Yaz tatillerinde bunca sıkılıp durmam Tanrının bir emri midir acep? Farkındayım, bir mektupta can sıkıntından söz edip muhatabının da canını sıkmak doğru değildir, ama ne yapayım, sen de kan kardeşimsin bir yerde, canımın sıkıntısından sana söz etmeyeceğim de kime edeceğim? Zaten artık herkes biliyor, sana mektup yazdım mı bil ki canım sıkılıyor.
Bugün yoldaydım. Yol boyunca bir sağımdaki denize, bir solumdaki tarlalara baktım. Çokluk buğday tarlaları. Neden bilmiyorum, buğday tarlası bana öteden beri çok şeyler çağrıştırır. O kadar ki, bazen uzaktan başakları izlerken aklımda bin bir türlü şey dolanır durur, gelgelelim ne olduğunu bilemem. Denizin rengi de elbette çok şeyler çağrıştırmıştır bana yıllar yılı. Sanırım maviyi bu denli sevmem bizim bu denizden ötürü. Bir de mavinin farklı tonları bir arada oluyor ya bazen, insanın aklını başından alıyor. İşte bugün tam da öyleydi.
Buğday tarlası dedim de, Çehov'un o enfes uzun öyküsü Bozkır geldi aklıma. Ne güzel öyküdür o! Diyorum ki, günün birinde uçsuz bucaksız bir bozkırda, başı var sonu yok buğday tarlaları arasında okusam. Hatta yanımda bir de çay olsa. Semaver çayı. Başka da kimsecikler olmasa. Hayali bile ne kadar güzel be!
Sonbahar oldu mu buğdaylar sararır hani. Gökyüzü de mavidir. Yer yer de beyaz bulutlar vardır. Sarıyla mavinin birbirine bu denli yakıştığını başka hiçbir yerde, hiçbir zamanda göremezsin. Ama bugün de yeşillerle maviler pek yakışmışlardı doğrusu. Deniz ne iyi bir fikirdir Vıladimir, deniz ne iyi bir fikirdir!
Aleksey amcamla Galina teyzemi çok özledim. Ne yapıyorlar? Halleri vakitleri yerinde mi? Galina teyzeme söyle bana önümüzdeki kış için bir kazak örsün. İlaç yapmak için istediği çiçeklerle otları göndereceğim gene. Olgunlaşmalarına bir ay var. Yeğenlerimin de gözlerinden öp benim yerime. Kitap adları vermiştim onlara, muhakkak okusunlar. Gözün üzerlerinde olsun.
Doğrusu uzun uzadıya yazmak istiyorum ama ne yazacağımdan pek emin değilim. Senin de kafanı şişiriyorum ya, fazla da şişmesin. Sana yine yazacağım. Kendine çok çok iyi bak. Millete selamlarımı ilet.
Satırlarıma son vermeden önce tekrar selam eder, seni hasretle kucaklarım.
18 Temmuz 2014
Yıldızları görüyor musun?
Filozoflar kampa giderler. Gece birisi uyanır. Yanındakinin de uyanık olduğunu fark eder. Ne görüyorsun, diye sorar. Yıldızları, der arkadaşı. Ne anlatıyor sana yıldızlar, diye sürdürür. Öbürü başlar anlatmaya. Filozof bu ya, dünyanın düzeninden girer insanın beyin hücrelerinden çıkar. Yarım saat alır cevaplaması. Bitirdikten sonra bir süre sessizlik olur. Bu kez o sorar arkadaşına: Ya sen ne görüyorsun? Ben de yıldızları görüyorum, diye yanıtlar arkadaşı. Peki, sana ne anlatıyor yıldızlar, der. Filozof cevabı yapıştırır: Aptal, çadırı çalmışlar.
17 Temmuz 2014
O dört harfli kelime
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
Not: Mobil bir cihazdan bakınca anlaşılmayabilir. Bilgisayardan bakılması önerilir.
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis elpis
Not: Mobil bir cihazdan bakınca anlaşılmayabilir. Bilgisayardan bakılması önerilir.
16 Temmuz 2014
Futbol vesaire
Dünya Kupası geçen gün sona erdi. Almanya'nın şampiyon olması sürpriz olmadı, zira dünyanın en başarılı takımlarından biri. Brezilya'nın Almanya'ya 7-1 yenilmesiyse gerçekten bir sürprizdi. Çünkü beş kez dünya şampiyonu olmuş, futbol denince ilk akla gelen ülke. Üstelik kupa kendi evinde düzenleniyor. Üstüne bir de mahalle maçlarında bile her zaman rastlanılmayan bir skorla yenildi. Sözün kısası, çok sevindim. Hatta ardından üçüncülük maçında Hollanda'dan da üç gol yiyince daha bir sevindim. Neden mi? Çünkü ezberlerin bozulması iyidir.
***
Bir sonraki Dünya Kupası 2018'de Rusya'da, ondan sonraki de 2022'de Katar'da düzenlenecek. Şimdiye dek sadece bir sonraki kupanın nerede düzenleneceği önceden belli olurdu, bu kez sonraki iki kupanın yerleri birlikte belli oldu. Sanırım FIFA kendini garantiye almak için bu yola başvurdu. Çünkü dünyada ekonomik kriz var. Onca stadı yapmaya her ülke yanaşmaz. Trilyonlarca, hatta katrilyonlarca para ister bu iş. Zaten bana sorarsanız 2022'nin Katar'a verilmesinin esas nedeni de buydu. Araplarda para bol nasılsa. Katar'ın yüzölçümü 11,586 km², yani tamı tamına Ağrı ili kadar bir yer. Nüfusuysa 2 milyon. Ve burada 12 tane stat inşa edilecek. Hem de son teknolojiyle. Katar'da futbol mutbol yok, milyar dolarlarca para hepi topu bir aylığına oynanacak bir kupa için harcanacak. Sonra da büyük ihtimalle o statlar çürümeye terk edilecek. Sözün kısası, Batı uygarlığında her şey ihtiyaca bakılarak yapılır. İhtiyaç varsa on iki tane de yapılır, kırk iki tane de. Doğu uygarlığındaysa pek çok şey gösteriş için yapılır.
***
Almanlar kadar disiplinli bir halk yoktur yeryüzünde. Disiplin oldu mu beraberinde her şey gelir. Halbuki kime sorsan soğuk karakterli bir halktır der Almanlar için. Dünyanın soğuk karakterli halklarıyla sıcak karakterlileri karşılaştırılsa ortaya ilginç sonuçlar çıkacağı kesin.
***
Ben bu dünya kupasında Kolombiya'yı tutuyordum. Neden derseniz, özel bir nedeni yoktu. Arkadaşıma gitmiştim, baktım televizyonda Kolombiya'nın maçı var, hangi takımla oynuyordu, onu da unuttum, oracıkta Kolombiya'yı tutmaya karar verdim. Finalde Brezilya'yla karşılaştı benim takım. Yenildi ne yazık ki.
***
Geçenlerde üç-beş arkadaş dolaşıyorduk. Biri, gelin de şu mağazadan kendime tişört bakayım dedi. Girdik içeri. Baktım spor malzemeleri, formalar falan var. Mağazada çalışan çocuk, abi hangi takımı tutuyorsunuz, bir forma verelim, dedi. Ben de, tuttuğum takımın forması Türkiye'de yok, dedim. Meraklandı, hangi takımı tuttuğumu sordu. Ben de Kolombiya dedim. Gülerek, işte şu köşede var abi, dedi. Tesadüfün de bu kadarı, diye geçirdim içimden, ben Türkiye'de yok diyorum, o bana birkaç metre ötedeki mağazayı gösteriyor. Çıktık. Geçerken o sözünü ettiği mağazaya baktım. Meğer Columbia diye bir marka varmış, spor malzemeleri falan üretiyormuş.
***
Hava da çok güzel bizim burada. 30 dereceyi geçmiyor. Akşamları da bir serin oluyor, sormayın. Allah herkese böyle hava versin.
15 Temmuz 2014
Büyük sorunlar
Saat gecenin biri. Adam telefonla konuşuyor. Tuvaleti geliyor, konuşmaya ara vermek zorunda kalıyor. Uzun bir ara olmayacak bu, tuvalete gidiş geliş iki dakika bile almayacak ama işte, yine de ara verilecek konuşmaya.
Hava serin. Soğuk bile denebilir. Bacaklarının üşüdüğünü hissediyor. Şortunu çıkarıp eşofman giyiyor.
Karnı acıkmış azıcık. Bilerek az yemek yiyor son günlerde, doymadan kalkıyor sofradan. Ağzına bir lokma bir şey atası geliyor, o kadarından bir şey olmaz. Mutfağa yöneliyor. Ekmek poşetini açıyor, küçük bir parça kuru ekmek alıp odaya dönüyor.
Yeniden telefonu alıp yatağa uzanıyor. Bakıyor ki şarjı bitmek üzere. Kalkıyor yine. Şarj aleti nerede? Haydaa, ışığı yakması gerek; gece gece hiç yoktan sürüyle iş çıktı ama başa gelen çekilir. Telefonu şarja takıyor, kulaklığını alıp ışığı da söndürdükten sonra yine yatağa bırakıveriyor kendini.
Bu kez de kulaklığın kabloları birbirine dolanıyor. El yordamıyla açmaya çalışıyor ama zorlanıyor. Uzun bir uğraş verdikten sonra nihayet çözmeyi başarıyor.
Tam her şey tamam deyip telefon konuşmasına kaldığı yerden devam edecekken aklına bir şey takılıyor. Akşamüzeri kitabın birinde bir şey aramış da bir türlü bulamamış. Dönüp dönüp bir daha bakmış ama faydası olmamış. Neredeydi, hangi sayfadaydı?.. Düşünüyor ama bir çıkar yol bulamıyor.
Bunlar, hayattaki en büyük sorunlardır işte. Günümüzde hemen hemen tüm insanlar böylesi büyük sorunlarla çekişiyor. Sorunlar büyük olunca çözülmeleri de öyle basit olmuyor elbette.
Bunların yanında bir de mutsuzluk, belirsizlik, can sıkıntısı, stres, gelecek kaygısı, işsizlik, güçsüzlük, ülke ve dünyanın boktan gündeminde kaybolma, dört bir tarafı cehaletin kaplamış olması, hemen her gün kadınların öldürülüyor olması, doğa katliamı, hava kirliliği, gürültü, trafik gibi çok daha önemsiz, basit sorunları var insanların. Ancak bunlar, adı üstünde, basit sorunlar olduklarından öyle çok da üstlerinde durulmuyor.
Her şeye rağmen hayat devam ediyor.
Hava serin. Soğuk bile denebilir. Bacaklarının üşüdüğünü hissediyor. Şortunu çıkarıp eşofman giyiyor.
Karnı acıkmış azıcık. Bilerek az yemek yiyor son günlerde, doymadan kalkıyor sofradan. Ağzına bir lokma bir şey atası geliyor, o kadarından bir şey olmaz. Mutfağa yöneliyor. Ekmek poşetini açıyor, küçük bir parça kuru ekmek alıp odaya dönüyor.
Yeniden telefonu alıp yatağa uzanıyor. Bakıyor ki şarjı bitmek üzere. Kalkıyor yine. Şarj aleti nerede? Haydaa, ışığı yakması gerek; gece gece hiç yoktan sürüyle iş çıktı ama başa gelen çekilir. Telefonu şarja takıyor, kulaklığını alıp ışığı da söndürdükten sonra yine yatağa bırakıveriyor kendini.
Bu kez de kulaklığın kabloları birbirine dolanıyor. El yordamıyla açmaya çalışıyor ama zorlanıyor. Uzun bir uğraş verdikten sonra nihayet çözmeyi başarıyor.
Tam her şey tamam deyip telefon konuşmasına kaldığı yerden devam edecekken aklına bir şey takılıyor. Akşamüzeri kitabın birinde bir şey aramış da bir türlü bulamamış. Dönüp dönüp bir daha bakmış ama faydası olmamış. Neredeydi, hangi sayfadaydı?.. Düşünüyor ama bir çıkar yol bulamıyor.
Bunlar, hayattaki en büyük sorunlardır işte. Günümüzde hemen hemen tüm insanlar böylesi büyük sorunlarla çekişiyor. Sorunlar büyük olunca çözülmeleri de öyle basit olmuyor elbette.
Bunların yanında bir de mutsuzluk, belirsizlik, can sıkıntısı, stres, gelecek kaygısı, işsizlik, güçsüzlük, ülke ve dünyanın boktan gündeminde kaybolma, dört bir tarafı cehaletin kaplamış olması, hemen her gün kadınların öldürülüyor olması, doğa katliamı, hava kirliliği, gürültü, trafik gibi çok daha önemsiz, basit sorunları var insanların. Ancak bunlar, adı üstünde, basit sorunlar olduklarından öyle çok da üstlerinde durulmuyor.
Her şeye rağmen hayat devam ediyor.
14 Temmuz 2014
Şiir Sanatı
Dokunulabilir ve sessiz olmalı şiir
Yuvarlak bir meyve gibi,
Başparmağa bir şey söylemeyen
Eski madalyonlar gibi dilsiz,
Yosun tutmuş pencere pervazındaki
Aşınmış taş gibi suskun –
Kuşların uçuşu gibi
Sözsüz olmalı şiir.
Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi,
Geceye takılan ağaçları dal dal
Özgür bırakır ya ay,
Kış yapraklarının gerisinde
Anı bekler bellekte kalır ya –
Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi.
Gerçeğe eşit olmalı şiir:
Gerçeğin kendisi değil.
Acının bütün tarihi çünkü
Boş bir eşik, bir akçaağaç yaprağı.
Çünkü aşk
Yana yatmış otlar ve denizin üstünde iki ışık —
Bir şey anlatmalı şiir
Olmalı.
Archibald MacLeish
Çeviren: Cevat Çapan
Yuvarlak bir meyve gibi,
Başparmağa bir şey söylemeyen
Eski madalyonlar gibi dilsiz,
Yosun tutmuş pencere pervazındaki
Aşınmış taş gibi suskun –
Kuşların uçuşu gibi
Sözsüz olmalı şiir.
Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi,
Geceye takılan ağaçları dal dal
Özgür bırakır ya ay,
Kış yapraklarının gerisinde
Anı bekler bellekte kalır ya –
Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi.
Gerçeğe eşit olmalı şiir:
Gerçeğin kendisi değil.
Acının bütün tarihi çünkü
Boş bir eşik, bir akçaağaç yaprağı.
Çünkü aşk
Yana yatmış otlar ve denizin üstünde iki ışık —
Bir şey anlatmalı şiir
Olmalı.
Archibald MacLeish
Çeviren: Cevat Çapan
13 Temmuz 2014
Ramazan üzerine düşünceler
Aç Kalmak: Düşünsene, akşam seni mükellef bir sofranın beklediğini biliyorsun. Türlü türlü yemekler; çorbalar, sıcaklar, soğuklar, salatalar, pideler, kolalar, gazozlar, limonatalar... Ne ararsan var. Böyle bir durumda aç kalmakta ne var? Değil akşam ezanına, hafta sonuna kadar bile bekleyebilirsin. Kendini Somali'deki çocuklarla bir karşılaştırsana. Hani şu kaburga kemikleri teker teker sayılabilen çocuklarla. Kaldı ki, çocukların oruç tutması bile farz değil. Demem o ki, oruç bir gönüllü açlıktır, hakiki açlıksa zorunlu açlıktır ve çok daha başka bir şeydir elbette; bir dram, bir trajedi ve çok daha ötesi.
Gündüz yeme içmeyi kesmekle kimsenin açın halinden anladığı falan yok kardeşim. Varsa aksini iddia eden buyursun gelsin, dilediği kadar konuşalım. Bakınız, yemeyi geçtim, dünyada su bulamayan insanlar var. Afrika'da bazı yörelerde sırf içme suyu bulabilmek için kilometrelerce yol kat edenler var.
Efendim, mesele aç kalmak değil, nefsi terbiye etmek. Çok doğru. Ama bakıyorsun, nefisler hiç de terbiye edilmiş gibi durmuyor. İftardan sonra her yerde eğlence. Hatta Ramazan eğlencesi diye literatüre bile girmiş. Yeni bir şey değil, yüzlerce yıllık gelenek halini almış. Böyle terbiye mi olur yahu?
Kabaran Duygular: Ramazan geldi mi pek çok kişinin dini duyguları kabarır. Eskiden daha sık görülürdü; fakir komşusuna yemek götürür insanlar. Herkesin bir anda huyu suyu düzelir. İyilik yarışına girilir. Ramazanın bitmesiyle de aynı tas aynı hamam. Ne anladım ben bu işten?
İftar Çadırı: İftar çadırı fikri kadar ahlaksız bir şey olabilir mi? Başta belediyeler olmak üzere bazı kurum ve kuruluşlar ramazanı büyük bir fırsat olarak görürler. Nihayetinde siyaset müessesesinin işi gücü propaganda. Başka Müslüman ülkelerde de var mıdır bilmiyorum, Türkiye'de hangi partiden olursa olsun her belediye ramazanda iftar çadırı kurar. Yolda kalmışlar, iftar vaktinde eve yetişememiş olanlar falan bir yana, onlar zaten azınlıkta kalıyorlar, benim gözlemlediğim kadarıyla iftar çadırlarına gidenler hep yoksullar. İyi güzel. Peki de kardeşim, bir ay boyunca günde bir öğün karnını doyurduğun o insanlar on bir ay boyunca ne yiyip içiyorlar, haberin var mı? İşte, sözünü ettiğim ahlaksızlık tam da burada kendini gösteriyor. Bu da bize meselenin aslında din iman falan değil, dünyevi menfaatler olduğunu gösteriyor.
Ben: Riyakârlığı hiç sevmem. Ben de yukarıda özelliklerini saydığım milyonlarca insan gibi düşündüm yıllar yılı. Gündüz karnım açken mutfağa gidip annemin o gün ne pişireceğini öğrenerek bekledim iftar vaktini. Ve evet, riyakârlığı hiç mi hiç sevmem, hal böyleyken benim tuttuğum oruçlardan sevap falan kazanacağım yok, akşama kadar aç kalıyorum o kadar.
İçinde vicdan barındırmayan inanç neye yarar?
Gündüz yeme içmeyi kesmekle kimsenin açın halinden anladığı falan yok kardeşim. Varsa aksini iddia eden buyursun gelsin, dilediği kadar konuşalım. Bakınız, yemeyi geçtim, dünyada su bulamayan insanlar var. Afrika'da bazı yörelerde sırf içme suyu bulabilmek için kilometrelerce yol kat edenler var.
Efendim, mesele aç kalmak değil, nefsi terbiye etmek. Çok doğru. Ama bakıyorsun, nefisler hiç de terbiye edilmiş gibi durmuyor. İftardan sonra her yerde eğlence. Hatta Ramazan eğlencesi diye literatüre bile girmiş. Yeni bir şey değil, yüzlerce yıllık gelenek halini almış. Böyle terbiye mi olur yahu?
Kabaran Duygular: Ramazan geldi mi pek çok kişinin dini duyguları kabarır. Eskiden daha sık görülürdü; fakir komşusuna yemek götürür insanlar. Herkesin bir anda huyu suyu düzelir. İyilik yarışına girilir. Ramazanın bitmesiyle de aynı tas aynı hamam. Ne anladım ben bu işten?
İftar Çadırı: İftar çadırı fikri kadar ahlaksız bir şey olabilir mi? Başta belediyeler olmak üzere bazı kurum ve kuruluşlar ramazanı büyük bir fırsat olarak görürler. Nihayetinde siyaset müessesesinin işi gücü propaganda. Başka Müslüman ülkelerde de var mıdır bilmiyorum, Türkiye'de hangi partiden olursa olsun her belediye ramazanda iftar çadırı kurar. Yolda kalmışlar, iftar vaktinde eve yetişememiş olanlar falan bir yana, onlar zaten azınlıkta kalıyorlar, benim gözlemlediğim kadarıyla iftar çadırlarına gidenler hep yoksullar. İyi güzel. Peki de kardeşim, bir ay boyunca günde bir öğün karnını doyurduğun o insanlar on bir ay boyunca ne yiyip içiyorlar, haberin var mı? İşte, sözünü ettiğim ahlaksızlık tam da burada kendini gösteriyor. Bu da bize meselenin aslında din iman falan değil, dünyevi menfaatler olduğunu gösteriyor.
Ben: Riyakârlığı hiç sevmem. Ben de yukarıda özelliklerini saydığım milyonlarca insan gibi düşündüm yıllar yılı. Gündüz karnım açken mutfağa gidip annemin o gün ne pişireceğini öğrenerek bekledim iftar vaktini. Ve evet, riyakârlığı hiç mi hiç sevmem, hal böyleyken benim tuttuğum oruçlardan sevap falan kazanacağım yok, akşama kadar aç kalıyorum o kadar.
İçinde vicdan barındırmayan inanç neye yarar?
12 Temmuz 2014
Zıt
Birbirinin karşıtı olan beş kelime kökü:
Bunlara aynı sonekler getirilerek ortaya çıkan yeni kelimeler:
Ek deyip geçmemek lazım. Kelimelerin fiziğini, kimyasını, biyolojisini altüst edebiliyor.
- al - ver
- iç - dış
- in - kalk
- var - yok
- yer - hava
Bunlara aynı sonekler getirilerek ortaya çıkan yeni kelimeler:
- algı - vergi
- içki - dışkı
- indirim - kaldırım
- varış - yokuş
- yerli - havalı
Ek deyip geçmemek lazım. Kelimelerin fiziğini, kimyasını, biyolojisini altüst edebiliyor.
11 Temmuz 2014
3 Boyutlu
via |
Eğer aşinaysanız zaten hemen görürsünüz. Değilseniz, resimde gördüğünüz iki boyutlu şekillere takılmayın. Sanki arkada bir şey varmış da onu görmeye çalışıyormuşsunuz gibi bakın. Ayrıca gözünüzü olabildiğince yaklaştırın. Bir süre öylece baktıktan sonra yavaşça uzaklaşın. İnsanlar genelde görünen şekillere takıldıklarından üçüncü boyutu görmekte zorlanırlar.
Bu resimde iki şey var. İpucu: doğa. Bunu yapan vatandaşın şuradaki galerisine göz atın. Çok güzel şeyler yapmış.
10 Temmuz 2014
Çorba
Sabah kalkıp ülke ve dünya gündemine göz atınca insanın içi kararıyor. Nasıl kararmasın? Bir tane olumlu haber varsa yanında yüz tane de olumsuz haber var. Şurada savaş, orada yıkım... Şu şunu dedi, bu bunu dedi... Düşünüyorum da, epey sağlıklı bir beynimiz var galiba; tahmin ettiğimizden çok daha sağlıklı. Çünkü efendim, ortalama bir beyin böylesi bir gündemde en fazla altı ay dayanabilir. Ama biz toplum olarak yıllarca dayanabiliyoruz, dayanacağız.
Televizyon izlemeyi 2002 yılında bıraktım. O tarihten önce düzenli olarak izlediğim diziler vardı herkes gibi. Pazar günleri Formula 1'i hiç kaçırmazdım. Hatta cumartesileri sıralama turlarını bile izlerdim çoğu kez. Sonra, haberler, maç özetleri, klipler, filmler falan. Ortalama bir memleket insanından farkım yoktu. Televizyon milyonların hayatını yönlendirdiği gibi benimkini de yönlendiriyordu. Televizyonda gördüğümüz kıytırık bir meseleden saatlerce konuşabiliyorduk. Televizyon izlemeye ayırdığım süre gün be gün azaldı. Bugün neredeyse hiç izlemiyorum. Evde açık olunca bile farkında değilim çoğu kez.
Eşe dosta oturmaya, misafirliğe falan gittiğimde her evde aynı manzarayla karşılaşıyorum. Televizyon muhakkak açık oluyor. Ev halkı da izliyor. Hele hele o saatte bir dizi varsa, herkes sus pus olup gözünü ekrana dikiyor. Misafirlik kavramının da içi boşalıyor böylece.
87 yaşındaki bir akrabamla konuşuyordum geçen gün. Eski devirlerden söz açıldı. "Bugünle o günü nasıl karşılaştırıyorsun" diye sordum, "sizin yaştakiler hep eskileri özleyip duruyorlar. Bugünün hiç mi yok olumlu bir yönü?" Verdiği cevap olabildiğince düşündürücüydü: "O zaman açtık, karnımız doymuyordu doğru dürüst, ancak şunu bil ki, o günün açlığını bugünün bolluğuna değişmem."
İnsan, dünya döndükçe birbirine ihtiyaç duyacaktır. Aslında yalnızca insan da değil, tüm canlılar birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Bir ağaç bile bir başına uzun süre yaşayamaz. Binlerce yıldır doğayı egemenliği altına alma çabaları içinde olan insanoğlu bu çabaları sonucunda bugün epey yol kat etmiş, epey başarı sağlamış bir noktada bulunuyor. Bugün bir insan tek başına uçağa atlayıp dünyanın en uzak noktasına gidebilir. Eskiden mümkün müydü böyle bir şey? Yakın mesafelere bile kervan kervan gidiliyordu. Eskiden dermansız dert denen hastalıkların bugün esamesi bile okunmuyor. Zamanla bilim gelişti, teknoloji doğdu. Önce pek çok şeyi, sonra da hemen her şeyi üretti insan. Yollar yaparak mesafeleri kısalttı, köprüler yaparak ırmakları, hatta denizleri aştı. Olanaksız gözüken pek çok gereksinimin giderilmesi zamanla çocuk oyuncağına dönüştü. Böyle olunca da insanlar gereksinimlerini tek başına giderebilecek duruma geldiler. Ve işte tam da bu noktada insanların yalnızlaşmasının yolu açıldı.
Yirminci Yüzyılda pek çok şey yapıldı yapılmasına, gene de hiçbir şey televizyonun yaygınlaşıp kanalların çoğalması kadar etkili olamadı insanları yalnızlaştırmakta. İnternet ise bu konuda deyiş yerindeyse öldürücü darbe oldu.
Bugün dönüp baktığımızda, insan ilişkilerinde bin yıl öncesine oranla devasa bir farklılığın olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Arkadaşımla konuşuyorduk geçen gün, "Amerika'da artık yol sorma, yön sorma yok," diyordu, "gideceğin yeri akıllı telefonundan elinle koymuş gibi buluyorsun." Böyle bir şeyin olacağını değil bin yıl, yüz yıl önce desen kim inanırdı? Demek ki bugün bizim de inanmayacağımız, aklımıza bile gelmeyen şeyler gelecekte gerçekleşecek. Kim inkâr edebilir bunu?
Peki, gelecek daha mı iyi olacak, daha mı kötü? Bazılarına göre daha iyi, bazılarına göreyse daha kötü olacak. Örneğin, yukarıda sözünü ettiğim akrabam gibi düşünürsek, elbette daha kötü olacak. Çünkü ona göre bugün geçmişe göre daha kötü. Gidiş de aynı gidiş olduğuna göre doğal olarak gelecek de bugünden daha kötü olacak. Ancak bu fikre itiraz edilebilir tabii. Mesela, ortalama yaşam süresinin geçmişte kırk-elli yılken bugün seksen yıl olması kanıt gösterilebilir. Geçmişte çaresi olmayan bir hastalığın bugün basit ilaçlarla giderilebiliyor olması da. Bir kanser hastası düşünün, gelecekte kansere de çare bulunacak olması ihtimaline bakıp elbette, gelecek daha iyi olacak, diyecektir. Gelgelelim, bunun gibi tekil örneklere değil de, meseleye bir bütün olarak baktığımızda iş değişiyor. Tokyo'da 35, Meksiko'da 21 milyon insan yaşıyor. Bununla birlikte, insanların en yalnız olduğu yerler de metropoller.
Başa dönelim. Bu coğrafyanın havasından mıdır, suyundan mıdır bilemem, insanları yorum yapmayı çok severler. Facebook'u açıyorsun, en basit bir konuda sürüyle yorum yapılıyor. Herkesin her konuda söyleyecek illa ki bir sözü var. Sanki olmak zorundaymış gibi. Adına susmak denen erdem unutuldu neredeyse.
Gündeme bakınca insanın moralinin bozulmaması elde değil. Üstüne bir de bu gündeme sözünü ettiğim bini bir para sürüyle yorumu da boca edin, sonra da sağlıklı bir zihnim var deyip ortalıkta dolaşın dolaşabilirseniz.
Dünyamız çorbaya dönmüş. Benim görebildiğim bu.
Televizyon izlemeyi 2002 yılında bıraktım. O tarihten önce düzenli olarak izlediğim diziler vardı herkes gibi. Pazar günleri Formula 1'i hiç kaçırmazdım. Hatta cumartesileri sıralama turlarını bile izlerdim çoğu kez. Sonra, haberler, maç özetleri, klipler, filmler falan. Ortalama bir memleket insanından farkım yoktu. Televizyon milyonların hayatını yönlendirdiği gibi benimkini de yönlendiriyordu. Televizyonda gördüğümüz kıytırık bir meseleden saatlerce konuşabiliyorduk. Televizyon izlemeye ayırdığım süre gün be gün azaldı. Bugün neredeyse hiç izlemiyorum. Evde açık olunca bile farkında değilim çoğu kez.
Eşe dosta oturmaya, misafirliğe falan gittiğimde her evde aynı manzarayla karşılaşıyorum. Televizyon muhakkak açık oluyor. Ev halkı da izliyor. Hele hele o saatte bir dizi varsa, herkes sus pus olup gözünü ekrana dikiyor. Misafirlik kavramının da içi boşalıyor böylece.
87 yaşındaki bir akrabamla konuşuyordum geçen gün. Eski devirlerden söz açıldı. "Bugünle o günü nasıl karşılaştırıyorsun" diye sordum, "sizin yaştakiler hep eskileri özleyip duruyorlar. Bugünün hiç mi yok olumlu bir yönü?" Verdiği cevap olabildiğince düşündürücüydü: "O zaman açtık, karnımız doymuyordu doğru dürüst, ancak şunu bil ki, o günün açlığını bugünün bolluğuna değişmem."
İnsan, dünya döndükçe birbirine ihtiyaç duyacaktır. Aslında yalnızca insan da değil, tüm canlılar birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Bir ağaç bile bir başına uzun süre yaşayamaz. Binlerce yıldır doğayı egemenliği altına alma çabaları içinde olan insanoğlu bu çabaları sonucunda bugün epey yol kat etmiş, epey başarı sağlamış bir noktada bulunuyor. Bugün bir insan tek başına uçağa atlayıp dünyanın en uzak noktasına gidebilir. Eskiden mümkün müydü böyle bir şey? Yakın mesafelere bile kervan kervan gidiliyordu. Eskiden dermansız dert denen hastalıkların bugün esamesi bile okunmuyor. Zamanla bilim gelişti, teknoloji doğdu. Önce pek çok şeyi, sonra da hemen her şeyi üretti insan. Yollar yaparak mesafeleri kısalttı, köprüler yaparak ırmakları, hatta denizleri aştı. Olanaksız gözüken pek çok gereksinimin giderilmesi zamanla çocuk oyuncağına dönüştü. Böyle olunca da insanlar gereksinimlerini tek başına giderebilecek duruma geldiler. Ve işte tam da bu noktada insanların yalnızlaşmasının yolu açıldı.
Yirminci Yüzyılda pek çok şey yapıldı yapılmasına, gene de hiçbir şey televizyonun yaygınlaşıp kanalların çoğalması kadar etkili olamadı insanları yalnızlaştırmakta. İnternet ise bu konuda deyiş yerindeyse öldürücü darbe oldu.
Bugün dönüp baktığımızda, insan ilişkilerinde bin yıl öncesine oranla devasa bir farklılığın olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Arkadaşımla konuşuyorduk geçen gün, "Amerika'da artık yol sorma, yön sorma yok," diyordu, "gideceğin yeri akıllı telefonundan elinle koymuş gibi buluyorsun." Böyle bir şeyin olacağını değil bin yıl, yüz yıl önce desen kim inanırdı? Demek ki bugün bizim de inanmayacağımız, aklımıza bile gelmeyen şeyler gelecekte gerçekleşecek. Kim inkâr edebilir bunu?
Peki, gelecek daha mı iyi olacak, daha mı kötü? Bazılarına göre daha iyi, bazılarına göreyse daha kötü olacak. Örneğin, yukarıda sözünü ettiğim akrabam gibi düşünürsek, elbette daha kötü olacak. Çünkü ona göre bugün geçmişe göre daha kötü. Gidiş de aynı gidiş olduğuna göre doğal olarak gelecek de bugünden daha kötü olacak. Ancak bu fikre itiraz edilebilir tabii. Mesela, ortalama yaşam süresinin geçmişte kırk-elli yılken bugün seksen yıl olması kanıt gösterilebilir. Geçmişte çaresi olmayan bir hastalığın bugün basit ilaçlarla giderilebiliyor olması da. Bir kanser hastası düşünün, gelecekte kansere de çare bulunacak olması ihtimaline bakıp elbette, gelecek daha iyi olacak, diyecektir. Gelgelelim, bunun gibi tekil örneklere değil de, meseleye bir bütün olarak baktığımızda iş değişiyor. Tokyo'da 35, Meksiko'da 21 milyon insan yaşıyor. Bununla birlikte, insanların en yalnız olduğu yerler de metropoller.
Başa dönelim. Bu coğrafyanın havasından mıdır, suyundan mıdır bilemem, insanları yorum yapmayı çok severler. Facebook'u açıyorsun, en basit bir konuda sürüyle yorum yapılıyor. Herkesin her konuda söyleyecek illa ki bir sözü var. Sanki olmak zorundaymış gibi. Adına susmak denen erdem unutuldu neredeyse.
Gündeme bakınca insanın moralinin bozulmaması elde değil. Üstüne bir de bu gündeme sözünü ettiğim bini bir para sürüyle yorumu da boca edin, sonra da sağlıklı bir zihnim var deyip ortalıkta dolaşın dolaşabilirseniz.
Dünyamız çorbaya dönmüş. Benim görebildiğim bu.
9 Temmuz 2014
8 Temmuz 2014
Düş'eriz, kalkarız...
Birkaç kişi bir yerdeyiz. Neresi olduğunu bilmiyorum. Niçin orada olduğumuzu da bilmiyorum. Biraz sonra gideceğiz buradan. Eve gideceğiz herhalde. Araba var yanımızda, Yunus'un arabası galiba. Tam binip ayrılacağımız sırada yolcu sayısının birden arttığını görüyoruz. Nereden çıktılar, hiç anlamıyorum. İki kişiyi tanımıyorum. Aslında sanki tanıyorum ama gerçek hayatta değil. Araba küçük, hepimiz sığamayız. Ne yapabiliriz? Birbirimizin yüzüne bakıyoruz.
Ben, yakın arkadaşım Yunus, kardeşim, arkadaşım Mehmet, bir de tanımadığım diğerleri.
Yunus bu sorunu çözmek için bir şeyler söylüyor ve söyledikleri derhal kabul görüyor. Zaten uzun uzadıya bekleyecek durumda da değiliz. Direksiyona geçmiş olan Mehmet de onu destekliyor. Bu arada, daha önce görmediğim kırmızı bir araba bu. O anda öğreniyorum ki Norveç’e gidiyoruz. Niye gidiyoruz peki, onu da bilmiyorum. Turistik bir geziye benziyor ama. Ne var ki her şey karmakarışık. Bu yanımızdakiler kim? Ne işleri var bizimle?
Yola çıkıyoruz. Çıkar çıkmaz kendimizi Norveç yollarında buluyoruz. Gerçekte hiç Norveç’e gitmişliğim yok ama fotoğraflardan görmüşlüğüm çoktur tabii, kıvrıla kıvrıla giden o yüksek standartlı yollardan birindeyiz. O sırada fark ediyorum ki arabada altı kişiyiz. Direksiyonda Mehmet, yanında ben, arkada kardeşim, o iki yabancı ve bir de benim tam arkamda başka biri. Fakat kim olduğunu bilmiyorum. Gerçek hayatta olsa, henüz arabaya biniş esnasında dönüp bakmam lazım. Sadece ben mi, kim olsa bakar. Hadi biniş esnasında bakmadın, bari yolda dön bir bak, kimdir bu, diye. Ama yok, dönüp bakmıyorum. Çünkü galiba merak da diğer pek çok şey gibi gerçek hayata ait bir kavram, ne var ki bu bir rüya, rüyada gerçek hayata ait kavramlarımızın bir değeri olmuyor, çoğumuz bu deneyimi yaşamışızdır.
Sözün kısası, arabaya beş kişi binmemiz gerekirken altı kişi binmiş Norveç'e gidiyoruz. Gelgelelim bir anda bambaşka bir yolda olduğumuzu fark ediyorum. Hayır hayır, bir anda değil aslında, nasıl olduğunu bir türlü anlatamayacağım bir biçimde, sanki baştan beri bu yoldaymışız gibi geliyor bana. Nasıl denir ki, Norveç yolundan bu yola o kadar esnek bir geçiş olmuş ki ben farkına varamamışım. Bu yol dediğim de, Çaldıran'dan Doğubayazıt'a giden yol. Norveç'e değil, Doğubayazıt'tan sonra İran'a gidiyor. Ama ben artık nereye gideceğimizi de bilmiyorum artık. Mehmet'le de yol boyunca konuşuyoruz ancak ne konuştuğumuzu hiç mi hiç hatırlamıyorum. Havadan sudan şeyler sanırım. Koltuğum da çok rahat bu arada. Arkadaki dört kişi ise olabildiğince sıkışık bir haldeler.
Yol o kadar dar ki anlatamam. Bizim dağ köyünün yolu bile bundan daha geniş. Mehmet'e, "Şimdi karşıdan bir tır gelse nasıl yol vereceksiniz birbirinize?" diye soruyorum. Susuyor. Ama ilginç bir biçimde cevap içime doğuyor. Biz bu yoldayken herhangi bir aracın gelmeyeceğini biliyorum. Garip. Araba da bu daracık yolda öyle hızlı gidiyor ki...
Karşımıza martılar çıkıyor birden. Yoldaki balıkları yiyorlar. İhtimal ki balık taşıyan bir araçtan düşmüşler. Ama büyük balık bunlar. Bizim denizdekilerin üç-dört katı büyüklükteler. Arabamız hızla üstlerinden geçiyor ama martılara bir şey olmuyor. Rüyamın son sahnesi oluyor bu aynı zamanda. Uyanıyorum.
İşte böyle dostlar, neredeyse her gün böylesine karmaşık rüyalar görüyorum. Kaldı ki, bu anlattıklarım rüyanın ana hatları, ufak tefek sürüyle ayrıntıyı da hatırlamıyorum.
Kafamın içi çok dolu galiba. Neyse ki rüya görmek sağlık işaretidir. Çünkü rüyalarla bilinçaltımız boşalıyor. Rüya görmeyen insanlar agresifleşiyor, hatta bir süre sonra çıldıracak düzeye geliyorlarmış.
Bazen hiç bitmesin denen türden rüyalar görüyorum. Her insan görür aslında bu türden rüyaları. Hiç bitmesin, bir ömür boyu uyumaya razıyım, dediğim olmuştur.
Aslına bakarsanız bu yaşadığımız hayat da bir rüya olabilir. Başta Platon olmak üzere, bilge insanlar da tarih boyunca demişler zaten, belki bir gün adına ömür dediğimiz bu kadim rüyadan uyanacağız. Kim bilir?
Ben, yakın arkadaşım Yunus, kardeşim, arkadaşım Mehmet, bir de tanımadığım diğerleri.
Yunus bu sorunu çözmek için bir şeyler söylüyor ve söyledikleri derhal kabul görüyor. Zaten uzun uzadıya bekleyecek durumda da değiliz. Direksiyona geçmiş olan Mehmet de onu destekliyor. Bu arada, daha önce görmediğim kırmızı bir araba bu. O anda öğreniyorum ki Norveç’e gidiyoruz. Niye gidiyoruz peki, onu da bilmiyorum. Turistik bir geziye benziyor ama. Ne var ki her şey karmakarışık. Bu yanımızdakiler kim? Ne işleri var bizimle?
Yola çıkıyoruz. Çıkar çıkmaz kendimizi Norveç yollarında buluyoruz. Gerçekte hiç Norveç’e gitmişliğim yok ama fotoğraflardan görmüşlüğüm çoktur tabii, kıvrıla kıvrıla giden o yüksek standartlı yollardan birindeyiz. O sırada fark ediyorum ki arabada altı kişiyiz. Direksiyonda Mehmet, yanında ben, arkada kardeşim, o iki yabancı ve bir de benim tam arkamda başka biri. Fakat kim olduğunu bilmiyorum. Gerçek hayatta olsa, henüz arabaya biniş esnasında dönüp bakmam lazım. Sadece ben mi, kim olsa bakar. Hadi biniş esnasında bakmadın, bari yolda dön bir bak, kimdir bu, diye. Ama yok, dönüp bakmıyorum. Çünkü galiba merak da diğer pek çok şey gibi gerçek hayata ait bir kavram, ne var ki bu bir rüya, rüyada gerçek hayata ait kavramlarımızın bir değeri olmuyor, çoğumuz bu deneyimi yaşamışızdır.
Sözün kısası, arabaya beş kişi binmemiz gerekirken altı kişi binmiş Norveç'e gidiyoruz. Gelgelelim bir anda bambaşka bir yolda olduğumuzu fark ediyorum. Hayır hayır, bir anda değil aslında, nasıl olduğunu bir türlü anlatamayacağım bir biçimde, sanki baştan beri bu yoldaymışız gibi geliyor bana. Nasıl denir ki, Norveç yolundan bu yola o kadar esnek bir geçiş olmuş ki ben farkına varamamışım. Bu yol dediğim de, Çaldıran'dan Doğubayazıt'a giden yol. Norveç'e değil, Doğubayazıt'tan sonra İran'a gidiyor. Ama ben artık nereye gideceğimizi de bilmiyorum artık. Mehmet'le de yol boyunca konuşuyoruz ancak ne konuştuğumuzu hiç mi hiç hatırlamıyorum. Havadan sudan şeyler sanırım. Koltuğum da çok rahat bu arada. Arkadaki dört kişi ise olabildiğince sıkışık bir haldeler.
Yol o kadar dar ki anlatamam. Bizim dağ köyünün yolu bile bundan daha geniş. Mehmet'e, "Şimdi karşıdan bir tır gelse nasıl yol vereceksiniz birbirinize?" diye soruyorum. Susuyor. Ama ilginç bir biçimde cevap içime doğuyor. Biz bu yoldayken herhangi bir aracın gelmeyeceğini biliyorum. Garip. Araba da bu daracık yolda öyle hızlı gidiyor ki...
Karşımıza martılar çıkıyor birden. Yoldaki balıkları yiyorlar. İhtimal ki balık taşıyan bir araçtan düşmüşler. Ama büyük balık bunlar. Bizim denizdekilerin üç-dört katı büyüklükteler. Arabamız hızla üstlerinden geçiyor ama martılara bir şey olmuyor. Rüyamın son sahnesi oluyor bu aynı zamanda. Uyanıyorum.
İşte böyle dostlar, neredeyse her gün böylesine karmaşık rüyalar görüyorum. Kaldı ki, bu anlattıklarım rüyanın ana hatları, ufak tefek sürüyle ayrıntıyı da hatırlamıyorum.
Kafamın içi çok dolu galiba. Neyse ki rüya görmek sağlık işaretidir. Çünkü rüyalarla bilinçaltımız boşalıyor. Rüya görmeyen insanlar agresifleşiyor, hatta bir süre sonra çıldıracak düzeye geliyorlarmış.
Bazen hiç bitmesin denen türden rüyalar görüyorum. Her insan görür aslında bu türden rüyaları. Hiç bitmesin, bir ömür boyu uyumaya razıyım, dediğim olmuştur.
Aslına bakarsanız bu yaşadığımız hayat da bir rüya olabilir. Başta Platon olmak üzere, bilge insanlar da tarih boyunca demişler zaten, belki bir gün adına ömür dediğimiz bu kadim rüyadan uyanacağız. Kim bilir?
7 Temmuz 2014
Dileğimiz
Ey Efendi!
Hiçbir dileğimiz gerçekleşmiyor.
Hiç olmazsa dilediğimiz rüyayı görebilelim.
Çok şey mi istiyoruz?
Hiçbir dileğimiz gerçekleşmiyor.
Hiç olmazsa dilediğimiz rüyayı görebilelim.
Çok şey mi istiyoruz?
6 Temmuz 2014
Çocuk Ne Zaman Ağlar?
— Bir oğlum var, görmelisin... dedi.
— Allah bağışlasın... dedim.
İkimiz bir yerde çalıştığımızdan günde biriki kez karşılaşıyorduk. Beni her görüşünde oğlunu övüyordu:
— Zekâ tulumu... Öyle bir çocuk işte. Afacaaaan...
— Maşallah...
— Hepimize kan kusturuyor.
— Allah bağışlasın...
Anaların, babaların çocuklarını övmekteki enayiliklerini, kendim de dört çocuk babası olduğumdan, çok iyi bilirim. Böyleyken, yine de Cacık Cavit'in oğlunu merak etmeye başlamıştım. Beni her görüşünde evine çağırıyordu.
Bir cumartesi öğleden sonra Cacık Cavit'in evine gittim. Kapı açılır açılmaz, merdivenden paldır küldür bişey yuvarlanmaya başladı. Yuvarlanan o şey, takla ata ata taa ayaklarımın dibine kadar geldi, düştü. Düşmesiyle birlikte ok gibi fırlaması bir oldu. Karşımda eciş bücüş bişey vardı. İnsan desem insan değil, hayvan desem hayvan değil...
Cavit,
— İşte oğlum, dedi, nasıl?
— Maşallah...
5 Temmuz 2014
Can Sıkıntısının Tarihçesi
Dünyanın henüz bu denli dolmadığı, her bir insana günümüz gözüyle neredeyse bir ülkenin düştüğü günlerdi.
Beş kere sekizin kırk etmesine henüz epey bir zaman vardı, sıfırın bulunmasınaysa epey epey bir zaman.
Kedigiller adlı bir familya yoktu hayvanlar âleminde, zira kedi henüz giller'e ayrılmamıştı; tek bir kedi vardı, o da doğada vahşi bir hayat sürüyordu.
Yalnızca kedi mi, at da henüz evcilleştirilmemişti. Ata binmeyi akıl edecek olan ilk insanın gelmesine nereden baksan bin yıl vardı.
Güneşin altındaki her şey yeniydi.
Ev denen bir "gereç" henüz yoktu, çünkü bir eve gereksinim duyulmuyordu.
Şarkı söyleyen kimseye de rastlanmamıştı daha. İlk müzik aletinin ne zaman icat edileceği kimsenin aklının ucundan geçmiyordu.
Henüz ne ilk resim çizilmişti bir mağaranın taştan duvarına, ne de ilk yazı yazılmıştı.
Denize girip de yüzmek kimsenin aklına gelmez, güneşin altına uzanıp da güneşlenmek kimsenin aklından geçmezdi.
Gelecek yoktu, geçmiş yok olup gitmişti zaten, bugünden gayrı hiçbir şey yoktu elde avuçta.
Hiçbir şey hiç kimse tarafından unutulmuyordu, çünkü unutmak dedikleri şeyin esamesi bile okunmuyordu.
Arkadaşlık denen bir olgu da yoktu henüz, buna ihtiyaç duyulmamıştı çünkü.
İşte o günlerin birinde bir çocuğun birden canı sıkıldı. Sıkıntıdan kurtulmak için ne yapacağını, ne edeceğini bilemedi. Bunun ne olduğunu bilmiyordu çünkü. Evet, can sıkıntısı da henüz icat edilmemişti. Fakat heyhat, bu çocukcağızın canı sıkılıyordu! O yana gitti olmadı, bu yana geldi olmadı. Ne yapayım, ne edeyim derken başını alıp gitmeye karar verdi. Düşünülerek verilmiş bir karar da değildi ya, çaresizlik... Aldı başını gitti çocuk. Günlerce gecelerce, haftalarca aylarca gitti. Durmadan dinlenmeden gitti. Ve gittiği her yere canındaki sıkıntıyı bulaştırdı. Öyle ki, bir zaman geldi dünya can sıkıntısıyla doldu taştı. Rivayete göre öyle bir can sıkıntısıydı ki bu, sonsuza değin silinmemek üzere sinmişti dünyaya. Ve söylenenler doğruysa eğer, bugün hâlâ insanların canı sıkılıyor yeryüzünde.
Canı sıkılan tüm insan yavrularına.
4 Temmuz 2014
Neler gördüm?
Şekerini çaya batırıp kırtlayanlar gördüm.
Bisküvisini çaya batırıp yiyenler gördüm.
Sevgisini çaya batırıp katlayanlar gördüm.
Kederini çaya batırıp dağıtanlar gördüm.
Bir de parmağını çaya batıran çocuklar gördüm.
Bisküvisini çaya batırıp yiyenler gördüm.
Sevgisini çaya batırıp katlayanlar gördüm.
Kederini çaya batırıp dağıtanlar gördüm.
Bir de parmağını çaya batıran çocuklar gördüm.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)