16 Aralık 2016

İlk kar

Yılın ilk karı yağdı bugün. İki santim kadar. Çıkıp biraz dolaştım. Birkaç gündür ayaz vardı, özellikle akşamları insanın yüzünü kesecek derecede kuruyordu soğuk hava. Kar gelince biraz yumuşattı haliyle. Gölde kimsecikler yoktu. Bekçiler bile görünmüyordu ortalıkta. Belli ki herkes evine kapanmıştı.


Gölün yüzeyi donmuş. Buzun üzerine kar da yağınca güzel bir görüntü çıkmış ortaya. Hayvanları aradı gözüm. Özellikle de sakarmekeleri (artık adlarını da öğrendim, kullanıyorum ne güzel). Çünkü onlar gölün her yerinde dolaşıyorlar, mesela kazlar gibi yalnızca sazlıklarda takılmıyorlar. Gözüm onları aradı ama yoktular. Gölün fotoğraflarını çekerek ilerledim. Saksağanlar uçuşup duruyorlardı etrafta. Bu saksağanlar her mevsimin kuşlarıdır, aynı zamanda çocukluğumun kuşları, ne çok severim onları. Hep söylemişimdir, resim çizebilseydim en çok saksağan yapardım herhal.

Saksağanlar da kedi gibi, adamı hiç umursamıyorlar. Gelip yakınıma konuyorlar, tam fotoğraflarını çekeceğim, uçup gidiyorlar.

saksağan
Pamuk Prenses ve yedi cüceler

İleride, çimenliklerin orada güvercinler toplanmıştı. Bir şey yiyorlardı, birileri yem atmıştı galiba. Ankara'da da o kadar çok güvercin var ki... Bir de Pamuk Prenses, cücelerini etrafına toplamış eğlendiriyordu. Önlerinden onca yürümüşlüğüm var, ilk defa dikkatimi çektiler. Herhalde kar yağınca daha bir belirgin oluyorlar.

sakarmeke
sakarmeke

Gölün sakinleri hep öte taraftaki uçta, sazlıkların orada toplaşmışlar. Ördekler, kazlar, sakarmekeler... Güvercinlerle serçeler de oradalar. Demek ki soğuk havada burası onların sığınağı. Ayrı takılan birkaç ördek halinden memnun görünüyordu. Buzların altını gagalayıp bir şey yiyorlardı, ne olduğunu anlayamadım. Doğa insanı hayrette bırakıyor. Bu soğuk havada buz tutmuş suyun içindeki hayvanlara bakınca insanın içi titriyor. Belki onlarınki de bizim yaşamımıza bakınca titriyordur, kim bilir.

Kuşları videoya çekerken baktım kazlar birden tıslamaya başladılar. Bir çift, elinde bir poşetle onlara doğru yaklaşıyordu. İçinde yem olduğunu her nasılsa anlayıp sevinçle bağırmaya başlamışlardı. Adamla kadın yemi verince sudaki ördekler, dallardaki güvercinlerle serçeler de gelip kazlara katıldılar, çabucak bitirdiler, sonra herkes yerine döndü.

güvercin
güvercin

Gölün korkuluğuna konmuş bir serçe ben oradan geçince uçtu gitti. Birkaç adım yürüdükten sonra döndüm. Serçenin ayak izlerini merak etmiştim. Hemen arkasında da gölün üzerindeki karda bir sakarmekenin ayak izleri vardı. O da tuhaf, yüzüyor ama ayağı perdeli değil. 

Gölün etrafında dura dura, hayvanları izleye izleye bir saatte dolaştım. Bir tur daha atasım vardı da nedense evin yoluna koyuldum. Yolda bizim köyün kışını, manzaralarını özledim.

15 Aralık 2016

Bugünlerde

1 Aralık

Dün epey yürüdüm. Sıhhiye'den Kurtuluş'a, Kurtuluş'tan Kızılay'a, oradan Kavaklıdere'ye, oradan da gene Kızılay'a. Sabah evden otobüs durağına, akşam metrodan eve, onları hiç saymıyorum. 

İlber Ortaylı Sıhhiye'ye gelip bir konuşma yapacakmış. İyi, dedim, ne kadar televizyon konuşması varsa izlediğim, daha doğrusu, dinlediğim adamı canlı olarak da gidip dinleyeyim. Bugüne dek bir kez canlı dinlemiştim. On-on iki yıl önceydi, genişçe bir salondu ve oturduğum yer de gayet rahattı. Dünse, bırak rahat bir oturma yerini, salona bile giremedim. Tıklım tıklımdı. İğne atsan, mecazen filan değil, gerçekten yere düşmezdi. Hacettepe Üniversitesi Kültür Merkezindeydi. Kapıda kimlik de soruluyordu, galiba yalnızca Hacettepelilere açıktı ama görevli efendi bir adamdı, kendi kimliğimi gösterdim, ses çıkarmadı, girdim. Girmesine girdim de kalabalık bildiğin gibi değil. Gelenlerin neredeyse tamamı genç, gözlemlediğim kadarıyla çoğu Hacettepe öğrencisi. İlkin salona girmeyi denedim, güç bela girmeyi becerdim de. Gelgelelim içerisi dışarısından da beterdi. İçeri girmiş olmama rağmen İlber Ortaylı'yı göremedim, düşünün. Önümdeki bir milyon kafa görmemi engelliyordu çünkü. Girdiğim gibi çıktım. Fuaye alanına ekran konmuştu. Pek yüksek olmadıklarından ötürü onlardan bile göremedim. Tek yapabildiğim, ayakta dikilip dinlemek oldu. Eh, zaten ben de tam olarak bunun için gitmemiş miydim? Çok uzamadı konuşma, bir saat kadar sürdü.

İyi bir gözlemci olduğumu çok kez söylemişimdir. Dün gözlem için epey malzeme vardı orada. Çocukların büyük çoğunluğu İlber Ortaylı'nın fotoğrafını çekmeye gelmişti. Onlara bakınca merak edip durdum: neden? Google'a soyadını yazmaya bile gerek yok, yalnızca İlber yazdın mı milyon kadar fotoğraf zaten çıkıyor. İnsanlar kendi elleriyle çekince bir tür tatmin mi oluyorlar, nedir? Bilmiyorum hakikaten.

Herkes fotoğraf çekmeye gelmemiş elbette. Belli ki çoğu kişi de bir ünlüyü görmeye gelmiş. Bu kişi İlber Ortaylı gibi Türkiye'de ana haber sunucularından sonra en çok televizyonda görünen kişi değil de başka biri olsaydı hiç kuşkusuz salon dolmazdı bile. Artık iyice bilinen bir gerçektir, Türkiye'de akademik toplantılara mecburen katılanların dışında neredeyse hiç kimse gitmiyor. Demek istediğim, insanlar İlber Ortaylı'nın ne söylediğiyle pek de ilgili değiller, onu görmeyi daha önemsiyorlar. Konuşma bittikten sonra kapıya yönelen üç gençten biri öbürlerine, "Ya, çok bilgili bu adam yaa!" diyordu. Yalnızca bu örnek bile dediğimi bir güzel desteklemiyor mu? Çok bilgili, dediği kişi ömrü boyunca elinden kitap düşmemiş, Chicago Üniversitesi'nde okumuş, kim bilir kaç arşivde ne kadar zaman harcamış, birkaç dil bilen İlber. Ama sanırsın sınıf arkadaşından söz ediyor. 
***
Konuşma bitince çıktım. Kalıp Ortaylı'nın sorulara verdiği cevapları da dinlemek isterdim de işim vardı. Kurtuluş'a yürüdüm. İşlerimi gördüm. Akşam üzeriyse gene yürüyerek Kızılay'a gittim. Aze'yle buluştuk. Gezici Festival mıydı, adını hatırlayamadım, onun kapsamında Zeki Demirkubuz'un yeni filmi Kor'un gösterimine bilet almışlardı Saniye'yle. Karanfil'de kahve içip oraya, Çankaya Belediyesi ÇSM'ye yürüdük. Ucu ucuna yetiştik. Burası da kalabalık sayılırdı fakat Sıhhiye'deki kadar değil. Salon dolu olmakla birlikte ayakta pek kimse yoktu.

Zeki Demirkubuz Masumiyet'i, Kader'i, Yazgı'yı çeken bir yönetmen olduğu için insan ister istemez şu beklenti çıtası dedikleri şeyi yüksek tutuyor. Geçen yılki Bulantı'yı da, bu yeni Kor'u da, mesela adı yeni duyulan bir yönetmen çekmiş olsaydı, çok güzel filmler derdik. Fakat ben ikisini de Zeki Demirkubuz sineması içinde vasat buldum. Gösterimden sonra Demirkubuz'la söyleşi de yapılacak denmişti. Film bitince çıktı, yirmi dakika kadar gençler sordu, o da yanıtladı, ardından salon dağıldı. Biz de Kızılay'a yürüdük.

14 Aralık 2016

İbrahim'le Vıladimir'in ilk karşılaşması

İbrahimlerin kasabasıyla Vıladimirlerin kasabası bakışıyorlar. Arada denizin dar uzantısı var. Epeyce uzantı yani. Bunlar güya komşu iki kasaba, gelgelelim ne öteki komşu kasabalara benziyorlar ne komşu köylere, hatta ne de komşu şehirlere. Bunca yakın olmalarına rağmen birinden öbürüne gitmek için deniz uzantısının taa ucundan dolaşmak gerekir. Birine öbüründen gelen herkes illaki içinden geçirmiştir: "Yakın duruyor, meğer ne uzakmış!" 

Kış gelince kıyıların donduğu hep görülen bir şeydi. Çocukların üzerinde akşamlara kadar oynadığı da. Fakat o yıl çok farklı bir şey oldu. Her iki kasabanın yaşını başını almışları bile bunu ilk kez olarak gördüklerini söylediler. Denizin bu iki komşu kasabayı birbirinden ayıran uzantısı olduğu gibi dondu.

Karşı kasabaya denizin üzerinden yürüyerek geçmeyi düşünen ilk kişi, kasabaların birinden İbrahim, öbüründense Vıladimir oldu. Sabahın erken saatinde, iki kasabanın tam ortasında, denizin üzerinde karşılaştılar.

9 Aralık 2016

Kendini bir hırsız gibi hissetti

Dan çenesinin ıslandığını hissetti. Aman tanrım, Mona'nın göğüslerinden bir şeyler damlıyordu. Kızın göğüslerini ısırıp kanatmış mıydı yoksa? Eline baktı, kan değildi. Mona'nın yüzü su içerken rahatsız edilmiş bir geyiğin yüzüne benzemişti şimdi.
"Ben emzikliyim" dedi.
"Nee?"
"Altı aylık bir oğlum var benim."
"Ama..."
"Merak etme, ne evliyim ne de nişanlı, hatta bir sevgilim bile yok."

Dan benliğini Mona'da yitirmek istedi bir kez daha. Oysa bitmişti o an. Mona'nın kendinde biriktirdiği ışık ansızın eriyip yüzünde dağılmıştı. Bulundukları odaya ilişkin algıları gümbür gümbür geri gelmişti. Sağ tarafındaki sızı, duvar kâğıtlarındaki lekeler, kaba etlerine batıp kaşındıran yerdeki kilim, kardeşinin nostaljik bir anı diye sakladığı lamba, sobadan çıkan duman, hepsi, hepsi geri gelmişti. Dan kendini bir hırsız gibi hissetti. Şu anda Skogli'deki evlerden birinde minicik bir oğlan anasını özlüyordu. Bir erkeğin sevgilisi bir başka erkeğin annesiydi. Gözleri nemlendi. Keşke sadece sarılıp oturmakla yetinseydim, diye düşündü.
Levi Henriksen, Kar Yağacak.

3 Aralık 2016

Böyle

Geçenlerde Emine Abla, "Gel sana bir şey vereceğim," demişti. Odasına gitmiştik, çekmecesinden bir şey çıkarıp vermişti: "Al, gözlüğünü silersin." Teşekkür edip almıştım. 

Yıllardır gözlük kullanırım, gözlük silme mendili diye bir şeyin varlığından anca bu yaz haberdar oldum. Kardeşimde varmış. Küp biçiminde küçük bir kutuda her biri kendi ambalajı içinde tek kullanımlık küçük mendiller. Emine Abla'nın verdiğiyse hepsi aynı kutunun içinde yirmi-otuz parça. Görünüşte ıslak mendilden hiçbir farkı yok. Bunlar da ıslak, fakat bizzat gözlük silmek için üretildiklerinden ıslaklık ya da iz bırakmıyorlar. Gözlüğün camına değer değmez kendiliğinden kuruyorlar.

Dün gün içinde, masadan kalkınca gözlüğümü sileyim, dedim kendime, sonra unutmuşum, öylece kalmış. Akşam hatırladım. Müziğin birbirimizi duymayı epeyce zorlaştırdığı bir kafedeydik, oturuyorduk altı-yedi kişi. Karşımdaki kızlardan biri bir ara yanındakilere ıslak mendilleri olup olmadığını soruyordu. Ben de tam o sırada gözlük mendilini çıkarmış gözlüğümü siliyordum. Kutuyu da önüme bırakmıştım. Doğrudan bana sormadığı için bir şey demek istemedim. Fakat kuşkusuz önümdeki kutuyu görmüştü kız. Ne düşündü acaba, diye merak ettim daha sonra. "Benim ıslak mendil istediğimi duymasına rağmen vermedi," diye düşünmüş olabilir. 
***
Masadakilerin hepsi Aze'nin arkadaşı. İçlerinden yalnızca biriyle iki-üç kez karşılaşmışlığım var. Kızlardan biri biraz geç geldi. Kaplumbağası hastaymış ve galiba veterinere götürmüş. Bundan ötürü gelemeyecek dediler ilkin ama sonra geldi. Kaplumbağasının öldüğünü söyledi. Başın sağ olsun, dedim. Banyoda mı beslediğini sordum, galiba evet dedi, hatırlamıyorum. Su kaplumbağasıymış. Evde beslenen kaplumbağaların ne yediğini de bilmiyordum, sordum. Aslında su kaplumbağaları etçil oluyorlar, dedi. Küçük et parçaları, kıyma filan yiyorlar, diye de ekledi. Meğer yanındaymış, çantasındaymış hayvancık. Artık kalkıp evlere dağılacağımız zaman öğrendik bunu. Masadakilerden biri merak edince çıkarıp gösterdi bize. Ben büyük bir şey sanmıştım, küçücükmüş meğer. Kese gibi bir şeye koymuştu, götürüp gömecekmiş.
***
Sakarmeke kelimesini ilk duyuşumun üzerinden belki de yirmi yıl geçmiştir. Bulmacalarda karşıma çıkmışlığı çoktur. Ne var ki sakarmekenin ne menem bir kuş olduğunu bilmiyordum. Doğrusu, bilmediğimi sanıyordum. Meğer şu kafasının ön yüzünde beyaz akıtması olan kara renkli su kuşuymuş. Geçen gün akşam üzeri soğuk havada yürüyesim tuttu, çıkıp göle gittim. Asıl adı Susuz Göleti, etrafta Göksu Gölü diye biliniyor nedense. İçinde çokça sakarmeke yaşıyor. Geçen yıl da aklıma gelmişti, bunların adını bir öğreneyim demiştim, o da öylece kalmıştı. Nihayet o gün eve dönünce üstadımız Google'a "kafasının önü beyaz olan su kuşu" yazdım. Şansıma bak ki sakarmeke en üstte çıkan sayfanın başında duruyormuş. O gün yalnızca sakarmekenin hangi kuş olduğunu değil, aynı zamanda sakar kelimesinin hayvanların başının ön yüzündeki beyazlık, yani akıtma demek olduğunu da öğrendim.

27 Kasım 2016

Con Fidel

© Meyer Liebowitz / The New York Times

25 Nisan 1959. Fidel Castro, devrim düşüncesini Amerika kıtasının tümüne yayma hedefinin bir ayağı olarak New York'u ziyareti sırasında Central Park'ta bir araba yarışını izlerken. Biraz sonra burada üzerinde bomba taşıyan bir suikastçı yakalanacaktır. Aynı gün Bronx Hayvanat Bahçesi'ni de ziyaret eden Fidel, fillere yiyecek verirken, "Bu hayvanat bahçesi New York kentinin sahip olduğu en iyi şeydir," demiştir.

23 Kasım 2016

Tarih dersi

Tarih kitapları, hemen her konuda olduğu gibi, Sanayi Devrimi konusunda da yalan söylemektedir. Güya Sanayi Devrimi XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Büyük Britanya'da başlamış. Yok tabii böyle bir şey. Hakikatte Sanayi Devrimi 1840'larda Hollanda'da başlamıştır. İşte tam da bundan ötürü, Hollanda –kendi nüfusu çok az olduğu için– fabrikalarda çalıştırılmak üzere Osmanlı devletinden işçi ister. Bunun üzerine memleketin dört bir yanından insanlar Hollanda'ya gitmek üzere işçi olarak yazılır. Padişah bir emirname yayımlatır. Buna göre, Hollanda'ya gidecekler payitahtta, yani İstanbul'da toplanacak, Hollanda'ya hep birlikte gidilecektir. İlk kafile 1845 yılında yola çıkar ve dört ay sonra sağ selamet Rotterdam limanına ulaşır. İşte, kendi halinde fakir bir köylü olan Vanlı Taha İdris de bu kafiledeki işçilerden biridir.

Gemi limana yanaşınca Hollandalı görevliler derhal gelip işçileri karşılar ve onları saymaya, kayıtlarını tutmaya başlarlar. Taha İdris, kafiledeki hemen herkes gibi haliyle Felemenkçe bilmemektedir. Zaten bunu bilen Hollandalılar gemi henüz oraya varmadan Türkçe bilen tercümanlar getirtmiştir.

İşçiler gemiden inmiş, isimlerini kaydettirmek için limanda sıraya dizilmişlerdir. Sıra Taha İdris'e gelir. Tercüman, adın nedir, diye sorunca bizimki "Taha İdris Vanî" der. Gelgelelim Hollandalı kâtip bunu "Theodorus Van" diye anlar ve öyle kaydeder. Tesadüfe bakın ki tercüman da askerliğini Van'da yapmış biridir. Karşısında bir Vanlı görünce heyecanlanır, "Yaa, demek Vanlısın, neresinden?" diye sorar bu kez. Ancak Türkçe bilmeyen kâtip, tercümanın ona soyadını sorduğunu zanneder. Taha İdris kendisine yöneltilen soru üzerine köyünün adını söyler: Kox. Kürtçede kümes demektir kox, rivayete göre vakti zamanında bu köyde epeyce tavuk beslendiği için köy bu adı almıştır. Taha İdris köyünün adını söyleyince, dedik ya, kâtip bunu soyadı sanır ve kendi alfabesince "Gogh" yazar. (Bilmeyenler için küçük bir not: Kürtçede /x/ boğazdan okunan kalın /h/ harfidir. Felemenkçede bu sesi /gh/ bileşimi verir.) Kâtip, Taha İdris'in kartını eline verir, tercüman da "Hayırlı uğurlu olsun," der ve bizimki oradan ayrılır. Elinde tuttuğu kâğıtta isminin "Theodorus van Gogh" olarak yazıldığından haberi yoktur elbette.

Taha İdris, diğer bazı işçilerle birlikte gönderildiği fabrikada çalışmaya başlar. İşçiler yabancı olduklarından Hollandalılar onları tanıyabilmek için yaka kartı dağıtmışlardır. Bunlara da doğal olarak işçi kartlarında yazılan isimler yazılmıştır. Taha İdris de farkında bile olmadan yakasında "Theodorus van Gogh" ismiyle yaşıyordur artık. Gelen giden de kendisini bu isimle çağırmaktadır haliyle. Başlangıçta buna bir anlam veremese de kısa sürede duruma alışır ve bu yepyeni adını benimser.

Yıllar geçer. Taha İdris'in, pardon, Theodorus'un artık memlekete dönmeye niyeti yoktur. Hollanda'ya iyicene alışmıştır. Hem, dillerini de öğrenmiştir. Bu arada, Anna Carbentus adında Hollandalı bir kadınla da evlenmiştir. Evlenince Anna onun nüfusuna geçmiştir.

Theodorus-Anna van Gogh çiftinin 30 Mart 1853 yılında bir oğlu dünyaya gelir. Adını Vincent koyarlar. Ve işte bu çocuk gelecekte dünyaca ünlü bir ressam olacak olan Vincent van Gogh'tur.

Evet, Van Gogh aslında Vanlıdır. Dolayısıyla da bizim hemşehrimiz sayılır. Yaaa.

21 Kasım 2016

Kayıp Kaptanın Öyküsü

O ülkenin bütün kaptanları, bütün tayfaları yıllar yılı içlerinde yanıp duran bir ateşle yaşadı. Kayıp limanı bulma arzusunun dinmek bilmez ateşiydi bu. Günlerden bir gün her biri ardı sıra yenik düştü o ateşe. Ve beklendiği gibi, gemilerine binip coşkuyla denize açıldılar.

Yüzlerce gemi, kayıp limanın izinin peşinde haftalarca, aylarca, yıllarca dolanıp durdu denizlerde. Yüzlercesinden yüzlercesi fırtınalara yenildi, dalgalara yem oldu, sulara gömüldü. Kimi yolunu kaybetti, kimi başka diyarlara vardı. Sonunda kala kala bir tek gemi kaldı. Mürettebatının tamamını yolda kaybetmişti. Yalnızca kaptanı yaşıyordu ama pejmürde bir haldeydi. Aynaya bakınca kendini tanıyamıyordu. Fakat içindeki ateşten hiçbir şey yitirmemişti. Hâlâ ilk günkü gibi kararlıydı. Hayatta kayıp limanı bulmaktan başkaca bir amacı, bir ideali kalmamıştı. Kayıp limanı bulma düşü hayatının anlamı, hatta hayatının kendisi olmuştu. Ya bir gün kayıp limanı bulacak ya da o uğurda ölecekti.


İşte bu adam, bu tutkulu kaptan, günün birinde, hem de hiç beklemediği bir anda, kayıp limanı buldu.

Gemiciler sözleşerek denize açılmışlardı. Kayıp limanı bulan, ilk iş olarak bunu öbürlerine bildirecekti. Her biri bunun için yanına kâğıt, kalem ve bir şişe almıştı. Tutkulu kaptan, kayıp limana varır varmaz sandukasından şişesini, kâğıdını ve kalemini çıkardı. Tarifi imkânsız bir heyecan ve bir o kadar büyük bir gururla, kayıp limanı bulduğunu yazdı. Şişenin içine koydu, ağzını iyice kapattı, öpüp denize bıraktı.

Şişe yıllar sonra kaptanın ülkesine ulaştı. O zamana değin bir tek ondan haber alınamamıştı. Yıllar önce o gün denize açılan gemilerin tamamının akıbeti belli olmuştu. İşte nihayet o sonuncusundan da haber gelmişti. Üstelik de kayıp limanı bulduğunu söylüyordu. Gelgelelim kayıp limanın nerede olduğuna dair bir bilgi yoktu mektupta. Yoktu, zira kaptan da kaybolmuştu, nereye vardığını kendi de bilmiyordu. Halk yeni bir haber beklemeye koyuldu. Beklemekten başka da elinden bir şey gelmiyordu. Bekleyiş sürdü. Günler haftalara, haftalar aylara, aylar yıllara dönüştü. Kayıp limanın bulunuşunun üzerinden yıllar yıllar geçti. Fakat onu bulan kaptanı bir daha gören eden olmadı.

Kuşaklar sonra, kaptanın öyküsünü okuyan ülkenin ünlü bir heykeltıraşı, onun som altından bir heykelini yaptı. Altına da şöyle yazdı: “BULMAK KAYBOLMAKTIR”.

17 Kasım 2016

Soğuk

Kış günü, ayaz, iki kadın çamaşır asıyor, biri hamile, üçüncü çocuğuna, öbürü yeni gelin, sen kenarda dur, ben yaparım diyor, arkada terk edilmiş tren vagonları, öylece duruyorlar, yaşamın durukluğunu temsil ediyorlar, kadınların konuşmasıysa her şeye rağmen sürdüğünün göstergesi, soğuğun yalnızca bu coğrafyayı değil, burada sürüp giden yaşamı da mevsim mevsim dondurduğunun adı bu.

16 Kasım 2016

Tarihteki ilk mahkeme kararı: Suskun Kadın Davası

MÖ 1850 dolaylarında bir vakitte Sümer ülkesinde bir cinayet işlenir. Nanna-sig, Ku-Enlil ve Enlil-ennam adlı üç adam Lu-İnanna adında bir tapınak rahibini öldürürler. Katiller, bilinmeyen bir nedenden ötürü kurbanın Nin-dada adındaki karısına kocasının öldürüldüğünü haber verirler. Fakat ilginçtir, Nin-dada bundan kimseye söz etmez; ağzını açmaz, “dudakları mühürlü kalır.

Dava, zamanın kralı Ur-Ninurta'ya bildirilir. Kral, Nippur Meclisi'nde mahkeme kurulmasını emreder. Emri yerine getirilir. Mahkeme heyetinin dokuz üyesi;

Lugal oğlu Ur-gula, 
kuş avcısı Dudu, 
azatlı Ali-ellati, 
Lu-Sin oğlu Buzu, 
-Ea oğlu Eluti, 
hamal Şeş-Kalla, 
bahçıvan Lugal-Kan, 
Sin-andul oğlu Lugal-azida ve
Şara oğlu Şeş-kalla,

“Bir insanı öldürenin yaşamaya hakkı yoktur. Bu üç adam ve de kadın, tam da maktulün öldürüldüğü yerde öldürülmelidir, diye görüş bildirirler. Fakat memur Şu...-lilum ve bahçıvan Ubar­Sin, Evet, derler, bu kadının kocası öldürülmüştür, gelgelelim kadının kendisi idam edilmek için ne yaptı ki? diyerek kadını savunurlar.

Dokuz üye suçluların hüküm giymesini talep eder. Onlara göre yalnızca üç katil değil, kadın da idam edilmelidir. Kuşkusuz, cinayeti öğrendikten sonra sessizliğini koruduğu için bu kadının sonradan suç ortağı sayılabileceğini düşünmüşlerdi. Ama heyetin iki üyesi kadının savunmasını üstlenip onun cinayette yer almadığını, bundan ötürü de cezalandırılmaması gerektiğini ileri sürerler. Sonuç olarak mahkeme kadını savunanların yanında yer alır; kocası kadının ihtiyaçlarını karşılama görevini yerine getirmediğinden kadının da sessiz kalmak için nedenleri olduğuna hükmeder ve yalnızca gerçek katillerin, yani üç adamın idam edilmesine karar verir.

Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer'de Başlar.

8 Kasım 2016

Hayaller anılar gibidir

Başka hayallerim de vardı, ama söylemeye cesaret edemezdim. Zengin olmak istemezdim, sadece hediye alabilecek kadar param olsa yeterdi. Ufka baktığımda, o kupkuru, gri, kızıl kayaları gördüğüm zaman hayallerim dışarı çıkmaya cesaret edemiyordu, onların bu nankör, bu sert ve umutsuz toprağa karışmasından korkuyordum. Oralarda her şey aşırıydı: Soğuk kadar sıcak da, ışık kadar fırtına da, kimi geceler gökyüzünü yığınla kaplayan yıldızlar, tek bir damla yağmur vermeden gökyüzünü boydan boya örten bulutlar. Böylelikle hayallerin kapalı kaldığı mağaranın kapısını itmeye ya da kapağını açmaya cesaret edemiyordum. Ne bulacağımdan korkuyordum. Hayaller anılar gibidir, nereye gittiklerini, nerede saklandıklarını bilmiyorum. Bir gün çocuklarımdan biri şunu sordu: Gece olunca ışık nereye saklanır? Ben de kendi kendime şöyle dedim: Ben babama asla böyle bir şey soramazdım. Cevabı da o verdi: Dünya döner, ışık hareket etmez, biz dünyayla birlikte hareket ederiz. Ben cevap vermesem de çocuklarımın bana sorular sorduğu günlerdi. Bugün, neredeyse yüzüme bile bakmıyorlar.
Tahar Ben Jelloun, Ülkemde.

1 Kasım 2016

Bir gün, beklenmedik bir şekilde, anılarınızın düzenini yitiriyorsunuz

Bu önemsiz bir mesele değil. Anlamanızı umuyorum. Hayatınız boyunca çocukluğunuza dair anıları, hisleri, kokuları, annenizin saçını aydınlatan ışığı, evin içindeki ilk maceralarınızı, akıl sır ermez bir şekilde o çocukluğu oluşturan korkuları, mutlulukları, tüm duyguları ve az biraz karmakarışık ifadeleri korumayı başardığınızı düşünün. Ardından büyüme sürecinizin kaydı geliyor. Okul bunları düzene koyuyor. Öğretmenler, sınıf arkadaşları, ilk maceralar... Ve böylece şimdiki zamana değin yaşanan tüm deneyimlerin anıları birikiyor. 
Bir gün, beklenmedik bir şekilde, anılarınızın düzenini yitiriyorsunuz. Hâlâ oradalar evet ama bulunamaz bir hal aldılar. İlk eşinizin görüntüsünü aradığınızda çocukluğunuzdaki uzak, çorak arazide ayakkabı kemiren bir köpek görüyorsunuz. Annenizin yüzünü aradığınızda karanlık bir ofisteki sevimsiz bir tiple karşılaşıyorsunuz. Hikâyeniz sona eriyor.  
Carlos María Domínguez, Kâğıt Ev.

31 Ekim 2016

Süpürgeye binebilme düşü

Köylülerden birinin günün birinde sabahın köründe kalkınca evinin önünde süpürgeye binmiş bir yaşlı kadın gördüğü söylenirdi; bir cadı.

O vakitler buna en ufak bir sorgulamaya mahal vermeden can-ı gönülden inanan ben şimdi akla yatkın sayılabilecek bazı şeylere bile inanmıyorum? Neden? Bunu soruyorum kendime şu sıralar. Fakat bir yanıtım yok. İnandıklarıma bir gereksinim olarak mı inanıyordum? İnanmak içsel bir haz mı veriyordu, ya da bir doyum mu?

Asıl mesele nedir acaba? Eskiden inanıyor oluşum mu, yoksa şimdi inanmıyor oluşum mu? Galiba öncelikli soru bu. Buna bir yanıt bulundu mu öbür sorulara yanıt bulmak da kolaylaşır diyorum. Bilmiyorum.

Bir insanın bir süpürgeye binebiliyor, binip uçabiliyor olması, hele bir de çocuksanız, harikulade bir “fikir” gibi durmuyor mu? O halde böyle bir fikre niçin inanılmasın? Üstelik de inanmak bedava, senden bir şey isteyen eden yok. Bana sorarsanız, tamamının olmasa da kayda değer sayıda inancın temelinde bu var.

30 Ekim 2016

Ayna

“Kapıdan girer girmez,
‘Yorgunum, hemen yatacağım,’
diyen adam 
şimdi oturmuş elma yiyor.”

26 Ekim 2016

Bir Fil Yavrusu

Rüyamda kendimi bir fil yavrusu olarak görüyordum. Evet, görüyordum; karşıdan bir yerlerden bakıyordum kendime, oradaydım, fillerin arasında ve ben bir fil yavrusuydum. Bir fil yavrusu olmak ilk bakışta yadırganacak bir şeymiş gibi geldiyse de hemen alıştım bu halime, nitekim benim bir ejderha yavrusu olmuşluğum bile vardı.

Ne denli akıllı uslu, ayrıca çalışkan bir yavru fil olduğumu göstermek istiyordum öteki fillere, bilhassa yetişkin olanlarına. Bunun içinse ne yapabileceğimi düşünüyordum. Eğer siz bir filseniz, üstelik de yavru bir filseniz yapabileceklerinizin insanlar âlemiyle karşılaştırılamayacak denli az olduğunu bilmelisiniz. Biraz düşündüm ettim ve yapabileceğim yegâne şeyin öbür yavru fillere yardım etmek olduğuna karar verdim. Evet, buydu, öbür yavru fillere, ihtiyaçları olması halinde derhal yardıma koşacaktım. Böylece herkes benim ne kadar akıllı, ne kadar efendi bir yavru olduğumu söyleyecekti. Ben de, tahmin edilebileceği gibi, övünecek, gururlanacaktım. Bu niyetle etrafıma bakındım. Gelgelelim hiçbir yavru fil herhangi bir konuda yardıma ihtiyacı varmış gibi durmuyordu. Ne yapsaydım acaba? 

Düşünürken çamurlu bir su birikintisi çarptı gözüme. Yavru fillerin buna benzer çukurluklara düştüğünü çok görmüştüm. Bakındım, çevredeki tek çukurluk bu değildi, epey çoktular. O halde bunları gözetleyip duracak, eğer bir yavru fil birinin içine düşecek olursa oracıkta koşacak ve kendi başına çıkabilecekse bile daha önce davranıp onu oradan çıkaracaktım. İyiydi, planımı çok beğenmiştim. 

Planım iyiydi iyi olmasına fakat dakikalarca gözetlememe rağmen hiçbir yavru filin bir çukura düşesi gelmiyordu. Kafa yormaya başladım. Bir yandan düşünüyor, bir yandan da yavru fillerin çukurlara düşmesini diliyordum. Bir ara kendimi bencileyin yavru bir fili çamurlu bir çukura doğru sürmeye çalışırken buldum. Dalmıştım. Dalmıştım çünkü kendimi planıma olabildiğince kaptırmıştım. Ve işte ne olduysa bundan ötürü oldu.

Gene yavru bir fili su dolu bir çukura doğru çaktırmadan yöneltmeye çalışırken dengemi yitirdiğimi, ardından arka ayaklarımın kaydığını fark ettim. Sonra ne olduğunu hiç hatırlamıyorum.

Uyandığımda bütün fillerin çember olmuş bir halde başımda toplandığını gördüm. En önde yavru filler vardı. Bütün yavrular en öndeydi, evet. Merak dolu gözleriyle bana bakıyorlardı. Şirin mi şirin görünüyorlardı. Kimisi annesine benimle ilgili merakla bir şeyler sorup duruyordu. Kimisiyse sanki epeydir yokmuşum, uzak bir yerlere gitmişim de şimdi geri gelmişim gibi sevinç dolu gözlerle bana bakıyordu. Ve ben de olup biteni, filleri ve tabii kendimi karşıdan izliyordum öyle.

24 Ekim 2016

Korkunç bir günah

İlk kez günah çıkarmaya karar verdiğimiz gün geldi. Kiliseye yürüdük. Rahiplerden birini tanıyorduk, başrahibi. Bir keresinde dondurmacıda rastlamıştık ona, bizimle konuşmuştu. Daha sonra evine bile gitmiştik. Kilisenin yanındaki evde yaşıyordu, yaşlı bir kadınla. Orda uzun kalmış, Tanrı ile ilgili sorular sormuştuk. Boyu kaçtı? Bütün gün iskemlesinde mi otururdu? Herkes gibi tuvalete gider miydi? Rahip sorularımızı doğrudan yanıtlamamıştı, ama iyi birine benziyordu, hoş bir gülümsemesi vardı.  
Günah çıkarmanın nasıl bir şey olacağını düşünerek kiliseye yürüyorduk. Kiliseye epey yaklaşmıştık ki bir sokak köpeği takıldı peşimize. Çok zayıf ve aç bir görünümü vardı. Durup okşadık onu, sırtını kaşıdık.
“Köpeklerin cennete gidememesi ne kötü,” dedi Frank.
“Neden gidemiyorlar?”
“Cennete gidebilmen için vaftiz olman gerekiyor.”
“Vaftiz edelim öyleyse.”
“Yapsak mı?”
“Cennete gitme fırsatını hak ediyor bence.”
Kucağıma aldım ve kiliseye girdik. Kutsal su çanağının yanına götürdük, ben köpeği tutarken Frank alnına kutsal sudan sürdü.
“Seni vaftiz ediyorum,” dedi Frank.
Köpeği dışarı çıkarıp kaldırıma bıraktık tekrar.
“Görünümü bile değişti,” dedim.
Köpek ilgisini yitirip kaldırımda uzaklaştı. Biz kiliseye dönüp önce kutsal suya parmaklarımızı batırdık, sonra haç çıkardık. İkimiz de günah çıkarma kulübesine yakın bir sıranın önünde diz çöküp bekledik. Perdelerin arasından şişman bir kadın çıktı.
(...)
“Ben giriyorum,” dedi Frank. 
Ayağa kalktı, perdeyi araladı ve kayboldu. Uzun süre kaldı orda. Dışarı çıktığında ağzı kulaklarındaydı.
“Müthişti, müthiş! Hemen gir!”
Kalkıp perdeyi çektim ve içeri girdim. Karanlıktı. Diz çöktüm. Önümde gördüğüm tek şey tel örgüydü. Frank Tanrı'nın tel örgünün arkasında olduğunu söylemişti. Diz çöküp yapmış olduğum kötü bir şeyi düşünmeye çalıştım, ama bulamadım. Orda diz çökmüş beynimi patlatıyor ama bulamıyordum. Ne yapacağımı bilmiyordum. 
Hadi,” dedi bir ses, “bir şeyler söyle.
Öfkeli bir sesti. Orda bir ses olacağını düşünmemiştim. Tanrı'nın bol vakti olduğunu sanıyordum. Korkmuştum. Yalan söylemeye karar verdim.
“Peki,” dedim, “ben... babamı tekmeledim... anneme küfrettim... annemin çantasından para çaldım... şekerlemeye harcadım... Chuck'ın topunun havasını indirdim... küçük bir kızın eteğinin içine baktım... sümüğümü yedim... Hepsi bu kadar. Bir de köpek vaftiz etmiştim bugün.”
Bir köpeği vaftiz mi ettin?
Mahvolmuştum. Korkunç bir günah. Devam etmenin bir yararı yoktu. Gitmek için ayağa kalktım. Sesin bana birkaç Azize Meryem duası okumamı söyleyip söylemediğinin farkında değildim. Kiliseden çıktık, sokaktaydık tekrar.
“Arındığımı hissediyorum,” dedi Frank. “Ya sen?”
“Hayır.”
Bir daha günah çıkarmaya gitmedim.
Charles Bukowski, Ekmek Arası.

19 Ekim 2016

Şathiye

Âşık oldum zınkadak ırlayayım fınkadak
Yârin öğütler beni yanılmagıl yankadak

Yârin severse seni sen dahı sevgil anı
Lûtf ile söyle yâre söylemegil dankadak

Otururken yâr ile gelse ağyar kapıya
Kendözünü ağır tut duragelme tınkadak

Yâri gördüm oturur Çin-ü Hıtâ ilinde
Yârim anda ben bunda tapıkıldım zınkadak

Ben Şîraz şehrindeyim yârim Urumili'nde
Arkınca söyler bana şöylece kim cınkadak

Yâre ışmar eyledim remz ile söz söyledim
Bir taşçığın atmışım sapan ile bınkadak

Aşk ile hemdem oldum Mesîh-u Meryem oldum
Çal ahî güzel beyim akılcığın cunkadak

Aşkın ile fâşoldum yolunda tıraş oldum
Melâmet dünbeciğin çalıverdim dumbalak

Lûtfun ihsân eylegil yâre anı söylegil
Aşkının denizine dalıverdim cumbadak

Ben yârin mahallesin dolanırdım dem-bedem
Ağyâr görüp örmese itler gibi zonkadak

Kaygusuz Abdâl'ı gör aşkınla olduğıyçün
Aklı deryâdır anın kendisi neheng kodak

Kaygusuz Abdal

16 Ekim 2016

Kış geliyor buralara

Derdimi kederimi soran oluyordu ayda yılda. Uçmak istediğimi söylüyordum çekinerek. Bu zor değil, yanıtını veriyordu çoğunluk. Halbuki basit ya da zor oluşuyla alakalı değildim hiç. Kimselerin aklına gelmiyordu: Ben uçmayı bilmiyordum. İstemesine de istiyordum ha! Çok istiyordum üstelik. Gelgelelim bilmiyordum.

Günün birinde bir güzel insan çıktı karşıma. Ben söylemeden etmeden anladı derdimi. Bana uçmayı öğretebileceğine inandı ilkin. Ardından buna yeltendi. Kanatlarımı açmam gerektiğini anlattı. Nasıl açacağımı gösterdi sonra. Çekiniyordum. Hiç uçmamış gibiydim. “İlk” uçuşumda yere çakılmaktan korkuyordum. Çok acı veriyordu bu bana. Çok acı veriyordu. Neden, biliyor musunuz? Bir zamanlar henüz daha göğüm apaydınlıkken uçuyordum ben. İyi uçuyordum hem de. Nicelerine uçmayı öğretmişliğim de vardır, pek bilinmez bu. Oysaki şimdi sanki hiç uçmamıştım, kanatlarımı bir kez olsun açmamıştım sanki, öylesine korkuyordum işte. Bir zamanlar göğümde, üstelik de dilediğimce süzülüp duran ben, şimdi bir “ilk” uçuştan hayli bir korkuyordum.

25 Eylül 2016

Güz

Kendimi bir akasyanın gölgesine gizlediydim. Güz iyicene gelmişti. Handiyse tüm yaprakları dökülmüş ağacın dallarının arasından güz güneşi üzerime vuruyor, içimi ısıtıyordu. Belki de gizlenmek için başka bir yer bulmak istemeyişim bundandı. Bir dilenci olduğumu düşündüm bir an. Kendi de çaresiz olan bir akasyanın dalları arasından biraz güz güneşi dilenen bir dilenci. Utandım. Bir horoz yerleri eşeliyordu. Ne güz umrundaydı ne bir şey. Galiba bir horoz için mevsimler yoktur. Yaşamak vardır ve zamanı gelince ölmek. Deniz buraya hem yakın hem uzaktı. Bilhassa bir horoza çok uzaktı. Denizin kıyısındaki bu harap olmuş kentte yaşayan horozların çoğu denizi göremeden, burada bir deniz olduğunu bilmeden yaşayıp gidiyorlardı. Önceki gün bir öyküsünü yarım bıraktığım Ölmüş Yazar O.K.yi düşündüm. O da güzden dem vuruyordu. Belki horozlardan da vurmuştur. Nasıl yaşadı, nasıl öldü, kim bilir? Güzün ne denli acıtıcı bir mevsim olduğunu insan kaç yaşında idrak etmeye başlar? Güz başlı başına bir tarih de olabilir aslında.

9 Eylül 2016

Kuşumuz gitti

Soldaki gitti, sağdaki yalnız.
Kuşlardan birinin kafeste ayağına ip dolanmış, kardeşim açayım diyerek kafesin kapısını açıp elini içeri sokmuş, kuşlar paniklemiş, biri çıkıp uçmuş gitmiş. Bir ay önceydi bu. Baktım, bahçedeki ağaçlardan birine konmuş. Geri gelir diye düşündük, umduk. Nereye gidebilirdi ki? Ev kuşu bu, dışarıdaki hayatı bilmez etmez. Kargalar bile yakalayıp yiyebilir. İçeceği suyu bile nerede bulacağını bilmez belki. Öyle umduk, gelir dedik. Gelmedi. Bir-iki gün boyunca kâh bizim bahçede, kâh komşunun bahçesinde dallara konuyor, gözümüze çarpıyordu. Sonra kayboldu. Gelsin diye çok uğraştık da. Kardeşim ötüşlerini kaydedip bilgisayara atmıştı. Hoparlörleri balkona koyup sesini açtı. Birkaç gün boyunca akşamlara değin çaldı sesleri. Çare etmedi. Kuşumuz gitti. Ben burada değilken yanına bir arkadaş almışlar. Kafes balkondayken bir saksağan gelip yakına konup ötmüş. Bu yeni kuş çok korkup paniklemiş. Arkadaşı da ona uymuş, korkuyla ötüşmüşler. Nasıl olmuşsa, ufak bedenini büzüp kafesin parmaklıkları arasından çıkmış ve balkon tavanından çatıya açılan açık kapıdan içeri girmiş. Kardeşim almak için ardından çatıya girmiş ama bu kaçmayı becermiş. Meğer gidip komşulardan birinin penceresine de konmuş ama komşu bilmemiş bizim olduğunu, sonradan bizimkilerden duymuş. Bilse de yakalayamazdı ki, dışarıdan konmuş pencereye. Velhasıl şimdilik bizim kuş yalnız başına yaşıyor kafesinde. İlk geldiklerinde yazmıştım. İlk arkadaşı da geçen kış ölmüş, beyaz olan. Geçen ay kaçan da onun yerine alınan kuştu işte. Şimdi kalansa bizde üçüncü arkadaşını yitirmiş oldu.



2 Eylül 2016

Fibonacci'nin Yaşamı

Fibonacci evin en küçük çocuğuydu. Ailesi bir çiftlikte yaşıyordu ve ev halkının her bir üyesinin –öteki bütün çiftliklerde olduğu gibi bir vazifesi vardı. Küçük olduğu için elinden pek de bir iş gelmeyen Fibonacci'ye o yıl okul bitip de yaz tatili gelince babası hayvanları sayma işini verdi. Buna göre küçük Fibonacci her gün akşam hayvanlar eve dönünce onları sayacak, tamam olup olmadıklarına bakacaktı. Eğer gelmeyen bir hayvan olursa da ev halkına bildirecekti. Fibonacci görevini çok sevdi. Ayrıca sorumluluk vermiş olmaları ona güvendiklerinin bir göstergesiydi, bu da ona hem gurur hem de özgüven kazandırmıştı. 

Çiftlikte inekler, koyunlar, keçiler, tavuklar, hindiler, kazlar ve ördekler vardı. Daha doğrusu, sayılması gereken bunlardı. İlkin inekler geliyordu. Onları saymak basitti, çünkü hem iriydiler hem de sayıları azdı, on iki taneydiler. Ardından koyunlarla keçiler geliyordu, karışık. Bunları saymak daha zordu, toplamda altmış dört taneydiler, elli bir koyun, on üç de keçi. Ama Fibonacci işini büyük bir aşkla yaptığı için zorluğun farkına bile varmıyordu. Önce koyunlarla keçileri bir sayıyordu, eğer sayı tam çıkarsa mesele yoktu, yok, eksik çıkarsa, o zaman eksik olanın koyunlar mı, keçiler mi, yoksa her ikisi mi olduğunu öğrenmek için ayrı ayrı sayıyordu. Son olaraksa kümes hayvanlarını sayıyordu Fibonacci. Onlar zaten çiftlikteydiler, diğerleri gibi uzak otlaklara gitmiyorlardı. Bundan ötürü de akşam oldu mu kendiliğinden kümeslerinin kapısına gidip bekliyorlardı. Fibonacci kümesin kapısını kapalı tutuyordu. Çünkü eğer açık tutarsa hayvanlar kendiliğinden kümese girerler, böylece onları kümesin içinde saymak da epey zorlaşırdı. Onları teker teker saydıktan sonra kümesin kapısını açıyordu.

İşte küçük Fibonacci hayata böyle başladı.

1 Eylül 2016

Yol kenarında yaşamak talihlilik değildir

Orada uzanıyor, tam kapımda, gelip geçen her kötü talihin beni bulacağı bir yerde. Addie'ye yol kenarında yaşamak talihlilik değildir dedim, yol buradan geçince, o da tastamam kadınca, "Kalk git öyleyse," dedi. Ama, dedim ona, hiç talihlilik değil bu, çünkü Tanrı yolları yolculuk için yaptı: işte ondan dolayı yolları yeryüzüne yatay yerleştirdi. Bir şeyin durmadan kımıldamasını isterse uzunlamasına yapar o şeyi, yol, at ya da araba gibi, ama bir şeyin konduğu gibi durmasını dilerse onu da dikey yapar, ağaç ya da insan gibi. Ve böylece Tanrı istemedi işte insanların yollarda yaşamasını, çünkü hangisi önce varır, sorarım, yol mu, ev mi? Hiç evin yanına yol kondurduğunu bilir misiniz Tanrı'nın?
William Faulkner, Döşeğimde Ölürken.

28 Ağustos 2016

Nerede bu hayatın anlamı?

Herkes büyük bir ciddiyet ve kendini kaptırmışlıkla hayatın anlamını arıyordu. Hayatın anlamıysa samanlıktaki çuvallardan birinin üzerine gönlünce yayılmış, kendisini arayanlara bakıp alaylı alaylı gülümsüyordu. Bir yandan da demin ağaçtan kopardığı sulu kırmızı elmayı iştahla yiyordu. Yanına bir arkadaşı geldi. O da çuvalların üzerine çıkıp birine yayıldı. “Neye gülüyorsun öyle, gene neler geçiyor aklından bakalım?” diye sordu. Cevap verdi hayatın anlamı: “Baksana şu insanlara, öteden beri beni arayıp duruyorlar.” Meraklanarak, “Bunda ne var ki?” diye sordu arkadaşı. “Ne yok ki,” dedi hayatın anlamı, “önümden geçip geçip gidiyorlar, beni görüyorlar da, fakat birinden birinin aklına aradıklarının ben olduğum gelmiyor.” Arkadaşı sürdürdü: “Doğrusunu istersen epey eğlenceli bir hal. Senin yerinde ben olsam gülümsemekle kalmaz kahkahalar atardım.” Bunun üzerine, “Sen hiç tasalanma, ben daha iyisini yapıyorum,” dedi hayatın anlamı. Arkadaşı da, “Neymiş ki o?” diye sordu. Yanıtı düşündürücüydü: “Onlar beni, hayatın anlamını ararken ben de her birine dilediğimce anlamlar yüklüyorum.”

27 Ağustos 2016

At Kuyruklarının Tarihçesi

Bir resim yapmış İbrahim. Resimde bir kadın var bir de at. İkisi de çerçevenin dışına bakıyor. Yani sırtları birbirine dönük. Dikkatlice bakmayan bir gözün fark etmeyeceği bir konu var resimde. Kadının arkadan bağlı saçları yere değin uzanıyor, bunun gibi, atın kuyruğu da yere değin uzanıyor, ve yerde, yani öylece yere serili halde birbirine bağlanıyorlar. Esasında kadının saçıyla atın kuyruğu bir. Saç-kuyruğun yere serili kısmı bir halı işlevi de görüyor ve üzerinde pek de belirgin olmayan minik bir yavru kedi oturuyor. Ve elbette hayat da pek çok kez olduğu gibi ilginç bir trene benziyor.

22 Ağustos 2016

Aşk İçin

aşk için söylediğim her şeyi bir daha söylerim
sakin mutsuz ya da yırtıcı
herkesin ağzındaki o sonsuz acı
belki de bundandır

nasıl ayrı yaşarım inandığım şeylerden
onları elbette bir daha bir daha söylerim
usul usul ve usla birlikte akıcı
kandır

aşk isterim, aşk olsun isterim
yaşamanın sonu ölümün başlangıcı
kıyılarda yürürüm, sindiririm kıyıları

of güçlü macun içine kat beni
kanım koyulaştırsın kırmızıyı
anadoluda bir yerden bir yere giden biri
belki bir kirazı hatırlar
bir denizi kesinlikle hatırlamaz
belki hepsini birden hatırlar da bilemez
ne zamandır

akşolsun ne zaman
aşkolsun tiyatro geceleri
aşkolsun "bravo" sesleri
aşkolsun anadolu otobüsleri
aşkolsun bildiğim ışık
biz birden türeriz istanbulda ve heryerde
görünmez bir mutsuzluğu söyleriz
bilge kayalarla
çarpılan ebonitler
oluşturur tersliğimizi
ey canım, güzel yüzlüm
suyunda denizleri bulduğum
bilmediğim yerlerimdeki sancı
bana bir şey söyle güleyim
bir şey daha söyle
inandır

bir şey daha söyle istersen
beyaz olabilir
suya falan benzeyebilir
bir adaya benzeyebilir.

Turgut Uyar
Sayfa başına git