30 Nisan 2013

1 Mayıs

(...)
Avrupa'da yakın yıllara kadar yapılan bahar şenlikleri 1889'da II. Enternasyonal'in I. Kongresi'nde aldığı kararla bütün dünya işçilerinin birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak kabul edilmesiyle yeni bir kimlik kazandı. Amerikan İşçi Federasyonu'nun sekiz saatlik iş gününü kabul ettirmek için verdiği mücadelede ilan edilen genel grev sırasında, Chicago'da 1 Mayıs 1886'da polis işçilere yaylım ateş açmış, katliamın sorumlusu olarak da dört işçi idama, dördü de ağır hapse mahkûm edilmişti. Federasyon, sekiz saatlik iş günü kabul edilinceye kadar her 1 Mayıs'ta gösteriler yapılmasını kararlaştırmış ve Enternasyonal bu kararı uluslararası düzeye taşımıştı. 
Bugün 1 Mayıs birçok ülkede resmi tatildir ve işçilerle sol partilerin kitlesel gösterileriyle kutlanır. Bazı ülkelerde de 1 Mayıslar siyasal eylem biçimini alır, yasaklanır ve baskı gününe dönüşür. 
Türkiye'de 1 Mayıs, işçi bayramı olarak ilk kez 1908-1912 yılları arasında ve 1921'de işgal altındaki İstanbul'da kutlanmıştır. 1925'te işçi bayramı yasaklanarak, hazırlanmış olan 1 Mayıs bildirisi dolayısıyla ağır hapis cezaları verilmiştir.
Aynı yıl 1 Mayıs Bahar ve Çiçek Bayramı olarak ilan edildi ve 1935'te resmi tatil olması kararlaştırıldı. İşçi bayramı olarak, 1963'te Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt yasalarının kabul edildiği 24 Temmuz günü ilan edildiyse de, 1968 yılında kapalı toplantılarla başlayan 1 Mayıs kutlamaları 1976'da Taksim Meydanı'nda kitlesel bir gösteriye dönüştürüldü. 1977'de otuz dört kişinin öldürüldüğü Taksim 1 Mayıs kutlamalarından sonra 1979 yılı 1 Mayıs'ında İstanbul'da sokağa çıkma yasağı konuldu. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra 1 Mayıs Bahar Bayramı kaldırıldı. 1985'ten sonra, önceleri açık hava toplantılarına izin verilmese de, 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlamaları tekrar başladı.
Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi.

Tuhaf Bir Güvercin

İnsan bir güvercinden
niye korkar?
Patrick Süskind'in Güvercin'i de bir süredir okunacaklar listemdeydi. Şansı varmış ki çok beklemedi, üç ay kadar önce okumayı planlamıştım, dün okudum. Süskind'i daha önce okumamıştım. Bir zamanlar Koku'yu da okumayı düşünmüştüm ama tam da düşündüğüm sıralarda ondan uyarlanan aynı adlı filmi izleyince vazgeçmiştim, filmin romana ihaneti mi diyelim, ne diyelim? 

Güvercin'i okumak istememin nedeni, sanırım arka kapağında yazılanları okumamdı. Bir kitabevinde bakınıyordum, rastlantı sonucu gördüm. "Ancak bir gün karşısına çıkan bir güvercin, bu sıradan insanın tekdüze yaşamını altüst edecektir"i okuyunca çok meraklandım, bir güvercinin bir insanın yaşamını altüst edişine hiç tanık olmamıştım, ne bir kitapta ne de bir filmde. Bu bir, bir de Süskind'in kendisini merak ediyordum, diğer pek çok çağdaş yazarı merak ettiğim gibi. Ayıp olmasın, türünden bir içgüdüyle, en azından adamın bir kitabını okumuş ol, diyordum kendime üç-beş yıldır. Okumuş oldum. 


Güvercin, olabildiğince tuhaf bir metin bana göre. Bildiğiniz anlamıyla tuhaf değil ama, öbür türlü tuhaf. Hangi türlü, diye soracaksanız, lütfen sormayın, ben de çıkamadım işin içinden. Tuhaf işte; ilginç, kesinlikle sıradan olmayan, seni rahatsız eden, dürten bir metin. Bu tuhaflık bir yana, konusu da pek ilginç. Romanın, Jonathan Noel bir yana, asıl başkahramanı olan güvercin, –ki hiç de öyle olağandışı bir güvercin değil, bildiğiniz herhangi bir kuş– görünür görünmez, "aha, işte şimdi başlıyor!" diyorsunuz hemen, sonraki bölüme geçiyorsunuz, güvercin yok o bölümde, bir sonrakine geçiyorsunuz merakla, orada da yok. Zaten hacimli bir kitap değil, derken bitti bitecek, beş-altı sayfa kalıyor, hâlâ güvercin yok; öykünün "başkahramanı" ortalıkta yok. Acaba yazar son sahneye mi sakladı güvercini, diye içinizden geçiriyorsunuz: "Sonuçta usta bir yazar söz konusu olan, bakarsın son sayfada tutar bir fırtına koparır, olur mu olur." Ama yok. "E, hani güvercin adamın yaşamını altüst ediyordu?" 


İşte sözünü ettiğim tuhaflık galiba bu. Yazar, deyiş yerindeyse, seni yan yatırıyor. Bundan da öte, seni işin içine çağırıyor, düşünmeye sevk ediyor. Biter bitmez kapağını kapattığın kitap vardır, asıl, kapağını kapattıktan sonra başlayan kitap vardır. Güvercin onlardan biri. En son, kaç yıl önce Rus filmi Vozvrashchenie'yi (Dönüş) izlediğimde yaşamıştım bunu. Film öyle bildiğiniz filmlerden değil, pek çok kimseye de oldukça sıkıcı gelebilecek türden bir film, ama benim bugüne kadar izlediğim en iyi filmlerden biridir o, yönetmen sana her şeyi vermiyor, kendin çıkarımlarda bulunmak zorundasın, film bittikten sonra da üstünde uzun uzun düşünmek gerekiyor, "o adamla o adanın ilişkisi neydi," diye diye bir kez daha izlemek istiyorsun. Güvercin bana biraz böyle geldi. 




Romanın kahramanı, yani, "güvercinin yaşamını altüst ettiği" o zavallı adam Jonathan Noel'in kendisi de yine olabildiğince ilginç bir karakter. Camus'nün Yabancı'sına benziyor biraz, hatta belki çok. Kendine, ama daha çok da içinde yaşadığı topluma yabancı biri. Paris'te yaşıyor, o Paris ki, bana sorarsanız aldırışsızlıkların başkenti. (İnsanın hiç gitmediği, bilmediği bir şehir hakkında hüküm vermesi de ayrıca tuhaf.). Gündelik yaşamın o denli rutinleştiği, insanları birbirlerine ve kendilerine yabancılaştıran bir şehrin, güvercinden korkan bir adamın başkahramanı olduğu bir romana mekan olarak seçilmesi özellikle planlanmış olsa gerek.


Sahi, bir insan bir güvercinden niye korkar? Kırk yıl geçse adamın aklına gelmez bu, değil mi? İşte edebiyatın insana kazandırdığı asıl şey bu galiba, senin aklına ömürbillah gelmeyecek şeyleri getirmek, ama sahiden, bir insan bir güvercinden niye korkar? 


***
Öleceksin, Jonathan, öleceksin, hemen olmasa bile yakında, hem hayatını da yanlış yaşadın, çarçur ettin, baksana, bir güvercin bile altüst edebildikten sonra, öldürmelisin onu, ama öldüremezsin, sinek bile öldüremezsin sen, yok, sinek tamam, bir sineğe, sivrisineğe, böceğe ancak gücün yeter, ama sıcakkanlı bir şeyi, yarım kilo çeken, güvercin gibi sıcakkanlı bir varlığı asla öldüremezsin, bir insanı yere sermek daha kolay gelir, pifpaf, ondan kolay ne var, ufacık bir delik, altı milimetrelik bir delik açar etinde, temiz iş, yasal, nefsi müdafaaya izin var, (...) kimse suçlayamaz seni bir insanı vurursan, gelgelelim güvercin öyle mi? Nasıl vurulur bir güvercin?

29 Nisan 2013

® R Simgesi Ne Anlama Geliyor?

Babam iyi bir gazete okurudur. Kendimi bildim bileli gazete okur. Ondan ötürü, benim gazeteyle tanışmam bir yaşıma falan rastlar, dersem hiç de abartmış olmam. Biliyorsunuz, etrafınızdakiler ne yapıp ediyorsa, özellikle de çocuksanız, siz de aynısını yapıp etmek istiyorsunuz, bir tür doğa yasası bu. Üstelik de o yapıp edenler anne babanızsa. 

Diyeceğim odur ki, çok küçükken başladı gazete, kitap, dergi karıştırma merakım. O zamanlar pek ayırdında değildim ama şimdi daha açık görüyorum bunu. Salça kavanozlarını hatırlıyorum, yağ tenekelerini, şekerleme kartonlarını... Üstlerinde ne var ne yoksa dikkatimi çekerdi, okumayı öğrendikten sonra, salça kavanozunun üstündeki yazıları, en küçük ayrıntısına dek okurdum. Bu ® simgesini ilk görüşüm ve görür görmez dikkat kesilişim de o zamanlara rastlar. Yanlış hatırlamıyorsam eğer, daha okula başlamadan bu "harfi" görmüşlüğüm vardı. Bunun aslında bir harf olmayabileceğini de bir tür tahmin ederdim, yuvarlağın içindeydi bir kere, bunun bir nedeni olmalıydı.


Bir gün, ilkokulun birinci veya ikinci sınıfında, bunun neyin nesi olduğunu babama sormayı akıl ettim. Ben de bilmiyorum, dedi. Siz o yaştayken, bir büyüğün, hele de babanızın, bilmiyorum, demesi o kadar tuhaftır ki kafanız allak bullak olur, işin içinden çıkamazsınız. O böyle deyince ben de pek çok kere olduğu gibi çocuklara özgü o tipik umutsuzluğa kapıldım ilkin, sonra da unuttum gitti. 


Gel zaman git zaman, lisede bir gün yine aklıma geldi ve hocalardan birine sormayı akıl ettim. Tüm hocaları göz önünden geçirdim ve en, bu bilir, diyebileceğin hocaya gittim sordum. Adam bırakın bilmeyi, ne sorduğumu bile anlamadı. İçimden hocaya bir şeyler okudum, çektim gittim. Bir gün ansiklopedilerden bulmayı denedim, o zamanlar da merakım git gide artıyordu, neydi bu, ne anlama geliyordu acaba? Kullanım alanı hakkında üç aşağı beş yukarı akıl yürütüyordum ama tam olarak ne olduğuna dair bir fikrim yoktu. Pek çok şeyin markasının üstünde, sağında solunda, standart, yuvarlak içinde küçük bir ® işareti neyin nesi olabilirdi? Gelgelelim, ansiklopedilerde de bulamadım, nasıl bulacaktım ki, R ciltlerine bakıyordum, onlarda da yoktu, en azından işaretin kendisi yoktu.    


Allah önce Google'ın kendisinden, sonra da onu bulanlardan bin kez razı olsun! Onların cennete gideceğinden adım gibi eminim. İnternet çıkar çıkmaz aklıma ilk gelen konulardan biri bu ®'nin ne olduğuna bakmak oldu. Registered'ın başındaki R'ymiş. Kayıtlı/tescilli anlamına geliyor. Yani, bir markanın logosunda falan bulunuyorsa, onun tescilli bir marka veya logo olduğunu anlıyoruz. Bu kadar basit bir meseleyi yıllar yılı merak etmişim. Ama merak, uzun da sürse iyi bir şeydir. Adamı ayakta tutar. Şimdilerde hiç böyle iştahla bir şeyleri merak etmiyorum, ne kötü!

28 Nisan 2013

Şemsiyesiz

Sekiz-dokuz ay kadar önceydi. Bir gün dışarı çıkacaktım. Baktım, hava kapalı, bulutlar koyu, dedim, kesin yağmur yağacak, ne olur ne olmaz, şemsiyemi alayım. 

Aldım ve çıktım. Çantam da yanımdaydı, ön cebine yerleştirdim şemsiyeyi, fazladan yük olmadı yani, küçük bir şemsiyeydi zaten. O gün yağmur yağmadı, ama ertesi gün dışarı çıktığımda nedense yine aldım şemsiyemi, bir önceki gün gibi yine koydum bilgisayar çantasının ön cebine, dışarı çıktım. Yine o gün de yağmur yağmadı. Yağmur yağmadı ama o hafta kaç kere dışarı çıktıysam –ki neredeyse her gün çıktım
– şemsiyemi yanıma aldım. Dedim ya, küçük bir şemsiyeydi, taşıması zahmet olmuyordu. 


İkinci hafta yine aynı, ne zaman dışarı çıktıysam şemsiyemi yanıma aldım. Böylece, dışarı çıkarken şemsiyemi yanıma almak alışkanlık oldu bende. Bir gün bir de baktım iki ay olmuş, belki de üç, her ne zaman dışarı çıksam şemsiyemi yanıma alıyorum. Ondan sonra da sürdü gitti bu böyle, hava nasıl olursa olsun şemsiyesiz çıkmaz oldum. Hani, cep telefonsuz kimse dışarıya adımını atmıyor ya, o hesap. Hava yağmurlu da olsa karlı da olsa, açık da olsa kapalı da olsa, hep şemsiyemi yanıma aldım evden çıkarken. Tek bir bulutun olmadığı apaçık güneşli havalarda bile.


Çantayla çıktığım günlerde çantanın içine atıyordum şemsiyemi, çantasız çıktığımdaysa elime alıyordum öylece. Sonunda şemsiyem yoldaşım olup çıktı. Çarşıya da çıksam, başka bir şehre de gitsem, illa ki benimle birlikte geliyordu. Sekiz-dokuz ay önce başladı bu alışkanlık, dedim. Peki, bu süre içinde kaç gün şemsiyeye ihtiyaç duydun, derseniz, taş çatlasa bir ay.     


Uzatmayayım, geçenlerde düşündüm, ne demelere her gün taşıyorsun bunu yanında, diye sordum kendime. Bunu düşündüğüm sıralarda yağmur mağmur da yoktu, kaç zamandır hava kuruydu. Oracıkta kararımı verdim, artık şemsiyeyi taşımayacaktım yanımda, deli miydim neydim. Nasıl olsa yağmurlu da değildi havalar.  


İşte efendim, bunca zamandır bir gün olsun yanımdan ayırmadığım şemsiyemi sonunda bugün yanıma almadım. Allah'ın işine bak. Sen bir yıla yakın bir süre her gün ama her gün şemsiyeni yanına al... Güneşin seni kavurduğu günlerde bile şemsiyeni yanına al... Bazen hiç yoktan kendine ayakbağı yap... Ve tüm bu zamanda yağmur yağmasın... En sonunda bir gün yanına alma, o gün de...


(Yağmur mu yağdı sandınız, köftehorlar? Ne yağmur yağdı ne bir şey, hava açıktı bugün.)

25 Nisan 2013

Karganın Türküsü

Karga açlıktan ölmek üzereydi. Günlerdir bir şey yememişti. Midesi kazınıyordu. O böyle aç dururken şu karşıdaki buğday tarlasında boy veren başakların rüzgârda dans etmeleri, hele de uğuldayıp şarkı söylemeleri nasıl da zoruna gidiyordu.

"İşin ucunda ölüm var!" düşüncesi damladı içine birden. "Böyle aç kala kala ölüp gideceğim," dedi kendi kendine, "ne demelere bakınıyorum? Ne kadar da zavallıyım ben." Biraz durdu, sonra yine kendi kendine şöyle dedi: "Git gir o tarlanın içine, ye yiyebildiğin kadar. Nasıl olsa ölecek değil misin?"

Soğuk bir sonbahar günüydü. Kış da iyice yaklaşmaktaydı. Karga, yapraklarını dökmüş bir ağacın dalında duruyordu. Ağaç da buğday tarlasının tam ortasındaydı. Cesaretini topladı, tam havalanacağı sırada geçmişi düştü aklına. "Düşünme!" dedi kendine. Düşünmeden edemedi ama, yaşadıkları geldi aklına. Yalnızlığını düşündü. Neden şimdi bu uçsuz bucaksız diyarda bir başınaydı? Arkadaşı, eşi dostu yok muydu? Geçip giden günler, geçip giden zaman neredeydi şimdi? Geçip giden dünya neredeydi, kim bilir. Şu kuşlar nereye gidiyorlar böyle? Nerede o insan sürüleri? Havalar da gitgide soğumakta...   


Kafasındaki düşünce yineledi: "Nasıl olsa ölecek değil misin? Burada açlıktan öleceğine, o bekçinin bir darbesiyle öl. Varsın ölümün bir insanın elinden olsun, ne çıkar?" Bunları düşündü. Düşündü düşünmesine, ama yine adına umut dedikleri o engelleyici güç aklını çeldi. Ne zaman ölümü göze alıp da bir karar verse, kararını bir türlü eyleme geçiremiyordu, bir umut beliriyordu içinde; ilginç, anlaşılmaz bir umut: yaşama umudu, yaşama isteği.

(Devamı var elbette, yok değil, var, var ama Allah bilir ne zaman.)

24 Nisan 2013

Asıl Mesele

Mesele, sutyeni tek elle çözmek değil,
kadının ruhunun şifresini çözmek.

Thales

Ah Tamara Ah!

Geçen yıl çok iyi bir ekip olmuştuk. Deprem sonrasının yarattığı psikolojik havanın da katkısıyla dayanışmacı bir ruhun egemen olduğu bir ekip oluşturmuştuk. Ha bire geziyorduk. Üstelik de deprem telafisi için cumartesileri de okullar açık olmasına rağmen. Tek pazarımız vardı, onu da dolu dolu geçiriyorduk. Gezilecek yer vardır, iki kişiden fazla gittin mi bir tat alamazsın, ama gezilecek yer de vardır, olabildiğince kalabalık gideceksin ki gezdiğinden bir şey anlayasın. İşte, geçen yıl gezdiğimiz yerler hep de bu türdendi. Çoğuna önceden de gitmiş olmama rağmen geçen yılki kadar tat alamamıştım. Çok yer gezdik, kimine birkaç kez birden gittik. Bizim buralardan Van Kalesi, Erciş Balık BendiMuradiye Şelalesi, İshakpaşa Sarayı, Ahlat Selçuklu Mezarlığı; Güneydoğu taraflarından da Hasankeyf, Midyat, Mardin, Urfa, Diyarbakır.

Ve tabii ki Van Denizi'nin incisi Ahtamar Adası.

Geçen yıl tam da bu vakitler... Ahtamar'daydık. Arkadaşlardan biri, Tamara'nın efsanesinden dem vurarak, "kim karşıdan buraya kadar yüzmeyi göze alabilir yahu?" diye serzenişte bulundu. Yanıtlamak için atıldım: Aşık olan biri.

23 Nisan 2013

Sabah

via
Serin rüzgârlara pencereni aç! 
Karşında fecirle değişen ağaç, 
Bak, seyret ağaran rengini ufkun 
Mahmur gözlerinde süzülsün uykun. 
Bırak saçlarınla oynasın rüzgâr, 
Gümüş çıplaklığı bir başka bahar 
Olan vücudunu ondan gizleme. 
Ne varsa hepsini boyun, saç, meme, 
Esîrden dudaklar okşasın sevsin 
Madem ki geceden daha güzelsin!

Ahmet Hamdi Tanpınar

Adsız kahramanlar

"en hayran olduğum kişiler gerçek bir meslek sahibi olanlar. bir ayakkabı tamircisini, bir terziyi, bir kalaycıyı çalışırken seyretmeye doyamam. bu mesleklerden biri de adını bilmediğim bir iş. uçaklar kalkmadan önce gelip motorları son defa gözleriyle kontrol ediyorlar. ve pilota tamam diyorlar ve sonra mutevazı bir şekilde arkalarını dönüp yürüyorlar ve uçak kalkarken el sallıyorlar. onca teknolojiye rağmen son "tamam" onların gözlem ve bilgilerine bırakılıyor. 25 yaşlarında filan genç adamlar bunlar... her uçağa bindiğimde o genç adam sağ elinin başparmağını havaya kaldırdığında kendimi daha bir güvende hissediyorum ve ona o bilmese de sevgilerimi yolluyorum. hayranlığımı da..."
Solmaz Kamuran

Çocuk Bayramı

22 Nisan 2013

İnsan'i Sorular

Ve aniden insan... Çok uzun zaman yok ki, günün birinde, bu garip hayvan hemcinslerinin arasından sıyrıldı. Doğadan koptu, onu istilâ etti, aştı, ona başka bir biçim verdi; çifti, aileyi, toplumu icat etti; ve erki, aşkı, savaşı da... Neden? Onun bu keşif zihniyeti, fethe susamışlığı nereden geldi? Evet, niçin insan? Bu olduğumuz duruma nasıl geldik?
Dominique Simonnet, İnsanın En Güzel Tarihi,
İş Bankası Kültür Yay., Çev.: Nurkalp Devrim. 

20 Nisan 2013

18 Nisan 2013

Ay ve Deniz

© Copyright

Cizvit

Yeni Papa geçenlerde seçildi, biliyorsunuz. Kendisine görevinde başarılar dileyerek başlayalım. Bir bakayım, kimdir, necidir, diyerek üstadımız Google'a sordum.

Efendim, yeni papa (bu papa'yı büyük harfle mi yazacağız, küçük harfle mi? Haydaa, hiç yoktan mesele çıktı şimdi. TDK Fransızca kelimelere zıpır karşılıklar bulmaktan böyle meselelerle ilgilenmeye vakit bulamıyor ki kardeşim. Bence doğrudan, papa olan kişiyi kastediyorsak büyük yazılır.) Efendim, dedik, bu yeni Papa üç açıdan bir ilkmiş. Adı Franciscus olan ilk papa, Avrupa dışından ilk papa ve Cizvit tarikatından ilk papa. (Bizimkiler şimdi bir Ebcet hesabı yapmaya kalkmasın? Hani Hıristiyanlık'ta da teslis var ya, yani üçleme.)


Bu girizgahtan sonra konuya gireyim artık. Bu bir Papa yazısı değil, bir kelime hakkında konuşacağım. Cizvit kelimesi hakkında. Kırk yıl geçse bu kelimenin etimolojisi üzerine düşünmezdim herhalde. Tesadüf müessesesinin yararları da çoktur işte, görüyorsunuz. Papa'nın özgeçmişine bakayım dedim, Cizvit'in etimolojisini öğrendim. (Özgeçmiş dedim de aklıma İngilizce karşılığı olan CV geldi. Çağrışıma gel vatandaş: CV İngilizceye Kilise'nin de dili olan Latinceden olduğu gibi geçmiş, dur onu da bir ara yazayım.) Cizvit'in İngilizce karşılığı Society of Jesus'mış. Wikipedia öyle söylüyor. İsa'nın Çocukları diyelim Türkçesine, kimse bozulmaz herhalde. Bir de, Jesuit deniyor bunlara, İngilizcede ve galiba başka Avrupa dillerinde. Jesus, İsa demek, her ikisi de aynı kökten geliyor zaten. Ruslar İisus diyor mesela, Hırvatlar İsus falan. J'nin y'ye, y'nin i'ye dönüştüğüne bin kere rastladım. Tam tersi de olabilir tabii. Geçelim.


Madem Jesus, İsa'dır dedik, o halde jesuit kelimesinin Jesus'tan geldiğini anlamışsınızdır. İngilizceden başka yabancı dilim yok, etimolojiyle de zaten amatör düzeyde ilgileniyorum, o yüzden nokta atışı yapamıyorum ama tahminen Jesuits, İsacılar demek oluyor. Şimdi, gelelim Cizvit'e. Nesine geleceğiz kardeş, her şey çıktı ortaya zaten. Jesuit'i bir okusanıza, hani İngilizler fotoğraf çektirirken cheeeeeese (çiiiiiiiıız) diyorlar ya, ağzınızı o şekle sokarak okuyun Jesuit'i. Bildiğin cizwit diyor adamlar. Ya da denemeyi bırakın Google size yardımcı olsun. Önce buraya tıklayın, açılan sayfada hoparlör işareti var, ona tıklayın, size okusun.


Peki, bu Cizvit Türkçeye ne zaman, nasıl geldi, diye sormayın. O kadarına bakmadım.


(Aklıma takılan bir şey de oldu Papa'yla ilgili bakınırken. Adam neden Cizvit tarikatının kurucusu Ignatius de Loyola'nın adını almadı da Franciscus adını aldı. Üstelik Ignatius aziz mertebesine de yükselmiş. Neden acaba?)

17 Nisan 2013

Dost Başa...

© Copyright

Zaman

Şöyle yazıyor
"kum, su ya da mum saati (...) eşit miktarda bir sıvının ya da çok ince taneli bir katının bir delikten geçerken daima aynı zamana ihtiyaç göstereceği ilkesine dayanarak yapılmıştır."

Zamanı ölçen bir aracın zamana ihtiyaç duyması...
Ne kadar ilginç.


Kurallarımız

Tabaktaki yiyeceği önce eliyle kaşığa koymak,
ardından ağzına götürmek.

Dünyanın bütün çocukları başlangıçta kurallara bu kadar bağlıdır. Biz büyüklerin koyduğu kurallara. Gelgelelim, büyüdükçe onlara uymaktan vazgeçerler. Çünkü biz büyükler kendi kurallarımız'a uymuyoruz ve çocukların bu ikiyüzlülüğümüzün, yani, hem kurallar koyup hem de onları çiğnememizin farkına varmaları çok da zaman almıyor.

16 Nisan 2013

Kargalar ve İnsanlar

Buğday Tarlası ve Kargalar, van Gogh

Kargalar soframızın ortağıdırlar. Ekmek yerler bizim gibi. Üstelik, ekmek daha tarladayken yerler. Biz de onların artıklarını yeriz bir bakıma. Kargalarla böyle "duygusal bağlarımız" olduğu hangi birimizin aklına gelir? Kargaların, biz insanlarla karşılaştırdıkta açgözlülük nedir bilmediklerine değinmiyorum hiç, birimizden birimizin aklının ucundan bile geçmez bu. Dediğim şu, hepsini yemiyorlar, payımızı bırakıyorlar. "Ekmek bulana ne mutlu!

En azından üç dil bileceksin, demiş şair

Min kir ku ez in three languages bir şeyler yazayım, but nasıl başlayacağımı nizanim. Lets start, heminî sonu gelir. Nowadays canım zaf sıkılıyor, what to do? Ez herim xwe cihekî de bavêjim, ne yapayım, but it'll not fix the problems. İyisi mi akışına bırakmak, ne wisa?

Yeller Esiyor


15 Nisan 2013

Kuş


Kayıt Altında

"Görüşmelerimiz, kalite standartları gereği kayıt altına alınmaktadır." 
Shakespeare, Dostoyevski, Hugo, Cervantes ve daha niceleri... Dünyanın altını üstüne getirselerdi, görüşme, kalite, standart, kayıt sözcüklerini bir cümlede birleştiremezlerdi. 

Nasıl bir zamanda yaşıyoruz Tanrım!

12 Nisan 2013

Akil Adam

Son günlerin gözde konularından biri akil adamlık, malumunuz. Biz bu memlekette bir şeyi adamakıllı, doğru dürüst yapmayı ne zaman öğreneceğiz acaba, bunu çok merak ediyorum. Her bir şey yalap şalap yapılmak, yarım yamalak kalmak zorunda mıdır?

Bu son günlerde ortada 100 kadar kişinin adı geçti akil adamlık için. Kaç kişilik kontenjan vardı, kaç kişi seçildi, inanın hâlâ bilmiyorum. Geçen gün şöyle bir baktım adlarına, aralarında her söylediğinin altına peşinen imzamı atacak kadar güvendiğim hakiki aydınlar da var, günahımı istese vermeyeceğim pespaye adamlar da. Nasıl oluyor bu iş, diye soracaksınız. Ben de aynen böyle sordum kendime.

Benim akil adam olarak kabul ettiğim bir kişinin akilliğini falankes kabul etmiyor, onun akil dediği kişininkini de ben kabul etmiyorsam, ortada iki değişkenli bir sorun var demektir. Bir, ya o kişi gerçekten akil değildir, iki, ya da onun akil olup olmadığını anlayacak analitik düşünceden mahrumuz. Yani, her iki durumda da akil adama giren çıkan yok affedersiniz, mesele bizi bağlıyor. Ya bir bölümümüz haklı, diğer bölümümüz yanılıyordur ya da tam tersi.

Bense işe bambaşka bir pencereden bakıyorum. Bana kalırsa, bir kimsenin akil olup olmadığına bakmadan önce o kimsenin adam olup olmadığına bakılmalı. Çünkü aklın yolu birdir, akil dediğin kişi onun bunun değil, fakat tüm toplumun gözünde akil olmalıdır. Sana akil, bana değil, ne anladım bundan. Oysaki, tekmil toplumun saygı duyduğu, fikirleriyle, davranışlarıyla, yaşam biçimiyle toplumun tamamına yol göstermiş, doğruyu yanlıştan ayırmanın yolunu açmış olan, kısacası adam olan, insan olan kişinin akillik makillik gibi etiketlere zaten ihtiyacı yoktur.

11 Nisan 2013

Tutulma

İnsan bazen tutuluyor. Sürekli veya sıklıkla yaptığı işi yapamaz oluyor. Bende de son günlerde bir tutulma var ya, nedenini anlayamadım. Şu, gazete mazetelerin bahar aylarında sayfalarını doldurmak için döşedikleri haberlerde adına bahar yorgunluğu denen şey de henüz uğramadı, neyin nesidir bu kesiklik, anlamadım ki.

Bloğa yazacak doğru dürüst bir şeyler gelmez oldu aklıma bir haftadır. Dikkat ettiyseniz boyuna resim mesim döşeyip geçiştiriyorum ben de. Böyle olunca aklıma ne geldi, biliyor musunuz?


Neden şu hepimizin tanıdığı köşe yazarlarının sık sık saçmaladığını, gerzek gerzek konuştuğunu anladım galiba. Adamlar tutuluyor. Yıllardır blog yazıyorum, bundan ötürü çok iyi biliyorum ki insan bazen tutuluyor, yazacak hiçbir şey bulamıyor. E, bunlar da insan bir yerde, tutulmaları normal, ama saçmalamaları, hezeyanlara kapılmaları, seviyeyi indirmeleri vb. ne kadar normal, onun takdirini size bırakıyorum.


Bazı köşe yazarlarının böylesi tutulma zamanları için önceden yazdıkları yazıları hazırda beklettiğini artık ilkokul çocukları bile biliyor, o bir sır değil, ama buna pek de ihtiyaçları olmuyor, burası Türkiye, şükür ki gündem her zaman züccaciye dükkanı gibi dopdolu. En rahat iş de adına spor yazarı dediğimiz insan türünde. Bir gün bir derbi maçından falan sonra elinize bir spor gazetesi alın ya da bir gazetenin spor sayfasını açın bakın, adamlar dün akşam oynanan maçın bildiğin özetini yapıyor, başkaca yaptıkları hiçbir şey yok.  


Türkiye'de günlük yüz binin üzerinde satan on beş kadar gazete var. Hepsinin de sürüyle köşe yazarı var, toplasan üç yüz-beş yüz ederler ama içlerinde hakiki köşe yazarı yirmiyi geçmez, kalıbımı basarım.

8 Nisan 2013

Eşeklik vs. Adamlık

© Ben Heine

Eşeğe altın semer de vursan,
gözüne gözlük de taksan
eşek yine eşektir.
Ama insanın sırtına bir takım elbise geçirmeyegör
hemen beyefendi oluverir.

Kimine iyi, kimine kötü?
Varın siz karar verin.

Gezgin

İsfahan'a vardığımda kara koyunun mu ak koyunun mu tarafını tuttuğumu sordular. Etinin yumuşak olması şartıyla benim için fark etmeyeceğini söyledim. İranlıların o sıralar Akkoyunlu ve Karakoyunlu diye ikiye ayrıldığını bilmek gerekiyordu. İki tarafla da alay ettiğim sanıldı; daha kentin kapısında başımı fena halde belaya sokmuştum; koyunlardan kurtulmak bana yine bir kucak altına mal oldu.
Voltaire, "Scarmentado'nun Seyahatlerinin Öyküsü", Micromegas.

Dört Mevsim - 2

İlkbahar

Yaz

Sonbahar

Kış














































































Copyright ©: İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış.

7 Nisan 2013

Dört Mevsim - 1

İlkbahar

Yaz

Sonbahar

Kış
Copyright ©: İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış.

Uygulamalı Eğitim

Pazar Serzenişi

Bu Microsoft Word de ne acayip program. İkide birde kelimelerin altını çiziyor. Bazen cümlelerin altını çizdiği de oluyor. Bir yüklemsiz tümce yazmayagör, anında uyarı geliyor. Bazen de yazılan cümle çok uzunsa uyarı veriyor. Ufak tefek hataları kendiliğinden düzelttiği de çok olur hani. 


via
Teknoloji... İnsan hayatını kolaylaştırmak için bu kadar emre amade bir disiplin daha var mıdır acep? Nerede o eski daktilolar. Pabuçları dama atıldı atılalı o leziz tuş şakırtılarından da mahrum kaldık. Bir de satırın sonuna gelindikçe uzamış olan kolundan tutup tekrar içeri sokulması yok muydu, aklımı başımdan alıyordu vallahi.

4 Nisan 2013

Adlar ve Yöreler

Van'dan İzmir'e, Adana'dan Samsun'a, memleketin her yerinde Halil İbrahim'e rastlayabilirsiniz, ama nerede olursa olsun bir İbrahim Halil görürseniz, mutlaka ama mutlaka ya Urfalıdır ya da Urfa'yla bir ilişkisi vardır. 

Bazı adların bazı yörelerde çoklukla kullanıldığını fark etmem on üç-on beş yıl öncesine rastlar. On yıl kadar önce Kıbrıs'a gitmiştim, gider gitmez de orada Derviş adının sıklıkla kullanıldığı dikkatimi çekmişti. 


Şeyhmus (veya Şehmuz) adının Diyarbakır'da kullanıldığını biliyordum ama bu denli çok kullanıldığını bu yıl öğrendim. Nasıl ki Urfa'da her üç erkekten birinin adı İbrahim Halil'se, Diyarbakır'da da her üç erkekten birine Şeyhmus adını koyuyorlar. Bu arada, Urfa'da her üç kızdan birinin adı da Zeliha veya Züleyha'dır.


Antep, Kilis taraflarında da Ökkeş revaçta. Pek emin değilim ama galiba Rize civarında da Bayram Ali çok tutulan bir isim. Bir zamanlar bizim buranın Bayram Ali adında Rizeli bir kaymakamı vardı. Birkaç ay önce de bir Bayram Ali'ye rastlamış ve Rizeli olduğunu öğrenmiştim. Trabzon çevresinde de Şenol çok, değil mi?


Nedeni nedir peki, bazı adların bazı yörelerle özdeşleşmiş olmasının? Yanıt zor değil. Baştan başlayalım. Urfa'da İbrahim Halil adı, Hz. İbrahim'den geliyor. Halilullah da onun lakabı ya... Urfa'daki; Hz. İbrahim, mağara, Nemrut, mancınıklar, Balıklı Göl etrafında dönen efsaneyi anlatarak konuyu uzatmama gerek yok sanırım, merak eden internetten bulup okuyabilir. 


Bu örneğe bakarak diğer adlar hakkında da bir tahmin yürütebilirsiniz. Bazı yörelerde insanların toptan saygı duyduğu, hatta kimi cahil cühelanın tapındığı, çoğunlukla tarihsel bir kişiliğe bürünmüş insanlar vardır. İşte onların isimleri o yörelerin insanları tarafından çokça kullanılır. 


Diyarbakır'dan Mardin'e giderken yol üstündeki bir köyde bir türbe vardır. Türbede yatan kişi, o köye de adını vermiş olan Sultan Şeyhmus adlı biridir. İşte o yörede çok kullanılan Şeyhmus ismi ondan gelmektedir. Modern Kürt şiirinin en önde gelen temsilcilerinden, kimilerinin "Kürtlerin Nazım Hikmet'i" dediği Cegerxwîn'in pek az kişi tarafından bilinen gerçek adı da Sultan Şeymus'dur. 


Alevi isimlerine de değinmek gerek tabii. Ali zaten çokça kullanılan bir ad ama özellikle Alevilerde daha da çok kullanılır. Çoğunlukla da bir başka adla birlikte, Ali Haydar, Ali Ekber, Ali Sefer, Ali falan, Ali filan gibi. Alevi kelimesinin kendisi zaten Ali'den geliyor. Bunun yanında, Alevi inancındaki imamların ve diğer kişilerin adları da sıklıkla kullanılır. Hıdır, Hızır, Haydar, Dursun, Düzgün, Döne gibi adlar Tunceli, Erzincan, Sivas, Tokat yörelerindeki Aleviler arasında oldukça yaygındır. 


Bunların yanında, bir de belli bir yöreyle sınırlı kalmayıp bazı insanları, özellikle de dini ve ideolojik açıdan etkilemiş kimselerin adları da, o etkiledikleri kişiler tarafından çok kullanılır; buna memleketin her köşesinde rastlamak mümkündür. Dindarların veya dincilerin, çocuklarına Muhammed, Ahmet, Hatice; solcuların Deniz, Devrim, Ekin, sağcıların Alpaslan, Kılıçaslan, Asena adlarını koymaları gibi.  


Bir de futbolcu, şarkıcı, oyuncu, siyasetçi adlarını çocuklarına verenler var, onları da es geçmemek gerek. Hülya Avşar'dan mülhem, kızına Hülya adını verenler az değil. Keza şu son on yılda Tayyip adında patlama olduğu söyleniyor. Şenol, Hami, SaffetHakan da bol miktarda var. Bizim okulda Ahmet Nejdet adlı bir çocuk var, Tansu bile var yahu. 


Bu adlar konusunda yazılacak birkaç şey daha var da, iyisi mi onları da sonra yazayım.

Karpuz Zamanı Yaklaşırken

© Saeed Arabzadeh

3 Nisan 2013

Paradoks Ne Demektir?

© Gintaras Kasperionis

Paradoks sözcüğünü de diğer pek çok sözcük gibi, tam olarak kavramam biraz zaman almıştı. Lisede ve daha sonra üniversitenin ilk iki sınıfında bir türlü bu kelimeyi oturtamıyordum. İçine doğup havasını soluduğunuz kültürde bir sözcüğün altyapısı yoksa onu anlamanız da zaman alıyor. Öte yandan, sizi tornasından geçiren eğitim tezgahı da size hiçbir şey katmıyorsa, kalakalıyorsunuz orta yerde, ya hiçbir şey öğrenmiyorsunuz, ya yarım yamalak bilgiler ediniyorsunuz, ya da benim gibi geç öğreniyorsunuz. Her neyse...

Ben Milli Eğitim Bakanı olsaydım, ders kitaplarındaki yazıların oranını %5'e falan indirir, geri kalan %95'i de resim, fotoğraf, karikatür, grafik ve bilumum görsellerle doldururdum. Madem yazı para etmiyor, yazıya kimse yüz vermiyor...

Paradoks nedir, diye sorduğunuzda, hemen başlıyorlar felsefi açıklamalarına. Arkadaş, bi önce temel anlamını söyle, felsenin f'sini daha kavrayamamış topluma felsefi kavramları öğretmenin ne anlamı var.

Paradoks çelişki demektir. Elinde, güya yağmurdan ıslanmamak için şemsiye tutan adamın beline kadar suya dalmış olması paradoksa verilebilecek en iyi örnektir. Paradoks'un Türkçeye tam olarak çevrilmiş haliyse, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu'dur.

Selamlar...

2 Nisan 2013

Yok

Geçenlerde bir arkadaş anlattı: 
Biz Van'da falanca lisede okurken, okula bir tür yardım adı altında her öğrenciden yirmi lira alınırdı. Arkadaşlardan biri, parayı henüz vermemiş olduğu için müdür bir gün onu yanına çağırır. Aralarında şöylece bir diyalog geçer:
"Parayı neden vermiyorsun çocuğum?"
"Hocam, çünkü param yok."
"Ne demek param yok?"
"Yok işte hocam."
"Oğlum, nasıl yok lan?"
"Yok hocam işte, bildiğiniz yok!"
Müdür, o bilindik züppe yurdum müdürü edasıyla üsteler:
"Yok nedir, ben anlamıyorum?"
"Hocam, yok yoktur."
"Anlat bakim, yok nasıl yoktur?"
"Hocam sizin hiç Yakup adında bir kardeşiniz var mı?"
"Yok."
"İşte yok budur."
Balon falan değil, aynıyla vakidir.

Sayıklama

ner eyeb akar san bak
be nigö remez sin
çün kübe no ralar dade ğilim
bakt ığınyer ler dede ğilim

ba kaka lır sıngi denge mini nar dından
atam azsın ken dinide nizedün yagü zel
serde erkeklik de kadınlık da kalmadı artık, ne halt edeceğiz şimdi

ner eye akar sanak
va rıpva raca ğın yerden iz dir
alıp verdiğin her soluk bile senden bir izdir

there is a sos exy girl walking by the seaside in a moonlit night.


© Вика Иванова (Vika İvanova)

5 Soruda Evrim Nedir?

  1. İmtihân-ı tesbit-i seviyye
  2. Seviye tesbit imtihanı
  3. Seviye tespit sınavı
  4. Seviye belirleme sınavı
  5. Düzey belirleme sınavı

1 Nisan 2013

1 Nisan Şakası

XVI. Yüzyıl başlarında Fransa'da yılbaşı 25 Mart'ta kutlanır ve 1 Nisan'a kadar sürerdi. 1564'te Gregoryen takvimin kabul edilmesiyle yılbaşı 1 Ocak'a taşındı. Bu uygulamaya direnenlerin veya unutkanların varlığı, sahte davetiyeler gönderilerek ve türlü şakalar yapılarak yeni karara uyanlara eğlence fırsatı doğurdu. Bu sırada güneş, balık burcundan çıktığı için bu kişilere Nisan balığı denildi. Napoleon'a da Avusturyalı Marie-Louise'le 1 Nisan 1810'da evlendiğinde Nisan balığı denmişti.
Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi, s. 65.

Portre

© КОНСТАНТИН ШАМИН (Konstantin Şamin)

"Portre" adlı bir roman okusaydım 
üstümde bu denli etki yaratamazdı. 

Sokrates... Sevgili Dayım.

Sokrates'in Ölümü, Jacques-Louis David
Sayfa başına git