29 Eylül 2014

Sararmış hayaller peşinde

Önceki gün köye gittim. Bu yaz nedense pek gitmemiştim. İkindi üzeri köye varır varmaz amcaoğlumun evinde yemek yiyip kendimi dışarı attım. Yeğenlerim de peşime takıldılar. Aslında önce yalnız gittim. Köyün çevresindeki dağların eteklerini her zaman yaptığım gibi şöyle bir yoklayıp dönecektim. Ama tam köyün dışına çıkıyordum ki fotoğraf makinemi çıkardım ve bataryasını almadığımı hatırladım. Eve telefon edip göndermelerini söyledim. Yeğenlerimden üçü beraber getirdiler bataryayı. Biri on dört, biri on bir, biri de altı yaşında.
*
Bir at çimenlikte otluyor. Sonbahar geldi, pek çimen kalmadı ama sulak bir yer, yine de fena sayılmaz. Atın küçük bir yavrusu var. Belli ki pek uzun zaman olmamış doğalı. Hayvanlar genelde ilkbaharda doğururlar ama bu at yazı seçmiş. Annesi otluyorken yavrusu da durmadan onu emiyor.
*
Bizim köyde, daha önce de birkaç kez yazmıştım, dağ eriği, dağ elması, yabanarmudu, kuşburnu, üvez gibi doğal meyveler bol miktarda yetişir. Yabanarmutları tatlılaşmaya başlamışlar. Dağ erikleri de kıpkırmızı bir renk almışlar. Üvezler de hiç fena değil. Elma bu yıl az.
*
Bu vakitlerde ayılar da aşağılara, köyün eteklerine inerler. Kış uykusuna yatmadan önce semirmek için ne bulurlarsa yerler. Armut bu yıl bol, ayılar pek bir seviniyordur şimdi. Son üç yıldır bu vakitlerde makinemi kapıp ayının takıldığı yerlere gidiyordum ama ayı bir türlü bana görünmek istemiyordu. Öyledir, gündüzün hiç ortalıkta dolaşmaz ayı, bir ağacın kovuğunu kendisine mesken tutar ve hava kararmadıkça da kolay kolay çıkmaz. Gene de yılda bir-iki kez uzaktan insanlara göründüğü olur. Görüp fotoğrafını çekmek bir türlü nasip olmadı. Bu kez yanımda çocuklar olduğu için ayının bölgesine yaklaşmadım.
*
Yaban hayvanlarının varlığı beni çok sevindiriyor. Doğanın henüz bütünüyle insanlaşmadığının en elle tutulur göstergesi. Çocukluğum boyunca annem hep gördüğü yaban hayvanlarını anlatırdı bize. Tabii, o zamanlar çok daha fazlaymış sayıları. Mesela rengârenk bir ördek türü vardır, angut, bir zamanlar bu yaylalardaki göletlerde binlercesi varmış, herkes bahseder durur, ne yazık ki şimdi binde bir rastlanıyor. Sayıları giderek azalan pek çok kuş türü daha var. Çobanaldatanların sayısında bile gözle görülür düşüş var. Çocukken hemen her gün onlarcasını görürdüm, şimdi tek tük görüyorum. Ayı diyorduk, ayı da eskiden çokmuş, şimdi o kadar olmasa da yine de var. İşin iyi tarafı bu yöredeki ayılar insandan zarar görmemişler. O yüzden saldırı tehlikesi de yok denecek kadar az. Bir ayı insana saldırıyorsa muhakkak başka insanlardan zarar görmüştür. Bayramda fırsat bulursam bir daha gideceğim, umarım bu kez bulurum. Birkaç kez kurt gördüm de, son yıllarda hiç ayı görmüşlüğüm yok. Umarım gelecekte çocuklarımız da bizim gibi şanslı olurlar da bizden dinlemekle yetinmez, görürler yaban hayvanlarını.
*
Birkaç yıl önce köye bir tilki dadanmıştı. Havanın kararmasını bile beklemeden uluorta köyün içine kadar geliyor, gözüne kestirdiği bir kümese dalıyor, Allah ne verdiyse alıp götürüyordu. Çok sayıda tavuk, hindi ve kaz götürdü o yıl. Bense hâlâ tilkinin o cesaretine şaşıyorum. İnsanları görünce kaçmıyordu. Hatta taş atıldığında bile bir-iki adımdan daha öteye gitmiyordu. Herhalde insanları taklit ediyordu, insanlar da doğaya dadanırken pek korkusuz davranıyorlar ya hani.
*
Ne diyorduk, yeğenlerimle iki saat kadar dolaşıp geldik. Dağ havası çektik içimize. Benim yabani bir ağaçtan birkaç yaprak koparıp aldığımı gören küçük kız yeğenim de yaprak istedi. Ona da birkaç tane koparıp verdim, söylediğine göre annesine hediye edecekmiş onları. Köye vardığımızda yapraklarını unuttuğunu anımsadı. Küçük bir kaynak bulup su içmek için durmuştuk, orada unutmuş. Bunun üzerine büyükçe bir ceviz yaprağı koparıp verdim. Ben de yapraklarımı yanımda eve getirdim, rafta duruyorlar.
*
Dağ havası demişken, pek çok insan dağ havasını daha sağlıklı sanır. Sağlıklı olmasına sağlıklıdır ama havanın kendisinden ötürü değildir bu. Yükselti arttıkça oksijen miktarı azalır, böylece insan farkında olmasa da daha sık soluk alıp verir. Böylelikle beyne daha çok temiz hava gitmiş olur. Yükselti düştükçe de tam tersi olur. Mesela bir deniz kıyısında oksijen miktarı daha fazla olduğundan, insan daha seyrek soluklanır. Böyle olunca da beyne daha az oksijen gitmiş olur. Bununla birlikte, araba egzozlarından, ev, iş yeri ve fabrika bacalarından çıkan zehirli gazlar olmadığı için dağ havası çok temizdir.
*
Böyle işte, ilk gün böyle geçti. İkinci günüyse neredeyse tamamen içeride geçirdik. Çünkü bir önceki günün aksine hava kapalıydı ve aralıklarla akşama kadar yağmur yağdı. Hem bir dağ köyü olması, hem sonbaharın başlamış olması, hem de yağmur yağıyor olması havayı da mevsime göre epey soğutmuştu. Ben de zaten ceketimi giyip de gitmiştim köye. Artık yavaş yavaş kışlıklar çıkmaya başlıyor zaten.

Hava kararmak üzereyken yağmur yine şiddetlendi, üstüne bir de müthiş bir fırtına çıktı. Karşı köy tamamen gözden kayboldu. Birkaç yıl önce de böyle bir fırtına kopmuş ve onlarca ağacı kökünden sökmüştü. O kalın ağaçları görünce rüzgârın sandığımdan kat be kat daha güçlü olduğunu bir kez daha görmüştüm. Neyse ki fırtına bu kez uzun sürmedi, yoksa yine ağaçları devirmesi işten bile olmayacaktı.
*
Sağlam olmayan ağaçlar fırtınada kırılır, sağlam olanlarsa kırılmaya karşı dirençli olsalar da köklerinden sökülürler. Ama en sağlamlarına hiçbir şey olmaz. İnsan da öyle değil midir?
*
Fırtınadan ötürü elektrik de kesikti. Biz de lamba ışıklarında oturup sohbet ettik. Sonra da, hem elektrik olmadığından, hem de sabahın köründe kalkacağımızdan erkenden yataklarımıza girdik. Gelgelelim benim uykum yoktu. Ben de yağmurun sesini dinledim boyuna. Bilen bilir, Doğu Anadolu karlı memleket olduğu için evlerin çatısında kiremit kullanılmaz. Onun yerine çelik sac kullanılır. Yağmur yağıp da çatıları dövünce çok huzurlu bir ses çıkar ortaya. Hele de geceyse. İşte ben de dün gece geç saatlere değin bu huzuru yarım yamalak yaşadım. Yarım yamalak diyorum, çünkü bir yandan yağmurun ve rüzgârın sesine vermiştim kendimi, bir yandan da düşüncelere ve hayallere kapılmıştım. Bir ara öyle güzel bir hayal kurdum ki, tuvalete gitmem icap edip de hayalden gerçeğe dönünce pek bir üzüldüm. Hayalimde eski zamanlarda küçük bir köyde yaşıyordum. İki katlı bir ev yapıyordum kendime. Kışın karlar yağınca çok mutlu oluyordum. Sabah erkenden kalkıp gece boyunca düşmüş karı atıyor, böylece günümün yarısını evin önünü, etrafını temizlemekle geçiriyordum. Biraz da atımın bakımıyla ilgileniyordum doğal olarak. Ama nasıl bir at, görmeliydiniz, kapılardan geçmez, safkan... Kışın günler zaten kısa olduğu için havanın kararmasına az bir zaman kala küçük evimin üst kattaki küçük odasına çıkıyor, küçük pencerenin yanına iyice bir kuruluyor, cayır cayır yanan sobanın sıcaklığında karşıki dağları izliyordum. Dağdan köye doğru gelen kurtlar çarpıyordu gözüme. Akşam olunca da kurtların eve iyice yaklaşan seslerini dinliyordum. Hasbelkader gökyüzü açıksa kurt ulumaları eşliğinde yıldızları izliyordum.

Ne güzel, değil mi? Adı üstünde, hayal işte. Güzel olan her şey aslında hayal. Platon haklıydı galiba, güzelin de hakikisi öbür her şey gibi bizim kafamızda bir idea olarak durur, gördüklerimiz, dokunduklarımız ise onların birer gölgesi yalnızca. Sözün kısası, hayaller gerçeklerden daha güzel. Zira hayalde dilediğimiz her şey olur, gerçekte olanlarsa dilediğimizin çok az bir bölümüdür.

28 Eylül 2014

Günün özeti

Köydeyim. Şu an dehşetengiz bir fırtınanın eşliğinde bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Hasan amcaların evindeyiz. Elektrik kesildi. Her birimiz bir battaniyeye sarınmış oturuyoruz. Hava da kararmak üzere. Umarım elektrik gelir. Fırtına olmadı mı dışarıdan gelen yağmur sesini dinlemek gibisi yok.

27 Eylül 2014

E

EEEEEEEEEEEEEEE
EEEEEEEEEEEEEEE
EEEE
EEEE
EEEE
EEEEEEEEEEEE
EEEEEEEEEEEE
EEEE
EEEE
EEEE  
EEEEEEEEEEEEEEE
EEEEEEEEEEEEEEE

25 Eylül 2014

Eksik bir sonbahar

Via
Bugün hâlâ sonbahar gelince yapraklar düşüp sararıyor. Üzerinde yürünürken hâlâ hışırdıyorlar. Mevsime özgü gizemli bir koku duyuluyor hâlâ topraktan. Mevsim yağmurları da yağıyor üstelik. Soğumaya yüz tutan hava göğsüne değip hafiften içini titretiyor insanın. Yaşlı kadınlar akşama doğru bir battaniye isteyip dizlerini örtüyorlar hâlâ. Elma, armut ağaçlarının meyveleri hep birlikte, biz olduk, buradayız, diye sesleniyorlar sakince. Göç hazırlığı içindeki sığırcık kuşları elektrik tellerine konup mevsimin son güneşini içlerine çekiyorlar hâlâ. Serçelerse damlara konarak büyüyüp serpilmiş yavrularının tavuklara karışıp yemlenmesini izliyorlar gururla. Bugün hâlâ çiftçiler, işleri yetiştiremeyeceğiz telaşındalar. Buğdayları biçilip götürülmüş, ama sarısı inatla yerinde duran tarlalar o kadim hüznü yaşatıyorlar insana bugün hâlâ. Yaz mevsiminin bitişini kendilerine yapılmış tatsız bir şaka sanmaya devam eden çocuklar, sabahları mahmur gözlerle okula yollanıyorlar. Bugün hâlâ sonbahar gelince koyunlar sütten kesilmek üzere oluyorlar. Kurtlar, dağlardan köylere dönen hayvanlara uzaktan bakıp aç kalacakları bir kışın daha haberini alıyor, endişeleniyorlar. İşleri biten atlar yılkıya salınıyorlar hâlâ. Üç yaşındaki çocuklar, yaz gene gelecek mi, diye soruyorlar annelerine. Bugün hâlâ sonbahar gelince, insanın içini sararık bir hüzün kaplayıveriyor. 

Fakat, sevgili kardeşlerim, bugün ne olduğu bilinmez eksik bir şey var sonbaharda.

24 Eylül 2014

Yağmurlarla Melekler

Efendi, boş durmaktan canı sıkılan iki meleğine gidip yağmuru izlemelerini buyurmuş. Melekler gidip bir ağacın birer yaprağına konup yağmuru izlemeye başlamışlar. O kadar güzel yağıyormuş ki yağmur, melekler sarhoş olmamak için zor tutmuşlar kendilerini. Bu denli güzel yağan bir yağmuru yalnızca ikisinin görüyor olmasını sindirememişler içlerine. Çoğalmaya karar vermişler bunun üzerine. Çoğalmışlar oracıkta. Ağacın her bir yaprağına bir melek düşecek şekilde çoğalmışlar. Binlerce melek yağmuru izlemeye koyulmuş böylece. 

Ağaçta küçücük bir yaprak da varmış. Onun üzerindeki melek tutunmakta zorlanıyormuş. Yağmuru izleyeyim derken düşecek gibi oluyormuş ikide bir.
***
Yağmakta olan yağmurdan ötürü dışarı çıkamayınca içeride canı sıkılan çocuğa, annesi pencereye gidip yağmuru izlemesini söyledi. Çocuk annesinin dediğini yaptı. Gidip pencereye çıktı, bağdaş kurarak oturdu. Küçük yüzünü iki elinin arasına aldı ve yağmuru izlemeye koyuldu. O an birdenbire can sıkıntısının nedeni olan yağmurun aynı zamanda can sıkıntısına çare olduğunun ayırdına vardı. Ne tuhaftı!

Çocuk yağmuru izledikçe can sıkıntısından eser kalmadı. Pencereye pek de uzak sayılmayan ağaçlara takıldı gözü. İçlerinden birinin yaprakları ne kadar farklı görünüyorlardı! Yağmurdan ıslandıkça mutlu oluyor gibiydiler. Kendilerine değen her bir damlayla neşeli birer çocuğa dönüşerek oynuyorlardı sanki. Gözünü o ağacın yapraklarına dikti çocuk. Baktı da baktı. Baktıkça içinde sevinç damlaları birikti, sonra damlalar kocaman bir denize dönüştü küçük yüreğinde.


Ne kadar zamandı yaprakları, yağmuru izliyordu, bunun kendi de farkında değildi artık. Bir ara gözüne ağaçtaki yapraklardan biri çarptı. Küçücük bir yapraktı bu. Ama bir tuhaflığı var gibiydi. Bakışlarını üzerinde yoğunlaştırdı. Sahiden de bir tuhaftı bu yaprak. Ama tuhaflığın ne olduğunu bilemedi. Düşündü durdu. Annesini çağırıp ona sormayı geçirdiyse de aklından hemen vazgeçti bundan. Çünkü daha seslenirken bu ânın büyüsünün yitip gideceğini sezdi. Sustu. Susup yaprağa bakmayı sürdürdü. Yaprakçık yağmurla, çocuğun bakışlarıysa yaprakla bir olmuşlardı. Gelgelelim tuhaflığın ne olduğuna dair merakı giderek büyüyordu. Bir yolu olmalıydı bu merakı gidermenin. Niye bu denli tuhaf görünüyordu bu küçücük yaprak?


Kendini tutamayıp annesine yanına gelmesi için sesleniyordu ki gördü onu. Yaprağın üzerinde bir melek vardı. Yaprağın sapına tutunmuş, düşmemek için çaba harcıyordu. Bir yandan da yağan yağmurla ne denli mutlu olduğunu yüzünden okuyabiliyordu. İşte tuhaflık buydu. Melek yapraktan bile daha küçüktü. Tanrım, nasıl da güzel bir melekti bu!


Çocuğun içine tarif edilemez bir his doğdu. Dayanamadı, annesine seslendi. "Anne," dedi, "gel bak, yaprağın üzerinde bir melek var. O kadar güzel ki..." Annesi, çocuğuna yaklaşan kış için bir kazak örmekteydi. Elindeki örgüden başını kaldırmadan gülümsedi, içinden çocuğunun hayal gücüne şaşırdı, sonra yanıtladı onu: "Yalnızca birinde mi, her yaprağın üzerinde bir melek vardır." Bunu duyan çocuk, "Kimin meleği bunlar?" diye sordu annesine, o da "Hepsi senin," diye cevap verdi. "Ama ben sadece bir melek görüyorum," diye sürdürdü. Annesi de, "Sen görmesen de vardır," dedi.

Çocuk dışarıya döndü yine. "Bu büyükler de hep böyle anlaşılmaz," diye geçirdi içinden.

23 Eylül 2014

Sen seni bil...

"Asıl bilmen gereken şu ki, sen kim olduğunu bilip seni neyin mutlu 
ettiğinin farkında oldukça insanların seni nasıl gördüğünün bir önemi yoktur.

22 Eylül 2014

Hışırtı

Hadi ben olmayacak bir dua edeyim, sen âmin de.
Ya da yürüyelim kuruyup düşmüş yaprakların üzerinde,
çıkan hışırtıları kuşlar ekmek yapsın kendilerine.

21 Eylül 2014

Lira ne demek?

Para birimimiz lira ile İngiliz para birimi pound'un aynı kaynaktan geldiğini biliyor muydunuz? Peki, pound'un kısaltmasının Lb olduğunu, bunun neden böyle olduğunu, simgesininse neden bir L harfi (£) olduğunu biliyor muydunuz?

Ben bir zamanlar bir yerde İngiliz lirası diye bir şey okumuştum. Herhalde eskiden kullanmışlardır diye de akıl yürütmüştüm. Demek ki öyle değilmiş, çünkü pound'a bazen lira da deniyormuş. Niye peki, ne ilgisi var lirayla pound'un?

Lira, Türkçeye İtalyancadan geçmiş. Bir zamanlar, İtalyanlar henüz euro'ya geçmemişken Türkçede nedense İtalyan lireti deniyordu, neden öyle deniyordu bilmiyorum, çünkü bildiğim kadarıyla İtalyanların kendisi de liret değil lira diyordu. 

İtalyanca lira, Latince libra'dan geliyor. Libra, terazi, ölçü, denge, dengelemek anlamlarına geliyor. Peki, bu kelime nasıl İtalyanların para birimi haline gelmiş? 

Romalılar libra pondo adında bir ölçü birimi kullanmışlar. Pondus, ağırlık demek, pondo da onun bir tür kısaltması. Dolayısıyla pondo libra, bugünkü anlamıyla "bir ölçek" ya da "bir kiloluk" gibi bir anlama geliyor.

Gel zaman git zaman, İtalyanlar bu sözün libra kısmını, kendi dillerinde lira'ya dönüşmüş olarak para birimi ölçüsü olarak kullanmaya başlamışlar. Bize de Osmanlılar döneminde, 19. Yüzyılın ortalarında geçmiş. Lirayı Türkiye dışında Suriye ve Mısır da kullanıyor. Ayrıca, 1980'e kadar İsrail, 2008'e kadar Malta da kullanmış.

İşin pound kısmı da lira kısmına benziyor. Nasıl ki İtalyanlar pondo libra'nın libra kısmını almışlar, İngilizler de aynı sözün pondo'sundan gelen pound'u almışlar. Yalnız, bu sözcük İngilizceye doğrudan Latinceden değil Almanca üzerinden geçmiş. İngiliz para biriminin tam adı "pound sterling", kısaca pound deniyor.



Kaynak: bura, şura, ora, bir de bura.

20 Eylül 2014

Tuhafiye

Olabildiğince geniş bir film arşivine sahip bir internet kafe var, çoluk çocuğun oyun oynamak için gittiği yerlerden değil, eli ayağı düzgün bir yer. Ben de bazen film almak için gidiyorum oraya. Arşivleri o kadar geniş ki sadece "Yeni Filmler" klasöründe bile yüzlerce film var. Bugün yine gittim. Aklımda birkaç film vardı, alıp evde izleyeyim dedim. Gelgelelim, üç filme baktım, üçü de yoktu. Hani sanki birileri mahsustan yapmış gibi hissediyor insan böyle durumlarda. Hakikaten de açıklanır gibi değil, binlerce film arasında sen üç tanesine bakıyorsun, üçü de yok. Öyle kıyıda köşede kalmış, zor bulunur filmler de değil. Biri Wes Anderson'un Moonrise Kingdom'ı, bir arkadaş önermişti geçen yıl, biri Iñárritu'nun Biutiful'u, biri de adını epey bir duyduğum, Aranoa'nın Güneşli Pazartesiler'i. Birkaç tane daha var ama kafedeyken bir türlü hatırlayamadım. Biutiful da şans eseri aklıma geldi zaten. Eminim hatırlasaydım da onların da listede olmadığını görecektim. Şans diye bir şeye inanmadığımı yazmıştım, ama bir kereliğine bir şey olmaz deyip bu işi de benim şanssızlığıma bağlayalım haydi. 
*
Hatırlayamadım dedim de, başıma çok gelir, diyelim bir konuda şunu şunu yap, şuna şuna bak, derim kendime, daha sonra unuturum. Bazen büsbütün unuturum, bazen de, işte bu film örneğinde olduğu gibi, konu aklıma gelir ama o konuda ne yapacağım, ne edeceğim aklıma gelmez de gelmez. En çok da bloğa yazacağım konularda olur bu. Aklıma güzel, tam yazmalık bir şey gelir, tesadüfe bak, o zaman da çoğunlukla yatakta olurum, kalkıp bilgisayarı açacak halim yoktur ya, yarın yazarım derim, ne var ki yarın olduğunda çoktan unutmuşumdur. Sonra da hatırlamak için ne yapsam nafile.
*
Eskiden kadınlar bir şeyi unutmamak için parmaklarına bir ip bağlarlardı. Adına retime dendiğini bulmacalardan öğrenmiştim.
*
Bulmacalarda sorulan kelimelerin çoğunluğunun ortak bir özelliği olduğunu da kendim keşfetmiştim; ünlü ve ünsüz harfler birbirlerini takip eder. Yani, yan yana iki ünlü ya da iki ünsüz değil de, bir ünlü - bir ünsüz şeklinde harfleri sıralı olur bulmacalarda çıkan çoğunluk kelimelerin. Retime de böyle işte. Adale, alaca, aperitif, fiyaka, halitaivedi, kayın, ladik...

Söylemesi ayıp, bulmaca ustasıymışım ben, öyle diyorlar.
*
Amcamın oğlu bir gün bize gelmişti. Çocuktuk daha. Babamın bir dergisini eline almış, hadi bulmacasını çözelim, demişti. Kalemi alıp başlayınca benim su içesim gelmişti. Mutfağa gidip gelene dek bulmacanın yarısını çözdüğünü görmüştüm hayretler içinde. Bunu nasıl yaptığını sorduğumda söylememişti. Mesele daha sonra aydınlandı, meğer en arka sayfada bulmacanın çözümü varmış, oraya bakıp bakıp geçiriyormuş kelimeleri. 
*
Sonbahar yağmurları da başladı. Haydi hayırlısı... Bugün gün boyunca gök gürüldedi, ara ara da yağmur yağdı. Kâh sağanak halinde, kâh çiseleyerek temizlemeye çalıştı doğayı. Gerçi insanlar doğayı öyle kirletmişler ki yağmur altı ay boyunca durmadan yağsa anca temizler. Geçenlerde haberlerde okudum, Yalova'nın suyu bitmek üzereymiş. Hiç sürpriz değil. Bu gidişle önümüzdeki yıllarda daha çok karşılaşacağız böyle haberlerle. İnsanlar suyu bitmez tükenmez bir şey sanıyorlar. Sözümü esirgemeyeceğim, o kadar geri zekâlı bir toplumumuz var ki, görmediği şeyi bir türlü tahayyül edemiyor. Tavuk gibi yani. Ya da eşek. Hayvandan bir farkı yok kısacası. Suyun da kaynağı yerin altında ya, görmüyor insanlar bunu, görmeyince de onun da bir gün bitebileceğini düşünemezler.

Haritada üç tarafı mavi renkli olduğu için insanlar her yerinden su fışkırıyor sanıyorlar, halbuki okullarda öğretilmeyen acı bir gerçek var, Anadolu su fakiri bir coğrafyadır. Evet, bunu ben söylemiyorum, uzmanlar söylüyor. Moral bozmak niyetinde değilim, gerçek bu.

Şu anda da gök gürlüyor yine. Yağmur birazdan tekrar başlayacak anlaşılan.
*
Göğün gürüldeyişi, yağmurun yağışı, rüzgârın esişi, suyun akışı, gibi olağanüstü önemi olan meseleleri bir yana bırakmış olan insanoğlu ve dahi insankızı, adına gündem dedikleri pislik çukurunda debelenip duruyorlar. İlkel, barbar, yamyam denilen insanların yaşayışı üzerine az biraz okuduğumda görüyorum ki en üstün insanlık onlarda. Biz de işte kendimizinkine modernite diyoruz, cart diyoruz, curt diyoruz. Evet, bugünkü insanlık uzaya gidebilecek düzeye gelmiş bulunuyor ancak bir yandan da olabildiğince geriye savrulmuş, bir-iki kişi dışında kimse farkında değil bunun. Tek dileğim, eğer günün birinde doğa intikamını almaya karar verirse gerçekten hak edenlerden alsın. 
*
Biraz iç karartıcı bir yazı mı oldu ne, elmalardan söz etmeden bitirmeyelim o halde. Annem yemek yiyip yemeyeceğimi sordu, ben hayır deyince de, elma filan, diye sürdürdü, olur dedim ben de. Gidip üç elma alıp geldi, önüme koydu. Elmaların üçünü de çabucak yedim. Biraz açtım doğrusu ama yemek yemek istemiyorum. Bununla birlikte, bu yazıyı yazdıktan sonra mutfağa bir ziyarette bulunmayacağımın garantisini de veremem. Üç elmadan geriye kalanlar, yanlarında bir bıçak, tabağın içinde duruyorlar öyle. Tuhaf. Bana bazen şeyler tuhaf geliyor birdenbire. Acaba ben de onlara tuhaf geliyor muyumdur? Bunu merak ede ede daha bir tuhaflaşıyorum.

19 Eylül 2014

Nasıl Konuşmalı

Sözümün akışını bozup güzel tümceler aramaktansa güzel tümceleri bozup sözümün akışına uydurmayı daha doğru bulurum. Biz sözün ardından koşmamalıyız, söz bizim ardımızdan koşmalı, işimize yaramalı. Söylediğimiz şeyler, sözlerimizi almalı, ve dinleyenin kafasını öyle doldurmalı ki artık kelimeleri hatırlayamasın. İster kâğıt üstünde olsun, ister ağızdan, benim sevdiğim konuşma, düpedüz, içten gelen, lezzetli, şiirli, sıkı ve kısa kesen bir konuşmadır. Güç olsun, zararı yok; ama sıkıcı olmasın; süsten, özentiden kaçsın, düzensiz, gelişigüzel ve korkmadan yürüsün. Dinleyen, her yediği lokmayı tadarak yesin.
 (...) 
Söylev sanatı, insanı söyleyeceğinden uzaklaştırıp kendi yoluna çeker. Gösteriş için herkesten başka türlü giyinmek, gülünç kılıklara girmek nasıl pısırıklık, korkaklıksa, konuşmada bilinmedik kelimeler, duyulmadık tümceler aramak da bir medreseli çocuk çabasıdır. Ah, keşke Paris'in zerzevat çarşısında kullanılan kelimelerle konuşabilsem.
 Montaigne, Denemeler.

18 Eylül 2014

Erik ağacına çıkıp yediğim üzümler

Bazen, işte böyle, yazacak hiçbir şeyi olmuyor insanın. E, olmuyorsa yazmayıversin be kardeşim, dediğinizi duyar gibiyim. Öyle tabii, öyle de... Nasıl desem, gene de yazası geliyor insanın işte. Ne yapmalı o vakit? İki arada, bir derede... Bir düşüneyim bakalım, biri bana bu konuyla ilgili bir soru sorsa ne yanıt veririm acaba? İnsanın hem yazma isteği var, hem de yazası yoksa ne yapmalı? Soru bu. İlk cevap olarak, saçmalayabilir, geliyor aklıma. Evet, saçmalayabilir. Ama saçmalamak dediğin nedir? Hımm... Saçmalamak nedir, iyi soru. Bir kere, herkesin üstünde birleşeceği bir saçma tanımı olamaz kanaatindeyim. Bir insan bir insana, saçmalama, dediği vakit, aslında saçmalamıyordur muhatabı, zira saçmaladığını düşünse zaten saçmalamaz. (Vay be, cümleye bak!) Şu halde, saçmalamak dediğimiz edimin göreli bir şey olduğunu söyleyebiliriz. Bir söz örneğin, birine göre saçmayken bir başkasına göre olmayabilir. Benim bu yazdıklarım da, tam da şu anda birilerine saçma geliyordur muhakkak. Belki birilerine de gelmiyordur. Fakat galiba yanlış bir şey söyledim demin, kişinin kendi söyledikleri, yapıp ettikleri kendisine saçma gelmez yollu bir şeyler demeye getirdim ama bazen öyle olmuyor, bazen kişi saçmaladığını düşünebiliyor. Evet evet, hatta, ne saçmalıyorum ben, diyenlere de çok rastlamışızdır. Peki, bunun nedeni nedir acaba? Saçmaladığını düşündüğü halde insan neden saçmalar? Belki saçmaladıktan sonra saçmalamış olduğunun ayırdına varır. Belki de bilmem ne. Nereden açıldı bu saçmalama konusu, ne diyorduk... İnsan hem yazmak istiyor, hem de yazamıyorsa ne yapabilir, diye sormuş oluyordu bana biri, ben de ilk cevap olarak, saçmalayabilir, diyordum. Güzel güzel, tabii, saçmalamak da bir yerde insanın ihtiyacı. Bir de herkesin bal dökülecek değil ya ağzından. Bak şimdi aklıma ne geldi, o ağzından kelimeler süt gibi dökülen insanlar da kalmadı. Eskiden, insanlar henüz sosyalleşmemişken konuşuyorlardı ya. İşe bakın yahu, sosyal medya diyorlar, milyonlarca insan sosyalleşiyor güya, ama ne sosyalleşme, peh peh peh! İnsanlar bilgisayarlarına, telefonlarına gömülüp sosyalleşiyorlar. Aslına bakarsanız, sosyal medyada yediğimiz her bir halt yaktığımız bir yalnızlık ağıdından başka bir şey değil. Değil. Bazen twitter'a bakıyorum da, insanlara ciddi ciddi üzülürken kendi halime de seviniyorum doğrusu. Twitter'ı sadece bu blogda yazıp çizdiklerimi paylaşmak için kullanıyorum. Milyonda bir başka bir şeyler için kullanıyorum. İşte bunun için seviniyorum, zira bazıları öyle bir hale gelmiş ki orada, geceli gündüzlü bir şeyler söylüyorlar. Bunun üzerine tekmil psikologların, onlardan önce de filozofların eğilmesi gerek bir an önce. Ne kadar çok şey var insanların içinde, aman Tanrım! Halbuki, sokakta insanlara bakıyorum, hiç de öyle içleri dolu dolu insanlarmış gibi görünmüyorlar. Hayret ediyorum, nereden çıkıyor bu kadar tweet? Hadi diyelim biri bana bir cevap verdi de, hayretimi giderdi, peki ya çıktıktan sonra nereye giriyor bu kadar tweet? Bir de facebook paylaşımları var elbet. Başka başka sosyal medya platformları var, falan da filan da. İpin ucunu mu kaçırdım ne, ne diyordum da buraya geldim? En başa döneceğim müsaadenizle. İpin ucu yine kaçarsa umarım evrenin bir yerlerinde gizli birileri beni uyarır. Artık melek mi dersiniz onlara, ne dersiniz, size kalmış. (Bu yazıyı buraya kadar okuyan sevgili okuyucu, helal olsun sana. Okumaya devam et, madem buraya değin getirdin, yarım bırakma, sonunu getir.) İnsanın hem yazası var, hem de yazacak bir şeyi yoksa, ki üçüncü kez soruyorum bunu– ne yapmalı? Saçmalayabilir, tamam orası anlaşıldı, ya başka? Rastgele yazabilir. Hımm... Benim bu yaptığım da biraz öyle mi sanki? Rastgele... Rast, "doğru" demek. "Düzgün" anlamı da var. Keza "dürüst" anlamı. Rastgele, bazıları rasgele diye de yazıyorlar, Allah ne verdiyse gibi bir şey. Aklından ne çıktıysa parmaklarının ucuna, oradan da bilgisayara, ya da kalemle yazıyorsan kâğıda gider, böylece rastgele yazmış olursun. Aklımda da çok şey var yahu... Bununla birlikte şu anda saçmaladığımı biliyorum. Saçmalamak, işte görüyorsunuz, saçıyorum orta yere. Bir deli tanıyordum. Kaç yaşındaydı, bilmiyorum. Bilindiği gibi, delilerin yaşını tahmin etmek güçtür. Elli yaşındadır, otuz gösteriyordur misal. O adam da elli, elli beş gösteriyordu, gerisini bilmiyorum. Sabahtan akşama kadar bir masada oturur, konuşur dururdu. Rastgele diye ona derler işte. Ne konuşur, kiminle konuşur, bilinmez. Kendiyle konuşur denebilir, evet, pek tabii, kendiyle konuşması da insanın bir ihtiyacıdır. Rastgele dedik de, bakınız oradaki "rast" bir şeye işaret ediyor olmalı. "Doğru" bir şeyler var demek ki rastgele işlerde, bana mı öyle geliyor? Siz düşünün. Başka? Yazmak istiyor da yazamıyorsa bir insan, ne yapmalı? Olmuş olan şeyleri yazabilir. Bir gününü olduğu gibi anlatabilir. Bunu pek çok insan yapıyor zaten. Biz de bazen yapıyoruz. Sabah kalkıp şunu ettim, öğlen oldu bunu ettim gibi. Başka da aklıma bir şey gelmiyor. Çok yazası varsa, gitsin ilkokulda yaptığı gibi, bir kitap alsın eline, ödev olarak kitaptan kaç sayfa diliyorsa deftere geçirsin. Ne yapacak başka? İnsan ya yazar, ya yazmaz, bu kadar basit. Yahu, hadi yazmak neyse de, sevgili kardeşlerim, peki ya bir insanın konuşası varken konuşamıyor oluşuna ne demeli? Asıl acı olan da o. Yazmak ayrı şey, konuşmak ayrı. Eskiden çok yapılırmış herhalde, bir kimse günlüğüne filan yazar, yazdıklarının okunmasını ister, yalandan defteri ortalıkta bırakır gider, birileri de gelir okur. Bugün artık buna gerek yok; yaz, internete sal, hiç değilse bir kişi okur. Ama konuşmak öyle mi? Sesini duymak istersin birilerinin, ondan da çok, senin sesini duymalarını istersin birilerinin. Bazı yaşlıları, oraya buraya atılmışları, itilmişleri düşünüyorum da, zor olmalı. Hem de çok.

Deminden beri neye sayıp döküyorum, ben de anlamış değilim. Anlaşılmaz bir yanı da yok ya, meramımı ilk cümlede belli ettim zaten, yazasım var, doğrusunu isterseniz her zaman yazasım var, ama işte, görüyorsunuz, her zaman yazamıyor ki insan. Adı üstünde, insan. Makine olsak belki yazardık. Bazen yazmayı yemek yapmaya benzetiyorum. Herkes yemek yapabilir. En beceriksiz insan bile hiç değilse iki yumurta kırabilir –ben gerçi onu bile yapamayanları da gördüm ya–, gelgelelim yemek var, yemek var. Yazı da o hesap, yazmak var, yazmak var. Eh, ne yaparsın artık, olduğu kadar.

İyi saçmaladım, bunda anlaşalım.

(İyi o vakit, madem alan razı, satan razı, burada keselim saçmalamayı. Fakat yine de saçmalamak deyip geçmemeli.)

Bu yazıyı şimdi bitirdikten sonra gözden geçirmeyip hemen yayımlayacağıma dair sizi temin ederim. İmza: Bir dost.

Selamlar, saygılar, sevgiler...

(Sahi, az kalsın unutuyordum, buraya kadar okudun mu pek kıymetli okuyucu? Seni içtenlikle kutlarım. Bir işi yarım bırakmayıp tamamlamak gibisi yoktur. Şimdi git kendini ödüllendir. Hoş bir müzik dinle, ya da kendine bir kahve yap, dışarıdaysan bir çikolata al ye, ne bileyim, bir şeyler yap, bunu gerçekten hak ettin.)

17 Eylül 2014

A.'ya seyahat

A. kentine gideceğim belli olduğunda, oradaki işlerime zamanında yetişebilmem için hemen bilet alıp ertesi gün yola koyulmam gerekiyordu. Bir otobüs yazıhanesine gittim. O.'ya yarın arabanız var mı, diye sordum, evet, akşam beşte, dedi, iki tane boş yerimiz var. Sevindim. Şanslı günümdeyim diye düşündüm. Adam bilgisayarına eğildi. Adımı filan sordu, sonra da, kırk beş numarayı mı istersiniz, kırk altıyı mı, diye sürdürdü. Yüzüm asıldı birden, çünkü bunlar otobüsün en son koltukları. Daha önlerden yer yok mu, diye sorunca, şimdi yok ama yarın yine bir arayın, olursa yaparız, dedi. Bir daha sordu sorusunu, kırk beş mi olsun, kırk altı mı? Madem öyle, olacaksa tam olsun kabilinden, kırk altı olsun, dedim. Aldım biletimi, çıktım. Bir de zam yapmışlar. İzmir'e uçakla gittiğimde daha ucuza gidiyorum. Umarım her yere uçak seferleri konur da bu otobüs firmaları toptan iflas eder. (Evet, ben böyleyim, dürüst olalım, süpermarketlere karşı küçük bakkalları savunan arkadaşları anlamıyorum, süpermarketin üçe sattığını bakkal beşe satıyorsa siz hangisine gidersiniz? Herkesin düşündüğü kendini bağlar elbet, ben sistemden önce cebimi düşünüyorum, bunu da söylemeden geçmeyeyim.)

Eve gittim. Sırt çantamı çıkarıp hazırlanmaya başladım. A. kenti şimdi sıcaktır haliyle, ona göre gitmek gerek. Hazırlandım dediğime de bakmayın, çantayı oraya koydum, içine koyacaklarımı da kafamda toparladım iyice. Yarın akşam beşe kadar vaktim var nasıl olsa diyerek erteledim. Zaten işin zor kısmı çantaya koyacaklarını kafanda belirlemek, gerisi kolay. Hep böyle erteleyiciyimdir işte, işleri son âna bırakırım. Eskiden böyle değildim, ah kardeşim ah, nasıl oldu da böyle oldum! 

Ertesi gün erken kalktım biraz. Kahvaltı edip dışarı çıktım. Berbere gidip tıraş oldum. Berber amcamın oğlu, yerinde yoktu, sen beni tıraş et, dedim çırağa. Çırak lise ikiden terk ama görünüşe bakılırsa pişman olmuş. Geri dönebilir miyim, dedi, dönebilirsin, dedim. Yazık. Biraz da korkuttum dönsün diye, ehliyet neyim alamazsın, buraya kadar getirmişsin, hiç olmazsa bir lise diploman olsun falan filan... Çırak beklediğimden daha iyi tıraş etti beni. Tıraştan sonra da, çay ısmarlayalım, dedi, vaktim yok, deyip kalktım. Arkadaşımın dükkânına gittim. Ne yaptım dersiniz orada, tabii ki çay içtim. Çünkü orada istemeden geliyor çay.

Biraz oturup kalktım. Eve gittim. Çantamı hazırladım, sırtlayıp çıktım. Gittim otogara. Sabahtan aramıştım, önlerden yer çıktı mı diye, nerede bende o şans. Binip geçtim yerime. İşin kötüsü, arka taraf beşli koltuk. Daha da kötüsü, koltuk arkaya yatmıyor. Otobüs de tıklım tıkış zaten. Tek artısı, televizyonun olması. Yok yok, izlediğimden değil, USB girişi var, telefonumu şarj edebilecektim, ondan. Buna aldanarak telefondan müzik açıp dinledim. Hadi o neyse de sık sık internete de girdim. Böylelikle üç saat sonra biz ilk mola yerine varınca şarjım bitmek üzereydi. Yemekten sonra şarj ederim diye düşündüm, düşünüş o düşünüş. Mola bitip araba hareket edince, televizyonun açılmasını bekledim ama açılacağı yoktu. Çocuğu çağırıp sordum, abi akşam oldu, televizyonu açmayacağız artık, dedi. Haydaaa! Uyumaya çalıştım ben de, yapacak bir şey yoktu. En arka koltukta, sıkışmış bir halde nasıl uyuyabilecektim, o da ayrı bir dertti tabii. Berbat bir yolculuk oldu sözün kısası. 

Sabah gözümü açınca O. kentinde olduğumuzu gördüm. Epey rahatladım. On dakika kadar camdan dışarıyı izledim. Nihayet otobüs otogara girdi. Aldım çantamı kendimi dışarı attım. Bu otobüs başka kente devam ediyor, A. kenti sapa düştüğü için oraya direkt araba yok. O. otogarında iner inmez falanca yere var mı, filanca yere var mı, diye bağırıyor adamlar. İyiydi, hiç beklemeden gidip minibüse bindim, beş-on dakika sonra kalktı. Çarşıda bir durakta durdu, iki simitçi simitleriyle gelip bindiler. Simitleri arka koltuğa götürdü biri. Besbelli, daimi yolcular, her gün bu saatte biniyorlar. Biraz sonra başka bir durakta bir kişi daha bindi, belli ki o da her gün biniyor. Sabahın bu saatinde genelde öyle olur zaten. Kapının yanında iki kişilik bir oturak duruyordu, boş koltuk da vardı ama simitçiler ona oturdular, demek ki yakında inecekler. Arabada da dışarıdaki konuşmalarını sürdürdüler. Kürtçe konuşuyorlardı. Arkadaş oldukları belli ama daha çok mecburi bir arkadaşlığa benziyordu bu, çünkü birbirlerini suçlayıp duruyorlardı. Biri otuz, öbürü kırk beş yaşlarındaydı. Genç olan öbürüne bir tür kazık mı atmış ne. Bir ara biri Türkçe konuşmaya başlayınca öbürü hemen bana bakıp onu uyarıp Kürtçe konuş, dedi. Hemen önlerinde duran benim anlamamı istemediler. Arada birbirlerine laf da söylüyorlardı çünkü. O an kırk yıl düşünseler benim de Kürt olduğum akıllarına gelmezdi.

Son olarak tam on yıl önce gelmiştim buralara. Unutmuşum tabii, o zamandan aklımda pek bir şey kalmamış. Yol boyunca etrafı izleyip durdum. Güzel yerler, hep yeşillik. İklimi elverişli, sıcağı bol, suyu bol memleket.


On saati aşkın otobüs yolculuğunun hemen üstüne yapılan bir buçuk saatlik bu minibüs yolculuğu yorgunluğuma yorgunluk kattı. Ben arabanın doğrudan A.'ya gittiğini sanıyordum, İ.'ye gelince bizi başka bir minibüse aktardılar. Bereket versin ki o da fazla beklemeden hemen kalktı. İ.'yle A. arasında sıradağlar var. Sanki bir ülkeden çıkıp başka birine gidiveriyor insan. İklim değişiyor sanki, hava değişiyor. Egzotik bir koku seziliyor.


A. kentinde indim. On yıl önceki ilk ve son gelişimden hatırladığım şeyler vardı. O zaman şehre girdiğimde gözüme çarpan şeyler yine çarptı. İnince ilk olarak bir cep telefonu dükkânına gidip telefonumu şarja taktım, sonra da bir otel aramaya koyuldum.

16 Eylül 2014

Sonbahar da geldi

Sonbahar kendini iyice hissettiriyor artık. Sizin oraları bilmiyorum ama bizim buralarda akşamları hava soğuyor. Kapıyı, pencereyi kapatıyoruz. Burada yaz mevsimi kısadır ama böyle olmakla tam kıvamındadır aslında. Şahsen benim herhangi bir şikâyetim yok bundan. İnsanın beynini bulandıran sıcaklardansa böyle adamakıllı sıcaklar neden tercih edilmesin. Hele hele sıcağı yetmiyormuş gibi, bir de aşırı nemli olan yerler var ki hiç çekilmez vallahi, yok yok kalsın, neme lazım. Yaz başı, yaz sonu derken mevsim de kısalıyor tabii. Kısacası, burada yaz iki aydır: temmuz, ağustos. Yetiyor da artıyor. 
*
Şu mevsime "sonbahar" adını veren her kimse, neye dayandı da böyle dedi acaba? Neyin baharı bu? Bir kere, baharın tam tersi söz konusu, baharda açan yapraklar bu mevsimde dökülür mesela. Hani "tersbahar" bile dese daha oturaklı olacakmış sanki. Gelgelelim bir kelime dile yerleştiyse tamamdır, eşip deşmenin bir yararı yoktur. 
*
Sonbahar - Kış - İlkbahar - Yaz. İlkokullardaki Mevsim Şeridi'nde böyle yazardı eskiden. İlk önce sonbaharın adı yazılırdı yani. Çünkü okul sonbaharda başlar. Herhalde çocuklar mevsimleri daha rahat öğrensinler diye düşünmüşlerdir. Ayları da hatta eylülle başlatırlardı.
*
Yazın günler uzundur, kışın geceler. Bunu böyle yapan Tanrı kesinlikle bir şeyler düşünmüş olmalı. Ama ne? Düşünüyorum düşünüyorum, bulamıyorum. Şu andaysa günlerle gecelerin uzunluğu neredeyse aynı, önümüzdeki hafta bugün tam olarak eşitlenecek. O zaman dileyen günü yaşasın gönlünce, dileyen de geceyi.
*
Yapraklar da ufaktan dökülmeye başladı. Sonbahar yaprak dökümsüz olur mu?
*
Aslına bakarsanız, en kısa süren mevsimdir sonbahar. Benim bildiğim kimse kasım ayına sonbahar gözüyle bakmaz. Hele aralığa hiç bakmaz. Halbuki aralığın yirmi birine değin sonbahardır takvimlere göre. Onlar da az yalancı değil hani.
*
Sonbahar bir de kuşların göç vaktidir. Kuşların toplu göçüyle insanların toplu göçünü gözümün önüne getiriyorum da... Ne kadar büyük bir fark var aralarında. Kuşların göç ederken havada oluşturduğu görüntü bile inanılmazdır. Ne kadar özenli, ne kadar düzenli... Bildiğin göz zevki. Bir de insanlara bakın, bayram ağızlarında falan otogarlarda, havaalanlarında oluşan görüntülere bakın. 
*
Bir süredir aklımda sonbaharın nerede en güzel yaşandığı meselesi var. Yurtiçinde ve yurtdışında, sonbahar gelince cennete dönüşen yerlerin en güzeli nerededir acaba? İyicene araştırmak lazım tabii. Gideceğimden değil, öğrenmek istiyorum sadece. Dergilerde, gazetelerde sayfaları doldurmak için haberler çıkar ya, bilmem "En iyi kaç sonbahar rotası," yok bilmem "Kışın mutlaka gidilmesi gereken en iyi kaç yer," cart curt. Elden geldiğince uzak durmalı öyle saçmalıklardan. Hep birbirinin tekrarı yavan şeyler. Ne var ki sonbaharla gerçek anlamda güzelleşen yerler vardır muhakkak, işte ne yapıp edip oraları bulmalı. Ben birkaç tane biliyorum gerçi, tanınmamış, gazete sayfalarına taşınmamış olduklarından ötürü henüz kirlenmiş değiller. Adlarını söylemeyeceğim ama, bir gün gidersem yazarım.
*
Onu diğer üç mevsimden ayıran bir özelliği vardır sonbaharın. Güz ve hazan diye iki adı daha vardır. Bahar ve hazan Farsça kökenlidirler. Güz Türkçe. Demek ki çok sevilen bir mevsim şu sonbahar, ondan ötürü farklı isimlerle anılır olmuş. Herhalde edebiyatla en çok haşır neşir olmuş mevsimdir aynı zamanda.

15 Eylül 2014

Acıkmış Bir Rüya

Daha önce hiç görmediği vahşi bir hayvan. Rengi kara. Yüzü kurdun yüzüne benziyor ama vücudu büyük, bir kaplanınki kadar. Kuyruğu bir köpeğinkini andırıyor. Birden saldırıya geçiyor bu hayvan. Yaban atları otluyorlar. Birine yetişip sıçrıyor, sırtına atlıyor. Dişlerini atın ensesine geçiriyor. At direnmeye başlıyor. Onu sırtından atmaya çalışıyor. Bir süre çekişip duruyorlar. O vahşi hayvanın üstünlüğü, atın ensesini kavramış olması, atın üstünlüğüyse olabildiğince dirençli olması. Vahşi, ağzını atın ensesinden alıp gırtlağını tutmanın derdinde. Ama bunu becermek kolay değil, dişlerini çıkarır çıkarmaz atın onu alaşağı edeceğini biliyor. Çekişme dakikalarca sürüyor. Vahşi, yorulduğunu hissediyor. At ise kendi direncine hayret ediyor. Vahşi, eşitliği bozmanın bir yolunu düşünüp buluyor. Dört pençesini birden atın vücuduna geçirirse onu devirebileceğini söylüyor kendine. Öyle yapıyor. Atın sağrısının her iki tarafı acıya bulanıyor. Ama at direndikçe direniyor. Ölüm kalım meselesi bir yerde, bunu kavramış bulunuyor. Vazgeçecek gibi değil. O da eşitliği bozmak gerektiğini düşünüyor. Bir şey yapmalı, yoksa acılar git gide artacak. Uzun uzadıya düşünmeye kalmadan kendini yanlamasına yere atıyor. Düşmanının iki ayağı kocaman, ağır vücudunun altında kalıyor. Düşmansa henüz dişlerini onun ensesinden çıkarmış değil, fakat endişelenmeye başlıyor.

Öteki atlar geri dönüyorlar. Bir süre bakıyorlar. İçlerinden biri arkadaşının ne kadar zor bir durumda olduğunu fark ediyor. Temkinli adımlarla yanaşıyor yanlarına. Vahşi onu görüp hırlıyor. Ama onun umurunda olmuyor bu. Biraz daha yanaşıyor. Yerde cebelleşen atın gözlerinde bir sevinç parıltısı beliriyor. 

***
O anda uyandı tilki. Bir süre kendine gelemedi. Sonra ağzından salyalar aktığını fark etti. Karnı guruldadı. Başını tekrar yere koydu.

13 Eylül 2014

Aforizmalar

  • Beyin enerjisi tasarrufunda başarılıyız.
  • Şemsiye gökyüzüne alternatif: Bir kere, istikrarlı; üstelik emrinizde.
  • Prensin sırrı: Uyuyan Güzel horluyordu.
  • İnsan her âşık oluşunda aşk teorisinin iflasını yaşar.
  • İki dilin aynı anda faaliyet göstermesinin karışıklık yaratmadığı tek durum öpüşmektir.
  • Ne evlilik ne bekârlık: Özerklik.
  • Normal şartlarda şartlar değişir.
  • Mitoloji: Dünün hakikatleri.
  • Bosna... Avrupa öldü. Yaşasın Post-Avrupa!
  • Etki yetkiden ekonomiktir.
  • Tanrı olmaya kalkan Şeytan olur.
  • Geleceğe kaçan geçmişine varır.
  • Eleştiri önceki eserlerin yeni eserler üstündeki baskı aracıdır.
  • Öyle kazanın ki kimseyi yenmiş olmayın.
  • Kuyruksuz olmamız ifade imkânlarımız açısından hüzün verici.
  • Hayat hayatiyete yetse sanat olmazdı.
  • Bütün gezegenlerin robotları, birleşin!

Tarık Günersel, kitap-lık, 61.

11 Eylül 2014

Karganın Gözleri

Çok eski zamanlarda bir Karga varmış. Açlıktan ölmek üzereymiş. Yiyecek hiçbir şeyi yokmuş çünkü. Bir gün bir filden filanca yerde bir buğday tarlası olduğunu öğrenmiş. Heyecanla yola koyulmuş hemen. Dağları, denizleri aşmış ve o buğday tarlasının olduğu yere varmış. Fakat oraya varır varmaz gördüklerine inanamamış. Buğday tarlasının tam ortasında bir insan duruyormuş. Biraz beklemiş. Nasıl olsa gider, demiş içinden. Ama bakmış ki hiç yerinden kımıldamıyor. Akşama kadar burada kalacak demek ki, diye düşünmüş. Sabretmiş. Akşam olmuş. Ne var ki hiç gitmeye niyeti yokmuş insan evladının. Yükselmiş Karga. Dolunaylı bir geceymiş üstelik. Dolunayın ışığı tam üstündeymiş insanın. Tekmil buğday başakları başlarını kaldırmış dolunaya bakıyorlarmış. Gelgelelim ne başaklar, ne dolunay, ne de gecenin gizemi umurundaymış bu adamın. Demek ki geceyi de burada geçirecek, diye avutmuş kendini Karga. Sabahı beklemeliyim, demiş bir yandan da. Beklemiş. Sabah olmuş. Gece boyu burada kaldığına göre artık çok kalmaz, birazdan gider herhalde, diye geçirmiş içinden. Bu seferki bir tahminden çok bir temenniymiş ama. Güneş yükselmiş. Sabah yerini öğleye bırakmaya yüz tutunca Karga'nın can sıkıntısı iyiden iyiye artmış. Niye gitmiyor Allah'ın belası, diye söylenmeye başlamış. Bir-iki küfür de etmiş. Haksız da değilmiş hani, bu insan dünden beri tarlanın ortasında durmuş, etrafına bir adım olsun atmamış, bekliyor da bekliyormuş. Hiç mi yorulmak bilmezmiş? Tarlanın eteğindeki bir koca ağaca konmuş, başaklara bakıyormuş Karga. İçi gidiyormuş baktıkça. Nasıl gitmesin! Gücünün son sınırlarındaymış zaten. Zar zor tutuyormuş kendini ağaçta. Karnı kazınıyormuş. Üstüne üstlük hava da olabildiğince sıcakmış. Bir ara günün hangi vakti olduğuna bakmak için güneşe bakmaya yeltenmiş Kargacık, başı dönmüş. O an ne olduğunu anlayamamış ilkin, dengesini mi yitirmiş ne, hemen ardından aşağıdaki sarı sarı başakların hızla kendisine doğru geldiklerini görmüş. Galiba serap görüyorum, demeye kalmadan başakların bedenine çarptığını hissetmiş.
***
Uyandığında, zar zor açabildiği gözlerle kendini bir ormanın içinde buldu Karga. Bitkindi. Ne kadar çok ağaç vardı etrafta! Neresiydi burası? Sağ kanadının üzerinde öylece uzanıyordu. Doğrulmak istedi ancak açlık onu o kadar güçsüz düşürmüştü ki yapamadı. Bir kez daha denedi, yine olmadı. Başını büyük bir güçlükle yukarı doğru çevirip göğe bakabildi ancak. Bakar bakmaz ağaçların ne denli tuhaf olduklarını gördü. Daha önce hiç görmediği türden ağaçlardı bunlar. İnce ve dümdüz gövdelerinin tepesinde irice ikişer üçer yaprakla kocaman birer baş vardı. Sanırım öleceğim, dedi içinden ve bunu der demez de kendi haline o kadar acıdı ki, gören dayanamaz, ağlardı. "Bu dünyada gün yüzü görmedim," dedi kendine, "ölümüm bile sersefil bir halde gelmekte." Gözlerinin yaşarıyor olduğunu hissetti. İçi cız etti. "Ölüm dedikleri ne kadar da kolaymış!" Böylece ölümünü beklemeye başladı. Bu yaşama, yeryüzünün bu adaletsizliğine yenik düşmüştü. Bunu içtenlikle kabul ediyordu şimdi. Gözlerini yumdu. Görecek bir şey kalmamıştı artık. Gelgelelim yaşam öylesine bağlayıcıydı ki, ölüm gelmekteyken bile tam anlamıyla vazgeçilmiyordu. Bundan ötürü, elinde olmadan ara ara gözlerini açıp ağaçlara, gökyüzüne bakıyordu zavallı Karga. İşte yine dakikalardır gözleri kapalı, derin çaresizliğine gömülü haldeyken bir kez daha gökyüzüne bakası geldi. Açtı gözlerini. O an ağaçların arasından görünen devasa bir şeyin ayırdına vardı. Açlıktan feri sönmüştü gözlerinin. Biraz güç toplamaya çalışarak daha bir dikkatle baktı. O da neydi! Bu bir ağaçtı! İyi ama, o bir ağaçsa bu etrafındakiler neydi? Karga'nın gözleri parladı. Bunlar ağaç mağaç değil, bildiğin buğday başağıydı. Gönlüne birdenbire doluveren sevincin tarifi imkânsızdı. Dizlerine derman geldi. Zorlanarak da olsa doğrulup kalkabildi. Başaklardan birinin sapını gagasıyla kavrayıp büktü. Bunu yapmak onu epeyce yorduysa da aldırmadan önünde duran başağın içine daldırdı gagasını. Buğdayları birer birer çıkarıp yedi. Bir başağı bitirip öbürüne geçti. Karnı iyice doyunca kendini sırtüstü yere bıraktı. Kanatlarını açarak gökyüzünü selamladı. Ne denli yorulmuş olduğunu doyduktan sonra daha iyi anladı. Çok da susamıştı, ancak açlık hissi onu bile unutturmuştu; biraz dinlendikten sonra fark etti. Kalkıp bir başaktan birkaç buğday daha yedikten sonra gidip biraz su bulup içmeye karar verdi. Bir kanat çırpışıyla kendini havaya sıçrattı. Bir iki bocaladı. Kanatları da çok takatsiz düşmüştü çünkü. Gene de kendini ağaca bırakmayı başardı. Akşam olmak üzereydi. Ve işte o anda insanı gördü yine. Unutmuştu onu. Hâlâ aynı yerde, aynı biçimde, kollarını açmış, dikilip duruyordu. Tuhaftı. Hoş, bütün insanlar aynıydı ya, hangi biri tuhaf değildi ki? "Gene geleceğim," dedi Karga, "bir kez ölümle burun buruna geldim ya, senden de korkum kalmadı artık. Gene geleceğim." Böyle dedi ve su bulmak için uçtu gitti.


Via



10 Eylül 2014

Suya batıl'an inanışlar

Yıllar önce. Annem bir gün sabahın köründe kalkınca pencereden tuhaf bir şey görür. Komşulardan yaşlıca bir kadın, elinde bir tas su, bizim odunluğun kapısına yanaşır. Kapının zincirimsi sürgüsünü açar, tasın içine batırıp çıkarır. Sürgüyü tekrar yerine taktıktan sonra tam dönüp gidecektir ki annemin pencereden ona baktığını fark eder. Merak doludur annemin bakışları. Kadın bir açıklama yapma zorunda hisseder kendini. "Aslında bunun söylenmemesi gerekiyor," diye başlar, "ama ne yapalım, gördün madem..." diye de sürdürür, "Benim torun hasta, yedi kapıyı dolaşıp sürgüsünü bu suya bandıktan sonra götürüp ona içireceğim."

9 Eylül 2014

Yazmak

(...) Yazma edimi tanım gereği bir "başkası"nın varlığını öngörür: karşınızda ya da kapınızda yazınızı bitirmenizi bekleyen biri yoktur kuşkusuz, ama, yazdığımız ne olursa olsun, yazma edimi her zaman bir "okur"u varsayar. Bernanos'un unutulmaz kahramanı Ambricourt papazı günlük tutmaya yalnızca kendi içini daha açık görebilmek amacıyla başlar, deneyimi bir yıldan daha öteye taşırmamaya da kararlıdır, süre dolunca defteri ateşe atıp her şeyi unutacaktır; bu arada günlüğün yabancı ellere düşmemesi için önlem almayı bile düşünür. Ama, bir kez yazmaya başladıktan sonra, görünmeyen bir yaratığın varlığını sezer çevresinde, başını içgüdüyle "düşsel bir dinleyici"ye doğru uzatır; daha sonra, bir bakarsınız, bu sayfaların "gelecekteki okur"unu düşler; bir bakarsınız, yazdıklarının "başkalarına da" bir yararı dokunabileceğini kurar; bir bakarsınız; günlükten bir sayfa çekip sanki başka birinden almış gibi karşısındakine okuyarak söyleminin etkisini ölçmeye çalışır: yazılan okurununa ulaştırılmak ister.
Tahsin Yücel, Yazın, Gene Yazın.

8 Eylül 2014

Terken Hatun

Selçuklu İmparatorluğu, dünyanın en güçlü devleti olduğu dönemde, bir kadın iktidarı eline alma cüreti gösterebilmişti. Perde arkasında oturmuş, Asya'nın bir ucundan diğerine orduları sevkediyor, beyleri, vezirleri, kadıları, valileri atıyor, halifeye yazılacak mektupları yazdırıyor ve Alamut'un reisine elçiler gönderiyordu. Birliklere emirler yağdırdığını görüp de söylenen komutanlara: "Bizde savaşan erkeklerdir, ama kime karşı savaşacaklarını kadınlar söyler" diyordu.
Haremde ona "Çinli" denilirdi. Semerkant'da, Kaşgâr asıllı bir ailedendi ve tıpkı ağabeyi Nasır Han gibi, karışık soydan gelmediği yüzünden anlaşılıyordu. Ne Arab'ın Sami çizgilerini, ne Acem'in Ari çizgilerini taşıyordu.
Melikşah'ın en kıdemli karısı idi. Onunla evlendiğinde Melikşah dokuz, kız da on bir yaşındaydı. Sabırla olgunlaşmasını beklemişti. Çenesindeki ayva tüylerini okşamış, bedeninde ilk uyanışmayı görmüş, uzuvlarının gerildiğine, pazılarının şiştiğine tanık olmuştu. En sevilen, en sayılan ve özellikle sözü en çok dinlenen gözdeydi. Melikşah, bir aslan avı sonunda,
kanlı bir yarışmanın bitiminde ya da Nizam ile yorucu bir çalışma yaptığı bir günün akşamında, huzuru Terken'in kollarında bulurdu. Üzerindeki tülleri çıkartır, teni tenine değer, oynaşır, kükrer, keşiflerini ya da sıkıntılarını anlatırdı. "Çinli", kızışmış kaplanını sarmalar, okşar, onu bedeni ile bir kahraman gibi karşılar, uzun süre içinde tutar ve tekrar içine çekmek üzere koyuverirdi. Bir fetih gibi nefes nefese, olanca ağırlığı ile kendini koyuvermiş Sultanını, zevkin doruğuna çıkartmasını bilirdi. 
Sonra usulca ince parmaklarıyla kaşlarını, gözkapaklarını, dudaklarını, kulak memelerini, nemli boynunu okşardı; kaplan bitkin düşerek mırıldanır, ağırlaşır, doymuş bir kedi gibi gülümserdi. Terken'in sözleri ruhunun derinliklerine kadar işler, Terken Melikşah'ı övücü sözler söyler, çocuklarından, yaptığı işlerden söz eder, şiirler okur, öğüt verici meseller söyler; Melikşah onun yanında bir saniye olsun sıkılmaz ve her geceyi onunla geçirmeye ahdederdi. Terken'i kendine göre, hoyratça, sertçe, çocukça, hayvanca sevmektedir ve son nefesine kadar sevecektir. Zaten Terken de en ufak bir isteğinin geri çevrilmeyeceğini bilir. Neyi nasıl fethedeceğini söyleyen Terken'dir. Bütün imparatorlukta Terken'in tek rakibi Nizam'dır ve 1092 yılına gelindiğinde, artık işini bitirmek üzeredir.

Amin Maalouf, Semerkant

7 Eylül 2014

3 Eylül 2014

İş miş

Aslında bugün de bir şeyler yazmak istiyordum ancak işim var. :) Berberde tıraş oldum demin, çay ısmarlayalım dedi, teşekkür ettim, çaya da vaktim yoktu. Gerçi şu anda çay içiyorum, o da işin başka bir rengi. İşin nedir, diye soracak olursanız, gündelik bir iş işte. Eylülün de üçüncü günündeyiz bu arada. Sonbaharın doğal başlangıcına yirmi gün kalmış olsa da eylül eylüldür, sonbahar başlamıştır işte. Efendim, dedim ki, işim var. O vakit size kolay gelsin. Bu arada, sonbahar hayırlı uğurlu olsun.

2 Eylül 2014

Yaralı bir elma gibidir hayatım

Elmalar büyüdükçe dallar ağırlaşır. Ağırlaştıkça başlarını öne eğerler. Utangaçlıktan değil ha, ya da çekingenlikten, bilakis, taşıdıkları elmaları gururla gelene geçene göstermek için. 

Sonbahara doğru olgunlaşır elmalar. Dallar artık kırılacak gibidir. Handiyse acıyası gelir bakanın. Ne var ki dalların umurunda değildir bu, zira ağacın gövdesine dayamışlardır sırtlarını; gövde de olabildiğince emindir kendinden. Ancak gene de arada telaşlanmaya yüz tutan bir-iki dal yok değildir. İşte tam da o sırada, bütün dallar onlara bakıp da telaşa kapılmasın diye, ağaç elmalara usulca fısıldar: şimdi!

Elmaların ilki yere düşer. Ağacının dibine. Sonra birer birer öbürleri. İşte o zaman dalların içi ferahlar.

Her ne kadar dalların hiçbir şikâyeti olmasa da, her bir elma, dalına büyük bir eziyet etmiştir aslında. Haftalarca ağırlık vermiştir çünkü ona. 

Doğanın bir tür adalet anlayışı olsa gerek, dallara edilen eziyetin bir karşılığı olarak, düşen her elma yere değdiği yerden yara alır. İlkin pek belli olmaz yaranın izi. Ertesi gün göze görünür olur. Birkaç gün içinde de kendini iyice belli eder. Durdukça da büyüyerek elmayı pörsütür.
***
Gecenin bir vakti karnım acıktı. Mutfağa dadandım. Masanın üstündeki sepette elma vardı. Bir tane alıp odaya döndüm. Elma güzeldi güzel olmasına, pörsüyüp çürümüş kısmı yemeyi zorlaştırıyordu. Sağlam yerinden bir ısırık almaya çalışırken çürümüş yerinden de bir parça ağzıma geliyordu. Nihayetinde sağlam tarafın güzel tadıyla çürümüş tarafın yavan tadı birbirlerine karışıp ilginç bir ahenk oluşturarak mideme iniyorlardı.

Kendimi düşündüm o an. Hayatım da hep böyle olagelmiş, böyle de sürüp gitmekteydi işte. Bütünüyle sağlam olmasa da bütünüyle de çürüdüğü söylenemezdi. İlginç olan da, bu hayatın, tıpkı elma gibi, ne sadece sağlam tarafını, ne de sadece pörsümüş tarafını yaşıyor olmamdı. Her ikisini birlikte yaşayıp gidiyordum.

Bencileyin böyle yaşayan başkaları da var mıdır acep?
Sayfa başına git