Bukowski'yi duymayan yoktur herhalde. Ben de çok duydum duymasına ama bugüne dek herhangi bir metnini okumadım. Bloglara göz gezdirirken, Bukowski için "adamım" diyen bir blogdaşın paylaştığı bir Bukowski şiirine rastladım. Hoşuma gitti, çevirdim. Felsefi içerikli bir şiir diyebilir miyiz buna? Bilemiyorum. Hoş, şiirin içeriğinde felsefe yok; felsefi bir kavram vs. yok, yalnızca bazı filozofların adı var, ama serserilik eden birini çalışan birine üstün tuttuğuna göre, vardır elbet anlatmak istediği bir şey. Her neyse, Bukowski'yi henüz okumadığıma göre ne desem uydurma olacak. İyisi mi şiiri okumak.
babam ve serserinin biri
babam çalışmaya inanırdı.
bir işi olduğu için de
gururluydu.
bazen işsiz kaldığı
olurdu
ve bundan çok utanırdı.
o kadar utanırdı ki,
sabahtan evden çıkar,
akşama dönerdi
komşular bilmesin
diye.
ben,
bense kapı komşumuzu tutardım:
tek yaptığı, arka bahçede
bir sandalyeye kurulmak
ve garajın duvarına çizdiği
hedeflere ok atmaktı.
1930'da, Los Angeles'ta
öyle bilgeydi ki adam,
Goethe, Hegel, Kierkegaard,
Nietzsche, Freud,
Jaspers, Heidegger ve
Toynbee zor inkâr ederdi
bilgeliğini.
Charles Bukowski
31 Ekim 2013
29 Ekim 2013
28 Ekim 2013
Sevgi Neyden Yapılır?
Sekizinci sınıfların dersinde bir kız öğrenci bir dosya getirdi. "Hocam, bu şiirleri ben yazdım, okuyun bakalım, güzel mi?" dedi. Okudum. Aralarından bir tanesini fark ettirmeden telefonuma yazdım.
kanser aşktan yapılır,
ölüm ecelden. peki
sevgi neyden yapılır?
Güzel, değil mi?
kanser aşktan yapılır,
ölüm ecelden. peki
sevgi neyden yapılır?
Güzel, değil mi?
27 Ekim 2013
Kirpi
Bir kirpimiz var, daha doğrusu birkaç kirpimiz. Neredeyse her akşam geliyorlar, bahçedeki kabukları falan yiyorlar. Nedense hiç birlikte geldiklerini görmedik, bazen büyüklerden biri geliyor, bazen küçüklerden biri. Bir kirpimiz, dememin nedeni de bu. Aslında belki beraber de geliyorlardır ama ne ben ne de ev halkından başka biri hiç beraber görmedik. Belki her biri ayrı bir bahçeye gidiyordur, böyle bir kanunları vardır kirpilerin de, kim bilir.
Ee, neden yazdın şimdi bunu, diye sormazsınız umarım. Özel bir nedeni yok. Ayda yılda bir, bahçemizdeki kirpilerden söz etmişiz burada, çok mu?
Ee, neden yazdın şimdi bunu, diye sormazsınız umarım. Özel bir nedeni yok. Ayda yılda bir, bahçemizdeki kirpilerden söz etmişiz burada, çok mu?
26 Ekim 2013
25 Ekim 2013
Kahve
© Yvette Chew Çok eskiden Afrika'da kahveden ekmek yapılırmış. Nasıl bir ekmek olduğunu tahmin edebiliriz: kapkara, Afrika'nın teni ve kaderi gibi. Peki acaba tadı nasıldı bu ekmeğin? |
24 Ekim 2013
Güvercin
I
Çatısı uçmuş bir evin
damına konmuş bir güvercin.
Çatıyı kimin, nasıl uçurduğunu bilmiyoruz. Çeşitli söylentiler var. En sağlam olanına göre, gece rüzgâr uçurmuş.
Rüzgâr neden yalnızca çatıları uçurur? Ne alıp veremediği var onlarla? Filozofların bu konulara eğileceği günler yakındır.
Hayır, rüzgâr yalnızca çatıları uçurmaz, ağaçları yerinden söktüğü de olur. Evet, öyle de olur. Gelgelelim biz çatıların uçmasıyla ilgileniyoruz, kimin neyi söktüğüne, neyi nereye diktiğine karışmıyoruz.
En çok da çocuklar haklıdır bu konularda. Uçurtma mevsimlerinde bir avuç rüzgâra muhtaç olanlar onlar çünkü.
Nedense hep okullar açıldıktan sonra ortaya çıkar rüzgâr. Çocuklarla bir alıp veremediği mi var, ne? Uçurtmalar kömürlüğe kaldırılır, kitaplar-defterler çıkarılır, ve işte sayın rüzgâr ancak o zaman zuhur eder.
Kimi çocuklar vardır, uçurtmalarını kömürlüğe kaldırır, kimi çocuklar da vardır, uçurtmalarını balkona kaldırır. Gardırobun üstüne koyanlar da yok değildir hani.
Rüzgârın yararları da çoktur ya, pek çoklarınca bilinmez ama.
Rüzgâr uçurmasa bir evin çatısını örneğin,
halini hatrını sormak aklımıza gelir mi bir güvercinin.
II
Çocuklar okula gidiyorlar. Ya da en azından gidiyor gibi yapıyorlar. Bazı çocuklar okulu sevmez çünkü, bu bilinen bir şey. Bazı güvercinler de çatı aralarını sevmez.
Birinci sınıflar, üst sınıftaki abilerinin, ablalarının elinden tutup da gidiyorlar. Böyle bir karar alınmış çünkü Birleşmiş Milletler genel kurulunda. UNICEF artık bunun için çalışacakmış. Sloganları bile hazırmış: El ele tutuşmayan çocuklara dilediğiniz kadar süt içirin, neye yarar. Abisi, ablası olmayan çocuklar da komşu çocukların elinden tutup okula gideceklermiş. “Peki, ya okula gidemeyenler?” diye sormuş delegelerden biri. Genel Sekreter yanıtlamış hemen: “Nasıl ki okula giden çocuklar el ele tutuşarak okula gidip gelecekler, okula gidemeyen çocuklar da yine el ele tutuşarak gidemeyecekler.” Karar verilmiş, kanun oy çokluğuyla kabul edilmiş. Genel Sekreter, teşekkür konuşması yapmak için kürsüye çıktığında sitemkârmış: “Ben,” demiş, “bu kanunun oy çokluğuyla değil, oy birliğiyle kabul edilmesini beklerdim.” O öyle deyince, Mozambik, Afganistan, Bangladeş, Ruanda ve Haiti temsilcileri kalkıp, hep bir ağızdan koro halinde, “Ama ölü çocuklar ne okula gidebilirler, ne de gidemezler,” deyip yerlerine oturmuşlar.
III
Rüzgârın bir yararı daha var, gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkelerde pek bilinmez. Rüzgâr her akşam ölü çocukların mezarına gidip onlara ninni söyler. Kimilerine şarkı söylediği bile olur.
Devamı var. Bakalım ne zaman.
Çatısı uçmuş bir evin
damına konmuş bir güvercin.
Çatıyı kimin, nasıl uçurduğunu bilmiyoruz. Çeşitli söylentiler var. En sağlam olanına göre, gece rüzgâr uçurmuş.
Rüzgâr neden yalnızca çatıları uçurur? Ne alıp veremediği var onlarla? Filozofların bu konulara eğileceği günler yakındır.
Hayır, rüzgâr yalnızca çatıları uçurmaz, ağaçları yerinden söktüğü de olur. Evet, öyle de olur. Gelgelelim biz çatıların uçmasıyla ilgileniyoruz, kimin neyi söktüğüne, neyi nereye diktiğine karışmıyoruz.
En çok da çocuklar haklıdır bu konularda. Uçurtma mevsimlerinde bir avuç rüzgâra muhtaç olanlar onlar çünkü.
Nedense hep okullar açıldıktan sonra ortaya çıkar rüzgâr. Çocuklarla bir alıp veremediği mi var, ne? Uçurtmalar kömürlüğe kaldırılır, kitaplar-defterler çıkarılır, ve işte sayın rüzgâr ancak o zaman zuhur eder.
Kimi çocuklar vardır, uçurtmalarını kömürlüğe kaldırır, kimi çocuklar da vardır, uçurtmalarını balkona kaldırır. Gardırobun üstüne koyanlar da yok değildir hani.
Rüzgârın yararları da çoktur ya, pek çoklarınca bilinmez ama.
Rüzgâr uçurmasa bir evin çatısını örneğin,
halini hatrını sormak aklımıza gelir mi bir güvercinin.
II
Çocuklar okula gidiyorlar. Ya da en azından gidiyor gibi yapıyorlar. Bazı çocuklar okulu sevmez çünkü, bu bilinen bir şey. Bazı güvercinler de çatı aralarını sevmez.
Birinci sınıflar, üst sınıftaki abilerinin, ablalarının elinden tutup da gidiyorlar. Böyle bir karar alınmış çünkü Birleşmiş Milletler genel kurulunda. UNICEF artık bunun için çalışacakmış. Sloganları bile hazırmış: El ele tutuşmayan çocuklara dilediğiniz kadar süt içirin, neye yarar. Abisi, ablası olmayan çocuklar da komşu çocukların elinden tutup okula gideceklermiş. “Peki, ya okula gidemeyenler?” diye sormuş delegelerden biri. Genel Sekreter yanıtlamış hemen: “Nasıl ki okula giden çocuklar el ele tutuşarak okula gidip gelecekler, okula gidemeyen çocuklar da yine el ele tutuşarak gidemeyecekler.” Karar verilmiş, kanun oy çokluğuyla kabul edilmiş. Genel Sekreter, teşekkür konuşması yapmak için kürsüye çıktığında sitemkârmış: “Ben,” demiş, “bu kanunun oy çokluğuyla değil, oy birliğiyle kabul edilmesini beklerdim.” O öyle deyince, Mozambik, Afganistan, Bangladeş, Ruanda ve Haiti temsilcileri kalkıp, hep bir ağızdan koro halinde, “Ama ölü çocuklar ne okula gidebilirler, ne de gidemezler,” deyip yerlerine oturmuşlar.
III
Rüzgârın bir yararı daha var, gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkelerde pek bilinmez. Rüzgâr her akşam ölü çocukların mezarına gidip onlara ninni söyler. Kimilerine şarkı söylediği bile olur.
Devamı var. Bakalım ne zaman.
23 Ekim 2013
22 Ekim 2013
Azrail'i Beklerken
Ne doğumum yıldızlar tarafından müjdelendi,
ne de bu dünyadan gidişim Tanrı'yı zor durumda bırakacak,
ve kulaklarım asla neden doğduğumu bilemedi,
bu yüzden ölümüm de sessiz olacak.
Nasır Ali'nin, çocukluğundan itibaren sahip olduğu tek yetenek müziktir. Bu nedenle 21 yaşındayken annesi onu Şiraz'a götürür. Orada zamanının en önde gelen müzik üstadı Ağa Muzaffer'den keman dersleri alır.
Şiraz'da İran adlı bir kızla birbirlerine aşık olurlar. Kızı babasından ister, ancak adam kızını vermek istemez, çünkü Nasır Ali sanatçıdır ve geçimini sağlamak için yeterli parası yoktur. Çaresiz, ayrılırlar ama ne o, ne de kız birbirlerini hiç unutmazlar. Bu durumdan üstadına da söz eder. Üstadı da, artık benden öğrenebileceğin her şeyi öğrendin, diyerek, sandığından eski kemanını çıkarır ve "bana da üstadım armağan etmişti, artık senin" diyerek ona verir ve ekler: "Bundan böyle kaybettiğin aşkın, çaldığın her notada yaşayacak, senin nefesin, iç çekişin olacak. Bu aşk değerlidir, çünkü ölümsüzdür. Bunu çok iyi bilirim." Üstadın dediği çıkar, Nasır Ali o günden itibaren hayatta müziğiyle var olmaya başlar, müziği her şeyin üstüne koyar.
Ailesini ve geri kalan her şeyi ihmal eden biridir Nasır Ali. Karısı Ferhengiz, onu çok seven, işine bağlı bir matematik öğretmenidir. İki çocuğuna da anneliğin yanısıra babalık da eder. Bir gün sabrı tükenir, Nasır Ali'nin vurdumduymazlığına dayanamaz ve hıncını onun kemanından alır; kemanı aldığı gibi yere vurup kırar. Bu, Nasır Ali için hayatta her şeyin bittiği andır. Önce başka bir keman alır ama bu keman onun istediğini vermekten çok uzaktır. Bu kez şansını kardeşi aracılığıyla bulduğu bir Stradivarius'ta dener, ama o bile çare olmaz. Onun biricik aşkı, üstadının armağanı olan kemanı kırılmıştır, yeri hiçbir kemanla doldurulamayacaktır, Nasır Ali bunun çok iyi farkındadır. Hayatı birden kararmış, hiçbir dayanağı kalmamıştır. Böylece, artık yaşamanın hiçbir gerekçesi de kalmamıştır.
Böylelikle Nasır Ali ölmeye karar verir. Oracıkta birkaç klasik intihar yöntemi geçirir kafasından; tren yoluna yatmak, uçurumdan atlamak, kafasına sıkmak, hap almak. Ama bunlardan hemencecik vazgeçer, "sonuçta o, devrinin en büyük keman sanatçısı Nasır Ali Han'dır," itibarına yakışır bir intihar yöntemi düşünür ve bulur, yatağına yatıp ölümü bekleyecektir. Bundan sonra film, Nasır Ali'nin yatakta boyuna sigara içip ölümü beklediği sekiz gününün öyküsünü anlatır.
Anlatıcının Azrail olduğunu, altıncı günün başında Nasır Ali'yle buluşmaya geldiğinde öğreniriz. Peki, acaba bir an önce ölmeyi dileyen Nasır Ali, Azrail'i karşısında görünce ne yapar? Siz olsaydınız ne yapardınız?
O kadim soruyu bir kez daha sormanın zamanıdır: İnsanı yaşatan nedir?
ne de bu dünyadan gidişim Tanrı'yı zor durumda bırakacak,
ve kulaklarım asla neden doğduğumu bilemedi,
bu yüzden ölümüm de sessiz olacak.
Nasır Ali'nin, çocukluğundan itibaren sahip olduğu tek yetenek müziktir. Bu nedenle 21 yaşındayken annesi onu Şiraz'a götürür. Orada zamanının en önde gelen müzik üstadı Ağa Muzaffer'den keman dersleri alır.
Şiraz'da İran adlı bir kızla birbirlerine aşık olurlar. Kızı babasından ister, ancak adam kızını vermek istemez, çünkü Nasır Ali sanatçıdır ve geçimini sağlamak için yeterli parası yoktur. Çaresiz, ayrılırlar ama ne o, ne de kız birbirlerini hiç unutmazlar. Bu durumdan üstadına da söz eder. Üstadı da, artık benden öğrenebileceğin her şeyi öğrendin, diyerek, sandığından eski kemanını çıkarır ve "bana da üstadım armağan etmişti, artık senin" diyerek ona verir ve ekler: "Bundan böyle kaybettiğin aşkın, çaldığın her notada yaşayacak, senin nefesin, iç çekişin olacak. Bu aşk değerlidir, çünkü ölümsüzdür. Bunu çok iyi bilirim." Üstadın dediği çıkar, Nasır Ali o günden itibaren hayatta müziğiyle var olmaya başlar, müziği her şeyin üstüne koyar.
Ailesini ve geri kalan her şeyi ihmal eden biridir Nasır Ali. Karısı Ferhengiz, onu çok seven, işine bağlı bir matematik öğretmenidir. İki çocuğuna da anneliğin yanısıra babalık da eder. Bir gün sabrı tükenir, Nasır Ali'nin vurdumduymazlığına dayanamaz ve hıncını onun kemanından alır; kemanı aldığı gibi yere vurup kırar. Bu, Nasır Ali için hayatta her şeyin bittiği andır. Önce başka bir keman alır ama bu keman onun istediğini vermekten çok uzaktır. Bu kez şansını kardeşi aracılığıyla bulduğu bir Stradivarius'ta dener, ama o bile çare olmaz. Onun biricik aşkı, üstadının armağanı olan kemanı kırılmıştır, yeri hiçbir kemanla doldurulamayacaktır, Nasır Ali bunun çok iyi farkındadır. Hayatı birden kararmış, hiçbir dayanağı kalmamıştır. Böylece, artık yaşamanın hiçbir gerekçesi de kalmamıştır.
Böylelikle Nasır Ali ölmeye karar verir. Oracıkta birkaç klasik intihar yöntemi geçirir kafasından; tren yoluna yatmak, uçurumdan atlamak, kafasına sıkmak, hap almak. Ama bunlardan hemencecik vazgeçer, "sonuçta o, devrinin en büyük keman sanatçısı Nasır Ali Han'dır," itibarına yakışır bir intihar yöntemi düşünür ve bulur, yatağına yatıp ölümü bekleyecektir. Bundan sonra film, Nasır Ali'nin yatakta boyuna sigara içip ölümü beklediği sekiz gününün öyküsünü anlatır.
Anlatıcının Azrail olduğunu, altıncı günün başında Nasır Ali'yle buluşmaya geldiğinde öğreniriz. Peki, acaba bir an önce ölmeyi dileyen Nasır Ali, Azrail'i karşısında görünce ne yapar? Siz olsaydınız ne yapardınız?
O kadim soruyu bir kez daha sormanın zamanıdır: İnsanı yaşatan nedir?
20 Ekim 2013
Kibar
Birkaç ay önce ruhunu yitirmiş iki kelimeden söz etmiştim. Onlardan daha çok var, aklıma geldikçe yazarım. Şimdi de, ruhunu yitirmemiş ama azıcık yolunu şaşırmış bir kelimeden söz etmek istiyorum: kibar.
Arapça'nın bükünlü bir dil olduğunu bilen bilir. Yani, Arapçada yeni kelimeler türetilirken kelimenin başına, sonuna ekler gelmez, fakat kelimenin kökü bükülür, böylece ortaya yeni bir kelime çıkar. /hkm/ köküne bakalım, bu kökten Türkçeye geçmiş birkaç kelime: hakim, hüküm, mahkeme, muhakeme... Halbuki Türkçede böyle değildir, örneğin bu dört kelimenin karşılığı sırayla şöyle:
hakim: yargıç,
hüküm: yargı,
mahkeme: yargı yeri,
muhakeme: yargılama.
Kibar'ı daha iyi anlatabilmek için bu örneği verdim. Kelimenin kökü /kbr/. İmam ezan okurken Allahu Ekber, der, yani Büyük Allah. O halde ekber'in "büyük" olduğunu çıkardık hemen. Kibir'in böbürlenme, büyüklenme olduğunu da biliyoruz zaten. Kübra diye kızlara verilen bir ad var, o da yine büyük demek, ekber'in dişili. Daha çok Farsçada kullanılan kebir var bir de, o da yine büyük, yüce anlamına geliyor. Mevlana'nın divanına Divan-ı Kebir denir, Büyük Divan anlamında. Bulmaca çözüyorsanız muhakkak rastlamışsınızdır, "büyükler, ileri gelenler" diye sorulur, cevabı ekabir'dir. Aslına bakarsanız kibar kelimesi de çoğuldur. Örneğin Kâtip Çelebi'nin ünlü eserinin özgün adı Tuhfetü’l-Kibâr fi Esfâri’l-Bihâr'dır, Türkçesiyle, Deniz Seferleri Hakkında Büyüklere Armağan.
Dedim ya, kibar sözcüğü ruhunu yitirmemiş ama biraz yolunu şaşırmış. Aslında büyük demek ama Türkçede daha çok ince anlamında kullanılıyor. "Kibar bir insan" dendiği zaman, ince davranışlı bir insan anlıyoruz, keza kibarlık'ı da incelik olarak algılıyoruz. "Kibarca bir davranış" dendiğinde örneğin, büyükçe, büyüklere yakışan bir davranış denmiş oluyor. Kelimenin geçirdiği dönüşüm çok da şaşırtıcı değil doğrusu. İncelik zaten büyük insanların yapabildiği bir şeydir, kaba, nobran insanlardan incelik beklenmez, değil mi?
Arapça'nın bükünlü bir dil olduğunu bilen bilir. Yani, Arapçada yeni kelimeler türetilirken kelimenin başına, sonuna ekler gelmez, fakat kelimenin kökü bükülür, böylece ortaya yeni bir kelime çıkar. /hkm/ köküne bakalım, bu kökten Türkçeye geçmiş birkaç kelime: hakim, hüküm, mahkeme, muhakeme... Halbuki Türkçede böyle değildir, örneğin bu dört kelimenin karşılığı sırayla şöyle:
hakim: yargıç,
hüküm: yargı,
mahkeme: yargı yeri,
muhakeme: yargılama.
Kibar'ı daha iyi anlatabilmek için bu örneği verdim. Kelimenin kökü /kbr/. İmam ezan okurken Allahu Ekber, der, yani Büyük Allah. O halde ekber'in "büyük" olduğunu çıkardık hemen. Kibir'in böbürlenme, büyüklenme olduğunu da biliyoruz zaten. Kübra diye kızlara verilen bir ad var, o da yine büyük demek, ekber'in dişili. Daha çok Farsçada kullanılan kebir var bir de, o da yine büyük, yüce anlamına geliyor. Mevlana'nın divanına Divan-ı Kebir denir, Büyük Divan anlamında. Bulmaca çözüyorsanız muhakkak rastlamışsınızdır, "büyükler, ileri gelenler" diye sorulur, cevabı ekabir'dir. Aslına bakarsanız kibar kelimesi de çoğuldur. Örneğin Kâtip Çelebi'nin ünlü eserinin özgün adı Tuhfetü’l-Kibâr fi Esfâri’l-Bihâr'dır, Türkçesiyle, Deniz Seferleri Hakkında Büyüklere Armağan.
Dedim ya, kibar sözcüğü ruhunu yitirmemiş ama biraz yolunu şaşırmış. Aslında büyük demek ama Türkçede daha çok ince anlamında kullanılıyor. "Kibar bir insan" dendiği zaman, ince davranışlı bir insan anlıyoruz, keza kibarlık'ı da incelik olarak algılıyoruz. "Kibarca bir davranış" dendiğinde örneğin, büyükçe, büyüklere yakışan bir davranış denmiş oluyor. Kelimenin geçirdiği dönüşüm çok da şaşırtıcı değil doğrusu. İncelik zaten büyük insanların yapabildiği bir şeydir, kaba, nobran insanlardan incelik beklenmez, değil mi?
19 Ekim 2013
17 Ekim 2013
Geçmişe Özlem
Her ne kadar geleceğe yönelik beklenti ve tasarılarımız olsa da, gene de henüz yaşanmamış olan bir zamanda ne olacağını bilemeyiz. Oysa geçmiş, olduğu gibi gözümüzün önünden geçmiştir. Bildiğimiz, tanıdığımız biridir. Eski bir dosttur. Ona sahip çıkmak, onu elde tutmak, sürdürmek isteriz.
Gelecekte yaşayacaklarımızın daha iyi, daha güzel şeyler olacağının teminatı yoktur, halbuki geçmişte yaşadığımız güzel şeyleri yaşamışızdır. Onların hep elimizde olmasını dileriz. Bundan ötürüdür geçmişi özlememiz.
Gelecekte yaşayacaklarımızın daha iyi, daha güzel şeyler olacağının teminatı yoktur, halbuki geçmişte yaşadığımız güzel şeyleri yaşamışızdır. Onların hep elimizde olmasını dileriz. Bundan ötürüdür geçmişi özlememiz.
14 Ekim 2013
11 Ekim 2013
Şimdiki Çocuklar da Harika
Küçük kardeşim Elif satranç tahtasını görünce, gel oynayalım dedi. İşim var dedim ama dinletemedim. Taşları dizdik. Hazır oynuyorken biraz öğreteyim dedim, onun bir taşını alıp kendiminkini yerine koyarak, "bak, senin taşını yedim," dedim. O da hemen benim bir taşımı alıp ağzına koydu. :)
Bir gün de ablam, Elif'e dondurma almış. Elif bakmış ki dondurma çok soğuk, "abla, balkona çıkıp güneşe bırakalım dondurmayı, biraz ısınsın öyle yiyeyim," demiş. :)
Yeğenim İrem dört yaşında olduğu için bu yıl ilkokul dörde gideceğini sanıyor.
Geçen yaz aramızda geçen bir diyalog:
— Sen de bu yıl okula gidecek misin?
— Evet.
— Kaça?
— Dörde. :)
Bir ara bizim okulun birinci sınıfına gelen Büşra adlı zehir gibi bir kız vardı. Kendisine sorulan bir soruya, "Çünkü Allah çok iyi kalpli bir insandır," diye cevap vermiş. :)
Anaokulu öğretmeni olan arkadaşım Erdem'in Eren adlı öğrencisi, ona amca diye hitap ediyormuş. Diğer bazı öğrencileri de, Erdem'in her gün elinde taşıdığı küçük çantasını beslenme çantası sanıyorlarmış. :)
Bir arkadaşımın oğlu da annesine, "Senin kemerin neden takılık, benimki neden çıkarılık," diye sormuş. Baksanıza, çocuk dört yaşındaki zekasıyla kelime üretebiliyor. Sözümona dilciler zıpır kelimeler türeteceklerine gelip bu çocuğu örnek alsınlar. :)
Bizim okulun birinci sınıf öğretmeni, çocuklardan birer top kağıt getirmelerini istemiş. Bir çocuk, bir kağıda bir top resmi çizip getirmiş. :)
İyi ki çocuklar var.
Bir gün de ablam, Elif'e dondurma almış. Elif bakmış ki dondurma çok soğuk, "abla, balkona çıkıp güneşe bırakalım dondurmayı, biraz ısınsın öyle yiyeyim," demiş. :)
Yeğenim İrem dört yaşında olduğu için bu yıl ilkokul dörde gideceğini sanıyor.
Geçen yaz aramızda geçen bir diyalog:
— Sen de bu yıl okula gidecek misin?
— Evet.
— Kaça?
— Dörde. :)
Bir ara bizim okulun birinci sınıfına gelen Büşra adlı zehir gibi bir kız vardı. Kendisine sorulan bir soruya, "Çünkü Allah çok iyi kalpli bir insandır," diye cevap vermiş. :)
Anaokulu öğretmeni olan arkadaşım Erdem'in Eren adlı öğrencisi, ona amca diye hitap ediyormuş. Diğer bazı öğrencileri de, Erdem'in her gün elinde taşıdığı küçük çantasını beslenme çantası sanıyorlarmış. :)
Bir arkadaşımın oğlu da annesine, "Senin kemerin neden takılık, benimki neden çıkarılık," diye sormuş. Baksanıza, çocuk dört yaşındaki zekasıyla kelime üretebiliyor. Sözümona dilciler zıpır kelimeler türeteceklerine gelip bu çocuğu örnek alsınlar. :)
Bizim okulun birinci sınıf öğretmeni, çocuklardan birer top kağıt getirmelerini istemiş. Bir çocuk, bir kağıda bir top resmi çizip getirmiş. :)
İyi ki çocuklar var.
10 Ekim 2013
9 Ekim 2013
Geçmişimiz
Bir süredir düşünüyordu bunu.
Her şeyi unutmak istiyordu.
Yepyeni bir hayata, yepyeni bir insan olarak başlamak istiyordu.
Hiçbir şey için geç değildi. Hiçbir şeyin yaşı yoktu.
İnsan unutabilirdi.
Yeter ki istesindi.
Zaten insandan başka unutabilen bir varlık var mıydı?
Bir süre kafası bunlarla meşgul oldu. Sonunda, insanlar neleri neleri unutabiliyorlar, ben geçmişimi mi unutamayacağım, dedi ve kararını oracıkta verdi.
(Sünger tezgâhın üstünde duruyordu. İbrahim kararlı birkaç adımla tezgâha yaklaştı. Süngere baktı. İkircikli değildi. Sevindi buna: Demek kesin kararlıyım. Eli süngere uzandı.)
Bakışları, ıslatmış olduğu süngerde donup kalmıştı.
Birden kendine geldi.
Önüne baktı.
Geçmişi, tüm ağırlığıyla önünde duruyordu.
Ne olduğunu kestiremediği garip bir duygu kapladı içini.
Biraz düşündü.
Bir şeyi özlediğini fark etti. Ne olduğunu çıkaramadı ama.
Meraklandı.
Ben neyi özlüyorum? Bir yanıt bulamadı.
Acıdı kendine.
Artık geri dönüş yoktu. Kesin bir karar vermişti ve uygulamak üzereydi.
İçindeki özlem duygusu artmaya başladı.
Hadi, bir an önce çek şu süngeri çekeceksen, yoksa bunu da mı beceremeyeceksin?
Elindeki süngeri hızla geçmişinin üstüne götürdü İbrahim.
O kadar hızlı bir götürüştü ki bu, sünger yapıştı kaldı geçmişine.
Aynı hızla geri çekti. Sünger gelmedi. Yapışmıştı.
Daha sertçe çekti, sünger kopacak gibi oldu.
Eyvah, diye geçirdi içinden, geçmişimi bile silemiyorum.
Son umudum buydu oysa.
8 Ekim 2013
Hocaaam, kırmızı kalemle mi?
Derste masamda oturmuş yazı yazdırıyorum çocuklara. Önümde oturan çocuğun ikide bir kalem değiştirdiğini fark ediyorum. Çocuk bütün noktalama işaretlerini kırmızı kalemle yazıyor. Cümlenin sonuna her gelişte hızlı bir hareketle normal kalemi bırakıp kırmızıyı alıyor, noktayı koyup yine değiştiriyor. Her virgülde, soru işaretinde de aynısını yapıyor. Fark edince müdahale ediyorum hemen: "Oğlum, yalnızca başlıkları ve vurgulanması gereken bazı kelimeleri kırmızıyla yazıyoruz." Tamam, diyor çocuk. Bu arada, yanındaki çocuk da öyle yazıyormuş, kendisi söylüyor. Ben de söylediklerimi tekrarlıyorum yüksek sesle, bütün sınıf duysun diye.
Yazdırmaya devam ediyorum. Biraz sonra yine bir cümle sonuna geliyoruz. Tam o sırada çocuğun gözü bana kayarken eli de kırmızı kaleme gidiyor. Benim bir şey dememe fırsat vermeden, "hocam, artık bu yazıya böyle başladım, böyle bitireyim, bir sonrakini sizin dediğiniz gibi yazacağım," diyor.
Çocukken bende de vardı aynı şey, psikolojide ne deniyor ki buna, bir işi aynı düzende sürdürme takıntısı. Sonraları söndü gitti tabii.
Yazdırmaya devam ediyorum. Biraz sonra yine bir cümle sonuna geliyoruz. Tam o sırada çocuğun gözü bana kayarken eli de kırmızı kaleme gidiyor. Benim bir şey dememe fırsat vermeden, "hocam, artık bu yazıya böyle başladım, böyle bitireyim, bir sonrakini sizin dediğiniz gibi yazacağım," diyor.
Çocukken bende de vardı aynı şey, psikolojide ne deniyor ki buna, bir işi aynı düzende sürdürme takıntısı. Sonraları söndü gitti tabii.
7 Ekim 2013
Dünyevi Zevkler Bahçesi
Gördüğünüz bu resim ünlü Hollandalı ressam Jheronimus Bosch'a ait. 1500-1505 arasında bir tarihte yapmış. Özgün boyutları 220x389 cm. Bloğa sığması için küçülttüm, böyle olunca da haliyle anlaşılmaz ve biraz karmaşık görünüyor.
_
Adı Dünyevi Zevkler Bahçesi. Bugün Madrid'deki Museo del Prado'da bulunuyor. Bosch, burada pek çok insanın neredeyse her çağda hayalini kurduğu zevkleri çizmiş. Bu bahçede "kalıcı bir barış" ve "sınırsız bir özgürlük" her şeye egemen olmuş durumda; resim ayrıntılarıyla incelendiğinde ilk göze çarpan şey bu. Siz de ilk bakıştan sonra öyle düşünür müsünüz bilmem, ben öyle algıladım. Çünkü, bakıyorsunuz bütün insanlar ve hayvanlar bir arada, dostça, dertsiz tasasız, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir zevke dalmışlar. Kelimenin tam anlamıyla, tüm insanlar ve de hayvanlar oyunda oynaştalar. Mekân zevkler bahçesi olunca başka türlüsü de mümkün değil zaten.
Yazının buraya kadarını, altı ay kadar önce, spontane yazmıştım. Ertesi gün devam ederim diye düşünmüştüm ama unutmuşum, ancak şimdi devam edebiliyorum işte.
Doğal olarak tablo hakkında biraz bilgi sahibi olmak gerekti. Wikipedia'ya baktım. Oradan, bu tablonun, yukarıda da dedim, Madrid'de, Prado Müzesi'nde olduğunu öğrendim. Bu müzede bulunan 15 başyapıttan biriymiş bu.
Müzenin resmi internet sitesine girdim. Bu tabloya ilişkin şunlar yazılı:
Bu tabloyu ilk gördüğümde –yedi-sekiz ay önceydi– nedense yüzlerce ayrıntı arasında dikkatimi bir tanesi çekti. Resme yukarıdaki boyutuyla bakıldığında fark edilmesi imkânsız.
_
.
Ona değil de, ben asıl cennete şaşırdım. Tablonun sol bölümü cenneti, sağı ise cehennemi tasvir ediyor dedik. Ne var ki bu cennette hayvanlar birbirlerini yiyorlar. Derinlemesine bir araştırma yapmadım, Bosch'un bununla ne anlatmak istediğini de yine anlamadım ama gerçekten şaşırdım. Alttaki detayda görüyorsunuz, ne olduğunu kestiremediğim bir hayvan bir ceylanı yiyor. Bu nasıl bir cennettir? Zaten zavallı ceylanlar bu dünyada binlerce yıldır diğer hayvanlara yem oluyorlar, cennette de böyle olacaksa hiç olmasın daha iyi. Ayrıca, yine cennette bir kedi bir fareyi almış götürüyor, kocaman iki kuş bir kurbağayı parçalıyor, yine ne olduğunu anlamadığım bir hayvan bir diğer kurbağayı yakalamış. Kafamızdaki cennete uymuyor, değil mi?
Buna karşılık cehennemde de keyfi yerinde olan insanlar var sanki. Müzikle falan uğraşıyorlar. Bu cehennem de bildiğimiz cehennemlerden değil anlayacağınız.
Bir-iki tablonun daha üstünde konuşacağım. Birkaç gün içinde yazarım bir şeyler. (Umarım birkaç günü geçmez). Burada sözünü etmek istediğim bir tablo daha var. Yaşlı Bruegel'i duymuşsunuzdur, o da Hollandalı, Jheronimus Bosch'un vatandaşı, onu duymamışsanız bile en ünlü yapıtı olan Babil Kulesi'ni mutlaka görmüşsünüzdür. Aslında Bruegel iki Babil Kulesi çizmiştir, biri Babil Kulesi, öbürü Küçük Babil Kulesi, şurada ikisini de görebilirsiniz. Ancak, sözünü etmek istediğim tablo başka biri. Ben de beş-altı ay öncesine kadar Bruegel'in yalnızca Babil Kulesi'ni biliyordum. Onun bir de Hollanda Atasözleri adlı bir tablosu var ki sormayın, enfes bir şey. Sanatsever bir doktorun TIPaTIP adlı bloğunda rastladım. Çeşitli Felemenkçe atasözlerinin resmini yapmış Bruegel. Örneğin ikiyüzlüler için söylenen bir atasözleri var, "Bir elinde ateş, öbüründe su taşıyana asla inanma" diye, resimdeki onlarca insandan biri tam da bunu yapıyor, bir elinde ateş, öbüründe su taşıyor. Geçen nisan ayında, ben tam da Bosch'un bu tablosu üzerine bir şeyler yazmayı tasarlarken gördüm Hollanda Atasözleri'ni, ondan ötürü andım burada.
Fazla uzatmayayım, zaten bloglarda uzun yazılar fazla okunmaz, bunu çok iyi bilirim. (Sahi, buraya kadar okudunuz mu, helal olsun size!). Son olarak Dünyevi Zevkler Bahçesi'nin kapalı halini de gösterip, size sağlıklı günler dileyeyim. Ama bu tablo üzerine söyleyeceklerim daha bitmedi, kafam çok dağınık, toparlamak için uğraşmak istemiyorum açıkçası. Daha sonra artık... Sağlıkla kalınız.
_
Büyük haline buradan bakılabilir. |
Adı Dünyevi Zevkler Bahçesi. Bugün Madrid'deki Museo del Prado'da bulunuyor. Bosch, burada pek çok insanın neredeyse her çağda hayalini kurduğu zevkleri çizmiş. Bu bahçede "kalıcı bir barış" ve "sınırsız bir özgürlük" her şeye egemen olmuş durumda; resim ayrıntılarıyla incelendiğinde ilk göze çarpan şey bu. Siz de ilk bakıştan sonra öyle düşünür müsünüz bilmem, ben öyle algıladım. Çünkü, bakıyorsunuz bütün insanlar ve hayvanlar bir arada, dostça, dertsiz tasasız, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir zevke dalmışlar. Kelimenin tam anlamıyla, tüm insanlar ve de hayvanlar oyunda oynaştalar. Mekân zevkler bahçesi olunca başka türlüsü de mümkün değil zaten.
Yazının buraya kadarını, altı ay kadar önce, spontane yazmıştım. Ertesi gün devam ederim diye düşünmüştüm ama unutmuşum, ancak şimdi devam edebiliyorum işte.
Doğal olarak tablo hakkında biraz bilgi sahibi olmak gerekti. Wikipedia'ya baktım. Oradan, bu tablonun, yukarıda da dedim, Madrid'de, Prado Müzesi'nde olduğunu öğrendim. Bu müzede bulunan 15 başyapıttan biriymiş bu.
Müzenin resmi internet sitesine girdim. Bu tabloya ilişkin şunlar yazılı:
Üç parçalı bu tablonun sol panelinde cennet ve burada Havva'nın yaratılışı ve yaşam pınarı; sağ panelinde ise cehennem tasvir edilmektedir. Resmin tamamına adını veren orta bölüm ise yaşamdaki haz ve zevkleri temsil etmektedir. Cennetle cehennem arasında kalan bu zevkler, günaha yapılan bir göndermeden başka bir şey değil; kendini türlü dünyevi zevklere kaptıran insanlığı resmediyor.
Resimde, anlamı daha bir gizemli olan temsillerin yanı sıra, erotizmi temsil eden güçlü göndermeler de vardır. Çiçeklerin geçici güzelliği ve meyvelerin tadı kırılganlığa ve mutlulukla eğlencenin geçici karakterine yönelik bir mesaj veriyor. Bu mesaj, resimdeki belli gruplarca da doğrulanmakta, örneğin, sol tarafta cam bir fanusta bulunan çift, büyük olasılıkla bir Hollanda atasözüne göndermede bulunuyor: "Mutluluk cama benzer, kısa sürede kırılır".
Üç parçalı tablo kapandığında, içinde Tanrı'nın da bulunduğu, dünyanın yaratılışının üçüncü gününü tasvir eden flu renkli bir görünüm elde edilir. Orta parçanın üstüne kapanan kenar parçaların üstünde de şunlar yazılıdır: "O öyle dedi ve her şey oldu" ve "O emretti ve her şey yaratıldı".
Ahlak dersi vermeye yönelik olan bu yapıt, Bosch'un en esrarengiz, karmaşık ve güzel yaratılarından biridir. Bosch bunu yaşamının sonlarına doğru yapmıştır.Demek ki ben yanılmışım. Evet, adam bir zevkler bahçesi çizmiş ama asıl amacı ahlak dersi vermekmiş. Hem, bu bahçeyi cennetle cehennem arasına yerleştirmiş olması da amacını yeterince açıklıyor zaten. Klasik tablolara karşı ilgim var ama sanat tarihine aşina değilim ne yazık ki, bunu bahane ederek bu tabloda anlatılmak istenenleri de yeterince anlamamış olmayı pek kafama takmadım doğrusu.
Bu tabloyu ilk gördüğümde –yedi-sekiz ay önceydi– nedense yüzlerce ayrıntı arasında dikkatimi bir tanesi çekti. Resme yukarıdaki boyutuyla bakıldığında fark edilmesi imkânsız.
_
İşte, sözünü ettiğim ayrıntı bu. İşaretledim ama çok küçük olduğu için ne olduğu yine anlaşılmıyor. |
O yüzden bir de böyle bakalım. Ne olduğunu kestirebildiniz mi? |
Ona değil de, ben asıl cennete şaşırdım. Tablonun sol bölümü cenneti, sağı ise cehennemi tasvir ediyor dedik. Ne var ki bu cennette hayvanlar birbirlerini yiyorlar. Derinlemesine bir araştırma yapmadım, Bosch'un bununla ne anlatmak istediğini de yine anlamadım ama gerçekten şaşırdım. Alttaki detayda görüyorsunuz, ne olduğunu kestiremediğim bir hayvan bir ceylanı yiyor. Bu nasıl bir cennettir? Zaten zavallı ceylanlar bu dünyada binlerce yıldır diğer hayvanlara yem oluyorlar, cennette de böyle olacaksa hiç olmasın daha iyi. Ayrıca, yine cennette bir kedi bir fareyi almış götürüyor, kocaman iki kuş bir kurbağayı parçalıyor, yine ne olduğunu anlamadığım bir hayvan bir diğer kurbağayı yakalamış. Kafamızdaki cennete uymuyor, değil mi?
Buna karşılık cehennemde de keyfi yerinde olan insanlar var sanki. Müzikle falan uğraşıyorlar. Bu cehennem de bildiğimiz cehennemlerden değil anlayacağınız.
***
Sanatçıların, özellikle de adı tarihe geçmiş olanların hayal gücüne şapka çıkarmamak elde değil. O bir, bir de resim yeteneği neredeyse sıfır olan biri olarak, bunca ince ayrıntının nasıl bir araya getirildiğine de şaşırıp ayrıca şapka çıkarıyorum. Şimdilik fazla uzatmayayım. Bir-iki tablonun daha üstünde konuşacağım. Birkaç gün içinde yazarım bir şeyler. (Umarım birkaç günü geçmez). Burada sözünü etmek istediğim bir tablo daha var. Yaşlı Bruegel'i duymuşsunuzdur, o da Hollandalı, Jheronimus Bosch'un vatandaşı, onu duymamışsanız bile en ünlü yapıtı olan Babil Kulesi'ni mutlaka görmüşsünüzdür. Aslında Bruegel iki Babil Kulesi çizmiştir, biri Babil Kulesi, öbürü Küçük Babil Kulesi, şurada ikisini de görebilirsiniz. Ancak, sözünü etmek istediğim tablo başka biri. Ben de beş-altı ay öncesine kadar Bruegel'in yalnızca Babil Kulesi'ni biliyordum. Onun bir de Hollanda Atasözleri adlı bir tablosu var ki sormayın, enfes bir şey. Sanatsever bir doktorun TIPaTIP adlı bloğunda rastladım. Çeşitli Felemenkçe atasözlerinin resmini yapmış Bruegel. Örneğin ikiyüzlüler için söylenen bir atasözleri var, "Bir elinde ateş, öbüründe su taşıyana asla inanma" diye, resimdeki onlarca insandan biri tam da bunu yapıyor, bir elinde ateş, öbüründe su taşıyor. Geçen nisan ayında, ben tam da Bosch'un bu tablosu üzerine bir şeyler yazmayı tasarlarken gördüm Hollanda Atasözleri'ni, ondan ötürü andım burada.
Fazla uzatmayayım, zaten bloglarda uzun yazılar fazla okunmaz, bunu çok iyi bilirim. (Sahi, buraya kadar okudunuz mu, helal olsun size!). Son olarak Dünyevi Zevkler Bahçesi'nin kapalı halini de gösterip, size sağlıklı günler dileyeyim. Ama bu tablo üzerine söyleyeceklerim daha bitmedi, kafam çok dağınık, toparlamak için uğraşmak istemiyorum açıkçası. Daha sonra artık... Sağlıkla kalınız.
6 Ekim 2013
Hayatın Anlamı
4 Ekim 2013
3 Ekim 2013
Tütün Kokulu Zamanlar
Adam para verdi çocuğa.
Çocuk sordu:
"Kendime de bir şey alayım mı, baba?"
"Al," dedi adam.
Çocuk gitti bakkaldan bir paket tütün alıp geldi. Kendine de çekirdek almıştı.
Adam aldı paketi, açtı. Cebinden de tabakasını çıkardı. Ayıkladı tütünü bir güzel.
(O yıllarda bakkallarda satılan tütünlerin çer çöple dolu olmasını normal karşılıyordu insanlar.)
Adam ayıkladığı tütünü tabakasına yerleştirdi özenli özenli.
Tütünü ayıklaması da, tabakaya yerleştirmesi de uzun sürdü.
Sonra bir sigara sarmaya başladı.
Yalnız, sigarayı sarması büsbütün uzun sürdü.
Sıra yakmaya geldi.
Adam iki parmağının arasına aldı sigarasını.
O sırada komşusu göründü. Her zamanki yavaş yürüyüşüyle geldi, oturdu yanına.
Adam tabakayı dizinin üstüne koymuştu, aldı eline bir daha.
Açtı. Komşusu için de bir tane sarmaya başladı.
Bunu sarması bir öncekinden de uzun sürdü.
Uzattı komşusuna. O da aldı, parmaklarının arasına yerleştirdi. Ardından, öbür elini ceketinin cebine koydu, kibritini çıkardı.
Sigarayı arkadaşı sarmış, yakması da ona kalmıştı, adı konmamış bir kuraldı bu.
Çocuk atıldı oradan:
"Amca, kibritin bitince kutusunu bana verir misin?"
"Veririm," dedi adam. Yaktı arkadaşının sigarasını. Kendisininki kaldı ama.
Arkadaşı sigarasından bir nefes çekti. Zaman kadar derin bir nefesti bu.
Konuşmaya başladılar.
Zamanın neredeyse durgunlaştığı o coğrafyada, bir sarılı sigaranın, bir dost sohbetinin tadına doyum olmazdı.
(Köy tenha bir coğrafyadaydı. Zaman da coğrafyaya uymuş, tenha bir zaman kılığına bürünmüştü. Az insan vardı; rivayete göre bir zaman gelmiş, insanlar birer ikişer terk edip gitmişlerdi o diyarı. Şimdi çok az kişi kalmıştı o tenha coğrafyada, o tenha zamanda.)
Sohbet uzadıkça uzadı.
Çocuğun gözü komşu adamın henüz yakılmamış sigarasına kaydı.
Adam bir elinde kibriti, bir elinde sarılı sigarası, konuşup duruyordu.
Şimdi yakacak, diye bekledi çocuk. Bekledi ama adamın yakacağı yoktu.
Çocuk sabırsızlanmaya başladı. Karşısına oturdu, izlemeye başladı adamı.
Nasıl da yavaştı her şey.
Adam ikide bir sigarasını ağzına götürüyor, ama yine indirip bir şeyler söylüyordu. Konuşmanın lezzetine o denli ermişti demek.
Çocuk dayanamadı:
"Amca, niye yakmıyorsun sigaranı?"
Şimdi yakacağım, anlamında başını salladı adam.
Çocuk sevindi.
(Sonbahar yaklaşmıştı. Sararmaya yüz tutmuş kavak yapraklarından biri ağaçtan koptu. Havada sallana sallana gelip önlerine düştü. Çocuk yaprağa baktı. Daldı gitti. Bir kedi, taştan yapılma bahçe duvarının üstünden geçti gitti. Biraz ötede bir tavuk toprağı eşeleyip duruyordu.)
Çocuk, gözünü yapraktan aldı. Babasıyla adama döndü yine.
Bir değişiklik yoktu. Konuşuyorlardı. Adamın yakılmamış sigarası elinde duruyordu.
Babasına baktı çocuk, süzdü onu uzunca; kendisi buradaydı ama gözleri kim bilir neredeydi, zamanın ötesinden bakıyorlardı sanki.
Babası niye buradan gitmemişti acaba? Herkes burayı terk edip gidince o niye burada kalmayı yeğlemişti?
Bunları düşündü çocuk. Düşünmekten başka bir şey edemedi ama.
(Hafif bir esinti çıktı birden, çocuğun yüzünü yaladı. Sararmış birkaç yaprak birden koptu bu kez. Duvarın üstüne düştü yapraklar. Çocuk yerinden kalktı, duvarın yanına gitti. Yaprakları topladı birer birer. Özenle üst üste koydu. Kendisi de duvarın üstüne çıktı. Oturdu orada.)
Babası, duvarın üstündeki kızına baktı. Kendi çocukluğu canlandı gözünde. İçi acıdı.
Kızının gözlerindeki ışığı gördü. Yaşama sevincini gördü. Kızıl saçlarına baktı uzun uzun. Saçlarının örüklerine baktı. İçi daha bir acıdı.
Geçmişle gelecek arasında gitti geldi adam. Şimdiki zamanda bir türlü duramadı.
Bir kendi geçmişini düşündü, bir kızının geleceğini.
Acaba kızı da büyüyünce onu bırakıp gidecek miydi?
(Arkadaşı baktı ki adam onu dinlemiyor, dalıp gitmiş, parmaklarının arasında unuttuğu sigarası geldi aklına. Ağzına koydu sigarayı, öbür elinde tuttuğu kibrit kutusundan bir çöp çıkardı, yaktı.)
Kız, adamın sigarasını yaktığını fark etti. Yüzü güldü. İndi duvarın üstünden. Yapraklar elinde duruyordu. Ben, dedi içinden, buralardan gitmeliyim. Zamanın daha hızlı aktığı bir yerler vardır belki.
(Ve bir zaman geldi, kız aldı başını gitti.)
Kayıp Kedi
Bazen kitaplar konusunda maymun iştahlı olup olmadığımı sorguluyorum. Sanırım hayır. Yani, öyle bir durum olsa bile abartılacak derecede değil. Pek çok şeyi okumak istiyorum. Böyle olunca, hepsini okuyup bitirmek de zaman istiyor haliyle. Okunacaklar biriktikçe de insanın canı sıkılıyor doğal olarak, hepsini bir an önce okuyup bitirmek, böylelikle sırtındaki yükü atmak istiyor çünkü.
Okumak istediklerimin pek çoğu zaten okunması gerekenler. Ben söylemiyorum, büyük yazarlar, eleştirmenler söylüyor. Örneğin Proust'un Kayıp Zamanın İzinde'lerini okumak istiyorum uzun zamandır, ama ne yazık ki bir türlü fırsat bulamıyorum. Buradan bakınca, bunun pek de sözünü ettiğim maymun iştahlılıkla ilgisinin olmadığını düşünüyorum, Proust okumayı istemek kadar doğal ne olabilir? Yalnızca Proust da değil, henüz okuyamadığım çokça klasik var. Onlar yetmiyormuş gibi, okumak istediğim, sıraya koyduğum birçok başka kitap da var. Onlar da yetmiyormuş gibi, okumuş olmama rağmen bir daha okumak istediğim klasikler var, en başta da Don Quijote, klasik sonuçta, birkaç kez okuyası tutabilir insanın. Gelgelelim, ne demiş Calvino: "Bir kişi kendini yetiştirmek üzere ne kadar çok okursa okusun, yine de hep okuyamadığı yığınla temel kitap kalır geride." Amin, diyelim, ne diyebiliriz ki başka.
Bir ara, her şeyi bırakıp yalnızca klasikleri okumaya yeltendim. Düşünce olarak yeltendim ama, yoksa buna girişmedim. Askere gideceğim sırada vermiştim bu kararı. Askere gittim geldim, baktım kararımı değiştirmişim. Kaldı ki, askerdeyken bile yirmi kadar kitap okudum, onlardan yalnızca Faust vardı klasik olarak, hadi modern klasiklerden Çavdar Tarlasında Çocuklar ile Sineklerin Tanrısı'nı da say, üç. Demem o ki, ne ederseniz edin, illa ki okumak istediğiniz başka kitaplar çıkıyor.
Uzunca bir girizgâh oldu. Hatta yazının tamamı girizgâh oldu. Kayıp Kedi adlı bir kitap varmış. Onu da okuyasım tuttu şimdi. Ha, sırası ne zaman gelir, Allah bilir.
Okumak istediklerimin pek çoğu zaten okunması gerekenler. Ben söylemiyorum, büyük yazarlar, eleştirmenler söylüyor. Örneğin Proust'un Kayıp Zamanın İzinde'lerini okumak istiyorum uzun zamandır, ama ne yazık ki bir türlü fırsat bulamıyorum. Buradan bakınca, bunun pek de sözünü ettiğim maymun iştahlılıkla ilgisinin olmadığını düşünüyorum, Proust okumayı istemek kadar doğal ne olabilir? Yalnızca Proust da değil, henüz okuyamadığım çokça klasik var. Onlar yetmiyormuş gibi, okumak istediğim, sıraya koyduğum birçok başka kitap da var. Onlar da yetmiyormuş gibi, okumuş olmama rağmen bir daha okumak istediğim klasikler var, en başta da Don Quijote, klasik sonuçta, birkaç kez okuyası tutabilir insanın. Gelgelelim, ne demiş Calvino: "Bir kişi kendini yetiştirmek üzere ne kadar çok okursa okusun, yine de hep okuyamadığı yığınla temel kitap kalır geride." Amin, diyelim, ne diyebiliriz ki başka.
Bir ara, her şeyi bırakıp yalnızca klasikleri okumaya yeltendim. Düşünce olarak yeltendim ama, yoksa buna girişmedim. Askere gideceğim sırada vermiştim bu kararı. Askere gittim geldim, baktım kararımı değiştirmişim. Kaldı ki, askerdeyken bile yirmi kadar kitap okudum, onlardan yalnızca Faust vardı klasik olarak, hadi modern klasiklerden Çavdar Tarlasında Çocuklar ile Sineklerin Tanrısı'nı da say, üç. Demem o ki, ne ederseniz edin, illa ki okumak istediğiniz başka kitaplar çıkıyor.
Uzunca bir girizgâh oldu. Hatta yazının tamamı girizgâh oldu. Kayıp Kedi adlı bir kitap varmış. Onu da okuyasım tuttu şimdi. Ha, sırası ne zaman gelir, Allah bilir.
via |
2 Ekim 2013
"Yazmak Uçmaktır"
Üstümde Kitap Altımda Toprak
Evdeydim, kitabımı yazıyordum. Sayfalar sonra: ortasını tam geçmiştim ki, yazdığımın hoşuma gitmeye, gerçekten hoşuma gitmeye başladığı o an geldi, yazmayı sürdürmek o andan sonra daha kolay olmasa da. Kendimi bitkin hissediyordum. Uykum gelmişti. Biraz önce romanın kadın kahramanı bir öfke nöbeti geçirmiş, bu da benim bütün gücüme mal olmuştu. Biraz uzanmak istiyordum, ama başka bir odada bulunan yatağa değil, kanepeye de değil. Kitabımın yanından ayrılmak istemiyordum. Zaten biraz kestirecektim. Yazmak uçmaktır. İçimdeki ağırlık duygusu şimdi de yatmamı istiyor. Öyle yorgunum ki, yerde kalabilmek için kitaba ihtiyacım var. Üstümde duru ay ve gümüşsü hava, gür çimlerin üstünde (yarıdan biraz fazlası bitmiş) kitabın altında, bundan ötürü telefona, faksa ulaşamayacağım uzaklıkta, ve hayran olduğum öteki yazarların yazdığı, insanın beynini yiyip bitiren televizyon canavarından koruyan öteki kitaplardan uzakta... Gördüğünüz gibi her şeyden vazgeçmiş haldeyim. Beni koruyan kitabımdan bile. Üstümde kitap altımda toprak. Kitabımla ilgili düş görecek olsam bile, uyanınca nasıl olsa hatırlamayacağım. Toprağın kalp atışlarını dinliyorum.Susan Sontag
Almancadan çeviren: Dürrin Tunç
(Buradan)
1 Ekim 2013
Konserve
Yaz bitince etimoloji merakım depreşti. Geçen gün Yunus adının kökeni dedik, ekinoks-solstis dedik ve kelimelerin kökenine inmeye –kendi çapımızda tabii– devam ediyoruz. Yakın arkadaşlarım bilir, Latinceye olabildiğince meraklıyım. Hayatım boyunca yapmak için en çok can attığım şeylerden biri de Latince öğrenmek oldu, ama ne yazık ki buna hiç imkan ya da fırsat bulamadım.
Şimdi sadede gelelim. Aynı sözcüğün önüne gelen dört tane prefix var İngilizcede. Geçenlerde durup dururken fark ettim. Elbette bunlar başka Avrupa dillerinde de var, ama ben yalnızca İngilizce bildiğim için öbür dilleri değerlendirmeye katamıyorum. Bunlara kısaca bakalım.
Latincede çok kullanılan öneklerden biri com-. Klasik Latincede cum- biçimindeymiş. Kabaca, "ile", "birlikte" anlamlarına geliyor. Kendisinden sonra gelen sese göre co-, cog-, con-, col-, cor- biçiminde kullanıldığı da olur. Bir diğer önek pre-. O da önüne geldiği kelimeye "önce" anlamı verir. Örneğin Türkçede de, zamanından önce doğan bebekler için kullanılan prematüre sözcüğü bu şekilde oluşmuş: Pre + mature. "Olgunlaşmamış" gibi bir anlamı var. re-, İngilizcedeki bir başka Latince kökenli önek. "Yine", "yeniden", "bir daha" gibi anlamlara geliyor. Bu üçüne oranla daha az kullanılan bir önek olan ob- ise "-e karşı", "-e doğru", "-in karşısında" anlamlarına geliyor kabaca.
Bu dört önekin, önüne geldiğini söylediğim sözcükse servare fiili:
Con + servare > conserve: korumak.
Ob + servare > observe: gözlemek.
Pre + servare > preserve: korumak.
Re + servare > reserve: ayırtmak, rezerve etmek.
Servare, "göz kulak olmak", "korumak" anlamlarına geliyor. Diyeceksiniz ki, madem servare zaten korumak demek, bu ekler gelince neden yine aynı anlamı alıyor? Aslında öyle değil. Kelime, aldığı her ekte yeni bir anlam kazanıyor. Tabii, bütün bu anlamların birbiriyle ilişkisi var. Örneğin conserve, gelenekleri korumak anlamına geldiği gibi, yiyecekleri korumak anlamına da gelir. Reserve, ayırmak, ayırtmak gibi anlamlara geliyor, bir şeyi ayırdığımızda zaten onu bir biçimde korumuş olmaz mıyız? Yine, observe, gözlemek anlamında, bir şeyi gözlediğimizde, yani gözümüz üstünde olduğunda, o şey bizim bir tür korumamız altında demektir. İşte böyle, türetilen bu yeni kelimelerin her biri, birbiriyle organik bağı saklı kalmak üzere yeni yeni anlamlar yükleniyor.
Bunlardan türeyip Türkçeye geçen kelimelerse şöyle, toplam 8 tane: konserve, konservatif / konservatör, konservatuar, prezervatif, rezerv, rezerve, rezervuar. Bunlardan konservatif / konservatör İngilizce, diğerleriyse Fransızca üzerinden Türkçeye geçmiş. Bunların Türkçedeki anlamlarına bakalım:
konserve: korunmuş yiyecek.
(Biliyorsunuz, konserveler genellikle kışın yenmek için hazırlanan yiyeceklerdir. Uzun süre bekleyecek olan yiyeceğin de bir biçimde korunması gerekir).
konservatif / konservatör: muhafazakar, tutucu, koruyan, muhafaza eden.
(Amerika'da 1960'larda türetilen, özellikle son dönemde çokça kullanılan bir söz var: neo-con. Neoconservatism, yani "yeni muhafazakarlık"ın kısaltılmış biçimi. Yanılmıyorsam, birkaç yıl önce kendileri de neo-con olan Bush ve arkadaşları Amerika'yı yönettikleri sırada medya aracılığıyla Türkçeye geçti).
konservatuar: 1. koruma yeri, 2. müzik okulu.
(Türkçede ikinci anlamını kullanıyoruz. Paris'te 1792'de kurulan Conservatoire National de Musique [Ulusal Müzik Arşivi ve Okulu] adından geliyor. Arşiv'in bir tür koruma yeri olduğunu göz önüne alırsak kelimenin mantığını buluruz).
prezervatif: koruyucu.
(Cinsel ilişkiye girilirken, kadını hamilelikten korumak için kullanılır).
rezerv: finansal yedek, kullanılmamış yeraltı kaynağı.
(Yedekte bekleyen ya da henüz kullanılmamış olan şey, zaten bir biçimde koruma altında demektir).
rezerve: ihtiyaten saklamak, biriktirmek, yedeklemek.
(Restoranda garsonun masa rezerve etmesi, müşteri gelene dek o masanın korunacağı anlamına gelir).
rezervuar: yedekleme yeri, hazne.
(İngilizcede baraj anlamı da var: Suyun yedeklendiği, korunduğu yer).
Görüyorsunuz, hepsinin iskeleti, korumak eylemi üzerine kurulu. Ama, yukarıda da dediğim gibi, birbirleriyle ilişkisi olduğu halde korumak eksenli farklı farklı anlamlar yüklenmiş her biri.
Dil dediğin şey bir okyanus, içinde yüzmenin keyfine bir vardın mı, bir daha da kendini alamıyorsun.
Kaynakça:
***
İngilizce ve diğer birçok Avrupa dilinde çok sayıda Latince kökenli kelime var. Nedeni, Latincenin Roma İmparatorluğu'nun dili olması, Roma İmparatorluğu'nun da yüzlerce yıl boyunca Avrupa kıtasına egemen olmuş olmasıdır. Roma, Avrupa'ya yalnızca siyasi anlamda değil, kültürel anlamda da egemendi doğal olarak. Böylelikle de imparatorluğun dili olan Latince, yalnızca Roma'nın değil, yüzlerce yıl boyunca bütün bir Avrupa uygarlığının dili oldu. İşte bundan ötürü de, bugün pek çok Avrupa dilinde çok sayıda Latince kökenli sözcük var.
***
Biliyorsunuz, birçok dilde prefix ve suffix'ler, bir başka deyişle önek ve sonekler yardımıyla yeni kelimeler yapılır. Türkçede de örneğin, önek yok ama sonek bol miktarda var. Göz-lük-çü-lük'te olduğu gibi. İngilizcede ise sonekler de vardır ama onlardan çok önek vardır. Deyiş yerindeyse, İngilizce önek cennetidir. Bunların büyük çoğunluğu da Latinceden gelmedir. Şimdi sadede gelelim. Aynı sözcüğün önüne gelen dört tane prefix var İngilizcede. Geçenlerde durup dururken fark ettim. Elbette bunlar başka Avrupa dillerinde de var, ama ben yalnızca İngilizce bildiğim için öbür dilleri değerlendirmeye katamıyorum. Bunlara kısaca bakalım.
Latincede çok kullanılan öneklerden biri com-. Klasik Latincede cum- biçimindeymiş. Kabaca, "ile", "birlikte" anlamlarına geliyor. Kendisinden sonra gelen sese göre co-, cog-, con-, col-, cor- biçiminde kullanıldığı da olur. Bir diğer önek pre-. O da önüne geldiği kelimeye "önce" anlamı verir. Örneğin Türkçede de, zamanından önce doğan bebekler için kullanılan prematüre sözcüğü bu şekilde oluşmuş: Pre + mature. "Olgunlaşmamış" gibi bir anlamı var. re-, İngilizcedeki bir başka Latince kökenli önek. "Yine", "yeniden", "bir daha" gibi anlamlara geliyor. Bu üçüne oranla daha az kullanılan bir önek olan ob- ise "-e karşı", "-e doğru", "-in karşısında" anlamlarına geliyor kabaca.
Bu dört önekin, önüne geldiğini söylediğim sözcükse servare fiili:
Con + servare > conserve: korumak.
Ob + servare > observe: gözlemek.
Pre + servare > preserve: korumak.
Re + servare > reserve: ayırtmak, rezerve etmek.
Servare, "göz kulak olmak", "korumak" anlamlarına geliyor. Diyeceksiniz ki, madem servare zaten korumak demek, bu ekler gelince neden yine aynı anlamı alıyor? Aslında öyle değil. Kelime, aldığı her ekte yeni bir anlam kazanıyor. Tabii, bütün bu anlamların birbiriyle ilişkisi var. Örneğin conserve, gelenekleri korumak anlamına geldiği gibi, yiyecekleri korumak anlamına da gelir. Reserve, ayırmak, ayırtmak gibi anlamlara geliyor, bir şeyi ayırdığımızda zaten onu bir biçimde korumuş olmaz mıyız? Yine, observe, gözlemek anlamında, bir şeyi gözlediğimizde, yani gözümüz üstünde olduğunda, o şey bizim bir tür korumamız altında demektir. İşte böyle, türetilen bu yeni kelimelerin her biri, birbiriyle organik bağı saklı kalmak üzere yeni yeni anlamlar yükleniyor.
Bunlardan türeyip Türkçeye geçen kelimelerse şöyle, toplam 8 tane: konserve, konservatif / konservatör, konservatuar, prezervatif, rezerv, rezerve, rezervuar. Bunlardan konservatif / konservatör İngilizce, diğerleriyse Fransızca üzerinden Türkçeye geçmiş. Bunların Türkçedeki anlamlarına bakalım:
konserve: korunmuş yiyecek.
(Biliyorsunuz, konserveler genellikle kışın yenmek için hazırlanan yiyeceklerdir. Uzun süre bekleyecek olan yiyeceğin de bir biçimde korunması gerekir).
konservatif / konservatör: muhafazakar, tutucu, koruyan, muhafaza eden.
(Amerika'da 1960'larda türetilen, özellikle son dönemde çokça kullanılan bir söz var: neo-con. Neoconservatism, yani "yeni muhafazakarlık"ın kısaltılmış biçimi. Yanılmıyorsam, birkaç yıl önce kendileri de neo-con olan Bush ve arkadaşları Amerika'yı yönettikleri sırada medya aracılığıyla Türkçeye geçti).
konservatuar: 1. koruma yeri, 2. müzik okulu.
(Türkçede ikinci anlamını kullanıyoruz. Paris'te 1792'de kurulan Conservatoire National de Musique [Ulusal Müzik Arşivi ve Okulu] adından geliyor. Arşiv'in bir tür koruma yeri olduğunu göz önüne alırsak kelimenin mantığını buluruz).
prezervatif: koruyucu.
(Cinsel ilişkiye girilirken, kadını hamilelikten korumak için kullanılır).
rezerv: finansal yedek, kullanılmamış yeraltı kaynağı.
(Yedekte bekleyen ya da henüz kullanılmamış olan şey, zaten bir biçimde koruma altında demektir).
rezerve: ihtiyaten saklamak, biriktirmek, yedeklemek.
(Restoranda garsonun masa rezerve etmesi, müşteri gelene dek o masanın korunacağı anlamına gelir).
rezervuar: yedekleme yeri, hazne.
(İngilizcede baraj anlamı da var: Suyun yedeklendiği, korunduğu yer).
Görüyorsunuz, hepsinin iskeleti, korumak eylemi üzerine kurulu. Ama, yukarıda da dediğim gibi, birbirleriyle ilişkisi olduğu halde korumak eksenli farklı farklı anlamlar yüklenmiş her biri.
Dil dediğin şey bir okyanus, içinde yüzmenin keyfine bir vardın mı, bir daha da kendini alamıyorsun.
Kaynakça:
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)