31 Temmuz 2013

Bir Ramazan Yazısı

Konu dindarlık olunca mangalda kül bırakmayanların dine nasıl baktığını anlamamız için ramazan aslında büyük bir fırsat. Misal, ramazanda herkes, oruç tutuyor musun, diye sorar, ama herhangi bir zaman, namaz kılıyor musun, diye sorana zor rastlanır. Kendimden örnek vereyim, bana da oruç tutup tutmadığıma dair ramazan boyunca onlarca kez soruluyor ama annem-babam dışında bugüne dek namaz kılıyor musun, diye soran tek bir insana rastlamadım, oysa dinde namaz oruçtan katbekat daha önemlidir, ben söylemiyorum, dinin kendisi söylüyor bunu. 

Geçmişte, ramazanda oruç tutmadığı için öldürülenler oldu, peki, namaz kılmadığı için öldürülen tek bir kimse duydunuz mu? Duymamışsınızdır. Bundan çıkan sonuç olabildiğince açık, olabildiğince seçik: Aşırı dindar görünenler aslında dinsizlerin ta kendisi. Tutarlılık yok çünkü. Oruç ayında dışarıda yiyip içtiğin için seni öldüren adam, misal, bir cuma günü namaz saatinde camide değil de sokakta olduğun için seni oracıkta öldürmeli, değil mi? Böyle yapınca, en azından tutarlı davranmış olur. Halbuki, mesele çok farklı, hem de çok. Üstelik de derin. 

Namaz kulla Allah arasında geçen bir ibadettir. Falankesin namaz kılıp kılmaması filankesi hiç mi hiç ilgilendirmez, onun sınırlarına bile girmez. Dolayısıyla da, namaz dinin direği de olsa, en önemli ibadeti de olsa bir şey değişmez, toplumun en dindarı bile son hesaplaşmada, ister kıl ister kılma bana ne, gözüyle bakar. Ama oruç öyle mi? Falankesin oruç tutmaması filankese de dokunur, onun sınırlarına girer. Çünkü falankesin karnı açtır, filankes yiyip içince de onun iştahı kabarır, yani iş gelip mideye dayanır. Peki, Allah demiyor mu, önemli olan aç kalmak değil, nefsi terbiye etmek. 

Bana kalırsa, dindar bir toplumda, –ama hakiki bir dindarlıktan söz ediyorum– insanlar rahatça yiyip içebilmeli. Ya da tersine çevirip şöyle diyelim, en dindar toplum, insanların oruç ayında rahatça yiyip içebildiği toplumdur. Çünkü o zaman nefislerin ne denli terbiye edildiği ortaya çıkar ve böylece dindarlığın da ne denli sahici olduğu görülür. 

Senin için hava hoş, diyenler çıkabilir tabii. Hayır, hiç de öyle değil, yıllardır oruç tutarım ve ister inanın, ister inanmayın, ramazanda çarşı pazarda açıkça yiyip içen birini görünce mutlu olurum, oruçlulara saygı duymuyor oluşunu da o an bir yana bırakırım, toplumun anlayış bakımından belli bir seviyeye geldiğinin göstergesidir bu çünkü. 

Bu ülkede insanların %99'unun müslüman olduğu birileri için her zaman iftihar konusu oldu. Nicelikle nitelik arasındaki derin ayrımı görememiş olmak da ayrı bir trajedi. "Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir," diyen bir dine inandığını söyleyenler, sormadan etmeden, üstelik de "Allahu Ekber!" diye bağırarak insanların başını kesiyorlar. "Yakarak öldürmek ancak Allah'a aittir," diyen bir dine inandıklarını söyleyenler Sivas'ta bir otele kıstırdıkları onlarca masum insanı yakmaktan geri durmuyorlar. Allah'ın bildiğini kuldan niye saklayayım, bu insanlarla aynı dini paylaştığım için utanıyorum. Gerçi onların herhangi bir dinden olamayacaklarına inancım tam, o konuda rahatım ama nüfus cüzdanımızda aynı dinin adının yazıyor olması bile beni rahatsız ediyor.

30 Temmuz 2013

Konrad'ın Ölümü ya da İftar Vakti (Anlayana)

Bir gece Konrad harika bir rüya gördü. Rüyada yüzlerce, binlerce ördeğin arasında cam kapaklı bir fırının önünde mutlu bir tilki oturuyordu. Fırında altın rengi bir ördek ağır ağır dönüyordu. Rüya bile olsa, Konrad mis gibi kokuyu duyabiliyordu. "Buldum!" diye bağırdı rüyadaki tilki, "yakında civcivler büyüyecek, o zaman hiç aç kalmayacağım." 
...
Aradan yıllar geçti. Konrad her geçen gün daha da yorgun düştü. Artık çalkantılı hayatının sonuna yaklaşmıştı ve ördeklerini seyrediyordu. Derken bir gün gözlerini kapattı ve bir daha da açmadı.
Christian Duda, Benim Bütün Ördeklerim.

29 Temmuz 2013

Önümarkamsağımsolum

© Salim Başyiğit

Benekli Beyaz Kelebekler

O yıllarda bütün çocuklar kendiliğinden ağlamayı kesmişlerdi. Bunu fırsat bilen kadınlar, kırlara benekli beyaz kelebekler aramaya gitmiş, sonra hiçbirinden haber alınamamıştı. Erkekler de yalnızlık ağıdı yakmaktan kendilerini unutmuşlardı. Yaşam ters düz edilmişti; kurtlar gelip köye kurulmuş, yerlerinden edilen köpeklerse etraftaki dağlara kaçmışlardı. Ancak hava karardığında köyün eteklerine yaklaşabilen köpekler için hayat olabildiğince zorlaşmıştı, yetim hislere bürünmüştü her biri, nasıl da özlüyorlardı eski yaşamlarını. Ve İbrahim... İbrahim de köyün delisi kılığına girmişti. 

İşte, ne olduysa o günlerin birinde oldu. Gelgelelim, hiçbirimiz bilemeyeceğiz ne olduğunu.

24 Temmuz 2013

Yazarın Kafası

Bad readers have asked me if I was drugged when I wrote some of my works. But that illustrates that they don’t know anything about literature or drugs. To be a good writer you have to be absolutely lucid at every moment of writing, and in good health.*  

Gabriel García Márquez (Via)


Bazı kötü okurlar, falanca kitaplarımı yazarken uyuşturucu kullanıp kullanmadığımı sordular. Bunu sorarak, edebiyat ve uyuşturucu hakkında hiçbir şey bilmediklerini de gösterdiler. İyi bir yazar olabilmek için kalem oynattığınız her an mutlaka aklınızın başınızda, sağlığınızın da yerinde olması gerekir.

23 Temmuz 2013

Yerli Yerinde

Bütün bu olup bitenlere rağmen dünya hâlâ yerinde duruyor.

Yaz ve Kış

Kış gelince soğuktan titreyen insanlar hep bir ağızdan, "Yaz gelse de kemiklerimiz ısınsa," dediler. Bunu söylerken sesleri özlem kokuyordu, hatta, iç çekerek söylüyordu kimileri. 

Yaz geldiğindeyse sıcaklardan kavrulan insanlar, gene hep bir ağızdan, "Kış gelse de biraz..." dediler ve durdular. Sonunu getirmeye cesaret edemedi hiçbiri.

Böylece devam etti gitti düzen.

21 Temmuz 2013

Equilibrium



Üç bin, beş bin yıl önce filozoflar boşuna ölçülü olmaktan söz etmediler. Elbet bir bildikleri vardı. Onlar pespaye şeyler söylemezler, beğenelim ya da beğenmeyelim, bir filozofun sözleri taa bin yıl öncesinden yankılanıp günümüze ulaşabiliyorsa, mutlaka vardır kıymetli bir yanları. 

Yaşam denen bu "acılıklar-tatlılıklar" denizinde dengeyi tutturabilmek, galiba her şeyin en başta geleni bu. Gerisi teferruat. 

Yaşamını dengeli, ölçülü sürdürebilene ne mutlu!

Annabel Lee

Seneler, seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabel Lee;
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekten başka beni.

O çocuk ben çocuk, memleketimiz

O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırdı bizi.

Bir gün işte bu yüzden göze geldi,

O deniz ülkesinde,
Üşüdü rüzgarından bir bulutun
Güzelim Annabel Lee;
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni,
Mezarı ordadır şimdi,
O deniz ülkesinde.

Biz daha bahtiyardık meleklerden

Onlar kıskandı bizi
Evet!– bu yüzden (şahidimdir herkes
Ve o deniz ülkesi)
Bir gece bulutun rüzgarından
Üşüdü gitti Annabel Lee.

Sevdadan yana, kim olursa olsun,

Yaşça başça ileri
Geçemezlerdi bizi;
Ne yedi kat gökteki melekler,
Ne deniz dibi cinleri,
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee.

Ay gelip ışır hayalin eşirir

Güzelim Annabel Lee;
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
Güzelim Annabel Lee;
Orda gecelerim, uzanır beklerim
Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
O azgın sahildeki,
Yattığın yerde seni. 

Edgar Allan Poe
(Buradan aldım, altında çevirmen adı yazmıyordu.)

Meraklısına Not: Annabel Lee, Amerika'nın en ünlü şairlerinden Poe'nun en ünlü şiirlerinden biridir. Annabel Lee yalnızca şiirin bir kahramanı değil, Poe'nun gerçek sevgilisidir ve şiirden de anlaşılacağı gibi, genç yaşta ölmüştür. Bu şiir, aynı zamanda dünyanın ünlü aşk şiirlerinden biridir.

Derdest Çağrışım (xviii)

© Copyright

19 Temmuz 2013

Yaz

© Copyright

Yaz pek çok şeyin mevsimidir. Her şeyden önce sıcaklığın. Ona bağlı olarak da uyuşukluğun, mayışıklığın ve tabii aylaklığın. En çok da boşvermişliğin zamanıdır yaz. Umursamazlıkların tavana vurduğu zamandır. 

Bir de içinde gelecek barındıran mevsimdir yaz. Önü güz ve kış olmasına karşın yazda tanımlaması zor bir umut vardır. 

Her mevsimin bir rengi vardır, baharla güz değişebilir ama yazla kışın evrensel birer rengi vardır, kış beyaz, yazsa sarıdır. Günebakan çiçeklerinin sarısı nereden geliyor sanırsınız?

Gel de şimdi Can Yücel'i anımsama:

Ben de dedim ki bazıları
Ayçiçeği diyorlar günebakana
Bazısı da günebakan diyor ayçiçeğine

Ben günebakanı yeğliyorum
Belki de güne yöneldiğim için yine
...

18 Temmuz 2013

Pencere

© Copyright

Gözümü dünyaya açtığım ev küçük bir köy eviydi. Taştan yapılmış olduğu için duvarları kalıncaydı. Ondan ötürü de pencereleri, içine girip oturmaya, hatta altına bir de minder koymaya oldukça elverişliydi. 
*
Bizim evin pencerelerinde çiçek olmazdı. Babam sevmiyormuş, ondan. Komşumuzun bizimkinden daha küçük olan evinin daha küçük olan penceresinde ise bir tür kaktüs çiçeği bulunurdu. Meğer o çiçek başta bizimmiş, sonra babam, pencere zaten küçük, oda yeterince aydınlanmıyor, verin birilerine gitsin, deyince annem de kapı komşumuza vermiş. Onlarda öyle bir sorun yoktu demek ki, yani, odanın az ya da çok aydınlanması gibi bir sorun yoktu. Yoktu ki, o çiçek o pencerede yıllarca durdu. Oysaki, dedim ya, onların penceresi bizimkinden daha küçüktü. İnsanın bazen aydınlık-karanlık meselelerine giresi gelmiyor hiç. 
*
O ilk evimizin –yani, benden itibaren ilk evimizin– girişini nasıl tarif etsem? Kapı ve kapının üst kısmının her iki tarafında iki küçük pencere düşünün, bir T harfi yani, öyle bir girişti işte. Bir bayram günüydü, büyük ablam arkadaşlarıyla birlikte şeker toplamaya gitmiş, küçük ablam ve ben de henüz şeker toplayacak kadar büyümediğimizden evde kalmış, annemin canını sıkmakla meşguldük. Annem buna bir çare olarak benle ablamı o küçük pencerelere koydu. Şimdiki halimle herhalde ancak kafam yerleşirdi, ama küçücüktüm, galiba üç yaşındaydım ve rahatlıkla sığıyordum o pencereye. Şeker almak için gelen çocuklar daha kapıya vurmadan ablam kapının kanadını açıyor, kapı açılıp da karşılarında kimseyi göremeyen çocukları bir şaşkınlık alıyordu, yukarı bakmak da akıllarına gelmiyordu. Sonra basıyorduk kahkahayı. 
*
Pencere çok güzel bir şeydir. Şu anda bu yazıyı da pencerenin hemen yanında yazıyorum. Aslında hepsini böyle yazıyorum çünkü masam pencereye bitişik. Kimdi o şair, Orhan Veli ustamız mıydı, şöyle diyordu: 
Pencere, en iyisi pencere,
Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa,
Dört duvarı göreceğine. 
Uçurtmayı Vurmasınlar'ı izlemiş miydiniz? Onu anımsadım şimdi, orada da bir pencere vardı, değil mi? Hapiste de bir başka değerli oluyordur pencere, Allah kimseye yaşatmasın! Pencere ne denli güzelse penceresizlik de o denli zor olmalı.
*
Bir gün bizim komşulardan Dede Kasım'ın ölmekte olduğunu söylediler. Adam o kadar yaşlanmıştı ki o yataktan kalkamayacağına neredeyse herkes emindi. Çocukları, torunları hep gelmişlerdi. Köyün büyükleri başına toplanmış Kuran okuyorlardı. Biz çocuklar içinse eğlenceli bir oyundu tüm olup biten. Dünyanın neresinde bir insan kalabalığı birikse orası çocuklar için bir oyun alanı olur zaten, "Afrika hariç". 

O zamanlar ölümün ne olduğunu çocuk aklımızca üç aşağı beş yukarı biliyorduk bilmesine, gene de işin özünü kavramamız imkansızdı. Ondan ötürü, Dede Kasım'ın birazdan ölecek olması, bize sanki bir düğündeymişiz de birazdan gelin gelecekmiş gibi geliyordu. İşin sonucuna odaklanmıştık tüm çocuklar. Bir ara, öğlene doğru yorulup eve geldim. Bir parça kuru ekmek alıp pencereye girdim, ayaklarımı dışarı doğru uzatıp ekmeğimi yemeye başladım. Çocuklardan gözüme görünen oldukça bağırıp soruyordum: Dede Kasım öldü müü? O kadar doğal soruyordum ki... Çocuktum bir yerde. Çocuklarsa benimkinden de doğal bir tavırla yanıtlıyorlardı beni: Yok, daha ölmemiiş! 

Elimdeki ekmeği daha bitirmemişken M'yi gördüm, Kasım'ın torununun oğluydu M. Oturduğum yerden ona da bağırarak seslendim: Ölmüş müü? Bu kez adını bile söylemeye gerek görmemiştim, yalnızca kuru bir "ölmüş müü?" Yok, daha ölmemiş, diye yanıtladı o da. Sonra sıkıldım pencerede oturmaktan, ekmeğimi bitirip indim. Dışarı çıkıp evin önünde biraz oynadım, elime bir çubuk alıp toprağı eşeledim, tavukları kovaladım. O sırada M'nin koşarak bana gelmekte olduğunu gördüm, önemli bir haberi arkadaşına bir an önce verme gereğinin sorumluluğuyla yanımda durdu ve "öldü" dedi. O kadar doğaldı ki. Yalnızca o mu? Hepimiz doğaldık. Çocuktuk çünkü. Masumiyetimizi yitirmeye daha epey vardı. Beraber Dede Kasım'ın evine koştuk, ev de onun değildi ya, çok yaşlanıp kimi kimsesi kalmayınca kızının, yani M'nin babaannesinin yanına gelmişti. Orada, büyükler içeride dini vecibeleri yerine getiriyor, biz çocuklarsa, şimdi ne olacak acaba, merakıyla avluda bekleşiyorduk. Sonrasını bir türlü hatırlamıyorum.
*
Çocukluk ne güzel bir mevsimdir. Ama pencere ondan da güzeldir. Pencereye girmenin tadı bir başkadır. Hele pencere parmaklıklıysa...
*
Günlerden bir gün, tuvalete gitmeye üşenmiş, odanın penceresini açıp dışarıya işemiştim. Bereket versin, ortalıkta ne annem vardı ne babam.
*
Bir gün de, yine penceremizde oturuyordum, henüz okula gitmiyor olduğuma göre en fazla altı yaşında olmalıyım, bizim komşunun kızı S'yi gördüm, oracıkta oynuyordu öyle, çağırdım, geldi yanıma,,,

(Pencere, en iyisi pencere). 

17 Temmuz 2013

Umut

Bir Japon atasözü, malını yitiren bir şeyini, onurunu yitiren çok şeyini, umudunu yitiren her şeyini yitirmiştir, der. Duru bir kafayla düşününce bunun ne kadar böyle olduğu açıkça görülür. İnsanı yaşatan nedir? Uygarlık tarihinin kadim sorularından biridir bu. Yanıtı ortada galiba: umut. İnsanı yaşatan umuttan başka bir şey değildir. 

Bir de mutluluk konusu var. Kim ne derse desin, gelmiş geçmiş bütün insanların bu yeryüzünde tek bir amacı vardır: mutlu olmak. Çevrenize bakın, geçmişinize bakın, tarihinize bakın, başkalarına bakın, hep bunu göreceksiniz, herkes ama herkes mutlu olmanın peşinde. Yollar ayrıdır elbette, milyon tane yol var ama tek bir amaç var, o da mutlu olmak. Herkes kendi yolunda, kendi aklınca mutluluğa ermeye çabalar. Dün böyleydi, bugün böyle. Beş bin yıl önce de böyleydi, şimdi de böyle. İmparatorlar için de böyleydi, köleler için de. 

Demek ki, mutluluk umutlu olmakta yatıyor. Çıkan sonuç bu. Bundan ötürü de, insanın mutluluğu değil, umudu kovalaması lazım. Ne var ki, umut bazen elimizden uçar gider. O zaman da... 

© Copyright

16 Temmuz 2013

Boş Zaman

"boş zaman" lafına takmıştım bir ara, belki de lisedeydim, neye göre boş zaman, aslolan dolu zamana göre tabii, aslolan dolu zaman da okulda, işte vs geçirilen, "kurum"a adanmış zaman, asıl boş zaman o değil mi, asıl dolu zaman insanın kendine adayacağı zaman değil midir, nasıl bir küçümseme ve hor görmedir bu vs vs - ergence söylenmeler işte.
Cem Akaş 
(Buradan)

Üçe Üç


15 Temmuz 2013

Hayatımız Sınav

Yaşanmış olaydır:

KPSS'ye girecek olan Sezgin, Van Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nin kapısına gelir. Kapıdaki polislerden biri üstünü arar. Cebinde bozuk para vardır. Polis bunların içeri alınamayacağını, şu köşedeki emanetçiye bırakabileceğini söyler. Sezgin emanetçiye yönelir. Cebinde üç tane bir liralık vardır, onu da dolmuş parası olarak almıştır, teslim edip içeri girer. Sınav bitince yine emanetçiye gelir, emanetçi bir lira uzatır kendisine. Şaşkın bir bakışla adama bakar Sezgin. Adam, "abi emanet ücreti zaten iki lira," der. 


Bilen biliyor, ÖSYM'nin enteresan bir uygulaması var artık, içeriye kağıt para hariç hiçbir şey sokamıyor sınava girecek kişi. Kol saati, yüzük, bilezik, toka, bozuk para, kalem, aklınıza ne gelirse. 


İnsanın hınzır aklına geliyor ister istemez, bozuk parayla kopya çekmeyi becerebilen bir kimse kemerle hayli hayli çeker. Öyle ya, kemer serbest, adamın pantolonundaki kemeri de çıkaracak değil ya. Sonra, efendime söyleyeyim, gömleğin düğmesi var, yüzükle kopya çekebilen biri düğmeyle de çekebilir, değil mi? O yine bir şey değil, ayakkabı serbest ayakkabı. Sınav salonuna ayakkabıyla girilebiliyor.  


ÖSYM'nin insanlara yaptığına bak. Madem kapıya onlarca polis dikiyorsun be kardeşim, polislerden biri de insanların emanetini alsın, çok mu zor.

13 Temmuz 2013

Dünyayı ayaklarının altında düşlemek

You do not need to leave your room. Remain sitting at your table and listen. Do not even listen, simply wait, be quite still and solitary. The world will freely offer itself to you to be unmasked, it has no choice, it will roll in ecstasy at your feet.*  

Franz Kafka (Via)


Yerinizden ayrılmak zorunda değilsiniz. Yalnızca masanızda oturun ve dinleyin. Hatta, dinlemeyi de bırakın, öylece kalın; sessiz sakin, kendinizle kalın öylece. O zaman dünya, maskesini çıkarıp içtenlikle kendini size sunacaktır, başkaca hiçbir şansı yoktur artık, ayaklarınızın altında coşkuyla akıp gidecektir.

12 Temmuz 2013

Biri Öldüğünde

Biri ölünce diğerlerine ne olur? Asıl sorulması gereken soru bu. Biri ölünce hepimiz ardından bakarız: ne oldu ona, nereye gitti? Oysaki, o gidenin gözünden bakmak birimizden birimizin aklına gelmez. Biri öldüğünde bize ne olur?

Lili Marlen Türküsü

Durup dururken aklıma Lili Marlen türküsü geldi. Yalnız, şu hepimizin bildiği Ahmet Kaya'nın seslendirdiği Lili Marlen türküsü değil. Peki ya hangisi, diyeceksiniz? Şimdi efendim, Ahmet Kaya ne diyor: Akşam olur mektuplar hasretlik söyler / Zagrep radyosunda Lili Marlen türküsü, diyor. E, demek ki bundan başka bir Lili Marlen türküsü var. Bereket versin internet var. Ne sorarsan sor, bana mısın demiyor, cevaplıyor. 

Wikipedia üstadımıza göre Lili Marleen İkinci Dünya Savaşı sırasında, askerler arasında söylenerek ünlenmiş bir Alman aşk şarkısıymış. Ama ondan önce 1915'te, Birinci Dünya Savaşı sırasında o zamanlar öğretmen olan Hans Leip adlı biri tarafından yazılmış, 1937'de de Nöbetteki Genç Bir Askerin Şarkısı başlığıyla Almanca bir şiir olarak yayımlanmış. Bundan iki yıl sonra da, yani 1939'da Lale Andersen adlı Alman bir şarkıcı tarafından Fenerin Altındaki Kız adıyla bestelenmiş. 

1941'de Nazilerin Yugoslavya'yı işgaliyle birlikte Almanlar Belgrad Radyosu'na da el koyar. İşte, bu radyoda sıklıkla yayımlanan parçalardan biri de Fenerin Altındaki Kız'dır, yani Lili Marleen türküsü. Türkü, kısa sürede bütün Avrupa'da popülerleşir. 

Türküyü merak ettiyseniz YouTube'dan bakabilirsiniz. Bu arada, Ahmet Kaya'nın söylediği Lili Marlen Türküsü de Attilâ İlhan'ın şiirinin bestelenmiş hali. Ama şarkıda şiirin tamamı yok. 

11 Temmuz 2013

Yitirdiğimiz Şeyler

İyi ki sinema var. Dün, uzun zamandır izlemeyi planladığım Yitirdiğimiz Şeyler'i izledim. Çok güzel bir film. İzlemenizi öneririm. 

Özellikle de hayat size anlamsız geliyorsa, kendinizi boşlukta hissediyorsanız, hayatla karşılıklı birbirinizi boşlamışsanız izleyin, derim.

Başrol oyuncularının performansına diyecek yok. Özellikle Benicio del Toro'ya şapka çıkarmamak elde değil. Bir insan oynadığı rolün hakkını bu kadar mı verir.  

8 Temmuz 2013

Bitlis'in minarelerini çalmışlar

Peki, kılıflarını uydurabilmişler mi? İnanın ben de bilmiyorum. 

Kediler Krallara Bakabilir

© Ş. Çimen
Herşey iyi de, diyeceksiniz, kedi sevmek nedir? Kedi sevmek insanları, sokakları ve şeyleri sevmekten farklı birşey mi? Bilge Karasu, 'kedi sevmek, kedinin, kendisini seven (kendisinin de sevdiği) kişi karşısındaki umursamaz bağımsızlığını baştan kabul etmek demektir' der bir masalında, ben bu farklı sevme biçimini bundan daha iyi tanımlayan bir cümleye rastlamadım bugüne dek. Sahip olmayı yadsıyarak, ya da, sahip olmamayı göze alarak sevmek insanoğluna pek güç gelir. Sevgiyle mülkiyet duygusu öteden beri ortak yaşardır onda, sevgi bağını çoğu kez de tek yanlı, gerçek bir bağ haline sokmaya alışmıştır. Sevdiği kişinin bağımsızlığına da, kendi bağımsızlığına da kolay kolay katlanamaz. Bunu eleştiri, suçlama konusu saymamak gerek gene de: İnsanlar, eninde sonunda, kedi sevenler ve sevmeyenler olarak da pekala ikiye ayrılabilirler. Bir de, benim gibi, yolun sonuna varamayacağını bile bile kedi sevmeyi öğrenmeye çalışanlar vardır. Kedinin sevgi 'anlayış'ındaki farklılık, gülünç gelebilir ama, farklı bir mantığa bel bağlamasından gelir. İnsanlar, kendi doğalarının terimleriyle sevgisiz, hain ya da bencil sayarlar ya kediyi, onun herhalde bu tür kaygıları yoktur. Oynaşmak; sevmek, sevilmek istediği an buradadır. İstemediğinde çekip gider, sizin doyumunuz yarıda kalmış, ona vız gelir. 
Enis Batur
(Buradan)

3 Temmuz 2013

Edebiyatın Perde Arkası

Bir kitap okudum ve hayatım değişti, demeyeceğim ama, bir kitap okudum ve şapka çıkardım, bunu rahatlıkla diyebilirim. Yazarın Yalnızlık Burcu kaç zamandır okunacaklar listemdeydi, nihayet ona da sıra geldi. 

Semih Gümüş'ü Radikal Kitap'taki yazılarıyla tanıdım, on yıl oluyor herhalde. Daha sonra, çıkarmaya başladığı NotosÖykü (sonraları yalnızca Notos) dergisini izlemeye başladım büyük bir keyifle. Bendeniz Platon'un pek çok düşüncesini benimserim, özetle, bir şeyi kim hakkıyla yapıyorsa o yapmalı, diyor Platon, hastalandığımızda herhangi birine değil doktora, masa yaptıracağımız zaman da yine herhangi birine değil marangoza gideriz, biçiminde özetleyebileceğimiz düşünceleri, edebiyat söz konusu olduğunda niye geçerli olmasın? Bize edebiyat lazım olduğunda "herhangi biri"ne değil de edebiyatçıya gitmeliyiz ki sağlam sonuçlara ulaşabilelim.

Başka edebiyatlar için de öyle midir, bilmiyorum, en azından Batı'da öyle değildir diye de tahmin ediyorum, Türkçe edebiyat söz konusu oldu mu o kadar kafa karışıklığı var ki, deyiş yerindeyse bugün Türk edebiyatının en belirgin özelliği bir kafa karışıklığı denizi halini almış olmasıdır, yanlış mı düşünüyorum? Sapla samanın iyiden iyiye birbirine karıştığı bir dönemden geçiyor Türk edebiyatı. Her şeyden önce, insanlar edebiyatla edebiyat olmayanı birbirinden ayırma yetisini tamamen yitirmişler bana göre. Aslında belki de hiç kazanmadılar bu yetiyi. Gözlemlediğim kadarıyla genç okurlar –ne kadar okur oldukları da ayrıca tartışılması gereken bir konu– bırakın edebiyatla edebiyat olmayanı ayırabilmeyi, edebiyatın ne olduğunu bile anlayabilmiş ya da öğrenebilmiş değiller. Ferrarisini Satan Bilge'nin iyi kitap olarak değerlendirildiği bir ortamı gözünüzün önünde canlandırın, bana hak vereceksiniz. 

Öğretmen odalarında sıklıkla o sırada revaçta olan kitaplar görüyorum. Öğretmenlerimizin elinde birer çoksatar kitap... Dışarıdan bakan bir göze her şey normal görünür, öğretmenlerin kitap okumasından daha doğal ne olabilir? Gelgelelim, o çoksatar kitapları ilkokul mezunu ev kızlarının elinde de görüyoruz, çoksatar kitap sonuçta, adı üstünde, herkes alıyor, ancak şöyle bir sorun var, öğretmen dediğinin biraz daha ileride durması gerekmiyor mu? Ne bileyim, bir ev kızına Tanpınar okutamazsınız, okumadığı için de suçlayamazsınız ama söz konusu olan bir öğretmense, ondan edebiyatla edebiyat olmayanı ayırabilmesini beklemek de hakkınız bir yerde. Ama nerede! Suç ve Ceza ile Ferrarisini Satan Bilge'yi ayırt edemeyen bir eğitim ordusundan söz ediyorum, umarım anlaşılabiliyorumdur. (Bu arada, bereket versin ki öğretmenlerimiz o çoksatar kitapları da okumuyorlar, içiniz rahat olsun. Hep gözlemlerim, bir iki gün çantalarında taşırlar, ilk gün beş-on sayfa okurlar, ikinci gün iki-üç, nadiren otuz sayfa okuyanlarına da rastlanır, sonra kaderine terk ederler.).  

***
Konuyu biraz dağıttım, farkındayım. Sapla samanın birbirine karıştığı durumlarda, kendilerine göre hava hoş olanlar için değil elbette ama gerçekten kaliteli edebiyat okumak isteyenlerin imdadına eleştiri yetişiyor. Belki biraz iddialı gelecek ama bana kalırsa ortalama Türkçe okurunun eleştirinin ne olduğunu anlamasına şöyle temiz bir kırk yıl daha var. En azından Yazarın Yalnızlık Burcu'nda okuduklarımdan bu sonucu çıkarıyorum. Düşünün, roman yazan kimi insanlar bile eleştirinin ne olduğunu anlamış değil. Bu hep dikkatimi çeken bir şeydi, vatandaş bir roman yazıyor ve bekliyor ki eleştirmen romanını övsün, hatta şişirsin. Eleştirmen beklentisini karşılamayınca da veryansın ediyor, vay şöyle, vay böyle. Sanıyor ki eleştirmen kendisinin bekçisi. Halbuki, kim ne derse desin, eleştirmen, yazar için değil, okur için vardır. Bir edebiyatın okuru neyin iyi, neyi kötü olduğuna, neyi okuyup neyi okumayacağına nasıl karar verecek? İşte, tam da bunun için vardır eleştiri. Bu da iddialı olacak ama, bana göre bir yazarın bir eleştirmene –eleştirmen art niyet taşımadığı sürece– tek söz etmeye hakkı yoktur. Çünkü, sen kitabını yayımladığın anda artık o senden çıkmış oluyor bir bakıma. Kitabını insanlara sunuyor olman, gelebilecek her türlü eleştiriyi peşin olarak kabulleniyorsun demektir. Kabullenmiyorsan kitabı yayımlamamalısın. Bir başka deyişle, kitap yayımlanmadığı sürece yazarındır, yayımlandığı anda artık okur ona ortak olur. Çünkü kitap bir domates değildir, domatesin üreticisi onu pazara gönderir, tüketici onu alır evine götürür ve domates evde yenir, yendiği anda da her şey bitmiştir. Üreticiyle tüketici arasındaki ilişki o domatesin yenmesine kadar sürer. Ama kitap öyle midir? Yazar üretir, yayımlar. Okur onu aldığı anda da kendisiyle onun arasında bir tür üretici-tüketici ilişkisi başlar ve bu ilişki gerekirse ömür boyu sürer.

***
Yazarın Yalnızlık Burcu, 29 denemeden oluşuyor. Huyum olmamasına karşın kitabı, kendileri de birer deneme olan önsözünü okuyup sonsözünü de sona bırakmak üzere, sondan okumaya başladım. Başlangıçta birbirinden bağımsız gibi görünen bu denemelerin, kitabı okuyup bitirdikten sonra, aslında günümüzün genel edebiyat sorunları üzerine yazılmış, birbiriyle yakından ilgili denemeler olduğunu görüyorsunuz. Edebiyatın perde arkasını görmek isteyenler için birebir. Bir deneme kitabı ama eleştirinin ne olduğunu anlamak için de birebir.

2 Temmuz 2013

Sevgililerinizi Öldürün

If you require a practical rule of me, I will present you with this: Whenever you feel an impulse to perpetrate a piece of exceptionally fine writing, obey it—wholeheartedly—and delete it before sending your manuscript to press. Murder your darlings.*  

Arthur Quiller-Couch (Via)



* Basit kurallarımdan birine gereksinim duyuyorsanız, size şunu armağan edebilirim: Ne zaman çok iyi bir yazı yazmak için bir dürtü hissederseniz, ona –gönülden– itaat edin, ancak yazınızı matbaaya göndermeden önce içinizdeki o dürtüyü silip atın. Sevgililerinizi öldürün.
Sayfa başına git