İnternette dolaşırken karşıma çıktı. Enfes bir şiir. On kere üst üste okunur türden. Çevirmek için yeltendim, bakalım becerebilecek miyim?
Cacoethes Scribendi
If all the trees in all the woods were men;
And each and every blade of grass a pen;
If every leaf on every shrub and tree
Turned to a sheet of foolscap; every sea
Were changed to ink, and all earth's living tribes
Had nothing else to do but act as scribes,
And for ten thousand ages, day and night,
The human race should write, and write, and write,
Till all the pens and paper were used up,
And the huge inkstand was an empty cup,
Still would the scribblers clustered round its brink
Call for more pens, more paper, and more ink.
Oliver Wendell Holmes, Sr.
30 Eylül 2013
29 Eylül 2013
28 Eylül 2013
Büyüksün Google
Devrimleri devrim yapan zamandır, dersem çok mu klişe bir söz kullanmış olurum? Bir devrim yaşandığı sırada insanlar pek de onun büyüklüğünün farkına varmazlar. Ancak üzerinden uzunca bir zaman geçtikten sonra, deyiş yerindeyse sular durulduktan sonra, geriye dönüp bakıldığında –eğer gerçekten büyük bir devrimse– büyüklüğünün farkına varılır. Fransız Devrimi'ni düşünün örneğin, 165 yıl önce oldu ama etkileri hâlâ sürüyor, yaşandığı sırada kim bu kadar etkili olabileceğini öngörebilirdi?
Google gerçek anlamda bir devrim. Kimileri yalnızca Google'ı değil, bütün bir interneti devrim olarak ele almanın daha doğru olacağını söyleyecektir, elbette öyle, ama ben internetin yanında Google'ın da kendi başına bir devrim olarak değerlendirilmesi taraftarıyım. Çünkü bir an durup düşününce, ne denli büyük bir devrim olduğu rahatlıkla görülebilir.
Kim bilir, insanlar kaç yüz yıl, hatta bin yıl boyunca Google'ı hayal edip durdu: Bir sihirbaz olsa da sorduğumuz her şeyi anında cevaplasa. Abdülbaki Amca var, büyük halamın kocası. Filozofvari bir insan, seksenini devirmiş. Üç yıl önce konuşuyorduk, söz nereden açıldı bilmiyorum, "bir zamanlar kahinlerden falan söz ederlerdi," dedi, "işte bu sizin internet dediğiniz şey tam da bir kahin değil de nedir?" Çok yerinde bir tespitti. Üstelik kendisi hiç internete girmiş değil. Bırakın bin yıl önceyi, elli yıl önce, sorulan soruya anında karşılık alınacak bir zamanın geleceğini en fazla hayal ederdi insanlar. Ama bugün bu bir hayal değil, gerçeğin ta kendisi.
Google bu hafta 15. doğum gününü kutladı. Bu yazıyı ondan ötürü yazdım, bir tür doğum günü kutlaması niyetine. Nice on beş yıllar yaşasın Google. Hepimiz ona daha uzun yıllar boyunca ihtiyaç duyacağız.
Google gerçek anlamda bir devrim. Kimileri yalnızca Google'ı değil, bütün bir interneti devrim olarak ele almanın daha doğru olacağını söyleyecektir, elbette öyle, ama ben internetin yanında Google'ın da kendi başına bir devrim olarak değerlendirilmesi taraftarıyım. Çünkü bir an durup düşününce, ne denli büyük bir devrim olduğu rahatlıkla görülebilir.
Google yeni doğmuş bir bebekken. |
Google bu hafta 15. doğum gününü kutladı. Bu yazıyı ondan ötürü yazdım, bir tür doğum günü kutlaması niyetine. Nice on beş yıllar yaşasın Google. Hepimiz ona daha uzun yıllar boyunca ihtiyaç duyacağız.
Yunus
Şimdi size, yunus hangi hayvanın adıdır diye sorsam, hatta sordum bile, aklınıza hemen denizde ya da havuzda yüzen sevimli bir yunus balığı gelir, değil mi? Başka ne gelecek?
Dil dediğin öyle ilginç, öyle tuhaf bir konu ki... Bir kelimenin izini sürdüğünüzde bazen sizi hayretler içinde bırakıyor.
Bugün, Arapça ve Türkçe başta olmak üzere pek çok Müslüman ülkede erkek adı olarak kullanılan Yunus, aslında kumru, güvercin demek. Kelimenin kökeni İbrahice yonah (יוֹנָה).
Yunus'un kişi adı olarak bu denli yaygınlaşmış olmasının nedeni Kuran'da bir peygamber adı olarak geçmesi. Arapçası Yunus (يونس), zaten Türkçeye oradan geçmiş. Yalnızca Müslüman dünyasında değil tabii, Hristiyan dünyasında da oldukça yaygın bir ad bu, çünkü Kutsal Kitap'ta da aynı peygamberin adı geçiyor. Hatta Hristiyanlarda daha da yaygın, birçok versiyonu var. Grekçe İncil’de Ionas, Latince İncil’de Iona, Ionas, İngilizcede Jonah, Jonas, Almanca, Hollandaca, Danca, İsveççe ve Norveççede Jonas, Rusça ve Gürcücede Iona, Çekçe ve Slovakçada Jonáš, Fincede Joona, Joonas, İzlandacada Jónas vb. Bu arada, Yunus hem Tevrat'ta, hem de Kuran'da bir sureye de adını vermiş.
Peki, nasıl olmuş da kumru, güvercin anlamlarına gelen kelime bugünkü haliyle yunus balığına ad olmuş? Bir başka deyişle, kuş nasıl balık olmuş? Efendim, Tevrat'ın Yunus adlı 33. suresinde Yunus Peygamberin öyküsü anlatılır. Öyküyü kısaca özetleyecek olursak, Yunus Peygamber Tanrı'nın sözünü dinlemez, Tanrı da onu cezalandırmaya karar verir, denizi kudurtur, Yunus denize düşer, büyükçe bir balık onu yutar. Yunus ölecektir, aklı başına gelir, Tanrı'ya yalvarır, Tanrı onu affeder, balık sahile çıkar, Yunus'u karnından çıkarıp atar. Peygamberin başından geçenler Tevrat'ta bu şekilde anlatılınca, onu yutmuş olan balığa da onun adını vermişler. O balığa o adın verilmesi Musa'nın Tevrat'ı getirmesinden hemen sonra mı oldu, onlarca ya da yüzlerce yıl sonra mı oldu, detaylarını araştırmadım. İşin özü şu: Peygamber, adını güvercinden almış, balık da peygamberden.
Tevrat ve Kuran'ın ilgili bölümleri de şöyle:
Bizim Tevrat dediğimiz Eski Ahit'in Yunus adlı suresinin bunlardan başka iki bölümü daha var, ama onları buraya almadım, çünkü konumuzun anlaşılması için bu kadarı yeterli. Merak eden gerisini buradan okuyabilir.
Dil dediğin öyle ilginç, öyle tuhaf bir konu ki... Bir kelimenin izini sürdüğünüzde bazen sizi hayretler içinde bırakıyor.
© Copyright |
Yunus'un kişi adı olarak bu denli yaygınlaşmış olmasının nedeni Kuran'da bir peygamber adı olarak geçmesi. Arapçası Yunus (يونس), zaten Türkçeye oradan geçmiş. Yalnızca Müslüman dünyasında değil tabii, Hristiyan dünyasında da oldukça yaygın bir ad bu, çünkü Kutsal Kitap'ta da aynı peygamberin adı geçiyor. Hatta Hristiyanlarda daha da yaygın, birçok versiyonu var. Grekçe İncil’de Ionas, Latince İncil’de Iona, Ionas, İngilizcede Jonah, Jonas, Almanca, Hollandaca, Danca, İsveççe ve Norveççede Jonas, Rusça ve Gürcücede Iona, Çekçe ve Slovakçada Jonáš, Fincede Joona, Joonas, İzlandacada Jónas vb. Bu arada, Yunus hem Tevrat'ta, hem de Kuran'da bir sureye de adını vermiş.
Peki, nasıl olmuş da kumru, güvercin anlamlarına gelen kelime bugünkü haliyle yunus balığına ad olmuş? Bir başka deyişle, kuş nasıl balık olmuş? Efendim, Tevrat'ın Yunus adlı 33. suresinde Yunus Peygamberin öyküsü anlatılır. Öyküyü kısaca özetleyecek olursak, Yunus Peygamber Tanrı'nın sözünü dinlemez, Tanrı da onu cezalandırmaya karar verir, denizi kudurtur, Yunus denize düşer, büyükçe bir balık onu yutar. Yunus ölecektir, aklı başına gelir, Tanrı'ya yalvarır, Tanrı onu affeder, balık sahile çıkar, Yunus'u karnından çıkarıp atar. Peygamberin başından geçenler Tevrat'ta bu şekilde anlatılınca, onu yutmuş olan balığa da onun adını vermişler. O balığa o adın verilmesi Musa'nın Tevrat'ı getirmesinden hemen sonra mı oldu, onlarca ya da yüzlerce yıl sonra mı oldu, detaylarını araştırmadım. İşin özü şu: Peygamber, adını güvercinden almış, balık da peygamberden.
Tevrat ve Kuran'ın ilgili bölümleri de şöyle:
Tevrat, Yunus Suresi
Bölüm 1 (Yunus’un Rab’den Kaçışı)
1-2: Rab bir gün Amittay oğlu Yunus'a, "Kalk, Ninova'ya, o büyük kente git ve halkı uyar" diye seslendi, "Çünkü kötülükleri önüme kadar yükseldi."
3: Ne var ki, Yunus Rab'bin huzurundan Tarşiş'e kaçmaya kalkıştı. Yafa'ya inip Tarşiş'e giden bir gemi buldu. Ücretini ödeyip gemiye bindi, Rab'den uzaklaşmak için Tarşiş'e doğru yola çıktı.
4: Yolda Rab şiddetli bir rüzgar gönderdi denize. Öyle bir fırtına koptu ki, gemi neredeyse parçalanacaktı.
5: Gemiciler korkuya kapıldı, her biri kendi ilahına yalvarmaya başladı. Gemiyi hafifletmek için yükleri denize attılar. Yunus ise teknenin ambarına inmiş, yatıp derin bir uykuya dalmıştı.
6: Gemi kaptanı Yunus'un yanına gidip, "Hey! Nasıl uyursun sen?" dedi, "Kalk, tanrına yalvar, belki halimizi görür de yok olmayız."
7: Sonra denizciler birbirlerine, "Gelin, kura çekelim" dediler, "Bakalım, bu bela kimin yüzünden başımıza geldi." Kura çektiler, kura Yunus'a düştü.
8: Bunun üzerine Yunus'a, "Söyle bize!" dediler, "Bu bela kimin yüzünden başımıza geldi? Ne iş yapıyorsun sen, nereden geliyorsun, nerelisin, hangi halka mensupsun?"
9: Yunus, "İbraniyim" diye karşılık verdi, "Denizi ve karayı yaratan Göklerin Tanrısı Rab'be taparım.
10: Denizciler bu yanıt karşısında dehşete düştüler. "Neden yaptın bunu?" diye sordular. Yunus'un Rab'den uzaklaşmak için kaçtığını biliyorlardı. Daha önce onlara anlatmıştı.
11: Deniz gittikçe kuduruyordu. Yunus'a, "Denizin dinmesi için sana ne yapalım?" diye sordular.
12: Yunus, "Beni kaldırıp denize atın" diye yanıtladı, "O zaman sular durulur. Çünkü biliyorum, bu şiddetli fırtınaya benim yüzümden yakalandınız."
13: Denizciler karaya dönmek için küreklere asıldılar, ama başaramadılar. Çünkü deniz gittikçe kuduruyordu.
14: Rab'be seslenerek, "Ya Rab, yalvarıyoruz" dediler, "Bu adamın canı yüzünden yok olmayalım. Suçsuz bir adamın ölümünden bizi sorumlu tutma. Çünkü sen kendi istediğini yaptın, ya Rab."
15: Sonra Yunus'u kaldırıp denize attılar, kuduran deniz sakinleşti.
16: Bu olaydan ötürü denizciler Rab'den öyle korktular ki, O'na kurbanlar sundular, adaklar adadılar.
17: Bu arada Rab Yunus'u yutacak büyük bir balık sağladı. Yunus üç gün üç gece bu balığın karnında kaldı.
Bölüm 2 (Yunus’un Duası)
1: Yunus balığın karnından Tanrısı Rab'be şöyle dua etti:
2: "Ya RAB, sıkıntı içinde sana yakardım, Yanıtladın beni. Yardım istedim ölüler diyarının bağrından, Kulak verdin sesime.
3: Beni engine, denizin ta dibine fırlattın. Sular sardı çevremi. Azgın dalgalar geçti üzerimden.
4: 'Huzurundan kovuldum' dedim, 'Yine de göreceğim kutsal tapınağını’ (Bir daha kutsal tapınağını nasıl göreceğim?).
5: Sular boğacak kadar kuşattı beni, Çevremi enginler sardı, Yosunlar dolaştı başıma.
6: Dağların köklerine kadar battım, Dünya sonsuza dek sürgülendi arkamdan; Ama, ya Rab, Tanrım, canımı sen kurtardın çukurdan.
7: Soluğum tükenince seni andım, ya Rab, Duam sana, kutsal tapınağına erişti.
8: Değersiz putlara tapanlar, vefasızlık etmiş olurlar.
9: Ama şükranla kurban sunacağım sana, adağımı yerine getireceğim. Kurtuluş senden gelir, ya Rab!"
10: Rab balığa buyruk verdi ve balık Yunus'u karaya kustu.
Bizim Tevrat dediğimiz Eski Ahit'in Yunus adlı suresinin bunlardan başka iki bölümü daha var, ama onları buraya almadım, çünkü konumuzun anlaşılması için bu kadarı yeterli. Merak eden gerisini buradan okuyabilir.
Kuran, Saffat Suresi
139: Şüphesiz Yûnus da peygamberlerdendi. 140: Hani o kaçıp yüklü gemiye binmişti.141: Gemidekilerle kura çekmiş ve kaybedenlerden olmuştu.142: Böylece, Yûnus kendini kınayıp dururken balık onu yuttu.143-144: Eğer o, Allah'ı tespih edip yüceltenlerden olmasaydı, mutlaka insanların diriltileceği güne kadar balığın karnında kalırdı.145: Derken biz onu hasta bir halde sahile attık.
Kuran, Kalem Suresi
48: Sen, Rabbinin hükmüne sabret. Balık sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, (balığın karnında) kederli bir halde Rabbine yakarmıştı.
27 Eylül 2013
Sileyim mi Abi?
İsmail diye boyacı bir çocuk var. Her gün oturduğumuz çay bahçesinde, kardeşi ve diğer iki çocukla birlikte ayakkabı boyuyor. Masalardaki küllükleri ve bahçedeki çöp tenekelerini boşaltma karşılığında orada boyacılık yapmalarına izin veriyorlar.
Çay bahçesinin müdavimleri çoğunlukla genç ve spor ayakkabı giyen kesim. Eskiden boyacılar ayakkabınıza bakar, eğer spor giymişseniz hiç sormazlardı boyamak için. Devir değişti haliyle, artık eskisi kadar boyanacak ayakkabı da yok. Çoğunluk insanlar da evde kendileri boyuyor ayakkabılarını.
Zamana ayak uydurmak lazım. Uyduramazsan zaman seni bir köşeye bırakıp yoluna devam ediyor. Doğal seleksiyon: Ayakta kalmayı becebilirsen doğa seni "selekte ediyor", yani seçiyor ve sen yaşamaya devam ediyorsun. Yok, beceremezsen gözünün yaşına bakmıyor. İsmail ve arkadaşları bakmışlar olacağı yok, boyacılıkta eskisi kadar iş yok, ne yapalım, ne edelim derken, bir çıkış yolu bulmuşlar. Eskiden yalnızca boyama vardı, şimdi bir de silme var. Çay bahçesine gidip oturduğunuzda hemen yanınıza gelip soruyor içlerinden biri: Hocam, çıkarın ayakkabınızı, sileyim?
Bugün yine gittim. İsmail koşarak geldi. Elinde de terlikler, önüme koydu, hocam çıkarın sileyim, dedi. Üstünde de Galatasaray forması var. Galatasaraylıysan sildirtmem dedim. Bu kez kardeşi koşup geldi, onda da bir Beşiktaş bilekliği var, uzattı gösterdi. Yine olmadı, dedim. Hangi takımı tutuyorsunuz, diye sordu İsmail, Barcelona dedim. Dudağını büktü.
Adam girişimci. Ne yaptı etti, ayakkabımı çıkarttırdı. Silip getirdikten sonra da, ceviz yer misiniz hocam, diye sordu. Yerim dedim. Cebinden birkaç ceviz çıkardı, iki tanesini masanın üstüne koydu. Bu cevizlerden sevgiline de götürüyor musun, diye sordum. Utandı. Bizim buranın çocukları hep böyledir. Sevgiliden söz açılınca utanırlar işte.
Çay bahçesinin müdavimleri çoğunlukla genç ve spor ayakkabı giyen kesim. Eskiden boyacılar ayakkabınıza bakar, eğer spor giymişseniz hiç sormazlardı boyamak için. Devir değişti haliyle, artık eskisi kadar boyanacak ayakkabı da yok. Çoğunluk insanlar da evde kendileri boyuyor ayakkabılarını.
Zamana ayak uydurmak lazım. Uyduramazsan zaman seni bir köşeye bırakıp yoluna devam ediyor. Doğal seleksiyon: Ayakta kalmayı becebilirsen doğa seni "selekte ediyor", yani seçiyor ve sen yaşamaya devam ediyorsun. Yok, beceremezsen gözünün yaşına bakmıyor. İsmail ve arkadaşları bakmışlar olacağı yok, boyacılıkta eskisi kadar iş yok, ne yapalım, ne edelim derken, bir çıkış yolu bulmuşlar. Eskiden yalnızca boyama vardı, şimdi bir de silme var. Çay bahçesine gidip oturduğunuzda hemen yanınıza gelip soruyor içlerinden biri: Hocam, çıkarın ayakkabınızı, sileyim?
Bugün yine gittim. İsmail koşarak geldi. Elinde de terlikler, önüme koydu, hocam çıkarın sileyim, dedi. Üstünde de Galatasaray forması var. Galatasaraylıysan sildirtmem dedim. Bu kez kardeşi koşup geldi, onda da bir Beşiktaş bilekliği var, uzattı gösterdi. Yine olmadı, dedim. Hangi takımı tutuyorsunuz, diye sordu İsmail, Barcelona dedim. Dudağını büktü.
Adam girişimci. Ne yaptı etti, ayakkabımı çıkarttırdı. Silip getirdikten sonra da, ceviz yer misiniz hocam, diye sordu. Yerim dedim. Cebinden birkaç ceviz çıkardı, iki tanesini masanın üstüne koydu. Bu cevizlerden sevgiline de götürüyor musun, diye sordum. Utandı. Bizim buranın çocukları hep böyledir. Sevgiliden söz açılınca utanırlar işte.
26 Eylül 2013
Olay Örgüsü
"The king died and then the queen died" is a story. "The king died, and then the queen died of grief" is a plot... "The queen died, no one knew why, until it was discovered that it was through grief at the death of the king." This is a plot with a mystery in it, a form capable of high development.*
E. M. Forster (Via)
* "Kral öldü, ardından da kraliçe öldü." Bu bir öyküdür. "Kral öldü, ardından da kraliçe kederinden öldü." Bu da bir olay örgüsüdür. "Kraliçe öldü. Niye öldüğünü kimse bilmiyordu, ta ki kralın ölümünden kahrolup öldüğü ortaya çıkıncaya dek." Bu, içinde gizem taşıyan bir olay örgüsüdür. Yani, gelişmeye oldukça elverişli bir biçim.
E. M. Forster (Via)
* "Kral öldü, ardından da kraliçe öldü." Bu bir öyküdür. "Kral öldü, ardından da kraliçe kederinden öldü." Bu da bir olay örgüsüdür. "Kraliçe öldü. Niye öldüğünü kimse bilmiyordu, ta ki kralın ölümünden kahrolup öldüğü ortaya çıkıncaya dek." Bu, içinde gizem taşıyan bir olay örgüsüdür. Yani, gelişmeye oldukça elverişli bir biçim.
25 Eylül 2013
24 Eylül 2013
Ekşi Reçel
Annem geçen yıl bir reçel yaptı ama yalnızca o ve babam yediler. Ben bir iki kez yedim ama o da pek yemek sayılmaz, tadına baktım yalnızca. Çünkü çok ekşi bir reçeldi. Reçelin ekşisi de mi olurmuş, demeyin, oluyor işte. Üstelik annem bir dünya şeker de katmıştı reçele, hani, hiç şeker atılmadı sanmayın.
Şu gördükleriniz dağ eriği. Geçen gün bizim köyden söz ederken onun da sözü geçmişti. Burada doğal olarak yetişiyor. Ortalama olarak kiraz büyüklüğünde. Tatlı olanı da var, ekşi olanı da. Neden böyle, ben de bilmiyorum. Bakıyorsunuz, yan yana iki ağaç, birinin meyvesi tatlı, öbürünün ekşi. Üstelik ekşisi de bildiğiniz gibi değil, limondan bile daha ekşi oluyor kimisi. Bilimsel adı Prunus spinosa olan bir tür var ama bu bizimkiler tam olarak o türe mi dahil, bilmiyorum.
İşte, annem bunlardan reçel yapıyor. Ve dediğim gibi, bu dağ eriğinin reçelini bildiğiniz tatlı reçellerin kıvamına getirmek öyle kolay değil, oldukça çok şeker katacaksınız ki tatlı olsun, ki o zaman da artık reçel değil, bildiğin şeker olur herhalde.
Bu kış biraz daha fazla yemeyi düşünüyorum, bakalım. Evet, içine şeker giriyor ama doğal bir ürün sonuçta. Baksanıza, organik morganik diyorlar, öyle şeylere çok rağbet var. E, organikse al sana organik. Tamamen doğal. Bugüne dek ne herhangi bir zirai müdahale yapılmış, ne ilaçlanmış, ne de gübrelenmiş.
Bizim köylülerle bazen konuşuyorum, İstanbul'da diyorum, hatta İstanbul'u bırak, Paris, Londra gibi büyük Avrupa kentlerinde böyle tamamen doğal ürünlere inanılmaz rağbet var, öyle böyle değil. Çoğunluk köylüler, üstünde yattıkları hazinenin farkında değiller.
Şu gördükleriniz dağ eriği. Geçen gün bizim köyden söz ederken onun da sözü geçmişti. Burada doğal olarak yetişiyor. Ortalama olarak kiraz büyüklüğünde. Tatlı olanı da var, ekşi olanı da. Neden böyle, ben de bilmiyorum. Bakıyorsunuz, yan yana iki ağaç, birinin meyvesi tatlı, öbürünün ekşi. Üstelik ekşisi de bildiğiniz gibi değil, limondan bile daha ekşi oluyor kimisi. Bilimsel adı Prunus spinosa olan bir tür var ama bu bizimkiler tam olarak o türe mi dahil, bilmiyorum.
İşte, annem bunlardan reçel yapıyor. Ve dediğim gibi, bu dağ eriğinin reçelini bildiğiniz tatlı reçellerin kıvamına getirmek öyle kolay değil, oldukça çok şeker katacaksınız ki tatlı olsun, ki o zaman da artık reçel değil, bildiğin şeker olur herhalde.
Bu kış biraz daha fazla yemeyi düşünüyorum, bakalım. Evet, içine şeker giriyor ama doğal bir ürün sonuçta. Baksanıza, organik morganik diyorlar, öyle şeylere çok rağbet var. E, organikse al sana organik. Tamamen doğal. Bugüne dek ne herhangi bir zirai müdahale yapılmış, ne ilaçlanmış, ne de gübrelenmiş.
Bizim köylülerle bazen konuşuyorum, İstanbul'da diyorum, hatta İstanbul'u bırak, Paris, Londra gibi büyük Avrupa kentlerinde böyle tamamen doğal ürünlere inanılmaz rağbet var, öyle böyle değil. Çoğunluk köylüler, üstünde yattıkları hazinenin farkında değiller.
23 Eylül 2013
Dil Meseleleri
Dünkü yazıda ekinoks ve solstis sözcükleri üzerinde yazarken, solstisin Türkçesi olan gün dönümü sözcüğünün (ya da sözünün) yazılışı üzerinde uzlaşma olmadığını söylemiştim. Elimde basılı sözlük olarak yalnızca TDK'nın sözlüğü var, ona baktım, bir de internetten Dil Derneği'nin sözlüğüne baktım. TDK gün dönümü biçiminde ayrı, Dil Derneği ise gündönümü biçiminde bitişik yazıyor.
Biliyorsunuz, Türk Dil Kurumu Atatürk döneminde, 1932'de kuruldu. Ancak 12 Eylül darbesiyle birlikte "yeniden yapılandı". İşte bundan ötürü birçok yazar, akademisyen vs. bu durumu kabullenmedi ve TDK'nın artık o eski TDK olmadığını savunarak bu "yeni" TDK'yı tanımadı. Hâlâ da tanımayan çok sayıda yazar var. İşte Dil Derneği de bu yeni TDK'yı tanımayan, deyiş yerindeyse Eski TDK'nın mirasını sahiplenen insanların kurduğu bir oluşum. Onun kuruluş tarihi de 1987.
Türkçe, Cumhuriyet'in kuruluşunu esas alacaksak eğer, çağdaş anlamda tam 90 yıldır kullanılıyor ama henüz bazı konularda, üstelik de az sayılamayacak bazı konularda uzlaşma (ya da konsensüs, ya da mutabakat) :) sağlanmış değil. İnsan şaşırıyor haliyle. Bir örnek vereyim. TDK'ya göre ya da bağlacını ancak ya ile birlikte kullanabiliriz, ya ... ya da ... biçiminde. Buna göre, örneğin, "Ya sınıfınıza gidin, ya da kütüphaneye." dediğimizde doğru, "Sınıfa ya da kütüphaneye bak." dediğimizdeyse yanlış söylemiş oluruz. TDK'ya göre bu ikinci örnekte veya kullanılmalı, "Sınıfa veya kütüphaneye bak." biçiminde yani. Oysaki, ben bugüne kadar pek çok kere ya da'nın ya'sız kullanıldığına tanık oldum. Üstelik de büyük yazar ve şairlerde tanık oldum, örneğin Tahsin Yücel'de. "Halk sanatlarının öteki sanatlardan daha yetersiz ya da daha değersiz olduğunu söyleyemeyiz." diyor Tahsin Yücel. E, şimdi bunu söyleyen, herhangi biri olsa neyse ne, ama Tahsin Yücel gibi, bugün yazarlığını tartışamayacağımız biri söyleyince insanın içine ister istemez bir kurt düşüyor. TDK mı doğru söylüyor, diğerleri mi? Ben bir okur gözüyle meseleye yaklaştığımda işin içinden bir biçimde çıkmayı becersem bile içimde ukde kalıyor.
Bir örnek daha vereyim. Öğrencilik yıllarımda bir gün bir Türkçe öğretmeni, kimdi hatırlamıyorum ama o dersi bugünmüş gibi hatırlıyorum, "ama bağlacını kullandığımız zaman," demişti, "kesinlikle ama kesinlikle virgül kullanamayız." Halbuki, ben bugüne dek, yine ya da'da olduğu gibi, ama'dan önce ve sonra virgül kullanıldığına çok rastladım. Hadi, beni bırak, bugün artık başımın çaresine bakabiliyorum da, bu konulara merak salmış bir lise öğrencisini düşünün örneğin, o ne yapsın?
Türkçe kadar olmasa da Kürtçe de yazıyorum bazen. Başlarda, on yıl önce örneğin, olabildiğince karamsardım Kürtçe konusunda. Hiçbir zaman belli bir düzeye gelemeyeceğini düşünüyordum. Ama şimdi, Türkçenin bu durumuna, yani doksan yılda hâlâ çözülememiş birtakım konuları olduğuna bakınca, eskisi kadar karamsar değilim açıkçası. Seksen yıl boyunca, bırakın yazılıp çizilmesini, konuşulması bile yasak olan Kürtçenin durumu, elbette Türkçe kadar değil ama, oldukça iyi sayılır bugün.
Dil konularında uzlaşmazlık bazen ciddi boyutlara varabiliyor. Ben üniversiteye başladığım ilk yıl, hatta ilk ay, ilkokul, ortaokul ve lisede o güne dek doğru diye öğrenip bildiğim bazı konuların aslında yanlış olduğunu üniversitedeki bir hocadan öğrendim. Madem öyleydi, o güne kadar ne demelere okula gitmiştim, değil mi, insan bunu düşünüyor, elinde değil.
Bu gün dönümü meselesine geri dönelim. Şimdi, örneğin bir öğretmen öğrencilerine sorsa bunu, bir kısmı gün dönümü diye yazacak öğrencilerin, bir kısmı da gündönümü diye. Sonuçta ne olacak? Bir kısmı puan alacak, bir kısmı alamayacak. Çünkü eğitim-öğretim düzenimizi az çok bilirsiniz, tek doğru vardır bizde. Birden fazla seçeneğin doğru olabileceğini aklımıza getiremeyiz. Böyle şeyler işte. Derdimin ne olduğu anlaşılıyordur umarım.
Peki, sen hangi taraftasın, diye sorarsanız, benim için pek de öyle sıkıntı sayılacak bir durum yok bu konuda, derim. Kimi sözcüklerin yazılış biçiminde örneğin, ikiliğe düştüğüm oluyor, öyle durumlarda da Ali Püsküllüoğlu'na bakıyorum. Adam ömrünü verdi bu işe, ben onun tarafındayım.
Biliyorsunuz, Türk Dil Kurumu Atatürk döneminde, 1932'de kuruldu. Ancak 12 Eylül darbesiyle birlikte "yeniden yapılandı". İşte bundan ötürü birçok yazar, akademisyen vs. bu durumu kabullenmedi ve TDK'nın artık o eski TDK olmadığını savunarak bu "yeni" TDK'yı tanımadı. Hâlâ da tanımayan çok sayıda yazar var. İşte Dil Derneği de bu yeni TDK'yı tanımayan, deyiş yerindeyse Eski TDK'nın mirasını sahiplenen insanların kurduğu bir oluşum. Onun kuruluş tarihi de 1987.
Türkçe, Cumhuriyet'in kuruluşunu esas alacaksak eğer, çağdaş anlamda tam 90 yıldır kullanılıyor ama henüz bazı konularda, üstelik de az sayılamayacak bazı konularda uzlaşma (ya da konsensüs, ya da mutabakat) :) sağlanmış değil. İnsan şaşırıyor haliyle. Bir örnek vereyim. TDK'ya göre ya da bağlacını ancak ya ile birlikte kullanabiliriz, ya ... ya da ... biçiminde. Buna göre, örneğin, "Ya sınıfınıza gidin, ya da kütüphaneye." dediğimizde doğru, "Sınıfa ya da kütüphaneye bak." dediğimizdeyse yanlış söylemiş oluruz. TDK'ya göre bu ikinci örnekte veya kullanılmalı, "Sınıfa veya kütüphaneye bak." biçiminde yani. Oysaki, ben bugüne kadar pek çok kere ya da'nın ya'sız kullanıldığına tanık oldum. Üstelik de büyük yazar ve şairlerde tanık oldum, örneğin Tahsin Yücel'de. "Halk sanatlarının öteki sanatlardan daha yetersiz ya da daha değersiz olduğunu söyleyemeyiz." diyor Tahsin Yücel. E, şimdi bunu söyleyen, herhangi biri olsa neyse ne, ama Tahsin Yücel gibi, bugün yazarlığını tartışamayacağımız biri söyleyince insanın içine ister istemez bir kurt düşüyor. TDK mı doğru söylüyor, diğerleri mi? Ben bir okur gözüyle meseleye yaklaştığımda işin içinden bir biçimde çıkmayı becersem bile içimde ukde kalıyor.
Bir örnek daha vereyim. Öğrencilik yıllarımda bir gün bir Türkçe öğretmeni, kimdi hatırlamıyorum ama o dersi bugünmüş gibi hatırlıyorum, "ama bağlacını kullandığımız zaman," demişti, "kesinlikle ama kesinlikle virgül kullanamayız." Halbuki, ben bugüne dek, yine ya da'da olduğu gibi, ama'dan önce ve sonra virgül kullanıldığına çok rastladım. Hadi, beni bırak, bugün artık başımın çaresine bakabiliyorum da, bu konulara merak salmış bir lise öğrencisini düşünün örneğin, o ne yapsın?
Türkçe kadar olmasa da Kürtçe de yazıyorum bazen. Başlarda, on yıl önce örneğin, olabildiğince karamsardım Kürtçe konusunda. Hiçbir zaman belli bir düzeye gelemeyeceğini düşünüyordum. Ama şimdi, Türkçenin bu durumuna, yani doksan yılda hâlâ çözülememiş birtakım konuları olduğuna bakınca, eskisi kadar karamsar değilim açıkçası. Seksen yıl boyunca, bırakın yazılıp çizilmesini, konuşulması bile yasak olan Kürtçenin durumu, elbette Türkçe kadar değil ama, oldukça iyi sayılır bugün.
Dil konularında uzlaşmazlık bazen ciddi boyutlara varabiliyor. Ben üniversiteye başladığım ilk yıl, hatta ilk ay, ilkokul, ortaokul ve lisede o güne dek doğru diye öğrenip bildiğim bazı konuların aslında yanlış olduğunu üniversitedeki bir hocadan öğrendim. Madem öyleydi, o güne kadar ne demelere okula gitmiştim, değil mi, insan bunu düşünüyor, elinde değil.
Bu gün dönümü meselesine geri dönelim. Şimdi, örneğin bir öğretmen öğrencilerine sorsa bunu, bir kısmı gün dönümü diye yazacak öğrencilerin, bir kısmı da gündönümü diye. Sonuçta ne olacak? Bir kısmı puan alacak, bir kısmı alamayacak. Çünkü eğitim-öğretim düzenimizi az çok bilirsiniz, tek doğru vardır bizde. Birden fazla seçeneğin doğru olabileceğini aklımıza getiremeyiz. Böyle şeyler işte. Derdimin ne olduğu anlaşılıyordur umarım.
Peki, sen hangi taraftasın, diye sorarsanız, benim için pek de öyle sıkıntı sayılacak bir durum yok bu konuda, derim. Kimi sözcüklerin yazılış biçiminde örneğin, ikiliğe düştüğüm oluyor, öyle durumlarda da Ali Püsküllüoğlu'na bakıyorum. Adam ömrünü verdi bu işe, ben onun tarafındayım.
22 Eylül 2013
Ekinoks
Tam beş ay olmuş kelimeler üzerine yazmayalı. Geçenlerde bir ara, etimolojiye olan ilgim git gide azalıyor mu acaba, diye sordum kendime. Yok galiba. Daha uzun süre etimolojiye, yani kelimelerin kökenine olan merakım yerinde duracak gibi.
Hazır, yarın sonbaharın ilk günüyken ben de bu konuyla ilgili bir şeyler yazayım dedim. Ekinoks sözcüğünü sanırım pek çok insan ilk olarak lise coğrafya dersinde duymuştur. Türkçesi "gece gündüz eşitliği". Zaten kelimenin kökenine baktığımızda bir "eşitlik" durumu olduğunu görürüz. İngilizcede eşit'in equal olduğunu bilirsiniz. Latince aequus kökünden gelen aequalis'in İngilizceye geçmiş hali. Equinox ise önce Latinceden Fransızcaya, oradan da İngilizceye geçmiş. Ortaçağ Latincesinde equinoxium'muş ve tam da gece gündüz eşitliği anlamına geliyormuş. Ekinoks Türkçeye de Fransızcadan geçmiş.
Bir yılda iki ekinoks vardır. İlkbahar ekinoksu ve sonbahar ekinoksu. Çünkü yılda iki kez gece ile gündüz süreleri eşitlenir. Bunlar da 21 mart ve 23 eylüle rastlar. Anlayacağınız yarın, Dünya'daki her yer 12 saat gündüz, 12 saat de gece yaşayacak.
Ekinokstan söz açılınca, solstis'ten de söz etmek gerek doğal olarak. Çünkü o da ekinoksun bir tür karşıtıdır. İlginçtir, tüm sözlüklerde ekinoks yer almasına karşın solstis yok. TDK'nın, Dil Derneği'nin ve Nişanyan'ın sözlüklerine, ayrıca Püsküllüoğlu'nun yazım kılavuzuna baktım, yok. Oysaki, pek çok coğrafya kitabında var. Türkçesi gün dönümü. Bu arada, sözcüğün yazılışında da uzlaşma yok, gün ve dönümü'nü ayrı yazan var, bitişik yazan var. Onu da yarın yazarım artık.
Solstice İngilizceye Eski Fransızcadan olduğu gibi, oraya da Latince solstitium'dan geçmiş. "Güneş'in durgunmuş gibi göründüğü nokta" diye çevirebileceğimiz bir anlamı varmış bu kelimenin. Başındaki sol zaten Güneş demek.
Her iki ekinoksta da Güneş ışınları Ekvator'a tam dik gelir. Yani, martın 21'iyle eylülün 23'ünde Ekvator üzerinde bir yerdeyseniz gölgenizi göremezsiniz, çünkü Güneş size tam tepeden vurduğu için gölge boyunuz sıfırdır. Bilindiği gibi Ekvator, 0 derece paralelinin özel adıdır. Özel adı olan iki yer daha var. Bu yerler, 23° 27' Kuzey ve 23° 27' Güney enlemleridir. Kuzeydekinin özel adı Yengeç Dönencesi (Tropic of Cancer), güneydekininse Oğlak Dönencesi'dir (Tropic of Capricorn). Bu iki enleme özel ad verilmesinin nedeni, Güneş ışınlarının dik olarak geldiği uç noktalar olmasıdır. Yani, Güneş Kuzey Yarım Küre'de en son Yengeç Dönencesi'ne, Güney Yarım Küre'deyse en son Oğlak Dönencesi'ne dik olarak gelir. Bunların dışındaki noktalara hiçbir zaman dik gelmez. Örneğin, Türkiye bu enlemlerin dışında yer aldığı için biz Türkiye'de hiçbir zaman gölge boyumuzun sıfıra indiğini göremeyiz. Bu konulara aşina değilseniz bu anlattıklarım biraz karmaşık gelecektir ama aşağıdaki haritayla daha iyi anlaşılabilir.
Güneş Yengeç Dönencesi'ne 21 haziranda, Oğlak Dönencesi'neyse 21 aralıkta dik gelir. İşte, bu tarihlere de solstis, yani gün dönümü denir. İlki Kuzey Yarım Küre'de, ikincisiyse Güney Yarım Küre'de yaz mevsiminin başlangıcıdır.
Ekvator'dan söz açılmışken, onun da ekinoksla aynı kökten geldiğini belirtelim. O da Türkçeye Fransızcadan geçmiş. Kökeni Latince aequator. Türkçesi için eşlek'i öneriyorlar. Ekvador diye de bir ülke var Güney Amerika'da, Ekvator'un üzerinde yer aldığı için bu adı almış.
Bu yazıyı yazarken aklıma geldi, birkaç yıl önce bugün Muğla-Gökova'daydık. Dalgaları izlerken oturup bir şiirimsi yazmıştım. Allah'tan hiçbir defterimi atmam, hepsi yıllarca durur bende. Aradım buldum o defterimi. 22 Eylül 2005. Ne çabuk geçmiş sekiz yıl!
Bir akşam üstü yalnızlığının üstüne,
az biraz tedirginlik serpiyoruz,
rüzgar yardımcı oluyor ya,
yetmiyor yalnızlığı dağıtmaya.
Bir akşam üstü sıkıntısında,
sevgilimle başbaşayız,
Biraz Gökova'dayız, biraz da sonbaharda.
Oturuyoruz.
Oturup iki metreye varan dalgaları izliyoruz.
Hırçın yaz sonu dalgaları...
Bir çift söz eder gibi,
Gidin artık, uzağa uzağa, der gibi.
Ortalıkta kimsecikler yok,
yazlık dostlar yok.
Gökova Körfezi, üstündeki yaz yorgunluğunu
atıyor üstüme üstüme.
Biraz Gökova'dayız, biraz da Gökova'yız.
Kumsalda oturmuş dalgaları izliyoruz,
güneş batmak üzere,
geride kalan ışınlar dağınık bulutlarla dans ediyor,
dalga sesleriyse fon müziği.
Burada kimsecikler yok,
sizler yoksunuz,
İçimde dolaşıyor yokluğunuzun korkusu,
Akyaka'nın sönük ışıkları bir şey fısıldıyor:
bugün yirmi iki eylül, yarın sonbahar ekinoksu.
Hazır, yarın sonbaharın ilk günüyken ben de bu konuyla ilgili bir şeyler yazayım dedim. Ekinoks sözcüğünü sanırım pek çok insan ilk olarak lise coğrafya dersinde duymuştur. Türkçesi "gece gündüz eşitliği". Zaten kelimenin kökenine baktığımızda bir "eşitlik" durumu olduğunu görürüz. İngilizcede eşit'in equal olduğunu bilirsiniz. Latince aequus kökünden gelen aequalis'in İngilizceye geçmiş hali. Equinox ise önce Latinceden Fransızcaya, oradan da İngilizceye geçmiş. Ortaçağ Latincesinde equinoxium'muş ve tam da gece gündüz eşitliği anlamına geliyormuş. Ekinoks Türkçeye de Fransızcadan geçmiş.
Bir yılda iki ekinoks vardır. İlkbahar ekinoksu ve sonbahar ekinoksu. Çünkü yılda iki kez gece ile gündüz süreleri eşitlenir. Bunlar da 21 mart ve 23 eylüle rastlar. Anlayacağınız yarın, Dünya'daki her yer 12 saat gündüz, 12 saat de gece yaşayacak.
Ekinokstan söz açılınca, solstis'ten de söz etmek gerek doğal olarak. Çünkü o da ekinoksun bir tür karşıtıdır. İlginçtir, tüm sözlüklerde ekinoks yer almasına karşın solstis yok. TDK'nın, Dil Derneği'nin ve Nişanyan'ın sözlüklerine, ayrıca Püsküllüoğlu'nun yazım kılavuzuna baktım, yok. Oysaki, pek çok coğrafya kitabında var. Türkçesi gün dönümü. Bu arada, sözcüğün yazılışında da uzlaşma yok, gün ve dönümü'nü ayrı yazan var, bitişik yazan var. Onu da yarın yazarım artık.
Solstice İngilizceye Eski Fransızcadan olduğu gibi, oraya da Latince solstitium'dan geçmiş. "Güneş'in durgunmuş gibi göründüğü nokta" diye çevirebileceğimiz bir anlamı varmış bu kelimenin. Başındaki sol zaten Güneş demek.
Her iki ekinoksta da Güneş ışınları Ekvator'a tam dik gelir. Yani, martın 21'iyle eylülün 23'ünde Ekvator üzerinde bir yerdeyseniz gölgenizi göremezsiniz, çünkü Güneş size tam tepeden vurduğu için gölge boyunuz sıfırdır. Bilindiği gibi Ekvator, 0 derece paralelinin özel adıdır. Özel adı olan iki yer daha var. Bu yerler, 23° 27' Kuzey ve 23° 27' Güney enlemleridir. Kuzeydekinin özel adı Yengeç Dönencesi (Tropic of Cancer), güneydekininse Oğlak Dönencesi'dir (Tropic of Capricorn). Bu iki enleme özel ad verilmesinin nedeni, Güneş ışınlarının dik olarak geldiği uç noktalar olmasıdır. Yani, Güneş Kuzey Yarım Küre'de en son Yengeç Dönencesi'ne, Güney Yarım Küre'deyse en son Oğlak Dönencesi'ne dik olarak gelir. Bunların dışındaki noktalara hiçbir zaman dik gelmez. Örneğin, Türkiye bu enlemlerin dışında yer aldığı için biz Türkiye'de hiçbir zaman gölge boyumuzun sıfıra indiğini göremeyiz. Bu konulara aşina değilseniz bu anlattıklarım biraz karmaşık gelecektir ama aşağıdaki haritayla daha iyi anlaşılabilir.
Güneş Yengeç Dönencesi'ne 21 haziranda, Oğlak Dönencesi'neyse 21 aralıkta dik gelir. İşte, bu tarihlere de solstis, yani gün dönümü denir. İlki Kuzey Yarım Küre'de, ikincisiyse Güney Yarım Küre'de yaz mevsiminin başlangıcıdır.
Ekvator'dan söz açılmışken, onun da ekinoksla aynı kökten geldiğini belirtelim. O da Türkçeye Fransızcadan geçmiş. Kökeni Latince aequator. Türkçesi için eşlek'i öneriyorlar. Ekvador diye de bir ülke var Güney Amerika'da, Ekvator'un üzerinde yer aldığı için bu adı almış.
Bu yazıyı yazarken aklıma geldi, birkaç yıl önce bugün Muğla-Gökova'daydık. Dalgaları izlerken oturup bir şiirimsi yazmıştım. Allah'tan hiçbir defterimi atmam, hepsi yıllarca durur bende. Aradım buldum o defterimi. 22 Eylül 2005. Ne çabuk geçmiş sekiz yıl!
Bir akşam üstü yalnızlığının üstüne,
az biraz tedirginlik serpiyoruz,
rüzgar yardımcı oluyor ya,
yetmiyor yalnızlığı dağıtmaya.
Bir akşam üstü sıkıntısında,
sevgilimle başbaşayız,
Biraz Gökova'dayız, biraz da sonbaharda.
Oturuyoruz.
Oturup iki metreye varan dalgaları izliyoruz.
Hırçın yaz sonu dalgaları...
Bir çift söz eder gibi,
Gidin artık, uzağa uzağa, der gibi.
Ortalıkta kimsecikler yok,
yazlık dostlar yok.
Gökova Körfezi, üstündeki yaz yorgunluğunu
atıyor üstüme üstüme.
Biraz Gökova'dayız, biraz da Gökova'yız.
Kumsalda oturmuş dalgaları izliyoruz,
güneş batmak üzere,
geride kalan ışınlar dağınık bulutlarla dans ediyor,
dalga sesleriyse fon müziği.
Burada kimsecikler yok,
sizler yoksunuz,
İçimde dolaşıyor yokluğunuzun korkusu,
Akyaka'nın sönük ışıkları bir şey fısıldıyor:
bugün yirmi iki eylül, yarın sonbahar ekinoksu.
21 Eylül 2013
Nasılsın Süleyman Amca?
Sonbahar da geldi.
Bu ne hal?
Yazacak bir şey yok!
Böyle olmazdı hiç.
En çok sonbaharda yazacak bir şeyler olurdu.
Yapraklar ne zaman dökülecek acaba?
Kavak yaprakları dökülüp kuruyunca üstünde yürümek?
En son ne zaman yaptın bunu?
Neyi?
Kuru yaprakların üzerinde yürümeyi?
Bilmiyorum ki, hiç yoksa beş yıl vardır.
"Neden böyle üzgün görünürsünüz, yıllar yılı dost bildiğim aynalar?"
Üzgün müydü sahi o? Yani, orada üzgün değil de sanki başka bir kelime geçiyordu.
E, açıp internete baksana be kardeşim.
Amaaan, boş ver, bakacaksın da ne olacak.
Hiç kurumuş akasya yaprağı da görmedim, nasıl oluyorlar acaba?
"Anam her gün bu vakitlerde bana elma getirirdi," diye yazmıştı bir zamanlar.
Kim?
Kim olacak, içindeki çocuk.
Adem'le Havva'nın düğününde ne ikram edildi acaba?
Lan ne ikram edilecek oğlum! Hasta mısın? Ne'sini bırak, kime ikram edilecek?
Doğru ya, kimse yok ki.
E, ne güzel işte, masraftan kurtulmuşlar hiç olmazsa.
Tabii, davetli falan olmayınca oynayan moynayan da olmamıştır. Halay çeken de olmamıştır.
Yani.
Deliriyor muyum ne? Hayır, o değil de, annemle büyük ablamın yanında böyle konuşsam beni linç etmeseler bile evden atarlar, öyle de bir durum var. Allah'tan anacığım internete girmiyor. Ama ben de pek öyle linç edilmeyi gerektirecek bir şeyler söylemiyorum ki. Ne yani, şimdi insanın Adem'le Havva'nın düğününü merak etmesi ayıp mı, günah mı? Bunda garipsenecek ne var? Sonuçta Adem bizim babamız, Havva da anamız. İnsanın, annesiyle babasının düğününü merak etmesi kadar doğal ne olabilir? Durun size bir şey anlatayım, aklıma geldi. Benim bir amca oğlum var, küçükken çok komikti. Bir gün oturuyorduk, o da halamın kucağındaydı, dört yaşında anca vardı, durup dururken dedi ki, "hala, hatırlıyor musun, ben ninemin düğününde, onun dizine oturmuş şeker yiyordum." Adam ninesinin düğününe gitmiş düşünün, bir de onun dizinde oturmuş ve şeker yemiş. Şimdi gel de reenkarnasyona inanma. Ne diyorduk, deliriyorum galiba. Normaldir.
Yahu, canım nasıl sıkılıyor, anlatamam. İşte böyle hezeyanlara bulanıyorum canım sıkılınca. Siz neler yapıyorsunuz? Ee, daha daha ne var ne yok?
Bu ne hal?
Yazacak bir şey yok!
Böyle olmazdı hiç.
En çok sonbaharda yazacak bir şeyler olurdu.
Yapraklar ne zaman dökülecek acaba?
Kavak yaprakları dökülüp kuruyunca üstünde yürümek?
En son ne zaman yaptın bunu?
Neyi?
Kuru yaprakların üzerinde yürümeyi?
Bilmiyorum ki, hiç yoksa beş yıl vardır.
"Neden böyle üzgün görünürsünüz, yıllar yılı dost bildiğim aynalar?"
Üzgün müydü sahi o? Yani, orada üzgün değil de sanki başka bir kelime geçiyordu.
E, açıp internete baksana be kardeşim.
Amaaan, boş ver, bakacaksın da ne olacak.
Hiç kurumuş akasya yaprağı da görmedim, nasıl oluyorlar acaba?
"Anam her gün bu vakitlerde bana elma getirirdi," diye yazmıştı bir zamanlar.
Kim?
Kim olacak, içindeki çocuk.
Günün birinde Cennet diye bir yer varmış. Orada yaşayan bir adem varmış. Adı Adem'miş. Bir de karısı varmış. Adı Havva'ymış. Bunlara her şey –ama her şey– serbestmiş. "Ne yaparsanız yapın, ne ederseniz edin" denmiş kendilerine, onlar da hiç, "yok olmaz, biz almayalım, valla, kalsın, teşekkür ederiz" filan dememişler, ne verildiyse almışlar.Kimilerine biraz ilginç gelecek belki ama, Adem'le Havva'nın düğününde yer almak isterdim. Hani, insan merak ediyor, yalnızca iki insanın olduğu, başka da hiçbir insanın olmadığı bir devirde, o iki insanın düğünü nasıl oldu acaba? Siz merak etmiyor musunuz? (a. Evet ediyoruz: E, normal canım merak etmek, merak edilmeyecek gibi değil ki. / b. Hayır etmiyoruz: Aman, siz de ne meraksız şeysiniz öyle! Geçin oturun televizyonun karşısına, dizi izleyin anca.) Parantez kapanır, normal hayata dönülür.
Adem'le Havva'nın düğününde ne ikram edildi acaba?
Lan ne ikram edilecek oğlum! Hasta mısın? Ne'sini bırak, kime ikram edilecek?
Doğru ya, kimse yok ki.
E, ne güzel işte, masraftan kurtulmuşlar hiç olmazsa.
Tabii, davetli falan olmayınca oynayan moynayan da olmamıştır. Halay çeken de olmamıştır.
Yani.
Deliriyor muyum ne? Hayır, o değil de, annemle büyük ablamın yanında böyle konuşsam beni linç etmeseler bile evden atarlar, öyle de bir durum var. Allah'tan anacığım internete girmiyor. Ama ben de pek öyle linç edilmeyi gerektirecek bir şeyler söylemiyorum ki. Ne yani, şimdi insanın Adem'le Havva'nın düğününü merak etmesi ayıp mı, günah mı? Bunda garipsenecek ne var? Sonuçta Adem bizim babamız, Havva da anamız. İnsanın, annesiyle babasının düğününü merak etmesi kadar doğal ne olabilir? Durun size bir şey anlatayım, aklıma geldi. Benim bir amca oğlum var, küçükken çok komikti. Bir gün oturuyorduk, o da halamın kucağındaydı, dört yaşında anca vardı, durup dururken dedi ki, "hala, hatırlıyor musun, ben ninemin düğününde, onun dizine oturmuş şeker yiyordum." Adam ninesinin düğününe gitmiş düşünün, bir de onun dizinde oturmuş ve şeker yemiş. Şimdi gel de reenkarnasyona inanma. Ne diyorduk, deliriyorum galiba. Normaldir.
Adem'le Havva her şeyi yapıp etmekte özgürlermiş özgür olmasına, ama bir tek şey yasakmış onlara. O da, adı üstünde yasak meyve. Neden yasakmış acaba? Galiba hiçbir zaman bilemeyeceğiz. O yüzden de üstünde araştırmalar yapmak, akıl yürütmek boşuna. Yasak meyve bir elmaymış. Acaba tatlı bir elma mıymış, yoksa ekşi mi? Onu da bilmiyoruz. Bu elma kırmızı mıymış, yeşil mi? O da, yine aynı şekilde muamma. Ee, ne yapacağız sonuç olarak?Bir de neyi merak ediyorum biliyor musunuz? Merak da denemez ya, keşke diyorum, Adem babamızdan kalan, anılarını yazdığı bir kitap olsaydı da ulaşsaydı günümüze. Hayıflanıyorum ama elden ne gelir? O günleri de çok merak ediyorum. O günkü sosyal hayat nasıldı mesela? İnsanlar ne yapıyorlardı, gündelik hayat nasıl geçiyordu? Sıkıntı, dert, keder, tasa var mıydı?
Yahu, canım nasıl sıkılıyor, anlatamam. İşte böyle hezeyanlara bulanıyorum canım sıkılınca. Siz neler yapıyorsunuz? Ee, daha daha ne var ne yok?
Madem yasak meyveye dokunmak en büyük günahtı orada, Adem babamızla Havva anamız da sırf bu yüzden kovulup bu dünyaya atılmakla cezalandırıldılar, burada niye bu kadar çok elma var, onu da, Allah biliyor ya, çok mu çok merak ediyorum.
20 Eylül 2013
Yabancı Dil
— Kaç yabancı dil biliyorsun?
— Binlerce.
— Nasıl yani?
— Yeryüzünde altı binden fazla dil olduğu söyleniyor...
— Ee?
— Ee'si işte, bir-ikisini sayma, o dillerin tamamına yabancıyım.
— ...
— Binlerce.
— Nasıl yani?
— Yeryüzünde altı binden fazla dil olduğu söyleniyor...
— Ee?
— Ee'si işte, bir-ikisini sayma, o dillerin tamamına yabancıyım.
— ...
19 Eylül 2013
Bilgisayarım
Sevgili bilgisayarım, bugün dördüncü fareni de eskittin. Sen hiç bozulma e mi, bozulan fareler sana kurban olsun! Onlar bozuldukça ben sana yenisini alırım, yeter ki sana bir şey olmasın. Fare mare hikâye, bir gerçek var, o da sensin. Sen olmasan örneğin, ben neyle yazacağım bunca şeyi bu bloga?
18 Eylül 2013
Radyo
© Copyright |
Dün çok kıymetli olan şeyler bugün beş para etmeyebilir, her iki anlamda da, hem maddi hem manevi. Sosyal ilişkilerimizde de böyle değil midir? Dün kıymet verdiğimiz insanlar bugün hafızamızdan silinip gitmek üzereler. Neden böyle acaba?
Dağınık bir yazı olmasını istiyorum bunun, Einstein'ın masası da dağınıkmış, facebook'ta gördüm, dağınık bir masa, yanında da Einstein, adamın biri yazmış üstüne, dağınık bir masa dağınık bir kafanın işaretiyse, boş bir masa neyin işaretidir, diye. Güya bunu Einstein böyle demiş. Koskoca Einstein böyle der mi hiç, Allah var.
Ein Almancada bir demek, stein da taş, oldu sana tek taş. Albert Tektaş. Dedim ya, dağınık bir yazı olmasını istiyorum bunun. Niye ki? Çünkü, güzel kardeşim, zihnim şu an olabildiğince dağınık da ondan. Bırakalım o vakit, dağınık bir yazı dağınık bir zihne delalet etsin. Bir şey daha diyecektim, neydi yahu, hay Allah.
Radyodan girdim, kim bilir nereden çıkacağım? İnsanın zihni neden bazen allak bullak olur? Beyne format atma diye bir şey çıkmış diyorlar. Her bir bok çıktı zaten, ne kaldı ki. Adam mezarından kalksa, bir çift pilin bu kadar ucuzladığını görse, kalmak mı ister acaba, yoksa mezarına geri mi dönmek? Beyne format atma meselesi ileride yaygınlaşırsa, bir beyinci açacağım, buna kesin kararlıyım. Yıllar önce de arkadaşım Yunus'la bilgisayar dükkanı açıp bilgisayarcı oluyorduk güya, ne oldu? Atıp atıp tutuyorduk, şunu şöyle edeceğiz, bunu böyle edeceğiz, şu kadar zaman içinde şöyle zengin olacağız. Ee, peki ya sonra? Sonra da dünyayı dolaşacağız. Adriyatik senin, Rio benim, Afrika senin, Avustralya benim, dur durak bilmeden dünyayı gezecektik. (Güya). Beyinci, diyordum, beyin dükkanı açıp insanların beynine format atacağım. Çünkü bilgisayarıma da kendim format atıyorum. Pek çok kişi uğraşmıyor oysa böyle işlerle, bilgisayarcıya götürüyor bilgisayarını herkes. Halbuki, ben bilgisayarcı geçinenlerden daha iyi anlıyorum bilgisayardan. O halde, beyinde de neden böyle olmasın? Beyninize Windows'un hangi sürümünü atalım hanımefendi? Vallahi kulağa çok hoş geliyor. (Bill Gates'in şirketi Windows. Gates: kapılar, windows: pencereler. Ne güzel ne güzel. Keşke herkes böyle yapsa.)
Bu dağınıklık, yazınca iyi bir şeymiş be. Demek ki psikologlar haklıymış, iç dökmekte fayda varmış. Saçmalamak diyor bazıları, toptan kesip atıyorlar öyle. Senin saçma dediğin şey belki adamın ilacıdır, ne biliyorsun. Batı medeniyeti aldı başını gidiyor, biz Doğu yerimizde sayıyoruz amına koyim. Bir Einstein, bir Freud çıkaramadık gitti. Okulda da çocuklarımıza ha bire, ampulü Edison buldu, kuduz aşısını Pasteur buldu falan. Ne diyeceğiz başka? Aşı demişken, geçen sonbahar gittim grip aşısı oldum, domuz gribinde de olmuştum, onu saymazsak hayatımda ilk kez grip aşısı oldum, işe yarıyormuş. Her kış düzenli olarak grip olurdum, bu kış olmadım. Ama bir de bağışıklık sisteminin güçlenmesini engelliyormuş, onu da söyleyeyim. Önümüzdeki yıl olmayacağım kısacası. (Grip mi olmayacaksın, aşı mı?)
Batı uygarlığı, diyorduk, aldı başını gitti. Bakınız, adamlar şizofren diyor, panik atak diyor, obsesif-kompulsif bozukluk diyor, psikolojisi bozuk diyor, üstüne gitmeyin diyor, Doğu uygarlığı ise hepsine toptan deli diyor. Kim deli, kim akıllı, varın siz karar verin.
Radyoya geri dönelim. Türkiye'de bir kuşağın, hatta belki iki kuşağın ömrü, bu radyodaki her gün sesini duyduğumuz adam neye benziyor acaba, diyerek geçti. Var mı çevrenizde böyleleri, dedeniz filan? Benim dedem daha yaşıyor, tamı tamına 100 yaşında, 1913'te doğmuş. Geçen yaz sonu, başından geçenleri anlatıyordu, "ben," diye başladı, "üç devir gördüm," diye sürdürdü. O öyle deyince ben içimden, biri Osmanlı, biri Cumhuriyet, diğeri ne ola ki, diye düşünürken, "biri çıra devri, biri gaz lambası devri, biri de elektrik devri," diyerek tamamladı konuşmasını. Adam Osmanlı vatandaşı olarak doğmuş, düşünsene. Dedem ölmeden Avrupa Birliği'ne girsek keşke.
Millet facebook'ta, twitter'da kafayı yemekle meşgul. Bereket versin blogger var.
Radyo, en iyisi yine radyodan devam etmek. Bizim burada eskiden çok ilginç bir gelenek vardı. Maç günleri köyde radyosu olanlar radyoyu dışarı çıkarır, yüksekçe bir yere koyar, sesini de sonuna kadar açar; ahali de, gelip radyonun başına toplanmadan, evinden, penceresini açar, yanına kurulur, maçı dinlerdi. Fenerbahçe-Beşiktaş falan. Sıcak mevsimlerde olurdu bu tabii. Eski radyolar da büyüktü, sesleri çok çıkardı. Şimdilerde Rıdvan Dilmen diyoruz ya, Rıdvan'ı herkesin "tanıdığı" ama hiç kimsenin bir kez olsun Dilmen'i duymamış olduğu günlerden söz ediyorum. Yüzlerin/suretlerin görül(e)mediği zamanlar insanoğlunun hayal gücünün zirveye çıktığı zamanlardır. Herkes Rıdvan'ın, Uğur'un nasıl bir şey olduğunu merak ederdi. Maçı sunan adamın orada bir ağacın üstüne falan çıktığını tasarlardı birileri. Öyle ya, adam maçta ne olup bitiyorsa hepsini anlatıyordu. Her bir yeri görüyor olduğu yüksekçe bir yere çıkmış olmalıydı. Ne diyorlardı bir zamanlar: Hayal gücü iktidara geliyor. Bugünkü şartlarda hayal gücü değil iktidara, masaya bile gelemez. Artık devir böyle. Radyo devri çoktaaan bitti. Devir facebook devri. Söylenenler doğruysa, salondaki kadın odadaki oğluna facebook'tan, oğlum yemeğin soğudu, diyormuş. Haberlerde okumuştum, ikisi de evli olan bir kadınla bir erkek internetten tanışmışlar, muhabbete başlamışlar. Sonra muhabbet ilerlemiş, bir gün buluşmaya karar vermişler, falan zamanda, falan kafede. Henüz birbirlerinin kim olduğundan habersizlermiş tabii. Gitmişler, buluşmuşlar, ne çıksa beğenirsiniz? Karı koca.
Bugün çarşamba. Yok yok, salı.
Bir üçgenin iç açılarının toplamı 180 derecedir. Kürt çocuklarının okulda en zor öğrendiği şeyler, işte böyle şeylerdir. Sonradan öğrendiğin bir dilde seni en çok zorlayan şey soyut kavramlardır. Keşke her şey tahtaya çizilen üçgen kadar somut olabilseydi. Şu anda yazdığım bu dilin, yedi yaşına kadar tek kelimesini bilmiyordum. Türkçe, dünyanın sonradan öğrenilmesi en zor dillerinden biridir, diyorlar. Yalan. İnanın veya inanmayın, bir ayda öğrendim Türkçeyi. Bir ay sonunda söylenen her şeyi anlıyordum. Ama mesela yıllardır İngilizce kitap okurum, hâlâ bir Bristol'lu konuşunca ağzından bir şey anlamakta zorlanıyorum. Türkçe bize zorla öğretiliyordu. Halbuki, buna hiç gerek yoktu, adam gibi, bakın burada bir dil var, öğrenmek istemez misiniz, diye sorulsaydı, hangi birimiz hayır derdik ki? Ben yıllardır Latince öğreneceğim, Fransızca öğreneceğim diye yırtınıyorum, bir arpa boyu yol alabilmiş değilim. Nereden bulacağım Latince hocasını, söyler misin be kardeşim?
Sık sık Allah'la konuşuyorum. Ya Rabbim, diyorum, Harvard'larda, Columbia'larda okuyan kullarının benden ne üstünlükleri var? Babalarının parası mı? E, o zaman neden tecelli ettirmiyorsun adaletini? Cevap veriyor Rabbimiz, hemen aklıma şu düşünceyi atıyor: Ya senden daha kötü durumda olanlar Harun efendi, sen kıytırık da olsa okuyacak bir üniversite bulabildin, ya hiç okuyamayanlar? O zaman bir şeyler daha söyleyecek oluyorum ama tıkanıp kalıyorum.
İnsan bazen hakikaten de tıkanıp kalıyor.
Uzak
Nuri Bilge Ceylan'ı facebook'tan ekleyeyim dedim ama sırada bekleyen çok sayıda arkadaşlık isteği olduğu için yeni istek gönderilemiyormuş. Bu da demek oluyor ki kendisi facebook'u çok az kullanıyor. Bir soru soracaktım Nuri Bilge'ye, ondan ötürü eklemek istedim.
Uzak, Nuri Bilge Ceylan'ın 2002'de çektiği, yanılmıyorsan birkaç tane önemli ödül de alan bir filmi. Galiba ilk olarak 2005'te izledim. Üniversitenin üçüncü sınıfındaydım ve o zamanlar bir tür yabancılık sendromuna yakalanmıştım. Yarıyıl tatillerinde falan memlekete geldiğimde kendimi büsbütün yabancı hissetiğim zamanlardı. Sanki burası benim, anamın babamın, atalarımın memleketi değilmiş, burada doğup büyümemişim de başka bir yerden gelmişim ve yabancılık çekiyorum gibi hissediyordum kendimi. İşte, Uzak'ı izlemem tam da o zamana rastlayınca haliyle çok beğendim. Aslında yalnızca bunun için değil, genel anlamda da beğendim. Güzel filmdi, yani benim sevdiğim tarzda bir filmdi. Evde bilgisayardan izlemiştim, onu anımsıyorum ama yalnız mıydım, yanımda birileri var mıydı, onu anımsamıyorum. Sanki yanımda biri vardı ve film bitinceye dek sıkıntıdan patlamıştı, öyle de bir şeyler hatırlıyorum, eğer bu filmde değilse bile, bu anlattığım, İklimler'de olmuştu. Nuri Bilge'nin filmleri, bilenler bilir, ağır aheste akan filmlerdir. Neyse, bunları ne demeye söylüyorum ki, konu bu değil.
Filmi ilk izleyişimden önce miydi, sonra mıydı, onu da hatırlamıyorum, Radikal'in sinema sayfasında Uzak üzerine yazılmış bir yazı okumuştum. Yazının başlığı, "Kendi Kültürüne Uzak"tı. Yazarın bu yargısına katılmamıştım. Çünkü o, filmin başrol oyuncularından Mahmut'u yeriyordu bu başlıkla. Bense o zamanlar Mahmut'u, onun tutumunu, tavrını tutuyordum. Mahmut, karısından boşanmış, İstanbul'da yalnız başına yaşayan, bir seramik şirketine mermer fotoğrafları çekerek geçinen, hali vakti yerinde sayılabilecek, 40-50 yaşlarında eski bir fotoğraf sanatçısıdır. Günün birinde Yusuf adlı bir genç iş bulup çalışmak için köyünden kalkıp İstanbul'a gelir, Mahmut'a misafir olur. Mahmut'un akrabası olduğu belli ama tam olarak nesi olduğunu filmden öğrenemiyoruz. Yusuf rastgele gelmiştir, ekonomik kriz de vardır, bu nedenle de iş bulmak hiç de kolay değildir. Mahmut'unsa ona yardımcı olmaya niyeti yoktur, çünkü etliye sütlüye dokunmayan bir yapısı vardır. Yusuf'a belli etmek istemez ama bir an önce bir iş bulup gitmesini istemektedir, çünkü yalnız yaşamaya alışmış ve böyle yaşamayı da seviyor görünmektedir. İşte bu nedenle Yusuf'un iş bulamadan akşam eve geldiği her geçen gün ondan sıkılmaktadır. Sonunda dayanamaz ve bu sıkıntısını bir yolunu bularak Yusuf'a belli eder:
— Sen salonda sigara mı içtin?
— Hayır, içmedim.
— Oğlum yalan söyleme, geldiğimde içerisi leş gibi sigara kokuyordu! Halıların üstünde küller, izmaritler...
— Ya, geçende beraber odada içtiydik ya, herhalde artık içiliyordur diye bir tane içmişimdir belki.
— Bak oğlum, azıcık yüz verince hemen cıvıtıyorsun. Sana kaç sefer tuvaletten çıkınca sifonu çek demedim mi?
— Demedin.
— Bunu demem mi lazım! Eşek kadar adam oldun, daha bunu öğrenemedin mi? İnsan misafir kaldığı evde biraz dikkat eder. Bir gün gelmeyeceğim, dedim, sıçmışın evin içine, ortalığı bok götürüyor! Bin türlü derdim var, bir de senin pisliğini temizleyeceğim burda...
— ...
— Bana bak, ben sigarayı bıraktım, bundan sonra mutfakta da sigara içmek yok!
— Tamam.
Birkaç gün sonraysa Mahmut'un sıkıntısı iyice artar ve deyiş yerindeyse, artık Yusuf'a patlar. O sahnedeki diyalog da şöyledir:
— Ne oldu senin gemi işi?
— Valla, işte haber bekliyoruz ya. Daha belli değil.
— Ne zaman belli olacak?
— Valla... Bilmiyom ki ya, işte... İşi kolluyorum yani, öyle, gidip geliyorum, birkaç güne kadar haber veririz dediler. Oradaki gemiciler kahvesine falan da gidiyorum.
— Peki o iş olmazsa ne yapacaksın? Köye mi döneceksin?
— Köye döner miyim ya...
— Ne bok yiyeceksin peki?
— Valla, bir kere ben köye dönersem bir daha hayat boyu oradan kurtulamam artık. Fabrikada da hiç iş falan yok. Köyde durum çok sakat yani.
— Peki oğlum bu durumda ne yapacaksın, bana onu söyle!
— Şu sizin seramik şirketinde bana göre bir iş bulamaz mıyız acaba?
— Oh! Adamlar zaten seni bekliyordu. Oğlum, burda da adamlar sapır sapır adam çıkarıyor. Kriz yok mu sanıyorsun burda?
— Yahu... Gene de bir denesek, belki bir bekçilik işi falan, oralardan denk getiririz.
— Lan iki gün evi sana bıraktık, ne hale getirdin, senden bekçi mi olur!
— ...
— Senin ne vasfın var ki alsınlar işe? Hadi girdin, ne yapacaksın o zaman? Ne iş yapacaksın? Fasülye mi dikeceksin? Kamarotluk mu yapacaksın? Miçoluk mu yapacaksın?
— Ya bak, Mahmut Abi, dallandırıp budaklandırma o kadar. Senden bir şey rica ettik, söyleyiversen ne olur sanki? Ben olsam söylerdim.
— Oğlum, bugüne kadar ben kendim için bile bir şey söylemedim.
— Zaten siz hepiniz böylesiniz ya, burası değiştirmiş sizi.
— Oğlum, gurur diye bir şey var, öyle paldır küldür harcanmaz. Salak herif!
— Yahu, bir kere denemekten ne olur ya? Hem ben olsaydım çoktan söylerdim ha.
— Şuna bak şuna. Lan bir bok anladığın yok, cart curt konuşuyorsun. Kolay mı sanıyorsun sen bu işleri! Lan adamlara on yıldır binlerce fotoğraf çektim, şu balkona yirmi metrekare seramik lazım oldu, üç kuruş indirim yaptıramadım be! Taşradan gelmişsiniz, işiniz gücünüz torpil aramak! Bir vasıf filan bulmak diye bir derdiniz yok, amcaydı, dayıydı, bakandı, milletvekiliydi, cart curt! Her şeyi hazır bulmaya çalışıyorsunuz! Ben bu işe başladığım zaman kimse yardım etmedi bana, her şeyi tırnaklarımla kazandım! İstanbul'a geldiğimde cebimde otel parası bile yoktu!
— ...
— Bir bok öğrenmeden, plansız programsız kalkıp geliyorsunuz İstanbul'a, ondan sonra kalakalıyorsunuz ortalıkta!
— S.ktir lan, ...
Az önce de söyledim, filmi ilk izlediğimde Mahmut'u tutmuştum ben. Ama şimdi biraz farklı düşünüyorum tabii. Bana kalırsa, objektif bir açıdan baktığımızda Mahmut'a da hak vermemiz gerekir, Yusuf'a da. Bir kere, akrabalık, yakınlık denen bir değer var. Tutup da bir kalemde silemeyiz. İnsan dara düştü mü yakınlarından yardım ister, bu çok doğal. Yusuf'un hakkı burada. Bir de, bireysel tercihler mi dersiniz artık, işin o yönü var. İnsanların yaşam biçimi zamanla değişebilir, bunu garipsememek gerek. Bir kimse kalkıp İstanbul'a ya da Paris'e gittikten sonra değişebilir. Yaşamı da değişebilir, kendisi de. Buna saygı göstermek gerek. Mahmut'un hakkı da burada.
Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerini çok severim. Bir Zamanlar Anadolu'da'yı da henüz izlemedim bu arada. Geçen gün, Nuri Bilge'nin filmlerini birer kez daha izleyesim tuttu ve bilgisayarda bulunanlardan Uzak'ı açıp izledim. Yazının başında, Nuri Bilge'ye bir şey soracaktım dedim, şimdi gelelim ona. İlk izlediğimde dikkatimi çekmemişti, ama bu kez birden fark ettim, daha doğrusu bana öyle geldi, filmin her iki başrol oyuncusu da galiba Nuri Bilge Ceylan'ın ta kendisi. Yani, Ceylan galiba burada kendi hayatından kesitler sunmuş bize. Kendi hayatını anlatan binlerce yönetmen var. Hatta, çoğu yönetmenin ilk filmlerinde kendilerini anlattığı yönünde efsane-gerçek karışımı bir yargı da var. Bir yönetmen, isterse bütün filmlerinde kendini anlatsın, benim için sorun yok, yeter ki anlattığı hikâye gerçek bir film olsun.
Merakımı giderebilirim umarım. Öyle düşünüyorum ama sormakta yarar var, Acaba hem Mahmut, hem de Yusuf Nuri Bilge Ceylan'ın kendisi mi?
Uzak, Nuri Bilge Ceylan'ın 2002'de çektiği, yanılmıyorsan birkaç tane önemli ödül de alan bir filmi. Galiba ilk olarak 2005'te izledim. Üniversitenin üçüncü sınıfındaydım ve o zamanlar bir tür yabancılık sendromuna yakalanmıştım. Yarıyıl tatillerinde falan memlekete geldiğimde kendimi büsbütün yabancı hissetiğim zamanlardı. Sanki burası benim, anamın babamın, atalarımın memleketi değilmiş, burada doğup büyümemişim de başka bir yerden gelmişim ve yabancılık çekiyorum gibi hissediyordum kendimi. İşte, Uzak'ı izlemem tam da o zamana rastlayınca haliyle çok beğendim. Aslında yalnızca bunun için değil, genel anlamda da beğendim. Güzel filmdi, yani benim sevdiğim tarzda bir filmdi. Evde bilgisayardan izlemiştim, onu anımsıyorum ama yalnız mıydım, yanımda birileri var mıydı, onu anımsamıyorum. Sanki yanımda biri vardı ve film bitinceye dek sıkıntıdan patlamıştı, öyle de bir şeyler hatırlıyorum, eğer bu filmde değilse bile, bu anlattığım, İklimler'de olmuştu. Nuri Bilge'nin filmleri, bilenler bilir, ağır aheste akan filmlerdir. Neyse, bunları ne demeye söylüyorum ki, konu bu değil.
Filmi ilk izleyişimden önce miydi, sonra mıydı, onu da hatırlamıyorum, Radikal'in sinema sayfasında Uzak üzerine yazılmış bir yazı okumuştum. Yazının başlığı, "Kendi Kültürüne Uzak"tı. Yazarın bu yargısına katılmamıştım. Çünkü o, filmin başrol oyuncularından Mahmut'u yeriyordu bu başlıkla. Bense o zamanlar Mahmut'u, onun tutumunu, tavrını tutuyordum. Mahmut, karısından boşanmış, İstanbul'da yalnız başına yaşayan, bir seramik şirketine mermer fotoğrafları çekerek geçinen, hali vakti yerinde sayılabilecek, 40-50 yaşlarında eski bir fotoğraf sanatçısıdır. Günün birinde Yusuf adlı bir genç iş bulup çalışmak için köyünden kalkıp İstanbul'a gelir, Mahmut'a misafir olur. Mahmut'un akrabası olduğu belli ama tam olarak nesi olduğunu filmden öğrenemiyoruz. Yusuf rastgele gelmiştir, ekonomik kriz de vardır, bu nedenle de iş bulmak hiç de kolay değildir. Mahmut'unsa ona yardımcı olmaya niyeti yoktur, çünkü etliye sütlüye dokunmayan bir yapısı vardır. Yusuf'a belli etmek istemez ama bir an önce bir iş bulup gitmesini istemektedir, çünkü yalnız yaşamaya alışmış ve böyle yaşamayı da seviyor görünmektedir. İşte bu nedenle Yusuf'un iş bulamadan akşam eve geldiği her geçen gün ondan sıkılmaktadır. Sonunda dayanamaz ve bu sıkıntısını bir yolunu bularak Yusuf'a belli eder:
— Sen salonda sigara mı içtin?
— Hayır, içmedim.
— Oğlum yalan söyleme, geldiğimde içerisi leş gibi sigara kokuyordu! Halıların üstünde küller, izmaritler...
— Ya, geçende beraber odada içtiydik ya, herhalde artık içiliyordur diye bir tane içmişimdir belki.
— Bak oğlum, azıcık yüz verince hemen cıvıtıyorsun. Sana kaç sefer tuvaletten çıkınca sifonu çek demedim mi?
— Demedin.
— Bunu demem mi lazım! Eşek kadar adam oldun, daha bunu öğrenemedin mi? İnsan misafir kaldığı evde biraz dikkat eder. Bir gün gelmeyeceğim, dedim, sıçmışın evin içine, ortalığı bok götürüyor! Bin türlü derdim var, bir de senin pisliğini temizleyeceğim burda...
— ...
— Bana bak, ben sigarayı bıraktım, bundan sonra mutfakta da sigara içmek yok!
— Tamam.
Birkaç gün sonraysa Mahmut'un sıkıntısı iyice artar ve deyiş yerindeyse, artık Yusuf'a patlar. O sahnedeki diyalog da şöyledir:
— Ne oldu senin gemi işi?
— Valla, işte haber bekliyoruz ya. Daha belli değil.
— Ne zaman belli olacak?
— Valla... Bilmiyom ki ya, işte... İşi kolluyorum yani, öyle, gidip geliyorum, birkaç güne kadar haber veririz dediler. Oradaki gemiciler kahvesine falan da gidiyorum.
— Peki o iş olmazsa ne yapacaksın? Köye mi döneceksin?
— Köye döner miyim ya...
— Ne bok yiyeceksin peki?
— Valla, bir kere ben köye dönersem bir daha hayat boyu oradan kurtulamam artık. Fabrikada da hiç iş falan yok. Köyde durum çok sakat yani.
— Peki oğlum bu durumda ne yapacaksın, bana onu söyle!
— Şu sizin seramik şirketinde bana göre bir iş bulamaz mıyız acaba?
— Oh! Adamlar zaten seni bekliyordu. Oğlum, burda da adamlar sapır sapır adam çıkarıyor. Kriz yok mu sanıyorsun burda?
— Yahu... Gene de bir denesek, belki bir bekçilik işi falan, oralardan denk getiririz.
— Lan iki gün evi sana bıraktık, ne hale getirdin, senden bekçi mi olur!
— ...
— Senin ne vasfın var ki alsınlar işe? Hadi girdin, ne yapacaksın o zaman? Ne iş yapacaksın? Fasülye mi dikeceksin? Kamarotluk mu yapacaksın? Miçoluk mu yapacaksın?
— Ya bak, Mahmut Abi, dallandırıp budaklandırma o kadar. Senden bir şey rica ettik, söyleyiversen ne olur sanki? Ben olsam söylerdim.
— Oğlum, bugüne kadar ben kendim için bile bir şey söylemedim.
— Zaten siz hepiniz böylesiniz ya, burası değiştirmiş sizi.
— Oğlum, gurur diye bir şey var, öyle paldır küldür harcanmaz. Salak herif!
— Yahu, bir kere denemekten ne olur ya? Hem ben olsaydım çoktan söylerdim ha.
— Şuna bak şuna. Lan bir bok anladığın yok, cart curt konuşuyorsun. Kolay mı sanıyorsun sen bu işleri! Lan adamlara on yıldır binlerce fotoğraf çektim, şu balkona yirmi metrekare seramik lazım oldu, üç kuruş indirim yaptıramadım be! Taşradan gelmişsiniz, işiniz gücünüz torpil aramak! Bir vasıf filan bulmak diye bir derdiniz yok, amcaydı, dayıydı, bakandı, milletvekiliydi, cart curt! Her şeyi hazır bulmaya çalışıyorsunuz! Ben bu işe başladığım zaman kimse yardım etmedi bana, her şeyi tırnaklarımla kazandım! İstanbul'a geldiğimde cebimde otel parası bile yoktu!
— ...
— Bir bok öğrenmeden, plansız programsız kalkıp geliyorsunuz İstanbul'a, ondan sonra kalakalıyorsunuz ortalıkta!
— S.ktir lan, ...
Az önce de söyledim, filmi ilk izlediğimde Mahmut'u tutmuştum ben. Ama şimdi biraz farklı düşünüyorum tabii. Bana kalırsa, objektif bir açıdan baktığımızda Mahmut'a da hak vermemiz gerekir, Yusuf'a da. Bir kere, akrabalık, yakınlık denen bir değer var. Tutup da bir kalemde silemeyiz. İnsan dara düştü mü yakınlarından yardım ister, bu çok doğal. Yusuf'un hakkı burada. Bir de, bireysel tercihler mi dersiniz artık, işin o yönü var. İnsanların yaşam biçimi zamanla değişebilir, bunu garipsememek gerek. Bir kimse kalkıp İstanbul'a ya da Paris'e gittikten sonra değişebilir. Yaşamı da değişebilir, kendisi de. Buna saygı göstermek gerek. Mahmut'un hakkı da burada.
Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerini çok severim. Bir Zamanlar Anadolu'da'yı da henüz izlemedim bu arada. Geçen gün, Nuri Bilge'nin filmlerini birer kez daha izleyesim tuttu ve bilgisayarda bulunanlardan Uzak'ı açıp izledim. Yazının başında, Nuri Bilge'ye bir şey soracaktım dedim, şimdi gelelim ona. İlk izlediğimde dikkatimi çekmemişti, ama bu kez birden fark ettim, daha doğrusu bana öyle geldi, filmin her iki başrol oyuncusu da galiba Nuri Bilge Ceylan'ın ta kendisi. Yani, Ceylan galiba burada kendi hayatından kesitler sunmuş bize. Kendi hayatını anlatan binlerce yönetmen var. Hatta, çoğu yönetmenin ilk filmlerinde kendilerini anlattığı yönünde efsane-gerçek karışımı bir yargı da var. Bir yönetmen, isterse bütün filmlerinde kendini anlatsın, benim için sorun yok, yeter ki anlattığı hikâye gerçek bir film olsun.
Merakımı giderebilirim umarım. Öyle düşünüyorum ama sormakta yarar var, Acaba hem Mahmut, hem de Yusuf Nuri Bilge Ceylan'ın kendisi mi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)