31 Ağustos 2014

Kutsal Ceviz Yaprağı

Ceviz yaprağının kutsal olduğuna inandırdım kendimi. O günlerde bir karar almıştım, bundan böyle benim için neyin kutsal olup neyin olmadığına bizzat ben karar verecektim. Ne bir kimseye soracak, ne bir kitaba bakacaktım. İlkin ceviz ağacının kutsal olduğuna kanaat getirdim. Yaşlı bir kadına sormuştum, bu ceviz ağacı kaç yıllıktır diye. Beni tanıyordu kadın, sorumu yanıtlamadan benden kurtuluş olmayacağını iyi biliyordu. Bundan ötürü bir yanıt verip işin içinden çıkmanın en iyi yol olduğunu içinden söylemişti kendine. Gelgelelim kestirip atılır türden vereceği bir cevaba razı olmayacağım da aşikârdı, bunu da bildiğinden, önce bana, sonra ağaca bakıp bir şeyler kestirmeye çalışmış ve, yüz yıllık, deyivermişti. Bunu duyunca içimde ağaca karşı bir saygı uyanmıştı oracıkta. Nasıl uyanmasındı, yüz yıl dile kolaydı. O güne dek o ceviz ağacının yakınından uzağından, ötesinden berisinden geçişimin haddi hesabı yoktu. Aslında en çok da dibinden geçmiştim herkes gibi. Ne ki, bir kez olsun aklıma gelmemişti her gün gördüğüm bu ağacın böylesine yüce bir ağaç olduğu. Yüceydi, buna kuşku yoktu, kutsal bir ağaç olmalıydı bu.

O günün akşamı eve vardığımıda annemin gündüzün sağdığı sütü mayalamakta olduğunu gördüm. Aklıma ceviz ağacı geldi hemen. Hoş, hiç aklımdan çıkmamıştı ya, saatlerdir onu düşünüyordum. Süte kutsal ağacın kutsal yaprağından bir tane koyarsam bu yoğurdu da kutsamış olacaktım. Gerisin geri ağacın yanına gittim. En güzel yapraklardan bir tane kopardım. Eve geldim yine. İlkin yıkamayı düşündüm yaprağı ama vazgeçtim. Kutsal olan bu yaprak elbette her şeyden daha temizdi. Annem sütü mayalamış, üzerini örtmüşü. Kaldırdım örtüyü. Sonra da tencerenin kapağını. Yaprağı usulca bırakıverdim sütün içine.

Devamı yoğurdun tadında gizlidir.

29 Ağustos 2014

Hayıf

Oraya ilk gidişimdi. Çok uzak bir yer değil elbette, ancak hani gidip görmek için herhangi bir sebepten ötürü yolunuzun düşmesi gereken yerler vardır ya, öyle bir yer. Benim için tek bir özelliği var göründüğü kadarıyla. Bundan elli yıl önce annem de orada yaşamış bir süre. Henüz daha çocukmuş.

Yerini biliyordum oranın. Ne var ki dağların üstünde bir yer sanıyordum. Meğer dağların içinde, uzak olarak yalnızca gökyüzünü görebildiğin bir yermiş. Eskiden olsa belki ben de çok severdim burayı, annem de çok sevmiştir vakti zamanında (bir süreliğine de olsa çocukluğunun geçtiği yeri nasıl sevmez insan?), gelgelelim bugünün gözüyle sevebileceğim bir yer olmaktan çoktan çıkmış. Aslında değiştiği filan yok, neticede şehir değil ki değişsin. Elbette hep olduğu gibi değişen benim. Biziz. Kafamızın içi bir kez değişmeye görsün, her yer, her şey, herkes değişir. Severek yaşayabileceğimiz bir yerde, gün gelir bağlasan durmaz oluruz.
***
Oraya niçin gittim? Bir cep telefonu şirketinde çalışan iki arkadaşım var. Önceki gün sabah karşılaştık. Filanca yere gidiyoruz, dediler, ben de takıldım onlara. İşleri, baz istasyonu denen şu telefon direklerinin sorunlarını gidermek. Çoğunlukla elektrik kesintilerine önlem olarak cihazları şarj ediyorlar. 

Oraya gittiğimizde dünden beri elektrik kesikti. Rüzgâr filanca yerde iki elektrik direğini devirmiş. Cihazı jeneratörle şarj etti arkadaşlar. 

Burası küçücük bir yer. Kışın kimse kalmıyor. Zaten kalınacak gibi değil. Dedim ya, dört bir yanı dik yamaçlı dağlarla çevrili. Yağan karın haddi hesabı yoktur. Yolu, elektriği var. Su zaten buradan çıkıyor. Şimdi bir de cep telefonu şebekesi kurulmuş iki ay kadar önce. İşin tuhaf yanı da burası. Beş km. beride yüz haneli bir köy var, o da dağların içine gömülü olduğu için cep telefonu çekmiyor, işe bakın, oraya kurulmayan şebeke bu küçücük, insanların altı ay yaşadığı yere kurulmuş. Sorduk onlara bu işi nasıl becerdiklerini. Oraya buraya dilekçe verdik, dediler, Ulaştırma Bakanlığına falan başvurduk... İlginç.
***
Şehre geri döndük. Yolda o iki arkadaştan birini filanca karakolun komutanı aradı, bir şeyler söyledi. Meğer üç yıl önce bir baz istasyonunun tel örgülerine hafiften zarar verilmiş. Arkadaş da işi gereği gidip şikâyetçi olmuş. Mesele o karakoldan bu karakola gönderilmiş, ve üç yılda hiçbir gelişme olmamış. Hâlâ da sürüyor. Ne zamana kadar, Allah bilir. Zaten o tel örgüyü de zorunlu olarak hemen değiştirmişler. Basit bir mesele bu kadar uzun sürüyorsa, yapılacak en iyi iş sözü kısa tutmaktır.
***
Başka bir yere gittik bu kez. Oranın istasyonunda da yapılması gereken bir şey varmış. Deniz gören, kıyıya on beş dakikalık yürüyüş mesafesinde bir köy. Bağlarıyla ünlü. Bol üzüm yetişiyor. Bizim bu bölgede iki tür asma var. Biri Türkiye'de az bulunur cinsten. Bir-iki yıl öncesine değin ben de bilmiyordum, iki yüz yıl önce bir Ermeni Fransa'nın bir yöresinden getirip burada dikmiş bunları. İşte bu köydekiler de onlardan. 

***
Yaşlılar hâlâ anlatır, bir zamanlar uçsuz bucaksız üzüm bağları varmış buralarda. Mesela şimdi tıklım tıkış olan bizim komşu mahallede bir zamanlar bir tane olsun ev yokmuş. Silme üzüm bağıymış. Oysa şimdi ara ki bulasın bir tane.

Memleketim konusunda hep hayıflandığım bir şey var. Bu deniz, bu kumsallar, bu verimli ova dünyanın başka yerinde olsa dünyanın en güzel şehirlerinden birini kurarlardı. Oysaki bizim burada estetik dedin mi pek çokları çorap markası sanır. 

Hayıflanıyor insan, elinde mi?

28 Ağustos 2014

Klasikleri Neden Okumalı?

Italo Calvino
Çeviren: Celâl Üster
(Buradan)


İşe, ortaya bazı tanımlar koyarak başlayalım.

1. Klasikler, insanların, hiçbir zaman "Okuyorum" demedikleri, genellikle "Yeniden okuyorum" dedikleri kitaplardır. Bu durum, hiç değilse "mürekkep yalamış" denen insanlar için geçerliyse de, gençler için geçerli değildir; çünkü gençler, dünyayla ve dünyanın bir parçası olan klasiklerle ilk kez karşılaştıkları bir yaştadırlar. "Okumak" eyleminin başına getirilen yineleyici "yeniden" sözcüğünün, ünlü bir kitabı okumamış olmayı kabullenmekten utanan kişilerin yeltendiği küçük bir ikiyüzlülüğü yansıttığı söylenebilir. Ama oluşum çağımızda ne kadar çok kitap okumuş olursak olalım, henüz okumadığımız dünya kadar temel yapıt olacağını belirtirsek, bu tür kişilerin yüreğine biraz olsun su serpebiliriz.


Zengin bir deneyim

Herodotos'un tümünü ve Thukydides'in tüm kitaplarını okumuş biri varsa, parmak kaldırsın! Ya Saint Simon'u? Ya da Retz Kardinali'ni?¹ On dokuzuncu yüzyılın büyük roman dizilerinin bile, okunduklarından çok daha büyük bir sıklıkla anıldıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Fransa'da Balzac'ı okulda okumaya başlarlar ve kitaplarının baskı sayısına bakılacak olursa, okul çağından çok sonraları da okumayı sürdürürler. Ama Balzac'ın İtalya'da ne kadar tutulduğu soruşturulsaydı, sanırım sıralamanın en altlarında yer aldığı ortaya çıkardı. İtalya'daki Dickens tutkunları, bir araya geldiklerinde, Dickens'ın romanlarındaki kişilerden ve serüvenlerden gerçek hayatta tanıdıkları kişiler ve kendi hayatlarında yaşadıkları serüvenlermişçesine söz eden küçücük bir seçkinler takımıdır. Michel Butor, birkaç yıl önce ABD'de ders verdiği sıralar, kendisine o güne kadar hiç okumadığı Émile Zola konusunda sorulan sorulardan o kadar bezmişti ki, Zola'nın Rougon Macquart romanları dizisinin² tümünü okumaya karar vermişti. Sonunda bu dizinin, kafasında canlandırdığından tümüyle farklı olduğunu keşfetmiş; olağanüstü denemelerinden birinde Zola'nın roman dizisinin görkemli bir mitolojik ve kozmogonik soyağacı olduğunu yazmıştı. Demek, büyük bir yapıtı yetişkinlik çağında ilk kez okumak, olağanüstü bir keyif verir insana. Daha keyifli mi, yoksa daha az keyifli mi olduğunu söylemek olanaksız da olsa, insanın gençliğinde okumasından çok farklı bir keyiftir bu. Gençlikte, her deneyim gibi, okuma da bambaşka bir tat ve bambaşka anlamla donanır; olgunluk çağında okunan bir yapıtta ise daha birçok ayrıntı, düzey ve anlamın ayırdına varılır (ya da varılmalıdır). Dolayısıyla, klasikler konusunda, şöyle bir tanıma geçebiliriz:

27 Ağustos 2014

Kahve nerede?

Şiir yazmak isteyip de bir türlü yazamayan adam çare olarak mutfağın yolunu tutar (virgül) ketıla su koyup kaynatır (virgül) eline bir kupa alır (virgül) kupanın içine bir kaşık koyar (virgül) dolabın kapısını açar (virgül) bakınır, bakınır, bakınır, bakınır,,,

26 Ağustos 2014

Pi'nin Yaşamı

Pi'nin Yaşamı filmini duymuştum. Övgüyle sözünün edildiğini de bir-iki yerde okumuştum. Tabii, bir filmi ya da kitabı yalnızca adından hareketle değerlendirmek ne kadar mümkünse artık, ben bu filmin matematikle filan ilgili olduğunu sanıyordum. Akıl Oyunları gibi mesela. Evet, bu filmde de Pi sayısından bahsediliyor ancak iskeleti matematik üzerine kurulu değil. İki saatlik filmin bir saatinin okyanusta yaşam mücadelesiyle geçtiğini elbette tahmin etmemiştim. Tahmin edilebilecek gibi de değildi. Sürpriz oldu diyebilirim. İnsanı şaşırtan, hoş sürprizlerden biri. 

Galiba Pi sayısının sonsuzluğuyla yaşamın sonsuzluğu arasında bir bağlantı kurmak istiyor yönetmen, bana öyle geldi.

Her şeyden önce filmin olağanüstü görsel efektlerinin olduğunu söylemeliyim. Okyanustaki hemen her sahne etkileyici. 

Hindistan'ın Fransız kolonisi bir şehrinde, sıradışı bir adamın oğlu olarak doğar Pi. Babasının sıradışı olduğunu en çok da Paris'teki dünyaca ünlü bir havuzun, Piscine Molitor'un adını oğluna vermesinden anlarız. Çocuğun şansı vardır ki zamanla kısalıp Pi olur adı.

Pi'nin ailesi şehirdeki bir hayvanat bahçesini işletmektedir. Bir zaman sonra işlerinin bozulması üzerine Kanada'ya taşınmaya karar verirler. Onlarca hayvanlarıyla birlikte bir Japon kargo gemisine binerler. Pasifik Okyanusu'na geçmişlerdir ki fırtına çıkar. Hep meraklı bir çocuk olagelmiş Pi, yine merakına dayanamayarak güverteye çıkıp fırtınayı izlemek ister. Ve işte bu, ailesi için sonun, kendisi içinse bambaşka bir hayatın başlangıcı olur.

Fırtınada alabora olan geminin, Pi'nin açık bıraktığı kapısından sular girer. Gemi personeli kurtarabildiklerini kurtarmaya çalışır. Pi'yi ve birkaç hayvanı bir filikaya koyarak okyanusa salarlar. Başka da kurtulan olmaz.

Bir yandan ailesini kaybetmiş olmanın acısı, bir yandan da koca okyanusta birbaşına kalmış olmanın belirsizliği Pi'yi çaresiz bir duruma sokar. Ne var ki beraberinde bacağını kırmış olan bir zebra, yavrusunu hırçın dalgalara kaptırmış bir maymun, saldırgan bir sırtlan ve olanca dehşeti ve heybetiyle bir kaplan olunca Pi'nin derin kederlere dalmaya yeterli zamanı yoktur ilkin. Sırtlan, zebrayla maymunu öldürür. Pi ne yapacağını düşünürken kaplan ortaya çıkar, filikadaki bir bölmenin altında saklanmıştır, o da sırtlanı öldürür. Böylece geriye Pi ile kaplan kalırlar.

Kaplan vahşi bir hayvandır, doğal olarak bir insanla anlaşması hayli zor olacaktır. Bu, normalde bir kaplanın aleyhine olacak bir durumdur, çünkü insanoğlu binlerce yıl önce hayvanları öldürmeyi, kafeslere koymayı öğrenmiştir, neticede bu kaplan da yıllardır hayvanat bahçesinde tutsak yaşayan bir hayvandır, kısacası insanların hayvanlardan gelen tehditleri nasıl püskürttükleri bilinen bir şeydir, ancak Pi içinde merhamet barındıran bir insandır, kaplanı öldürüp başından atabilecekken bunu yapmaz. Hiç farkında değildir ama daha sonra bunun mükafatını da alacaktır. Çünkü okyanusun ortasında yalnız kalmış olmak tahmin ettiğinden de zordur. İlk günlerin aksine, zaman geçtikçe kaplanın varlığının kendisi için bir tehdit olmaktan çok bir yaşam dayanağı olduğunun farkına varır. Başlangıçta her ikisi de bunun ayırdına varamamıştır aslında, uçsuz bucaksız suların ortasında birbirlerinin dayanağıdırlar. İşin ilginç yanı, kaplan duruma alışkındır, zira yıllarını kafeslerde tutsak olarak geçirmiştir, Pi ise şimdi kaplanın kaderini paylaşmaktadır, o da şimdi koca bir okyanusun ortasında tutsaktır.

Pi, kaplanı eğitmeyi dener ve başarır. Başlangıçta sürekli kükreyen, Pi'ye saldıran kaplan, onun çabaları sonucu biraz olsun ehlileşir. Böylelikle Pi de rahatlamış olur.

Dalgalar onları önce okyanustaki el değmemiş bir adaya, sonra da Meksika kıyılarına atar. Pi, olabildiğince bitkindir, gücünün son kırıntılarıyla kendini kumların üzerine bırakır. Kaplan da onun ardından filikadan iner. Kumsalın hemen ardı ormanlıktır, oraya yanaşıp biraz durur. Durup esrarengiz bakışlarla bir süre ormana bakar. Pi, dönüp kendisine bakacağından tamamen emindir. Devasa bir okyanusta birlikte yaşam savaşı verip kazanmışlardır. Ne var ki kaplan geri dönmez, ne Pi'ye ne de okyanusa bakar; kendini ormanın derinliğine bırakır. Pi, kaplanın bu şekilde vedasız gidişine o denli üzülür ki, kurtulduğuna sevinmeyi bile akıl edemez.

Filmin sonuna doğru yaşanan bu sahnede kolaylıkla göz ardı edilebilecek bir şey vardır. Denizde yaşam savaşı vererek geçirdikleri birkaç gün, Pi'nin gözünden bakarsak, ömür boyu unutulmayacak olan bir deneyimdir. Ancak kaplanın gözünden bakarsak, o zamana kadarki hayatında çok küçük bir değişikliktir sadece, çünkü o, bütün yaşamını hayvanat bahçelerinde, kafeslerde tutsak olarak geçirmiştir. Onun için asıl hayat, kumsalı geçip ormanın sınırına vardığı yerde başlar. Burada bir süre durup ormana gizemli gizemli bakması tam da bundan ötürüdür işte. Elbette orman bir kaplanın doğal yaşam alanıdır. Bu nedenle, Pi'nin düşündüğünün aksine, kaplanın dönüp kendisine bir veda kükreyişi bile vermeden gidişini anlayışla karşılamamız gerek.
*
Yaşam, sonsuz bir gelenektir. Pi'nin Yaşamı insana bunu bir kez daha anımsatıyor.

25 Ağustos 2014

Çiçeğiniz solmasın, böceğiniz ölmesin

De Wikipedia
Geçen hafta bugün internette dolaşırken bu böceği görünce aklıma geliverdi, bir araştırayım dedim. Üç yıl önce tam da bugün yazmıştım, yıllarca adlarını merak edip durduğum üç şeyi, biri karahindiba, biri melek otu, biri de bu gördüğünüz böcek. O ikisinin adını o zamanlar öğrenmiştim. Bunu ise bir ara araştıracağım diye ertelemiştim, unutakalmışım. Aslında gördüğüm gün yazacaktım ama madem bir hafta kalmış, bari yıldönümünde yazayım dedim.

Bu arkadaşın bilimsel adı Pyrrhocoris apterus. Bu çok önemli bak, benim başıma çok geliyor, sizin de aklınızın bir köşesinde bulunsun, adını merak ettiğiniz, aradığınız çiçek-böcekti, ağaçtı, hayvandı varsa bilimsel adlarının izini sürmeye çalışın, çünkü onu buldunuz mu değil sadece Türkçe, dünyadaki bütün dillerdeki adını bulabilirsiniz. Ben bunu ararken şöyle bir yol izledim. Google'dan "Black-red bugs" (Kara-kırmızı böcekler) diye aradım, bunlardan birkaçının fotoğrafını buldum, sonra da o siteden bu siteye derken bilimsel adına rastladım, onu da Wikipedia'ya yazınca elimle koymuş gibi buldum. Türkçe adını bulmaksa daha zor oldu her zamanki gibi, ama yine de çok uğraştım diyemem. Alev tahtakurusu'ymuş adı. Anadolu'da halk arasında muhakkak farklı yöresel adları vardır ama sanırım çoğu yerde kırmızı böcek diyorlar. 

Bunları çocukluğumda çok severdim. Karıncalardan bile daha çok severdim. Neredeyse her gün görürdüm. Geçtiğimiz bahar gördüm en son, hâlâ var olmaları ne güzel şey. Hayvanların, bitkilerin varlıklarını sürdürmeleri onlardan çok bizim için bir şans. Bir hayvanı, bir bitkiyi canlı canlı görmekle fotoğraflardan görmek arasında dağlar kadar fark var. Bak, pek çok kez olduğu gibi yine hayıflandım işte, ressam olsaydım keşke! Bu böceğin güzel mi güzel bir resmini çizerdim.

Öğrenmek güzeldir. Merak ettiklerini öğrenmek daha da güzeldir.

24 Ağustos 2014

Ortaya karışık

Telefondan ikinci yazı olsun bu da. Geçen seferki deneme amaçlıydı, bu ise zorunlu. Bilgisayar yanımda değil. Aslında bugün bir film üzerine iki söz edecektim, ettim de doğrusu, bilgisayarda duruyor.

Bu sıralar film izlemeye hız verdim. Bugün de BBC Life serisinden Kuşlar'ı izledim. Tuncel Kurtiz seslendirmiş. Muhteşem bir belgesel çekmişler. Bir saat sürüyor, on dakikası kamera arkası. Aslında kamera arkası da değil de, On Location (Görev Başında) dedikleri bölüm. On saniyelik bir çekim için on saat bir çadırda nefesini tutarak bekliyor kameraman. Şapka çıkarmamak elde değil.

*
Başım feci şekilde ağrıyordu bugün. Hâlâ da biraz ağrıyor gerçi. Oraya buraya bakındım, kalemliğin yanında bir ağrı kesici buldum. Alıp mutfağa gittim. Açıp ağzıma atınca Aspirin olduğunu fark ettim. Ben başka bir ağrı kesici sanmıştım.
*
Telefondaki müzikleri değiştirdim bugün. Kaç aydır hiç ellememiştim. Hangisiydi hatırlamıyorum, geçen gün bir blogger arkadaş da bu konuda şikâyetçiydi kendinden, iki aydır telefonundaki müziği değiştirmemiş, okuyunca gülümsedim, zira benim telefonumdaki bazı müzikler iki yıldır duruyorlar. Tabii ben dinlediğim müziğin onda dokuzunu bilgisayardan dinliyorum, onu da atlamayayım. Bazen geceleyin yatakta uyku tutmayınca açıp müzik dinliyorum.
*
Işıklar sönük, yatakta bekliyorken vakit o kadar hızlı geçiyor ki, anlamak maharet ister. Bazen müzik listesi bitiyor, diyelim on parça dinlemişim, bir saat geçmiş ama daha beş dakika oldu sanıyorum.
*
Bakıyorum da bu aralar bloğu hep günlük niyetine kullanıyorum. Yaz mevsimiyse normaldir, diyerek de kendimi avutuyorum. Zaten blog dediğin nedir ki, bildiğin günlük. (Eh be oğlum, yapıp ettiklerini yazmayacaksın da ne yazacaksın. Gören de sıra sıra bilimsel makalesi var da ondan böyle diyor sanacak.) Eh işte, yaz bitti zaten. Bitsin de başka konulara da eğilelim biraz.
*
Bugün kahvaltıda yaprak sarması yedim. Tesadüfe bak, her gün kalkınca ev halkının öğle yemeği yediğini görüyorum.
*
Müzikler dedim de yukarıda, doğru bir kullanım mı acaba? Sorun var gibime geliyor. (Peki ya bu "gibisine gelmek," bu da yanlış değil mi?) "Telefondaki müzikleri değiştirdim," yerine, "Müzik parçalarını değiştirdim," demek sanki daha doğru. Bir bakayım yarın.
*
Aşık Mahzuni Şerif'in Zevzek adlı türküsünü çok severim, şu an bu yazıyı yazarken onu dinliyorum. Mesaj içerikli bir türkü. "Adam olamadın gitti zevzek…" Sahiden de dünya tarihinin hiç görmediği kadar çok zevzek var bu zamanda.
*
Bu yazıyı sağ salim bitirip yayımlarsam bir film izleyeceğim. Ferhan Şensoy'dan. Hakikaten zor be kardeşim, bir paragrafı yazıp bitirene değin kılıktan kılığa giriyorum. Bak, müzik listesi de bitti.
Uzun otobüs yolculuklarında yatağımı düşünüp, bunun acısını çıkaracağım, diyorum. Bu yazıyı yazarken de sürekli aklımda bilgisayarın klavyesi var, bunun acısını çıkaracağım, evet.

23 Ağustos 2014

Yaşlandığında

When You Are Old

When you are old and grey and full of sleep,
And nodding by the fire take down this book, 
And slowly read, and dream of the soft look
Your eyes had once, and of their shadows deep;

How many loved your moments of glad grace,
And loved your beauty with love false or true, 
But one man loved the pilgrim soul in you, 
And loved the sorrows of your changing face;

And bending down beside the glowing bars,
Murmur, a little sadly, how Love fled
And paced upon the mountains overhead
And hid his face amid a crowd of stars.


William Butler Yeats

22 Ağustos 2014

21 Ağustos 2014

Küpe

O günlerin birinde, küçük bir kızın kulaklarının delindiğine tanık oldu İbrahim. Kendisinin de büyük olduğu söylenemezdi ya... Kızın kulağını dikiş iğnesiyle delmişti kadının biri. Neyle delecekti? İğnenin ucunu kulak memesinin nazikliğinde hisseder etmez cıyaklamaya başlamıştı kız. Bununla beraber annesi sakindi. Kızın kendisi de ağlıyordu ağlamasına, kıpırdamadan duruyordu yerinde. Kendi istemişti çünkü bunu. Şehirdeki teyzesi ona bir çift küpe getirmişti hani.

Mahrem bir zaman yaşanıyordu. Kızların, diyelim yalnızca çıplaklığına değil, ağlayışına bakmak da mahrem sayılırdı. Evlerinin oradan geçiyordu İbrahim, avludaki gölgelikteydiler, hiç kulak delinişi görmemiş olmanın verdiği merakla yanlarına vardı. Kulağı delen kadın onun orada olduğunun farkına varmıştı elbette, ne ki elindeki iğneye o denli yoğunlaşmıştı ki ona çıkışması için ilk kulağı delip bitirmeyi bekledi: "Ne bakıyorsun oğlum öyle, işin yok mu senin, hadi bakalım!.." Bunu duyunca dönüp gidesi geldi, ne var ki merakına yenik düştü. Yalancıktan iki adım geri attı, durdu. Kadın, kızın acıyan kulağına bir şeyler sürmeye koyulurken göz ucuyla İbrahim'e baktı bir-iki kez. Gitmeyeceğini anlamıştı. Yüzü okunabiliyordu o an, küçük bir çocukla yüz göz olmadan onu nasıl oradan kovabileceğini düşünüyordu. Çocuğun kararlılığına da şaşmıştı bir yandan.

Biraz sonra kızın öbür kulağına geçti. Delmeye başlamadan kızın annesi, "İstersen bu da başka bir güne kalsın," dedi, besbelli kızının hali içini acıtmıştı. Ancak kadın buna yanaşmadı: "Bir gün bile durdu mu bu kız artık hayatta cesaret edemez deldirtmeye, iyisi mi şimdi halledip bitirelim." Kız yine ağlamaya başladı iğneyi kulağında duyunca. İşe bakın, bu kez İbrahim de acıdı kıza. Her ne kadar gönüllü de olsa, kıza işkence ediliyordu gözlerinin önünde, nasıl acımayaydı. O an kadınların neden kendilerine bu eziyeti reva gördüğünü düşündü. Kadınların aklının kıt olduğunu duymuştu, sakın doğru olmasındı?

Bir hafta kadar sonraydı. Çocuklar oynuyordu. O kulağı delinen kız gelip oyuna katıldı. Az sonra durduk yere ağlamaya başladı. Nedenini sordular, söylemedi. Sadece ağladı durdu. Dayısının oğlu da yanlarındaydı, kızın ağlayışını bir süre izledikten sonra, "Kulağı acıyor, ondan ağlıyor," dedi. İbrahim kızın kulaklarındaki küpeleri fark etmemişti o ana dek. Çocuğun dediğine göre dün de epey bir ağlamış. Gidip annesini çağırdılar. Ama onun gelmesi de para etmedi, kız ağladı da ağladı. Öğrendiler ki evde de boyuna ağlamış, annesi de ne edeceğini bilemeyip, "İstersen git biraz çocuklarla oyna," demiş, o da yanlarına gelip oynamış. Oynamış oynamasına ama işte biraz sonra ağlamaya koyulmuş. Ve işte şimdi hâlâ ağlıyordu kızcağız.

Annesi ne yapıp ettiyse kız küpelerinin çıkarılmasına izin vermedi. Bir yandan acı acı ağlıyor, bir yandan da annesinin eli küpelerine yaklaşacak olursa tutup öteye savuruyordu. Öteki çocuklarla birlikte onları izleyen İbrahim de meraklanmıştı. Madem kulaklarını bu denli acıtıyor, ne demelere küpeleri çıkarmalarına izin vermiyordu bu kız?

Biraz sonra annesi zor da olsa yerde oturan kızını kaldırıp elinden tutarak eve doğru yola koyuldu. Kız bir yandan ağlayıp bir yandan da annesinin elinde çekişe çekişe giderken İbrahim kendini tutamadı. Arkalarından koştu. "Teyze," dedi, "kulağı acıyorsa niye çıkarmıyor?" Kadın cevaplamadı, yüzünde hafiften kızgın bir bakışla baktı İbrahim'e. "Benim derdim başımdan aşkın, senin sorduğuna bak," der gibiydi. Ancak yanıt hiç beklenmedik bir biçimde kızın kendisinden geldi. Gözyaşları küçük tombul yüzünü hepten ıslatmıştı. Ağlamasına hiç ara vermeden, "Ben bu küpeleri iki yıldır bekliyorum," dedi. Bunu duyunca İbrahim küçük yüreğinde bir kıpırdanma hissetti. Daha bir acıdı kıza. Geri dönüp arkadaşlarının yanına gitti. Oyuna katılmadı ama, bir ağacın dibine oturup düşüncelere daldı.

20 Ağustos 2014

Bankadan iman çekmek

Etimolojiden gidelim bugün de...

Geçen gün arkadaşımla konuşuyorduk, bankacı. Kredi kelimesini Arapça sanıyormuş şimdiye dek. Çünkü toplumda pek bilinmeyen, daha çok işin içindekilerin aşina olduğu bankacılık terimlerinin arasında hatırı sayılır derecede Arapça sözcük varmış. Aslında kastettiği, Arapça kökenli Osmanlıca kelimeler, mesela vesaik diyorlarmış, "belgeler" anlamında, (vesika=belge).

Kredi, Türkçeye Fransızca crédit'den, oraya İtalyanca credito'dan, oraya da Latince creditum'dan geçmiş. İnanç, güven, itibar anlamlarına geliyor. Hıristiyanlıkta da oldukça tanıdık bir kelime, çünkü tahmin edilebileceği gibi iman demek. Zaten Arapça kökenli iman'ın Türkçe karşılığı da inanç.

Bugün kredi dendi mi herkesin aklına ilk gelen anlamı, bankadan alınan borç para. İlk başta borç'la iman arasında bir ilgi kurulamayabilir ama aslında son derece anlaşılır bir durum var ortada, zira banka kredisi dediğin şey, Nişanyan Sözlüğü'nde de denildiği gibi "güvene istinaden borçlanma"dan başka bir şey değil. Bir bankanın bir kimseye ya da kuruluşa güvenmeden kredi verdiği görülmüş şey değil, maaş falan yoksa kredi çekmek için kefil bulmak gerekir, yani o güveni tesis etmek zorunlu.

Latince creditum "emanet" demek. Credere fiilinden türemiş. Credere, "güvenmek, inanmak, emanet etmek" anlamlarına geliyor. Arapça emanet'le emin'in aynı kökten geldiğini de söylersek sanırım mesele daha bir açık olur. 

İngilizcede –ve büyük ihtimalle diğer Avrupa dillerinde– bu Latince kökten gelen ondan fazla kelime var: Credible=inanılır, incredible=inanılmaz vs.

***
Hazır, kelimelerin kökeni demişken, şu içinde bulunduğumuz ağustos ayının adının da Roma imparatoru Augustus'tan geldiğini belirtelim. Aslında Augustus bir ad değil bir lakap; saygıdeğer, muhterem anlamlarına geliyor. Tam unvanı Imperator Gaius Julius Caesar Augustus. MÖ. 27-14 yılları arasında Roma'yı yönetmiş. Augustus kendi adını verene dek bu ayın adı Sextilis'miş, yani altıncı ay, çünkü Rumi takvimde ağustos sekizinci değil, altıncı aydır. Ağustos Türkçeye Yunanca ávgustos'tan (αύγουστος) geçmiş.

Bu arada İngilizcede temmuz demek olan july'ın adının da bir diğer imparator Julius Caesar'dan geldiğini söylemeyi unutmayalım.

19 Ağustos 2014

Say ki bir narın çatlayışını duyuyorsun

İlk gençlik zamanımda çalıştığım bir yerde kasiyer bir kız vardı. Sürekli nişanlısıyla mesajlaşıyorlardı. Bir gün masasında oturmuşken yine mesaj geldi. Ben de arkasında duruyordum. Mesajını açınca nişanlısının adını Canözüm diye kaydettiğini gördüm.
***
İlk gençlik zamanım dedim de, günün birinde benim de ilk gençliğimden söz edeceğimi kim bilebilirdi. Ne desem boş. Çocukken annen baban sana bir dünya söz ederler, biz şöyleydik böyle olduk, şunları bunları yaşadık, aynı yoldan sen de geçeceksin, derler. Biraz büyür okula gidersin, öğretmenin sana bir dünya laf eder, biz şunu şöyle yaptık, bunu böyle ettik, sen de aynı yolun yolcususun, der. Senden önce bu dünyaya gelme talihsizliğine uğramış, yaşça senden ama az ama çok, büyük bir dünya insan daha sözleşmişçesine aynı lafları eder. Ne var ki sen hiçbirini dinlemezsin. Niye dinleyesin ki? Neticede onlar yolun ortalarında bir yerdeler, veya sonlarında. Oysa sen henüz yolun başındasın. Yol senindir, ayaklar senin. En başından başlayarak dilediğin gibi gideceksindir, kim sana ne diyebilecektir. Fakat senin bilmediğin bir şey vardır, aslında defalarca sana söylenmiştir, hâlâ da söyleniyordur, gelgelelim yine de bilmiyorsundur, zira bilmek işine gelmiyordur; senden öncekiler de hep böyleydi. Onlar da senin gibi başlamışlardı bu yola. Ve işte şimdi yolun bir yerlerinde durmuş, arkalarına dönmüş ve sana sesleniyorlardır; bu şekilde yürüme bu yolu, şu şekilde yürü! Ama işte, dedim ya, yol senindir, ayaklar senin. Kime ne! Ne ki, zaman çok acımasız bir ihtiyardır. "Kendi eliyle doğurduğu çocuklarını kendi eliyle öldürendir." 

Gelir zaman, geçer zaman, bir de bakarsın ki, evet, sen de şimdi tıpkı anne-babanın, tıpkı öğretmeninin, tıpkı o bir dünya büyüğünün sana dediği şeyi başkalarına söylüyorsundur. Nedir bu gerdanında düğümlenen, söylesene?
***
Ben de artık kendime yetişkin diyebilirim, bugün kesin olarak buna karar verdim. "Daha yaşınız ne, başınız ne" düsturuyla büyütüldüğümüz için bunda anlaşılmayacak bir taraf olmayacağı kanaatindeyim. Gerçi anneme bakarsanız ben hâlâ bir çocuğum. Gerçekten, şakam yok.
***
Başkalarına oldu mu, oluyor mudur, yoksa yalnızca benim mi başıma geldi, kestirmek zor, ben ara bir dönem yaşamadım. "Sen daha çocuksun" dönemiyle "Sen artık kocaman adamsın" dönemi arasında bir gün olsun aralık olmaz mı be kardeşim! Havyanlarda bile var oysa ki; bir kuzunun koyun olması için önce toklu olması, bir buzağının sığır olması için önce dana olması gerek. Çok mu uç bir örnek oldu? Yoo, sanmıyorum. Biz insanların ne eksiği var hayvanlardan? Az biraz gayret ederek biz de onların seviyesine gelebilir, hatta onları aşabiliriz. O halde niye bizim yaşamımızda da ara dönemler yok? Var da ben mi bilmiyorum? İşin tuhaf yanı, ben ne zaman, hangi gün, nasıl daha dünkü çocuk devrini kapatıp artık kocaman adam devrine geçtim, onu da bilmiyorum. "Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir." Ellerinden öperim dayı.
***
Bugün bir dükkâna girdim, baktım tezgâhta üç müşteri var, ikisi dükkân sahibiyle konuşurken biri telefonu elinde, mesajlaşıyor. Gözüm kaydı, Canözüm adıyla kayıtlı birine mesaj gönderiyor.
***
İlk gençlik zamanlarında insanın bir sevgilisi varsa, herhalde ona uygun bir isim bulmak için epey sıkıntı çeker. Aşkım, canım, bebeğim, bitanem gibi kalıplaşmış kelimeler hazırda varsa da bu yaştakiler daha orijinal bir şeyler arıyorlardır kuşkusuz. Ben şahsen on yedi, on sekizlerimi hep platonik bahçelerde elma-armut toplayarak geçirdiğimden hiç öyle sıkıntılarım olmadı gerçi, o da işin başka bir yönü.
***
Canözüm kelimesi kadar saçma bir şey olabilir mi arkadaşlar? Çünkü can'la öz aynı anlama gelmeseler bile birbirlerine yakınlar. Ya canım dersin, ya özüm, canözüm ne yahu. Ne derseniz deyin, bana saçma gelen kelimelerden biri.

Düşündüm de, sevgilisinin adını telefonuna canözüm diye kaydeden birine, o ne arkadaşım, böyle saçma kelime mi olur, diye söylediğinde muhtemelen bir süre yüzüne bakıp deli mi ne, diye geçirecektir içinden. O âşık olmuş, sen kelimeden bahsediyorsun.
***
Peki ya herkes sana kocaman adam oldun diyor ve sen hâlâ ortada kocaman bir şey göremiyorsan, o zaman ne olacak? O zaman da sanırım, çıkmamış candan ümit kesilmez, diyeceksin. Şimdilik en makul görüneni o.
***
Eski devirlerde, diyelim ki bir tanıdığınla yolların ayrıldı, mesela bir arkadaşın uzak bir şehre taşındı, yıllar sonra bir gün tesadüfen bir yerlerde karşılaştın; ne büyük bir coşkuydu değil mi o an? Ne değişik bir ân. Yetmişli yıllarda bizim köyde görev yapan bir öğretmenle amcam on beş-yirmi yıl sonra İzmir'de mi nerede karşılaşmışlar. Haliyle mucize falan oldu sanmışlar. Halbuki ben üç, beş, yedi, on yıl önce yollarımın ayrıldığı, yaşamın her birimizi ayrı bir yöne savurduğu arkadaşlarıma her gün facebook'ta rastlıyorum. Valla ne bir coşku, ne bir heyecan, bildiğin karşılaşma işte.
***
Hayat, diyorum, değişiyor değişmesine, zaman değişiyor değişmesine, insanlar değişiyor değişmesine, ama yol hep aynı. Bir noktasından sonra dönüp ardına bakınca vaktiyle sana söylenenler geliyor aklına, sen de tekrar ediyorsun.
***
Sabaha karşı imam ezan okurken ben dalındaki narın çatlayışını duyuyorum, anlayabiliyor musunuz, bundandır tüm bunları söyleyip dökmem.

18 Ağustos 2014

Küreselleşme nedir?

Aynı kutudan çıkmış, aynı makineye ait, birbirinin neredeyse tıpatıp benzeri iki lens kapağı. O kadar ki, birbirlerine kapanıp kilitlenebiliyorlar. Biri Made in Taiwan, öbürü Made in Japan.

Olur ki birileri size küreselleşmenin ne olduğunu sorar, bu örneği gönül rahatlığıyla verebilirsiniz.

17 Ağustos 2014

Kediler, kirpiler, tilkiler vesaire

Ablam göndermiş bunu bugün. Çok güldüm, tam benim kafamda bir karikatür. Sahiden de çekilen kedi fotoğraflarının haddi hesabı yok. Facebook'ta paylaşılan on tane hayvan fotoğrafı varsa beşi kedilere ait. O bir, bir de kedili karikatürleri ayrı bir seviyorum. Erdil Yaşaroğlu'nunkiler harika. Bu onun değil ama, çünkü Erdil'in yazısı tanıdık. Bunun kime ait olduğunu bilmediğim için altına isim yazamıyorum ne yazık ki.
*
İnternette her şey elimizin altında olduğu için pek çok kimse başkalarına ait yazıları, fotoğrafları ve bilumum fikri malzemeyi alıp hiç isim belirtme gereği duymadan gönül rahatlığıyla kullanıyor. Halbuki, bu da en az eşya çalmak kadar hırsızlık. Kullanıyorsun, bari isim ver. İşin vahim tarafı, çokluk insanlar bu konuda özenli davranmak şöyle dursun, bunu akıllarına bile getirmiyorlar. Neresinden tutsan elinde kalır türden bir mesele bu.
*
Kedi doğru söylüyor, ben de Canon'u pek beğenmiyorum. Fena değil ama harika da denemez hani. Hiç Nikon kullanmadığım için malzemesinin dandik olup olmadığını bilmiyorum.
*
Bugün bir arkadaşı ziyarete gittik. Kahve ikram ettiler. Fincanla içindeki köpük o kadar ahenkli duruyorlardı ki fotoğrafını çekmek istedim. Tam davranıp makineyi çıkarıyordum, yanlış anlaşılabilirim diye vazgeçtim. En azından biz gittikten sonra, niçin kahvemizin fotoğrafını çekti acaba, diye meraklanabilirlerdi.
*
Via
Şunu da dün facebook'ta gördüm, muz dilimleyici. Yahu, insan bunu yapmaktan utanır. Muz dilimlemek sanki çok zor bir şey de aletini yapıyorlar. Bunun temizliğine değmez be. Baksanıza, sürüyle ağzı var. Patates dilimleyici yap, turp dilimleyici yap, ne bileyim, hıyar dilimleyici yap, esasında en gereklisi limon dilimleyici, asıl onu yap, ne uğraşıyorsun muzla filan. İşte her şeyin üretilebildiği bir devirde yaşıyoruz, neylersin. Gerekli gereksiz ne ararsan var. İnsanlar da kolay alışıyorlar tabii her bir şeye, deyiş yerindeyse kanıksamak moda oldu. Saçma şeyleri bile kanıksayıp saçma olmaktan çıkarabiliyor toplumlar. Bu muz dilimleyiciyi yalnızca örnek olarak veriyorum.

Her bir şeyin üretilmesi sinsi bir tehlikenin yolunu da açıyor. İnsanlar kendi yetilerini kullanmayıp yerine alet edevat kullanıyorlar. İğneden iplik geçirici diye bir şey çıksa hiç şaşırmamak gerek. Oysaki insan kendi yetilerini sonuna kadar kullanmalı, çünkü kullanmadı mı o yetiler zayıflar, zamanla da ortadan kalkar. Mesela ilkokul öğrencisiyken kırk kadar telefon numarasını ezberden biliyordum. Bugünse bazen birilerine kendi numaramı verecek olduğumda bile takıldığım oluyor. Çünkü artık ezberleme gereği duymadan her numarayı telefon rehberine kaydediyoruz. Geçelim... Yaz günü bu meselelerle uğraşmaya gelmez. Hayvan fotoğraflarına geri dönelim.
*
Bizim bahçede yaşayan kirpilerden daha önce bahsetmiştim. Yalnızca bizim bahçede de değil, civarda çok kirpi var. Gündüz gözüyle bir insanın kirpi gördüğüne daha rastlanmış değil. Ama gece oldu mu dileyen herkes görebilir. Yeter ki bir bahçede oturup sessizce biraz beklesin. Dün akşam buyla yavrusu gelmişlerdi. Ben bahçeye çıkana kadar yavru ortalıktan kayboldu. İnsan gördüler mi pusup kalıyor, hiç hareket etmiyorlar. Çok sıcak kanlı bir hayvandır kirpi, elinize aldınız mı öyle korkar ki kalp atışlarını hissedersiniz. Bugün bir arkadaşım kirpilerin yılan yediğini söyledi. Hiç duymamıştım. Onların kasabasında da çok kirpi varmış şimdilerde, eskiden hiç yokmuş, dediğine göre kirpiler arttığından beri yılanlar neredeyse tükenmiş. Dedim ya, hiç bir bilgim yok bu konuda. Benim bildiğim, kirpi ağaçlardan düşen meyveleri yer, kavun-karpuz kabuğu yer, ot yer vs.
*
Bugün hava çok sıcaktı. Açıkta yürümek işkenceydi. Gene de daha kötüsü var. Gerçi şunun şurasında eylüle ne kaldı, tam iki hafta. Ne çabuk geçti sahi koca yaz! Ya bu mevsimler çok kısa, ya da biz çok şey istiyoruz, ikisinden biri.
*
Kirpi ilk elde masum, kendi halinde bir hayvan gibi gözükür ama aslında gözüaçık, zeki bir hayvandır. Az biraz gözlemlediniz mi bunun farkına varırsınız. Örneğin, dediğim gibi, yanına yaklaştınız mı durur, hiçbir tepki vermez. Amerikan filmlerinde polis zanlıya, "Yapacağın her hareket, söyleyeceğin her söz aleyhinde delil olarak kullanılabilir," diyor ya, kirpinin de o hesap, sanki yapacağı en ufak hareketin kendi aleyhinde olabileceği ihtimalini biliyor da ona göre davranıyor.
*
Isaiah Berlin'in seçme makalelerinden oluşan Kirpi ile Tilki adlı kitabı birkaç yıldır kitaplığımda duruyor. Tamamını okumuş değilim, içinden sadece bir makaleyi okumuştum. Kitabın adının neden Kirpi ile Tilki olduğu merak edilebilir. Ben de merak etmiştim. Kitaptaki sekiz makaleden birinin adı bu aslında, "Tolstoy'un Tarihe Bakışı Üzerine Bir Deneme" alt başlığını taşıyor. Şöyle başlıyor: 
Yunanlı şair Archilochus'un dörtlükleri arasında şöyle bir dize yer alır: 'Tilki pek çok şey bilir, ancak kirpi büyük, tek bir şey bilir.' Bilginler, tilkinin, tüm kurnazlığına rağmen, kirpinin tek bir savunması ile tilkinin yenilmesinden başka anlama gelmeyen bu karanlık kelimelerin doğru yorumu konusunda farklı düşünürler. 
Yarım saat kadardır yazıya ara vermiş, Archilochus'un söz konusu dörtlüğünü arıyorum internette, ancak bulamadım maalesef. Gutenberg'de bile yok. Wikipedia'nın dediğine göre uzun zamandır özlü söz olarak kullanılıyormuş, zaten Erasmus'un 1500 yılında yayımlanan özlü sözler koleksiyonu Adagia'sında da yer almış: Multa novit vulpes, verum echinus unum magnum. Demek istediği şey şu: Kirpinin bildiği tek bir şey, günü gelir işine yarar, belki hayatını kurtarır örneğin, halbuki tilkinin bilmekle böbürlenip durduğu pek çok şey –tam da pek çok olduklarından ötürü– hangisini kullanacağını bilmeyeceği için hiçbir işe yaramazlar. Demek ki neymiş, kurnazlık her zaman işe yaramazmış. Hele hele günümüzde çokça rastlanılan şark kurnazlığı.

16 Ağustos 2014

Le vent nous portera

Bugün de hiçbir şey yazmasam mı? İyi fikir gibi duruyor. Hem ne yazacağım? Her zaman söyleyecek bir şeyi olmadığı gibi, her zaman yazacak bir şeyi de olmayabiliyor insanın. Tabii, insan bu yani, fazla üstüne düşmemek gerek, bilgisayar değil neticede. Ama bazı insanlar var ki her zaman söyleyecek bir şeyleri, hatta çok şeyleri oluyor. Hayret ediyorum öylelerine. Bir tür yetenek mi bu acaba, yoksa bildiğin boşboğazlık mı? Ama işte, ben de tam olarak onu söylüyorum zaten, boşboğazlık dediğin şey de bir yetenek olmasın sakın? Bunu enikonu düşünüyorum bazen. Yetenek olabilir sanki. Çünkü herkesin yapabileceği bir şey değil. Pek çok kimsenin oradan buradan tanıdığı böyle birileri vardır muhtemelen. Her ortamda konuştukça konuşabiliyorlar. Ben yeltensem yapamam böyle bir şeyi. Kendimi zorlasam dahi yapamam. Yer-zaman adamıyım galiba ben, yerine ve zamanına göre çok konuştuğum olur, çene düşüklüğü derecesine geldiğim bile görülmüştür, örneğin yakın arkadaş ortamında, ama ağzımı hiç açmadığım da olur. Öyle ki, bazen kendime şaşırırım, bu ben miyim, diye kendime sorarım. 

Yalnız yaşayan, yalnızlığından bezip evcil hayvan besleyen insanlar acaba hiç hayvanlarıyla konuşuyorlar mıdır? Merak ediyorum çok.

İleride ben de evcil hayvan olarak bir at beslemeyi düşünüyorum. Öyle kolay olabilecek bir şey değil elbette ama deneyeceğim. Kırklı yaşlarımda olabilir. Evcil dediğim, evin içinde değil elbette, ahırında besleyeceğim atı. At zaten evcil bir hayvandır. Bir iş hayvanıdır ama ben herhangi bir iş için değil yalnızca binmek için kullanacağım atımı. Bir şeyi kafaya koymak iyidir, bakıyorsun zamanı geliyor hakikaten yapılıveriyor. Çünkü kafadaki şey insan farkına varmadan yavaş yavaş plana dönüşüyor ve günü gelince de programlanıp yapılıyor. Benim bu at besleme işi de bir-iki yıldır aklımda. Bir gün şöyle güzel bir atım olursa onunla konuşuruz da belki. Ama keşke şimdi de bir atım olsaydı.

Biz insanlar konuşmanın çok ilkel bir biçimini kotarıyoruz. Hayvanlarsa bizden çok çok ileride. Örneğin kelimelerimiz, cümlelerimiz hep birbirinden ayrıştırılabiliyor. "Ağaçta elma var," dediğimiz zaman ağaçta, elma ve var kelimelerini rahatlıkla birbirinden ayırabiliyoruz. Hatta her kelimenin harflerini bile. Elma'nın e'sini, l'sini, m'sini, a'sını birbirinden ayırmak hiç de zor değil. Bilmediği bir dilin kelimelerini bile ayırabilir çoğu insan. Oysaki hayvanlar birbirleriyle konuştuklarında biz o konuşmanın iki kelimesini bile ayırt edemeyiz. Mesela bir koyunla kuzusu konuştuklarında biz ancak ve ancak "Meeeee" sesleri duyarız. Halbuki onlar birbirlerine bir şeyler söyleyip anlatıyorlardır o esnada. Kuşlar da birbirleriyle konuştukları zaman bizim duyabildiğimiz sadece cıvıltılardır. Ama onlar da aynı şekilde bir şeyler anlatmaktadırlar birbirlerine. Gelmek istediğim yer belli; konuşmak için ne kadar çok kelimeye ihtiyaç duyuluyorsa konuşulan dilin o kadar ilkel olduğu ortaya çıkar. Ağaçta elmanın var olduğunu biz üç kelimeyle anlatabiliyoruzken bir kuş tek bir cik'le anlatabiliyor. Hangisi daha ileri? Tabii ki kuşunki. Acaba diyorum, gelecekte, mesela üç bin yıl sonra, insan dilleri de böyle olabilir mi? Ağaçta elma var gibi çok çok basit bir yargıyı belirtmek için üç kelime harcamanın her bakımdan israf olduğu sonucuna varıp bunu tek bir kelimeye, hatta tek bir heceye indirebilir miyiz? Belli olmaz, bekleyip göreceğiz, bakarsın oldu böyle bir şey.

Hiçbir şey yazmasam mı derken bugün de bir şeyler söyledim bak. Açıkça şunu demeye getiriyorum, günü kurtardım. Hadi o zaman, başlasın şenlik. 

Sert bir rüzgâr esiyor şu anda. Balkona çıkıp kendimi rüzgâra bırakayım. İnsanı alıp götüren rüzgârlar da artık esmiyor ya...

15 Ağustos 2014

Morena

Temel, Dursun ve İdris ava çıkmışlar. Karşılarına bir delik çıkmış, "Bu ne deliği ola ki?" diye sormuşlar birbirlerine, Temel, "Bekleyip görelim," demiş. Pusuya yatıp beklemişler, biraz sonra bir tavşan çıkmış, vurup yollarına devam etmişler. Biraz sonra daha büyük bir deliğe rastlamışlar. Yine birbirlerine bakıp, "Bu ne deliği ola ki?" demişler. Temel de yine, "Bekleyip görelim," demiş. Bu kez de bir tilki çıkmış, onu da vurup devam etmişler. Biraz sonra karşılarına çıkan delik daha da büyükmüş. Bakışlarında yine aynı soru, birbirlerine bakmışlar. "Bekleyip göreceğiz," demiş Temel. Bekleyip görmüşler, bir ayı, onu da vurup devam etmişler. Bu kez kocaman bir delikle karşılaşmışlar. Daha da meraklanmışlar, "Ayıdan daha büyük ne olabilir ki?" diye merak ederek pusuya yatıp beklemeye koyulmuşlar. Ertesi gün gazetede haberleri çıkmış: "Avcı Temel ve Arkadaşları Dursun ile İdris Trenin Altında Kalarak Yaşamlarını Yitirdiler."

Efendim, fazla merak iyi değildir de denebilir ama siz bakmayın, fazla merağın iyi olduğu durumlara da rastlanmıştır. Daha çok gözün doymaması ile ilgilidir bu fıkra, bana öyle geliyor. Tavşanı elde ettin, devam et, tilkiyi elde ettin, yine devam et, hadi ayıyı da elde ettin, ona da eyvallah, yine devam et, ne var ki ayıdan sonra hâlâ gözün doymadıysa tren seni elde ettiğinde yapılacak bir şey yok.

***
Bir köşe yazısında okumuştum bir zamanlar, bu Temel fıkraları filan hep Almanya, Polonya bölgelerine ait fıkralarmış. Kim, ne zaman, nasıl başlatmış bilmiyorum, Türkçeye çevrilip işte böyle Temel, Dursun, İdris diye anlatılıyorlar. Aslında Nasrettin Hocanınkilere benzer ince bir noktası da var bu fıkraların. 
***
Arapça kökenli fıkra'nın eş anlamlısı Fransızca kökenli anekdot. Aslı, Grekçe anekdotos'un çoğulu olan anekdota. "Yayılmamış, yayımlanmamış, gizli kalmış şeyler" anlamlarına geliyormuş. Gelsin bakalım. 

Kardeşim bana global'ın ne demek olduğunu sordu bugün, madem etimolojiye girdik, onun üzerine de iki söz edelim. Globe Latincede "yuvarlak şey" demek, yani "top". Dolayısıyla global, "yuvarlak gibi, yuvarlağımsı" gibi anlamlara geliyor. Globe denerek yuvarlak olan Dünya kastediliyor, global denilerek de "dünya çapında" gibi bir anlam verilmiş oluyor. Mesela global ekonomik kriz. Küresel'le eş anlamlı. Arapçadan geçmiş olan küre de globe'la aynı anlama geliyor zaten; yuvarlak şey, top. Eskiler kürre-i arz dermiş, "yerküre" diye çevrildiği gibi, kendisine "yer yuvarı" diyen de var. 
***
Etimolojiden müziğe atlayalım izninizle. Şunu dinlemezseniz alınırım, söyleyeyim:


Bu arkadaşlar Endülüslü. Morena Me Llaman'ı Los Desterrados'tan çok dinlemiştim ama bu gruptan bugün ilk kez dinledim. Kardeşimin aracılığıyla haberdar oldum. Enfes bir performans. Söyleyen ablanın sesi de su gibi.
***
"Dil, tek başına kalmanın acısını belirtmek için 'yalnızlık' sözcüğünü, bir başına olmanın görkemini belirtmek içinse 'inziva' sözcüğünü yarattı." 
Facebook'ta buldum. Bir başınalığın iki ayrı yüzünü gösteren güzel bir örnek. Gerçekten münzevi olmayı becerebilmiş bir insan bence en bahtiyar insandır. Ki, öyle herkesin harcı da değildir. Mumla arasan bulamazsın belki öyle birini. Münzevilikten kastım da gidip dağ başında insanlardan uzak bir yaşam sürmek değil. O tür münzevilik geçmişte kaldı bence. Günümüzde ne yana dönsen insana çarpıyorsun. Hal böyleyken, bir şehirde bile inzivaya çekilebilir bir insan. Diye düşünüyorum, naçizane. Ama yine de gidip hiçbir insanın olmadığı bir yerde bir süre yaşamak, üstelik de doğayla iç içe bir yerse, tadından yenmeyecek bir şey olsa gerek.

Facebook'ta bir şey daha gördüm dün: "Tek başına gördüğün rüya sadece bir rüyadır, başkalarıyla beraber gördüğün rüya ise gerçekliğin kendisidir." Altında yazdığına göre John Lennon demiş. Güzel demiş.
***
Morena me llaman, "Bana esmer kız diyorlar" demekmiş.

14 Ağustos 2014

Erikdeğdiren

Odamın penceresi iki buçuk aydır geceli gündüzlü açık. Ben de diyorum bu kadar toz nereden geliyor? Meğer pencereden geliyormuş. Biraz geç de olsa öğrenmem iyi oldu. Ne yapalım, kış boyunca kapalı olan pencere yaz boyunca da açık olacak elbette.
***
Ayının biri hayvanat bahçesinde kafesine yaklaşan adamı tutup yedikten sonra oturup savunma dilekçesi yazıyor. "Bu sabah karnım tamamen tok iken," diyor, tok'u da aynen böyle koyu yazıyor, dikkat çeksin diye. Halbuki böyle yaparak kendi kendini ele vermiş oluyor. Karnım tamamen tok iken, demese, hadi diyelim dedi, tok'u koyu yazmasa belki de dilekçeyi okuyacak olan kişi onun söylediklerine inanacak.

Ayının dilekçesini ilk gördüğümde o kadar gülmüştüm ki... Çünkü bu ayı z'lerini s diye, ö'lerini de ü diye yazıyor. "Göstermek" diyeceğine "güstermek" diyor mesela, "üzücü" diyeceğine "üsücü". Bizim bazı öğrenciler de böyle yazarlar da ondan çok gülüyorum. Bir de ayının uzun bir cümlesi var ki ona epey bir gülmüştüm: "Tabelada yasıyo, kafese yaklaşmak yasak diyo! Ben tabelayı güstermek için pençemi parnağımı uzatınca adam dengesni kaybettiği gibi elbisesi de yırtılarak tabi hemen ayağı da kaydı ve kafası dişlerimin arasına girer!" Yerde de önceden yazıp beğenmeyip attığı beş kâğıt daha duruyor. Yayımlamıştım iki yıl önce.

Odamın duvarında duruyor bu karikatür. Selçuk Erdem'e ait. Karikatüristler çok zeki insanlar. İki çizgiyle çok şey anlatabilmek maharet ister.

Bundan önce de Erdem'in bir başka karikatürü vardı aynı yerde. Onda da bir ilkokul öğrencisi, öğretmenine mektup yazarak ilanı aşk ediyor, öğretmeni de mektuba cevap veriyor. Aslında pek cevap da sayılmaz, zira mektup aynı mektup, hoca çocuğun yazım yanlışlarını düzeltip mektubunu geri vermiş. Çocuk da sağanak yağmurun altında mektubu okuya okuya evine gidiyor.
***
Pencere sürekli açık durunca içeriye boyuna kelebekler giriyor. Bilhassa geceleri, çünkü geç yattığım için ışık açık oluyor, onlar da ışığa tutunup geliyorlar. Mevsimin bu vakitlerinde bir de erikdeğdiren denen bir tür uçan böcek çıkıyor ortaya. Büyükçe bir şey, sert kabuklu. Latince adını bilmiyorum ne yazık ki. Hatta Türkçesini de bilmiyorum, yöresel adı erikdeğdiren. Akşamları görünüyorlar genelde. Nedenini hiç anlamadım, kızlar bundan inanılmaz derecede korkuyorlar. Bir-iki yıl önce bir akşam ablam öyle bir bağırdı ki ev yıkılıyor sandım. Kalkıp koştum, erikdeğdiren gelmiş, dediler. Görürsem fotoğrafını çekeceğim. Arılar gibi sokup sokmadığını da bilmiyorum. İçeriye geldiklerinde bir mendil falan kullanıp dışarı atıyoruz.

Bizim buralı olup da başka şehirlere göçmüş olanlara da erikdeğdiren deniyor yöre halkı tarafından. Çünkü böyleleri genellikle yazın akrabalarını vs. ziyarete geliyorlar, yani tam da erikdeğdirenlerin çıkış zamanında. Almanya'ya gidenlere bir zamanlar Alamancı lakabı takılmış olduğu gibi, bizimkilere de erikdeğdiren denmiş. Kimin aklına gelmişse onu kutlamak lazım. Laf aramızda ben de artık erikdeğdiren olmak istiyorum, ben de çekip gitmek istiyorum. Tanrııım, neden duymuyorsun beni! Hiç olmazsa niçin duymadığını söyle!
***
Odamın penceresinden 25 Haziran günü böyle görünüyor. Kavaklar, kargalar... Çok ahım şahım olmasa da fena fotoğraf olmamış ayıptır söylemesi, ben sevdim.

Serin geceler dilerim...

13 Ağustos 2014

Yağmur yağar taş üstüne...

Yağmur yağıyordu, ben hiç ıslanmadım. Şemsiyem de yoktu. Nasıl oldu acaba? Yağmur başka yerde yağıyordu, demezsiniz umarım. Hayır, burada yağıyordu. Orası neresi diye soracak olursanız, bizim Atmosfer. Dün geceki Perseid meteor yağmurundan söz ediyorum.

Balkona çıktım dün gece. Beş dakika kadar bekledim ama hiç meteor görmedim. Boynum yoruldu içeri girdim. Yarım saat sonra tekrar çıkıp birkaç dakika baktım, yine bir şey görmeyip içeri geçtim. Bir ara yine aklıma geldi, pencereden başımı uzatıp baktım, tam o anda bir tane gördüm. Böylece gece boyu süren meteor yağmurundan başıma düşe düşe bir damla düştü.

Bu meteorlar da çok hızlı doğrusu, saatteki hızları kaç km. acaba? Diyorum ki, eğer bir meteor bize göre olağanüstünün üstü olan bu hızla hareket edebiliyorsa, demek ki doğa bu hıza uygundur. Gerçi dünyayı çepeçevre kucaklamış olan Atmosferin tüm katmanları buna uygun mu bilmiyorum ama bilim insanları çalışırlarsa belki günün birinde olağanüstü hızlı şeyler yaratabilirler. Ne dersiniz? Bilimkurgu filmlerinin senaristleri de artık ışınlanma hayalleri kurmak zorunda kalmazlar. Buradan Yeni Zelanda'ya, mesela on dakikada gidebiliyorsan ışınlanmaya ne gerek var?

(On dakika dediğime bakmayın, dokuzunu hazırlık için koyuyorum. Öyle bir şey yapılırsa eğer, örneğin olağanüstü hızlı bir uçak gibi bir şey, işte onun hazırlığı, pilotunun yerini alması, piste yerleşmesi vs. dokuz dakika filan alır kanısındayım, kalktıktan bir dakika sonra da Yeni Zelanda'da olur zaten. Deli miyim neyim. Bağışlayın.)

Nereden geldik buraya? Meteorların hızından. Bir saniye bile sürmüyor, bir görünüp kayboluyorlar hemen. Ayıp yahu! İnsan biraz yavaş gider, hiç değilse üç saniye falan görünür kalır. Aşağıda milyon kadar insan hazırlanmış, gecenin o saatinde dışarı çıkmış onu izliyor, onun umurunda değil.
*
Halk arasında yıldız kayması olarak biliniyor meteor, yani göktaşı düşmesi. Meteorlar aslında çok küçüktürler. Çoğunun büyüklüğü bir kum tanesi ile bir elmanın boyutları arasında değişir. Atmosfere girdiklerinde, yani biz onları gördüğümüzde hızları saniyede 12 ile 72 km. arasında değişir. Bilgiler için Axis 2000 ansiklopedisine teşekkür eder, emeği geçen arkadaşlara saygılarımızı sunarız. (İnternet devridir, Hz. Wikipedia elimizin altındadır diye ansiklopedilerimi atacak halim yoktu ya.) Düşünün, saniyede 40 km. hızla gittiklerini varsayarsak, Van'dan İzmir'e yarım dakikada gidiyorlar. 
*
Halk arasındaki bir inanca göre yıldız kaydığında dilek tutulur. Dilek tutan bir insanı az biraz tanıyorsanız ne dilediğini büyük olasılıkla kestirirsiniz derim. Bir kere deneyin isterseniz. Keşke insanların kafasının içini okuyabilme yetisine sahip olsaydım. Kendi halinde, efendi insanların ne istediğine bakar, sonra onlara çaktırmadan dileklerini yerine getirmeye çalışırdım.
*
Meteorların bazen dünyaya düştükleri söylentileri de var. Olsun canım, o kadar söylentiden kim ölmüş.
*
Çocukken bir akşam babam bana kızmış, ben de küsüp dışarı çıkmıştım. Çıkmıştım çıkmasına, hava karanlıktı, nereye gidecektim? Bereket versin yaz mevsimiydi. Hava güzeldi. Sıcak değildi. (Ege'nin nemli sıcağında çok yaşamıştım ama Mardin'in kuru yaz sıcağını gördüğüm günden beri bizim buraya sıcak demeye utanıyorum. Tabii, buraya sıcak diyenler de var ama eğer Mardin sıcaksa buranınkine başka bir ad bulmak gerek, yok eğer bizim bura sıcaksa, o zaman da Mardin'inkine başka bir isim bulmak icap eder.) Ne diyordum, dışarı çıktım, beni arayıp bir süre bulamasınlar diye evin duvarına her daim dayalı merdivenden dama çıktım. Aşağıdan fark edilmesin diye de yumuşak adımlarla yürüdüm. Toprak dama sırt üstü boylu boyunca uzandım. Ne kadar çok yıldızın var, Tanrım! Birkaç tanesini bana versen? Evet, şehir ışıkları caddeleri, sokakları aydınlatır, gelgelelim zararları da çoktur. Yıldızları adamakıllı göremezsin, daha ne.
*
Yıldız kayması diyorduk... Göktaşları değil de, sahiden bir yıldız kaysa ne olur acep? Güneşin de bir yıldız olduğunu hatırlatmayı unutmadan, öylesi bir durumda, yani herhangi bir yıldızın yerinden oynayıp, hele hele dünyamızın "biraz" yakınından geçtiğini düşündüm de bir an, galiba bir milisaniyede kül oluruz. Ondan hemen önceki milisaniyede ise ışığı hepimizin gözünü kör eder. Gideceğimiz yere gözü kapalı halde gideriz böylece. Orada da meleklerin başımıza üşüşüp, "Kıyamete daha vardı, ne oluyor ya, ne ayaksınız siz?" demeleri kuvvetle muhtemeldir. Yine de dürüst olmak gerek, öylesi bir yıldız kaymasına varım ben. Hatta kaymışken bin tanesi birlikte kaysın, çoğu da dünyamızın çok yakınından geçsin. Yalanım varsa namerdim.
*
Perseid meteor yağmuru dedik. Adı Yunan Mitolojisindeki Perseus'tan geliyor. Zeus ile Danae'nin oğlu. (Bu Zeus'un da ne çok karısı varmış anasını satayım. Bildiğin harem kurmuş adam. Neyse...) Perseus da az değilmiş hani, Medusa'nın başını kesmiş, bir de bir deniz canavarının tehdidi altındaki Andromeda'yı kurtarıp onunla evlenmiş. Bir ara da disk atarken kazara annesinin babası Akrisios'u öldürüp dede katili olmuş.
*
O değil de, ne zamandır kendime bir mitoloji sözlüğü alayım diyorum, unutup kalıyorum, aklıma geldi şimdi. Bir de bir ara bir gökyüzü atlasım vardı, arıyorum arıyorum bulamıyorum. Biraz daha arayayım en iyisi.

Yıldızsız kalmayın...

12 Ağustos 2014

Ağaçlar ve Yapraklar

Yapraklar her yıl sonbahar rüzgârlarının şarkılarına kapılıp kendilerini doğuran ağaçları bir başına, çırılçıplak bırakıp gittiler.

Oysa ağaçlar buna aldırmayıp her ilkbahar yeniden doğurdular onları. Çok da sevdiler. O kadar ki, yaz gelince büsbütün kayboldular kendi yapraklarının içinde. Herkes yaprakların güzelliğine bakarken doya doya, kimselerin aklına gelmedi ağaçlara da bir selam vermek. Ama onlar bunu umursamadılar bile. 

Böylece devam etti gitti düzen.

11 Ağustos 2014

Kayısılar

Kayısılar sarardı. Ağacı olanlar topluyorlar. Bizim bahçede de kayısı ağaçları var, henüz tam anlamıyla yetişkin sayılmasalar bile kaç yıldır meyve veriyorlar. En büyükleri geçen yıl epey verimliydi ama bu yıl dinleniyor, yalnızca iki tane kayısı tuttu, o kadar.
*
Hazirandan beri düzensiz, tepetaklak bir hayat sürüyorum. Uyku düzenim altüst. Bugün de on birde uyandım. Birkaç günlüğüne köye gideyim, diyorum, bakarsın uykum düzene girer orada. Hem zaten dağın zirvesine çıkacağız diye sözleşmiştik arkadaşlarla.
*
Komşulardan biri kayısı getirmiş. Kahvaltıya oturunca ilkin onlardan yedim. Sekiz tane. Kahvaltıdan sonra da iki tane.
*
Çekirdekli yiyeceklerin iyi tarafı, olur da ne kadar yediğini merak edersen, sayabiliyor olman.
*
Çocukluğumuzda annem kaynatır bize yedirirdi kayısı çekirdeklerini. Çok güzeldi tatları. Kırıp da mı kaynatırdı, kaynattıktan sonra mı kırardı anımsamıyorum.
*
Bazı kayısılar balla yarışacak denli tatlılar. Neden acaba; ağaçtan mı, topraktan mı?

(Bazı yoğurtlar da tatlı, bazılarıysa ekşi oluyorlar. Bunun nedenini de hayvanın yediği otlara bağlamıştım uzunca bir süre. Bir gün bunu teyit ettirmek için Nesife Nineye sormuştum. Hayır, demişti, ottan değil de daha çok yoğurdun yapılış biçiminden kaynaklanıyor. Unuttum tabii, sanırım şöyle mayalarsan tatlı, böyle mayalarsan ekşi olur gibisinden bir şeyler demişti.)

Kayısıların –ve bu arada türlü çeşitli sebze-meyvenin– doğal tatlarını yitirmiş olması galiba insanların müdahalesinin bir sonucu. O kadar gübre ve tarım ilacının yanı sıra, tohumların, ağaçların genetiğiyle de oynanınca ortaya tatsız tuzsuz şeyler çıkıyor doğal olarak. 
*
"Keşke hiç bitmese" temennisini içinden geçirmemiş olan bir insan var mıdır? "Keşke filanca şey, mesela şu yediğimiz kayısılar hiç bitmese..."

İlk gençiliğimizde, hatta doğru dürüst genç de sayılmazdık, çocuktuk, orada burada bazen gizli, bazen açıkça sigara içerdik. Arkadaşın biri bir gün öyle bir yalan söylemişti ki, gülmemek için kendini zor tutardın. Gene de inanmıştık. İnanmak istemiştik de ondan. İnanmak iyi gelmişti yani: "Filanca yerde, filanca kişi bilmem ne yapmış da sigarası hiç bitmemiş." "Nasıl yani?" diye soracak olmuştuk biz de. Minareyi çalan kılıfını uyduracak neticede, "Hiç bitmiyormuş sigara, günlerce, gecelerce..." Biz de üstelemiştik: "İyi güzel de bu sigara hep yanıyor mu, başında biri mi bekliyor sürekli, külü nereye düşüyor, bir yerleri yakmıyor mu?" Bu sorularımıza da birer kılıf uydurmuştu elbette. Neymiş, geceleri evi yakmasın diye dışarıda bir yere bırakıyormuş, yok evde sigara içenlerin hepsi o sigarayı içiyormuş, böylece artık sigara almaya da gerek kalmıyormuş falan filan... İnanmıştık bu yalana, evet, çünkü sigaraya ha bire para vermekten kim hoşlanır? Kaldı ki cebimizde üç-beş kuruş harçlık ya olur ya olmazdı.


Via
Kayısıları birer birer yiyip çekirdeklerini kenara koyunca aklıma bu geldi. Hiç bitmeyen şey... Kayısıyı yiyorsun, çekirdeği kalıyor. Onu da toprağa attın mı bir yıl sonra başını çıkarıyor. Büyüyüp serpiliyor, önce fidan, sonra da iyiden iyiye ağaç oluyor. Tabii o arada, nereden baksan şöyle temiz bir on yıl geçmiş oluyor. Belki de yirmi. Ve işte o da tıpkı ataları gibi meyve vermeye başlıyor. Ve sen onu da afiyetle yedin mi elinde yine çekirdeği kalıyor. Bu iş de görüldüğü üzere biraz zaman istiyor, gelgelelim almadan vermek Allah'a mahsus, zaman alacak ki sana meyve versin, neylersin.

İşte, insan evladı hemen her meselede işine gelen değişkeni ele alıp işine gelmeyeni göz ardı etmekle ünlüdür. Bu kayısı konusunda da birinci değişkenimiz süreklilik. Çekirdeğin sürekli meyveye dönüşmesi, meyvenin de sürekli çekirdek vermesi, böylece "keşke hiç bitmese" hülyasının da gerçeğe dönüşmesi... İkinci değişkenimizse bu iş için zamana ihtiyaç duyulması. Ve işte bu bizim işimize gelmediği için göz ardı ediyoruz. Biz insanoğlu ve insankızı, binlerce yıldır yediğimiz kayısının çekirdeğinin oracıkta yeni bir kayısıya dönüşmesinin rüyasını görmek umuduyla uykuya dalıyor, ancak her sabah beklediğimiz rüyayı görememiş olmanın kederiyle uyanıyoruz.
Sayfa başına git