30 Nisan 2015
29 Nisan 2015
Ne oldu?
Tiyatroya gittik dün. Bendeniz Sokrates'in Yeğeni, Büyülü Gerçeklik ve Eee? bloglarının kıymetli sahibeleri Aze ile Jardzy. İnternetin hayatımıza iyiden iyiye yerleştiğinin, istesek de istemesek de sanal bir gerçekliğin enikonu içine oturmuş olduğumuzun göstergesidir bu. Kim derdi ki günün birinde birbiriyle hiç ilgisi alâkası olmayan insanlar önce sanal bir dünyada tanışacaklar, sonra da zaman gelecek, bu sanal tanışıklık gerçeğe dönüşecek ve bu önce-sanal-sonra-gerçek arkadaşlar beraber tiyatroya neyim gidecekler? Hayat ilginç bir trene benzer dediğimde sanırım hakkımı teslim etmek zorundasınız.
Artık Hiçbi'şii Eskisi Gibi Olmayacak! Sil Gözyaşlarını oyunun adı. Tek kişilik. Ahmet Melih Yılmaz adında bir arkadaş oynuyor. Oyunculuğuna şapka çıkardım. Bir saat boyunca konuştu durdu. Her babayiğidin harcı değil.
Yirmili yaşlarının başında Ankaralı bir sokak çocuğu, İstanbul'da Gezi olayları patlayıp da pek çok kente, tabii Ankara'ya da sıçrayınca ne olup bittiğini anlamadan kendini olayların ortasında bulur. İlkin biraz kafası bulanır, çünkü o güne dek hiç yan yana gelmemiş insanların bir arada, el ele, kol kola polisle çatıştığını görür. Çok kurcalamaz ama, neticede o bir sokak çocuğudur ve bana ne deme hakkına herkesten çok sahiptir. Bir gün olayların tam ortasında birden iki kişinin kendisine baktığını fark eder; bir kız bir erkek. Merak etmeye başlar haliyle, ona niye bakıyorlardır acaba? Bu merakında da sonuna kadar haklıdır, çünkü kimse kolay kolay bakmaz bir sokak çocuğuna, bilirsiniz. Sokak bir tür metafordur. Sokak; özeli, mahremi olmayan, en göz önünde, en açık, en perdesiz yer. İşin içine sokak'ın çocuğunu kattığımızda olabildiğince belirgin bir paradoks gelip önümüzde durur. Bu en açık yerde yaşayan çocuk, kendisine en az bakılan, hatta hiç bakılmayan çocuk değil midir?
Ama işte, ne olmuşsa, orada iki kişi bu sokak çocuğuna bakmışlardır. Ve o da pek tabii merak etmeye başlamıştır bunun nedenini. İlkin kaybeder, gözden yitirir onları fakat bir-iki gün geçmeden tekrar karşılaşır onlarla. Aralarında enteresan bir dostluk oluşur. Bizim sokak çocuğu bir tür sarhoşluk havası içinde, onlarla beraber oradan oraya savrulur. Normalde insanın genzini yakan biber gazı bile hoş kokmaya başlar. Çünkü gaz da bu olayların, bu olağanüstü günlerin bir parçasıdır ve bu olağanüstü günler de sokak çocuğunu bir rüyaya daldırmıştır, güzel bir rüyaya. Üç-beş gün içinde hayatı değişmiştir. Adı bile değişmiştir, Mustafa'yken Avzer olmuştur. Başlangıçta biraz direnmesine direnmiştir ama sokak çocukluğunun verdiği o oluruna bırakırcı tavırla benimsemekte zorlanmamıştır bu yeni adını.
Ne ki uzun sürmez Avzer'in güzel rüyası. Birkaç güne olaylar durulur, ortalık eski haline döner. Sokaklar gene o "eski sokaklar" oluverir birden bire. Avzer'in rüyadan uyandığı, tekrar Mustafa olduğu andır bu. Damağında güzel rüyanın tadı, durup "Ne oldu?" diye sormaya başlar kendine.
Tiyatro hayatın aynasıdır derler. Sahiden de hepimiz durup durup "Ne oldu?" diye sormaz mıyız kendimize? Hayat hep böyle sürüp gitmez mi? Hayat dediğin zaten ilginç bir trene benzer.
***
Mek'an Sahne diye bir yer. Konur Sokak'ta. Adını duymuştum. Dün ilk gidişimdi. Son gidişim oldu. Zira iki gün sonra başka bir yere taşınıyorlarmış. Oraya da gideriz umarım. Burası küçücük bir yer. Yirmi koltuklu küçük bir sahne. Amatör ruhlu insanlar çekip çeviriyorlar, belli. Ruh amatör ama işlerini profesyoneller kadar iyi yapıyorlar, bu da belli. "Anlatı mekânda bir andır," diye bir sloganları çarptı gözüme, sevdim.Artık Hiçbi'şii Eskisi Gibi Olmayacak! Sil Gözyaşlarını oyunun adı. Tek kişilik. Ahmet Melih Yılmaz adında bir arkadaş oynuyor. Oyunculuğuna şapka çıkardım. Bir saat boyunca konuştu durdu. Her babayiğidin harcı değil.
Yirmili yaşlarının başında Ankaralı bir sokak çocuğu, İstanbul'da Gezi olayları patlayıp da pek çok kente, tabii Ankara'ya da sıçrayınca ne olup bittiğini anlamadan kendini olayların ortasında bulur. İlkin biraz kafası bulanır, çünkü o güne dek hiç yan yana gelmemiş insanların bir arada, el ele, kol kola polisle çatıştığını görür. Çok kurcalamaz ama, neticede o bir sokak çocuğudur ve bana ne deme hakkına herkesten çok sahiptir. Bir gün olayların tam ortasında birden iki kişinin kendisine baktığını fark eder; bir kız bir erkek. Merak etmeye başlar haliyle, ona niye bakıyorlardır acaba? Bu merakında da sonuna kadar haklıdır, çünkü kimse kolay kolay bakmaz bir sokak çocuğuna, bilirsiniz. Sokak bir tür metafordur. Sokak; özeli, mahremi olmayan, en göz önünde, en açık, en perdesiz yer. İşin içine sokak'ın çocuğunu kattığımızda olabildiğince belirgin bir paradoks gelip önümüzde durur. Bu en açık yerde yaşayan çocuk, kendisine en az bakılan, hatta hiç bakılmayan çocuk değil midir?
Ama işte, ne olmuşsa, orada iki kişi bu sokak çocuğuna bakmışlardır. Ve o da pek tabii merak etmeye başlamıştır bunun nedenini. İlkin kaybeder, gözden yitirir onları fakat bir-iki gün geçmeden tekrar karşılaşır onlarla. Aralarında enteresan bir dostluk oluşur. Bizim sokak çocuğu bir tür sarhoşluk havası içinde, onlarla beraber oradan oraya savrulur. Normalde insanın genzini yakan biber gazı bile hoş kokmaya başlar. Çünkü gaz da bu olayların, bu olağanüstü günlerin bir parçasıdır ve bu olağanüstü günler de sokak çocuğunu bir rüyaya daldırmıştır, güzel bir rüyaya. Üç-beş gün içinde hayatı değişmiştir. Adı bile değişmiştir, Mustafa'yken Avzer olmuştur. Başlangıçta biraz direnmesine direnmiştir ama sokak çocukluğunun verdiği o oluruna bırakırcı tavırla benimsemekte zorlanmamıştır bu yeni adını.
Ne ki uzun sürmez Avzer'in güzel rüyası. Birkaç güne olaylar durulur, ortalık eski haline döner. Sokaklar gene o "eski sokaklar" oluverir birden bire. Avzer'in rüyadan uyandığı, tekrar Mustafa olduğu andır bu. Damağında güzel rüyanın tadı, durup "Ne oldu?" diye sormaya başlar kendine.
Tiyatro hayatın aynasıdır derler. Sahiden de hepimiz durup durup "Ne oldu?" diye sormaz mıyız kendimize? Hayat hep böyle sürüp gitmez mi? Hayat dediğin zaten ilginç bir trene benzer.
28 Nisan 2015
Berber Mehmet
Berbere girdim. Yer gösterdiler. Geçip oturdum. Yirmi iki-yirmi üç yaşlarında bir arkadaş. Elindeki birkaç meyveyi, erik miydi çağla mıydı bakmadım, tuzlayıp iştahlı iştahlı yedi, ardından önlüğü alıp boynumdan doladı. Hayatımda ilk defa gömleğimin yakasını kıvırmadan önlüğü dolayan bir berber görmüş oldum böylece. Çok düzensiz bir berber dükkânı olduğu da daha kapıdan girerken belli oluyordu zaten.
Ne yapalım abi, dedi. Fazla değil, bir santim kadar kısaltalım, dedim. Fauller, diye devam etti. Onları da biraz inceltelim, dedim. Aldı eline makasını, iki salladı, onu bırakıp başka bir makas aldı, onunla devam etti. İranlı mısınız, diye sordu. Şaşırdım, ilk defa duyuyordum bu soruyu. Şaşkınlığım çok sürmedi ama, bu civarda fazlasıyla yabancı öğrenci var, esnaf da onlara alışkın besbelli. İranlı değilim ama epey yaklaştın, dedim, Vanlıyım.
Bir yandan beni tıraş ediyor, bir yandan da yan koltukta tıraş olan adamla onu tıraş eden diğer berber arkadaşıyla konuşuyor. Kelimenin tam anlamıyla suskun bir geveze bu, üç dakikada anlaşılıyor. Suskun geveze de nasıl olurmuş diyeceksiniz. Hani bazı insanlar olur ya, fazla laklak etmezler ama her zaman söyleyecek bir dünya lafları hazırdır, hangi konuyu açarsan aç futbol muhabbeti gibi bir saat konuşabilirler. Bu da öyle biri işte.
Senin adın İbrahim miydi, diye sordum, yok abi Mehmet, dedi. Doğru mu söyledi yoksa salladı mı emin olamadım. Çarçabuk tıraşını etti bitirdi. Yıkayalım mı, diye sordu, evet dedim. Kafama bakıp yaptığı işle ciddi ciddi gurur duyan bir edayla, kitap gibi bir tıraş oldu, dedi. İçimden güldüm. Benim saçım çabuk uzar, önümüzdeki ay gene buradayım, dedim. Beni çıkaracaklar abi, dedi. Ne demeye çıkarıyorlar, güzel güzel çalışıyorsun işte, dedim. Çıkaracaklar, dedi. Çalıştığın sürece sıkıntı olmaması lazım, dedim ama o ille de çıkaracaklar diye tutturdu. Yan koltuktaki berber arkadaşı da arada bir şeyler söyledi de anlamadım ne söylediğini. Daha doğrusu meseleyi anlayamadım. Belli ki bu çocuk bugün yarın işten ayrılacak. İyi de Mehmet, dedim, işten çıkarılmak için ne yaptın? Doğru dürüst bir cevap vermedi yine. Kovulacağım diyor ama hiç oralı da değil hani. İşini kaybetmek üzere olan bir insanın tavrı filan yok. Belki var da belli olmuyor. Dedim ya, suskun geveze. Bir şey yapmış olmalısın ki seni kovsunlar, dedim. Yok dedi, ardından bir şeyler geveledi. Patronun sevgilisine mi sulandın, diye sordum, ona da yok dedi. Merak etme Mehmet, dedim, sen berbersin, sanatın var, buradan çıkar başka bir yerde iş bulursun. Böyle dedim demesine ama Mehmet'te hiç sanatçı tipi de yok işin doğrusu.
Saçına bir şey sürelim mi, dedi, jöle, briyantin falan, Yok dedim, benden geçti öyle şeyler. Gözlüğümü taktım, tarağı alıp saçımın üzerinden şöyle bir kere de ben geçtim. Kalktım, ceketimi giydim. O da o sırada kasaya vermem için bir fiş yazdı. Aldım fişi, kolay gelsin diyerek kasaya yanaştım. Baktım sahiden de adı Mehmet'miş, fişin üzerinde yazıyor.
Önümüzdeki ay yine oraya gideceğim, bakalım hâlâ orada mı?
Ne yapalım abi, dedi. Fazla değil, bir santim kadar kısaltalım, dedim. Fauller, diye devam etti. Onları da biraz inceltelim, dedim. Aldı eline makasını, iki salladı, onu bırakıp başka bir makas aldı, onunla devam etti. İranlı mısınız, diye sordu. Şaşırdım, ilk defa duyuyordum bu soruyu. Şaşkınlığım çok sürmedi ama, bu civarda fazlasıyla yabancı öğrenci var, esnaf da onlara alışkın besbelli. İranlı değilim ama epey yaklaştın, dedim, Vanlıyım.
Bir yandan beni tıraş ediyor, bir yandan da yan koltukta tıraş olan adamla onu tıraş eden diğer berber arkadaşıyla konuşuyor. Kelimenin tam anlamıyla suskun bir geveze bu, üç dakikada anlaşılıyor. Suskun geveze de nasıl olurmuş diyeceksiniz. Hani bazı insanlar olur ya, fazla laklak etmezler ama her zaman söyleyecek bir dünya lafları hazırdır, hangi konuyu açarsan aç futbol muhabbeti gibi bir saat konuşabilirler. Bu da öyle biri işte.
Senin adın İbrahim miydi, diye sordum, yok abi Mehmet, dedi. Doğru mu söyledi yoksa salladı mı emin olamadım. Çarçabuk tıraşını etti bitirdi. Yıkayalım mı, diye sordu, evet dedim. Kafama bakıp yaptığı işle ciddi ciddi gurur duyan bir edayla, kitap gibi bir tıraş oldu, dedi. İçimden güldüm. Benim saçım çabuk uzar, önümüzdeki ay gene buradayım, dedim. Beni çıkaracaklar abi, dedi. Ne demeye çıkarıyorlar, güzel güzel çalışıyorsun işte, dedim. Çıkaracaklar, dedi. Çalıştığın sürece sıkıntı olmaması lazım, dedim ama o ille de çıkaracaklar diye tutturdu. Yan koltuktaki berber arkadaşı da arada bir şeyler söyledi de anlamadım ne söylediğini. Daha doğrusu meseleyi anlayamadım. Belli ki bu çocuk bugün yarın işten ayrılacak. İyi de Mehmet, dedim, işten çıkarılmak için ne yaptın? Doğru dürüst bir cevap vermedi yine. Kovulacağım diyor ama hiç oralı da değil hani. İşini kaybetmek üzere olan bir insanın tavrı filan yok. Belki var da belli olmuyor. Dedim ya, suskun geveze. Bir şey yapmış olmalısın ki seni kovsunlar, dedim. Yok dedi, ardından bir şeyler geveledi. Patronun sevgilisine mi sulandın, diye sordum, ona da yok dedi. Merak etme Mehmet, dedim, sen berbersin, sanatın var, buradan çıkar başka bir yerde iş bulursun. Böyle dedim demesine ama Mehmet'te hiç sanatçı tipi de yok işin doğrusu.
Saçına bir şey sürelim mi, dedi, jöle, briyantin falan, Yok dedim, benden geçti öyle şeyler. Gözlüğümü taktım, tarağı alıp saçımın üzerinden şöyle bir kere de ben geçtim. Kalktım, ceketimi giydim. O da o sırada kasaya vermem için bir fiş yazdı. Aldım fişi, kolay gelsin diyerek kasaya yanaştım. Baktım sahiden de adı Mehmet'miş, fişin üzerinde yazıyor.
Önümüzdeki ay yine oraya gideceğim, bakalım hâlâ orada mı?
27 Nisan 2015
Havva
(...)
Az sonra, annem, babam, doktor geldiler. Ben de kapı aralığından baktım. Doktor, Havva'nın koluna iğne yaptı. Havva bağırmadı. Üçü de durup beklediler. Babam çenesindeki sivilceyle oynuyordu. Sonra annem babamın yüzüne baktı. Babam eğilip doktorun kulağına bir şeyler söyledi. Doktor başını salladı. Sonra Havva'nın gözleri açıldı. Annem Havva'nın yanına gitti, yatağına diz çöktü. "Kızım Havva iyi misin evlâdım?" dedi. "Bak iyileştin artık. Canın bir şey istiyor mu? Ne pişireyim sana?" Havva baştan bir şey demedi. Sonra gözünü iri iri açtı: "Baklava", dedi. Sonra da öldü.
Vüs'at O. Bener, Dost - Yaşamasız.
26 Nisan 2015
25 Nisan 2015
Kütüphane, otobüs vs.
Nihayet bugün Milli Kütüphane'de yer bulabildim. (Ref.) Gönlümden pencere yanı geçmişti gerçi, bulduğum yerse neredeyse duvar yanı ama olsun, yer yerdir son tahlilde. Kütüphanenin internet sitesinde salon doluluk oranlarının olması güzel bir uygulama. Evdeyken bakıyorsun böylece, yer yoksa boşuna çıkmıyorsun.
Geceleyin otobüs yolculukları genelde sıkıcıdır. Işık az olduğu için kitap okuyamazsın. Dışarıdan bir şeyi izleyemeyince bari içeriden televizyon izleyeyim dersin ama onda da ya beğendiğin bir film yoktur ya da filmler arasında seçim yapamazsın. Ama ben zaten televizyondan sıkılan biriyimdir.
***
Bugün aslında Amasra'da olmam lazımdı. Dün günübirlik bir Amasra gezisi ilanı görüp aradım, yerimiz kalmadı dediler, ama birkaç gün sonra İstanbul gezimiz olacak, Kapadokya olacak falan. Ama kardeşim, ben ne edeyim İstanbul'u, bana Amasra lazım. Uzatmanın âlemi yok, neticede gidemedim. (Bir bardak soğuk su alır mıydınız? Olur, tabii, zahmet olmazsa.)
***
Kütüphane hadi neyse de otobüste pencere kenarı ya da en ön koltuk olmadı mı ben ölürüm genelde. Bir kere, otobüs yolculuklarında çevreyi izlemenin tadına doyamıyorum. İki, üç, beş saat süren yolculuklarda hiç kesintisiz etrafı izlediğim olmuştur. Bazen yolun bir tarafı çok güzel manzaralarla kaplıyken öbür tarafında hiçbir şey yoktur ve ben de o öbür taraftayımdır, işte o zaman kendimi çok kötü hissederim. Ama yapacak bir şey yoktur. Geceleyin otobüs yolculukları genelde sıkıcıdır. Işık az olduğu için kitap okuyamazsın. Dışarıdan bir şeyi izleyemeyince bari içeriden televizyon izleyeyim dersin ama onda da ya beğendiğin bir film yoktur ya da filmler arasında seçim yapamazsın. Ama ben zaten televizyondan sıkılan biriyimdir.
***
Milli Kütüphane dediğimiz yer aslında pek çokları için Milli Çalışma Salonu'dur. Neden diye soracaksanız, raflar kullanıcılara kapalı, istenilen kitabı görevliler getirip veriyor. Onun yanı sıra, gözlemlediğim kadarıyla buraya gelenlerin yüzde doksan dokuzu çalışmaya gelen öğrenciler. Dolayısıyla da burası birkaç salondan müteşekkil bir milli çalışma salonu. Ama harbiden çalışma salonu, insanlar harıl harıl ders çalışıyorlar. Ara ara gözlerim yaşaracak gibi oluyor. (Aslına bakarsanız, şimdi de gözlerim yaşaracak gibi oluyor ama başka bir nedenden ötürü. Az ışıkta bilgisayar ekranına uzun süre bakınca... İyisi mi ben gidip yüzümü bir yıkayayım. Sonra da kantine inip bir çay içeyim.)
24 Nisan 2015
23 Nisan 2015
Manzumeler
Ses
"R. Alberti" için
Sesim susarsa
Beni kurşuna dizin
Ses ne olsa
Gemi
Ben gitmem ya bilesin
Bırakıp gidersen beni
Kayalıklar orada
Omurgam paramparça
Az Önce
Seni düşünüyordum
Biri arkamda durdu
Ateş mi edecek ne
Ağlama
İlk gözümün ağrısı
Hüzün
Soluyan yapraktır hüzün
Eline doğan
Söner pırıltısı Venüsün
Lili Marlin
Didymada
Yalnızdım
Ay ışığında kumsalda
Şimdi yapayalnızım
El Ele
Mavi çocuk pencere
Avcunda kartopu
El ele yürüyor
Çınar yaprağı serçe
Ölüme zulme
Neden
Doğa her şeye karşın yenileyecekse
durmadan
Neden önemsemek bunca kendini
Taşlı tarlalarda bir tek gelincik
Savaşmak değmeyeceği ölümsüzlüklere
Vüs'at O. Bener
"R. Alberti" için
Sesim susarsa
Beni kurşuna dizin
Ses ne olsa
Gemi
Ben gitmem ya bilesin
Bırakıp gidersen beni
Kayalıklar orada
Omurgam paramparça
Az Önce
Seni düşünüyordum
Biri arkamda durdu
Ateş mi edecek ne
Ağlama
İlk gözümün ağrısı
Hüzün
Soluyan yapraktır hüzün
Eline doğan
Söner pırıltısı Venüsün
Lili Marlin
Didymada
Yalnızdım
Ay ışığında kumsalda
Şimdi yapayalnızım
El Ele
Mavi çocuk pencere
Avcunda kartopu
El ele yürüyor
Çınar yaprağı serçe
Ölüme zulme
Neden
Doğa her şeye karşın yenileyecekse
durmadan
Neden önemsemek bunca kendini
Taşlı tarlalarda bir tek gelincik
Savaşmak değmeyeceği ölümsüzlüklere
Vüs'at O. Bener
22 Nisan 2015
Öyle kitaplar
M.'nin babası okuduğumuz ortaokulda memurdu. Yıllardır orada çalışıyordu. Genişçe bir alana yayılmıştı okul. Bir ilköğretim okuluydu ama handiyse kampüs denmesini sağlayacak genişlikte bir araziye kurulmuştu. Bu yerleşkenin içinde ilkokul ve ortaokul binaları; pansiyon, yemekhane, banyo binaları; idare binası, kalorifer dairesi, lojmanlar, depolar ve spor salonunun yanı sıra iki tane futbol sahası vardı. Ve bir de küçük ama kullanışlı kütüphane.
O zamanlar kütüphanenin yoluna pek aşina değildik. Neden bilmiyorum. Bini aşkın öğrencisi, ona nazaran da elliden fazla öğretmeni olan o okulda bir günden bir gün bir öğretmenin öğrencilere "Kitap okuyun" dediğini duymadım.
Liseye geçtik. Ortaokulumuzdan on civarında öğrenci aynı liseye kaydolduk. Burası da bir önceki gibi yatılı bir okuldu. Tabii, M.'nin ailesi lojmanda yaşadığı için ortaokulu bizim gibi yatılı okumamıştı o.
Lisenin kaçıncı sınıfındaydık hatırlamıyorum, bir gün M. bize bir keşfinden söz etti. Çocukluğu hep okuduğumuz o ortaokulun yerleşkesinde geçmiş olduğu için kütüphaneyi yettiği kadar "tanıması" zor olmamıştı. O zamanlar tabii "ahlaksız" şeyler yoktu. Vardı aslında da biz yaştakilerin erişmesi zordu. İnternet desen hak getire, diyelim bir gazete sayfasında rastladığımız kadın bacaklarına "çok şey" dediğimiz zamanlar işte. (Duyan da 1950'lerden söz ediyorum sanacak, yok yahu, 90'ların ikinci yarısı.) M. ortaokulun kütüphanesinde "açık saçık" kitaplar keşfetmiş meğer, ama hiç kimseye daha önce söylememiş. Herhalde gidip beni hocalara şikâyet etmesinler diye düşünmüştür.
(Okumaya yabancı bir toplumda bir ortaokul öğrencisinin bir kütüphanedeki binlerce kitap arasından spesifik olan birkaç tanesini bulabiliyor olması da ancak parantez içinde yazılabilir, değil mi?)
Barbara Cartland adlı bir İngiliz kadının kitaplarıydı M.'nin keşfettikleri. Ailesi hâlâ söz konusu lojmanlarda oturduğu için hafta sonu izinlerinde oranın kütüphanesine gidebiliyordu. Bir gün getirdi iki tane kitap. Birini kendi okuyacakmış, birini de bana verdi. Başladım okumaya. Tabii, M. öyle bir anlatmıştı ki, kitabın malum sahnelerini bir an önce bulabilmek sabırsızlanıyordum.
Açık saçık dediğime bakmayın, esasında gayet normal kitaplardı. Nedir, arada birkaç öpüşme, sevişme epizodu vardı. Fakat dedim ya, o zamanlar böyle şeylere pek alışık olmadığımız için bize olağandışı görünüyordu o tür kitaplar. İlk kitabı hızlıca okuyup bitirdiğimi hatırlıyorum. Benden sonra bir-iki arkadaş da sıraya girmişti zaten, onlar alıp okudular. Boş zamanlarımızda hep kitap üzerine konuşuyorduk güzel güzel. "Bazı paragrafla"ın iyiden iyiye çözümlemesini yapıyorduk. Şimdi düşünüyorum da, okumayı sevdirmek için fena yollar değil sanki bunlar, ha? Hani söylenir ya, Efesliler Celcus Kütüphanesi'nin tam karşısına umumhane kurmuşlar, gençleri kütüphaneye çekmek, dolayısıyla okuma kültürünü artırmak için. Kim ne der bilemem. Kitap okumak iyidir, bildiğim bu.
Arkadaşımız M. getirdiği o ilk kitabı biz çok beğenince sonraki hafta sonları eve gittikçe bize yeni kitaplar da getirdi aynı yazardan. Biz de her birini yeni bir heyecanla okuduk. Sonra, bekleneceği gibi tat vermemeye başladılar, bir yerden sonra da bıraktık zaten. Şimdi adlarını bile hatırlamıyorum o kitapların.
Nereden esti bu mesele diye sorarsanız, bugün kütüphanede raflar arasında dolaşırken Barbara Cartland'ın şu altta gördüğünüz kitabı çarptı gözüme, eski günleri andım.
O zamanlar kütüphanenin yoluna pek aşina değildik. Neden bilmiyorum. Bini aşkın öğrencisi, ona nazaran da elliden fazla öğretmeni olan o okulda bir günden bir gün bir öğretmenin öğrencilere "Kitap okuyun" dediğini duymadım.
Liseye geçtik. Ortaokulumuzdan on civarında öğrenci aynı liseye kaydolduk. Burası da bir önceki gibi yatılı bir okuldu. Tabii, M.'nin ailesi lojmanda yaşadığı için ortaokulu bizim gibi yatılı okumamıştı o.
Lisenin kaçıncı sınıfındaydık hatırlamıyorum, bir gün M. bize bir keşfinden söz etti. Çocukluğu hep okuduğumuz o ortaokulun yerleşkesinde geçmiş olduğu için kütüphaneyi yettiği kadar "tanıması" zor olmamıştı. O zamanlar tabii "ahlaksız" şeyler yoktu. Vardı aslında da biz yaştakilerin erişmesi zordu. İnternet desen hak getire, diyelim bir gazete sayfasında rastladığımız kadın bacaklarına "çok şey" dediğimiz zamanlar işte. (Duyan da 1950'lerden söz ediyorum sanacak, yok yahu, 90'ların ikinci yarısı.) M. ortaokulun kütüphanesinde "açık saçık" kitaplar keşfetmiş meğer, ama hiç kimseye daha önce söylememiş. Herhalde gidip beni hocalara şikâyet etmesinler diye düşünmüştür.
(Okumaya yabancı bir toplumda bir ortaokul öğrencisinin bir kütüphanedeki binlerce kitap arasından spesifik olan birkaç tanesini bulabiliyor olması da ancak parantez içinde yazılabilir, değil mi?)
Barbara Cartland adlı bir İngiliz kadının kitaplarıydı M.'nin keşfettikleri. Ailesi hâlâ söz konusu lojmanlarda oturduğu için hafta sonu izinlerinde oranın kütüphanesine gidebiliyordu. Bir gün getirdi iki tane kitap. Birini kendi okuyacakmış, birini de bana verdi. Başladım okumaya. Tabii, M. öyle bir anlatmıştı ki, kitabın malum sahnelerini bir an önce bulabilmek sabırsızlanıyordum.
Açık saçık dediğime bakmayın, esasında gayet normal kitaplardı. Nedir, arada birkaç öpüşme, sevişme epizodu vardı. Fakat dedim ya, o zamanlar böyle şeylere pek alışık olmadığımız için bize olağandışı görünüyordu o tür kitaplar. İlk kitabı hızlıca okuyup bitirdiğimi hatırlıyorum. Benden sonra bir-iki arkadaş da sıraya girmişti zaten, onlar alıp okudular. Boş zamanlarımızda hep kitap üzerine konuşuyorduk güzel güzel. "Bazı paragrafla"ın iyiden iyiye çözümlemesini yapıyorduk. Şimdi düşünüyorum da, okumayı sevdirmek için fena yollar değil sanki bunlar, ha? Hani söylenir ya, Efesliler Celcus Kütüphanesi'nin tam karşısına umumhane kurmuşlar, gençleri kütüphaneye çekmek, dolayısıyla okuma kültürünü artırmak için. Kim ne der bilemem. Kitap okumak iyidir, bildiğim bu.
Arkadaşımız M. getirdiği o ilk kitabı biz çok beğenince sonraki hafta sonları eve gittikçe bize yeni kitaplar da getirdi aynı yazardan. Biz de her birini yeni bir heyecanla okuduk. Sonra, bekleneceği gibi tat vermemeye başladılar, bir yerden sonra da bıraktık zaten. Şimdi adlarını bile hatırlamıyorum o kitapların.
Nereden esti bu mesele diye sorarsanız, bugün kütüphanede raflar arasında dolaşırken Barbara Cartland'ın şu altta gördüğünüz kitabı çarptı gözüme, eski günleri andım.
21 Nisan 2015
Süte katılan su
Kahve yapacaktım.
Süt yetmeyecek, dedim.
Su kat, dedi.
Aklıma eski bir zaman geldi.
Bizim hayvanımız yoktu. Komşunun birinden süt alırdık. Her gün hayvanlar sağıldıktan sonra, yani ikindi üzeri bu komşunun oğlu süt getirirdi. Günlerden bir gün gene getirip sütü bırakıp gitti. Mevsim de yazdı, normalde, mayalanan yoğurdun üzeri kalın bir örtüyle neyim örtülür, fakat o havalarda annem sütü tenceresine koyar, mayasını atar ve güneşe bırakırdı. Ertesi gün annem tencereyi açıp baktığında yoğurdun tutmadığını, daha doğrusu, yarım yamalak tuttuğunu görmüş. Babamla bu mesele üzerine biraz konuştuklarını hatırlıyorum, ne sonuca vardılar bilmiyorum. Kafaları karışıktı, ortada bir değişiklik yoktu çünkü, her gün nasıl yapılıyorsa o gün de öyle yapılmıştı yoğurt. İşin ilginç yanı, hepimiz, biz çocuklar bile, çok sevmiştik bu yeni yoğurdu. Tatlıcaydı. Gelgelelim epey suluydu, inek yoğurdundan bile daha sulu, zaten tutmadı dememin nedeni de bu. Halbuki, gelen süt koyun sütüydü ve yoğurdun katı olması gerekirdi. Koyun yoğurdunda su olmaz. Sözün kısası, ayran desen değil, yoğurt desen değil bir şey çıkmıştı ortaya ve biz de, dedim ya, hemen benimsemiştik. İştahla kaşıkladığımı anımsıyorum, annemin, "Oğlum, öyle kaşıklama, ekmekle ye," dediğini de.
İşin aslı sonradan anlaşıldı. Meğer çocuk o gün sütü getirirken ayağı mı kaymış, ne olmuşsa artık, yere düşmüş, süt kovası da elinden fırlamış, sütün yarısı dökülmüş, kalan yarısını bir şekilde kurtarmayı başarmış, sonra da ne yapayım, ne edeyim derken, öylesi bir durumda hepimizin aklına ilk gelecek çareye başvurmuş ve kovasını suyla takviye etmiş. Neticede suyla süt bir bütündür.
İlk ve tek örnek değildi bu. Hayvancılıkla uğraşan coğrafyalarda sütün dökülmesi hemen her gün rastlanılan bir meseledir. Dökülen sütün bir biçimde yerine konması da elbette.
Benim yarısına su katıp kahve yaptığım süt doğaldı gerçi ama şimdi bakıyorum da, sütle tek ortak özelliği beyaz rengi olan sözüm ona süt tozundan yapılma sütler ve bunlar kullanılarak üretilen sürüyle "sütlü" ürün var.
Evet, süte su katılan zamanlardan süt tozundan yapılma sütlere... Epey büyümüşüm, her geçen gün daha bir farkına varıyorum.
Süt yetmeyecek, dedim.
Su kat, dedi.
Aklıma eski bir zaman geldi.
Bizim hayvanımız yoktu. Komşunun birinden süt alırdık. Her gün hayvanlar sağıldıktan sonra, yani ikindi üzeri bu komşunun oğlu süt getirirdi. Günlerden bir gün gene getirip sütü bırakıp gitti. Mevsim de yazdı, normalde, mayalanan yoğurdun üzeri kalın bir örtüyle neyim örtülür, fakat o havalarda annem sütü tenceresine koyar, mayasını atar ve güneşe bırakırdı. Ertesi gün annem tencereyi açıp baktığında yoğurdun tutmadığını, daha doğrusu, yarım yamalak tuttuğunu görmüş. Babamla bu mesele üzerine biraz konuştuklarını hatırlıyorum, ne sonuca vardılar bilmiyorum. Kafaları karışıktı, ortada bir değişiklik yoktu çünkü, her gün nasıl yapılıyorsa o gün de öyle yapılmıştı yoğurt. İşin ilginç yanı, hepimiz, biz çocuklar bile, çok sevmiştik bu yeni yoğurdu. Tatlıcaydı. Gelgelelim epey suluydu, inek yoğurdundan bile daha sulu, zaten tutmadı dememin nedeni de bu. Halbuki, gelen süt koyun sütüydü ve yoğurdun katı olması gerekirdi. Koyun yoğurdunda su olmaz. Sözün kısası, ayran desen değil, yoğurt desen değil bir şey çıkmıştı ortaya ve biz de, dedim ya, hemen benimsemiştik. İştahla kaşıkladığımı anımsıyorum, annemin, "Oğlum, öyle kaşıklama, ekmekle ye," dediğini de.
İşin aslı sonradan anlaşıldı. Meğer çocuk o gün sütü getirirken ayağı mı kaymış, ne olmuşsa artık, yere düşmüş, süt kovası da elinden fırlamış, sütün yarısı dökülmüş, kalan yarısını bir şekilde kurtarmayı başarmış, sonra da ne yapayım, ne edeyim derken, öylesi bir durumda hepimizin aklına ilk gelecek çareye başvurmuş ve kovasını suyla takviye etmiş. Neticede suyla süt bir bütündür.
İlk ve tek örnek değildi bu. Hayvancılıkla uğraşan coğrafyalarda sütün dökülmesi hemen her gün rastlanılan bir meseledir. Dökülen sütün bir biçimde yerine konması da elbette.
Benim yarısına su katıp kahve yaptığım süt doğaldı gerçi ama şimdi bakıyorum da, sütle tek ortak özelliği beyaz rengi olan sözüm ona süt tozundan yapılma sütler ve bunlar kullanılarak üretilen sürüyle "sütlü" ürün var.
Evet, süte su katılan zamanlardan süt tozundan yapılma sütlere... Epey büyümüşüm, her geçen gün daha bir farkına varıyorum.
20 Nisan 2015
Altın rüya
İlginç bir rüya gördüm geçen gece. Düğüne benzer bir şeyler var. Ufak tefek hazırlıklar filan. İnsanların kimi tanıdık, kimi değil. Bulunduğumuz yeri de daha önce görmüş değilim sanki. Eski bir eve benziyor. Altınlar maltınlar dolaşıyor ortalıkta. Fakat sadece geline takılmıyor bunlar. Zaten ortada bir gelin de yok. Ama gelinlik kızlar var gibi. Herkes herkese altın veriyor; genç, yaşlı... Hani sanki bir define paylaştırılıyor. Benim rüyadaki rolüm ne, iyi kestiremiyorum. Figüran olmalıyım. Evlenen ben değilim, bu kesin. Fakat kim olduğu da tam belli değil. Bir ara altınların tabak tabak elden ele dolaştığını fark ediyorum. En sonunda biri bana da yöneliyor –akrabalarımızdan bir kadın, ama kimdi hatırlamıyorum–, elini altın tabağına bandırıp oturduğum yere doğru fırlatıyor ve önüme düşe düşe iki çeyreklik düşüyor. Bir tür hayal kırıklığına uğruyorum: Bu mu benim payım? Bir şeye anlam veremiyorum. Onca altının içinden bana iki çeyrek düşmüş olmasına şaşırmıyorum, fakat o altınların bana verilmiş olması benim de "senaryoya" dahil olduğumu göstermiyor mu? Uyanınca da bunu düşünmeye devam ediyorum.
19 Nisan 2015
Fotoğrafı çekememek
Burada neredeyse hiç fotoğraf çekemiyorum.
Oysaki geldiğim yerde böyle değildi; çok çekerdim.
Geldim geleli bir kez şarj ettim makinanın pilini, o da tam boşalmadan.
Halbuki orada hemen her gün şarj etmem icap ederdi.
Burada ya benim gözüm görmez oldu, ya da fotoğrafı çekilecek bir şey yok; ikisinden biri (ama hangisi?).
Mevsimsizlikle bir ilgisi olabilir mi bunun? Burada mevsim yok. Bazı yerlerde tek bir mevsim vardır, ama sonuçta vardır, burada öyle bir şey de yok, hiç mevsim yok. Mevsim olmayan yerde fotoğraf çekmek çok zor.
Ne var ki daha önce de mevsimsiz yerler gördüm. Oralarda öyle ya da böyle, çekiyordum bir şeyler. Burada niye?..
Fakat bazen insanın içinde de mevsimsizlik yaşanabiliyor ya...
Olur ki ondandır.
(Gene de ara sıra deklanşöre bastığı oluyor insanın):
.
Oysaki geldiğim yerde böyle değildi; çok çekerdim.
Geldim geleli bir kez şarj ettim makinanın pilini, o da tam boşalmadan.
Halbuki orada hemen her gün şarj etmem icap ederdi.
Burada ya benim gözüm görmez oldu, ya da fotoğrafı çekilecek bir şey yok; ikisinden biri (ama hangisi?).
Mevsimsizlikle bir ilgisi olabilir mi bunun? Burada mevsim yok. Bazı yerlerde tek bir mevsim vardır, ama sonuçta vardır, burada öyle bir şey de yok, hiç mevsim yok. Mevsim olmayan yerde fotoğraf çekmek çok zor.
Ne var ki daha önce de mevsimsiz yerler gördüm. Oralarda öyle ya da böyle, çekiyordum bir şeyler. Burada niye?..
Fakat bazen insanın içinde de mevsimsizlik yaşanabiliyor ya...
Olur ki ondandır.
(Gene de ara sıra deklanşöre bastığı oluyor insanın):
.
18 Nisan 2015
13 Nisan 2015
Sanatçı
Bir akşam, ruhu Bir An Süren Zevk'in heykelini yapma arzusuyla doldu. Tunç aramak için dünyayı dolaşmaya çıktı. Çünkü sadece tunçla düşünebiliyordu.
Ama dünyadaki tuncun tamamı yok olmuştu. Koca dünyanın hiçbir yerinde tunç bulmak mümkün değildi, bir tek, Ebediyen Süren Keder heykelinin tuncu vardı.
Bu heykeli kendi elleriyle yapmış ve hayatta sevdiği tek varlığın mezarının üstüne yerleştirmişti. Kendi yaptığı heykeli hayatta en çok sevdiği varlığın mezarına koymuştu, çünkü insanın hiç ölmeyen sevgisini, ebediyen süren kederini simgelemesini istiyordu. Ve koca dünyada, bu heykelden başka tunç kalmamıştı.
Kendi yaptığı heykeli aldı, kocaman bir fırına attı ve eritti.
Sonra da, Ebediyen Süren Keder heykelinin tuncundan, Bir An Süren Zevk'in heykelini yaptı.
Oscar Wilde, Bütün Masallar, Bütün Öyküler.
12 Nisan 2015
10 Nisan 2015
Bu havalar
Bu kentin havası... Tuhaf mı değil mi, karar veremiyorum. Bir ay önce, takvimler henüz kışı gösteriyorken birden ısınmaya başladı. Yirmi dereceleri gördü. Tişörtle dolaşanlar bile görüldü ortalıklarda. Ben montu filan oracıkta bir kenara attım hemen, gömlekle dolaşmaya başladım. İnsanlar bahar geldi deyu sokaklara akmaya başladılar. İzleyen günlerde ısı biraz düştüyse de iyiydi gene. Birkaç gün dışarı çıkınca yanıma sadece gömlek üstüne giyebileceğim hafif bir kazak alıyordum. Sonra yağmurlar başladı. Kimi zaman gün içinde ara ara çiseleyen, kimi zaman da bildiğin sağanak yağmurlar... Bir ara az kalsın fena ıslanıyordum. Bereket versin, sığınacak bir yer buldum. Hatta bir de sıcak çay içtim. Son iki-üç günse kış geri geldi bile denebilir. Bugün yine neyse de, dün ve önceki gün soğuktu hava. Bir tuhaflık mı var, yoksa her şey yolunda mı, anlayamıyorum. Tuhaflık havada değil de başka bir şeyde mi, onu da anlamıyorum. Belki de bendedir, nereden bileceksin? İyi havalar!
9 Nisan 2015
Kedi'nin Bakışı
Çay almak için kanepeden kalkar kalkmaz Kedi uzanmakta olduğu yerden kalkıp aceleyle gidip yerime oturdu. Saatlerdir ben kanepeye kurulmuş kitap okuyordum, o da halının üstünde yayılmış kim bilir neler düşünüyordu. Yıllardır aynı evde beraber yaşıyorduk, bir kez olsun onun böyle bir davranışına tanık olmamıştım. Evin kurallarını bir insandan çok daha iyi biliyordu. Kimin nereye, ne zaman oturacağı da elbette buna dahildi. Hiçbir zaman ne o benim oturacağım yere oturmuştur, ne de ben onunkine oturmuşumdur. Fakat o akşam ne olduysa oldu, benim kalkmamla onun gidip yerime oturması bir oldu. O kadar şaşırdım ki ne edeceğimi bilemedim ilkin. Ardından kendimi teskin etmeye çalıştım. Alt tarafı yerini değiştirmişti Kedi, ne vardı bunda? Çayımı alıp döndüm. Benim yanaştığımı görünce kalkması gerekirdi, oysa hiç oralı olmadı. Kalkmasını söyledim, bana bakmadı bile. Yüzümü ekşitip sesimi de azıcık yükselttim, para etmedi. Şaşkınlığım artmaya başladı. Ne oluyordu bu Kedi'ye? Son çare olarak elimi atmaya yeltendim ama yeltenmemle öyle bir hırladı ki korkudan irkildim. "Ne oluyor sana böyle?" diye sorabildim titreyen bir sesle. Usulca başını kaldırdı. Ve öyle bir bakışla baktı ki bana, ömrüm oldukça unutamayacağım.
8 Nisan 2015
Milsiz Kütüphane
Son yirmi gün içinde üç kez gittim Milli Kütüphane'ye, üçünde de boş yer bulamadığımdan ötürü geri dönmek zorunda kaldım. Kütüphaneye giriş sistemini değiştirdiler yakınlarda, ben de zaten kısa bir süre önce üye olmuştum, kartlar yenilenecek dediler, iyi dedim, gittim yeniledim kartımı. Bu yeni sistemin adını da sözüm ona hızlı geçiş sistemi koymuşlar. Ben de başlangıçta sevinmiştim doğrusu. Çünkü her gittiğimde sırada içeriye girmek için beş-on kişinin beklediğini görüyordum. Fakat bu da ne? Eskiden hiç olmazsa sırada bekleyenlerin sayısı onu, hadi bilemedin on beşi geçmiyordu. Şimdiyse kuyruk neredeyse dışarıya taşacak oluyor. Yirmi gün önce gittiğimde on dakika sırada bekledim, inanır mısınız, bir metre anca ilerleyebildim. Herhalde bu yeni sistem henüz oturmadı diye düşündüm, çıkıp gittim. Birkaç gün önce yine gittim, baktım değişen bir şey yok, gene yılan gibi kıvrılan bir kuyruk. Bekleyeyim bari diyerek, çantamdan kitabımı çıkarıp kalan son altı sayfasını okuyup bitirdim. Başımı kitaptan kaldırdığımda hiç ilerlemediğimi fark ettim. Not defterimi çıkardım bu kez, çala kalem yazmaya koyuldum. Defterime de blogda yazdıklarıma benzer şeyler yazarım arada. Biraz yazdım ayaküstü. Sonra noktayı koydum, defteri koydum çantaya. Fakat arkadaş, sırada adamakıllı ilerleme yok. Arkamdaki iki kişinin sohbetini dinlemeye koyuldum şimdi de. Biraz sonra onların hemen arkasındaki kişi de, özür dilerim filan dedi, söylediklerinizi ister istemez duydum dedi, sohbete katılmaya başladı. Tam o sırada gözüm duvardaki ekrana kaydı. Salonlardaki boş sandalyelerin sayısını gösteren ekranlar. Meğer boş yer yokmuş da o yüzden sıra ilerlemek bilmiyormuş. Beklesem mi, beklemesem mi diye düşünürken saate baktım, o da nesi, kırk beş dakka kadar olmuş geleli ve kuyruğun daha yarısını bile kat etmiş değilim. Anlayacağınız gibi, pes dedim. Ağırlık yaptığı için çantamı da biraz evvel yere koymuştum, ayağımın dibine. Aldım, sırtlandım, içimden "Ben böyle kütüphanenin..." diyerek çıktım. Cümle içimden aynen böyle geçti, sonuna bir şey koymadım, ucunu açık bıraktım, tıpkı yazdığım gibi, "Ben böyle kütüphanenin..."
6 Nisan 2015
Saksağanların Evi
Başlangıçta sevmemiştim bu kütüphaneyi. Küçük görünmüştü gözüme. Şimdiyse gün geçtikçe sevmeye başladığımı fark ediyorum. Baharın geliyor olması bunda etkili oldu. Zira pencereden dışarısı çoktan yeşillenmeye başladı bile. Bir kütüphanenin doğal olması gerektiğini hep düşünmüşümdür.
Göz kararıyla yirmi beş metre uzunlukta, on metre genişlikte bir kütüphane bu. Her iki uzun duvarı baştan başa pencereyle kaplı. Salon tam ortadan uzunlamasına ikiye bölünmüş; bir yanı kitap bölümü, öbürü çalışma salonu. Kitap bölümünde hiç de göz alıcı olmayan, içlerindeki kitapların özensiz, özverisiz dizildiği her halinden belli raflar var. Çalışma bölümündeyse birbirine paralel iki sıra masa. Yanlış saymadıysam her sırada on masa var. Her masada da dört sandalye.
Salonun en sonunda, pencerenin dibindeki masadayım. Camın hemen öte tarafında da kışın olanca ağırlığını üstünden atmış, çiçeklenmek üzere olan bir akasya ağacı ve üstünde de bir saksağan yuvası var. Makinam yanımda olsa fotoğrafını çekerdim elbet. Yuvanın sahipleri, sevimli iki saksağan beş-on dakikada bir gelip gidiyorlar. Mutlu oldukları her hallerinden belli. Hayatı sevdikleri, olduğu gibi kabul ettikleri de. Dişi olan yakında yumurtlayacak, belki yumurtlamaya başlamıştır da, yumurtalarını tamamlayınca kuluçkaya yatacak ve üç hafta içinde yavruları doğacak. Civcivler çıkana kadar ağaç da enikonu yeşermiş olacak, bir zaman sonra da saksağanların evi, akasya yapraklarının içinde kaybolacak.
Kim bilir bu saksağanlar kaç zamandır burada yaşıyorlar? Belki de ana-babalarından kaldı bu yuva onlara, kim bilir? İçeride kitap okuyan, çalışan bunca insana bakıp bakıp neler düşünüyorlar kim bilir? Kitap okumak istiyorlar mıdır onlar da?
Saksağanların yuvasına bakıyorum... Türlü türlü şeyler geçiyor kafamdan. Hayat ne anlaşılmaz bir sistem... Zaman ne akıl sır ermez bir sistem...
Yanı başımda da Poe'nun 69 haziranında basılmış eski bir kitabı duruyor. Bir saksağanları, bir Poe'yu düşünüyorum. Yaşam çok ilginç. Bahar da geldi gelecek.
Göz kararıyla yirmi beş metre uzunlukta, on metre genişlikte bir kütüphane bu. Her iki uzun duvarı baştan başa pencereyle kaplı. Salon tam ortadan uzunlamasına ikiye bölünmüş; bir yanı kitap bölümü, öbürü çalışma salonu. Kitap bölümünde hiç de göz alıcı olmayan, içlerindeki kitapların özensiz, özverisiz dizildiği her halinden belli raflar var. Çalışma bölümündeyse birbirine paralel iki sıra masa. Yanlış saymadıysam her sırada on masa var. Her masada da dört sandalye.
Salonun en sonunda, pencerenin dibindeki masadayım. Camın hemen öte tarafında da kışın olanca ağırlığını üstünden atmış, çiçeklenmek üzere olan bir akasya ağacı ve üstünde de bir saksağan yuvası var. Makinam yanımda olsa fotoğrafını çekerdim elbet. Yuvanın sahipleri, sevimli iki saksağan beş-on dakikada bir gelip gidiyorlar. Mutlu oldukları her hallerinden belli. Hayatı sevdikleri, olduğu gibi kabul ettikleri de. Dişi olan yakında yumurtlayacak, belki yumurtlamaya başlamıştır da, yumurtalarını tamamlayınca kuluçkaya yatacak ve üç hafta içinde yavruları doğacak. Civcivler çıkana kadar ağaç da enikonu yeşermiş olacak, bir zaman sonra da saksağanların evi, akasya yapraklarının içinde kaybolacak.
Kim bilir bu saksağanlar kaç zamandır burada yaşıyorlar? Belki de ana-babalarından kaldı bu yuva onlara, kim bilir? İçeride kitap okuyan, çalışan bunca insana bakıp bakıp neler düşünüyorlar kim bilir? Kitap okumak istiyorlar mıdır onlar da?
Saksağanların yuvasına bakıyorum... Türlü türlü şeyler geçiyor kafamdan. Hayat ne anlaşılmaz bir sistem... Zaman ne akıl sır ermez bir sistem...
Yanı başımda da Poe'nun 69 haziranında basılmış eski bir kitabı duruyor. Bir saksağanları, bir Poe'yu düşünüyorum. Yaşam çok ilginç. Bahar da geldi gelecek.
5 Nisan 2015
Bu Şehrin Sokakları
Burada ancak uzaktan görebiliyoruz denizi. Limana yanaşan gemilerin denizden sıkılıp sıkılmadıklarını sorguluyoruz sabah akşam. Bir de bilye oynuyoruz sokak aralarında. Sınırsız sayıda sokağı var bu şehrin. Bizimse sahip olduğumuz tek "gerçeklik" bilyelerimiz. Onlara dahi doğru dürüst sahip çıkabildiğimiz yok, kâh kazanıyor, kâh kaybediyoruz. Peki ya bu şehir?.. Bunca sokağa nasıl sahip çıkıyor bir başına? Bilye oynarken hep bunu düşünüyorum. Gelgelelim kimse bilmiyor ne düşündüğümü.
3 Nisan 2015
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)