31 Aralık 2011

2011'in Dökümü: Ocak

Usta birliğine gideceğimiz yerler günler öncesinden belli. Ben Eskişehir'e gideceğim. Hep orada yaşamak istemiştim. Gitmek bile nasip olmamıştı ama. Demek askerde gitmek varmış.

Acemi eğitimimizin son haftası yemin töreni telaşesiyle çabucak geçiveriyor. Ben dağıtım iznine gitmiyorum. Doğrudan usta birliğime gideceğim. Nihayet 7 Ocak günü geliyor. Yemin töreni yapılıyor ve artık bizi Eskişehir'e götürecek otobüsleri beklemeye koyuluyoruz.

Otobüsler geliyor. Biniyoruz. Bir saat sonra Eskişehir'deyiz. Nizamiyede biraz bekliyoruz, işlemlerimiz yapılıyor. Bir otobüs geliyor, bizi bölüğümüze götürüyor. Akşam olmak üzere. Kayıt yaptırıyoruz. 5. Koğuşa yerleşiyoruz. Acemi birliğinden sonra burası cennet gibi.

İlk günler oradan buraya gidip gelmekle geçiyor. Bir an önce görev yerlerimizin belli olmasını bekliyoruz. Oldukça sabırsızız. Ben kütüphaneci olmak istiyorum. İçimden devamlı bunun için dua ediyorum. Askerde bir işiniz yoksa vakit geçmek bilmez. Gün boyu oradan buraya gidip gidip geliyoruz. Gidecek pek yer de yok ya... Çarşıya çıkmayalı da epey oldu. Acemi birliğindeyken zaten çıkamıyorsunuz. Burada da Kütahya'dan dosyalarımızın gelmesi bekleniyor.

Nihayet görev yerlerimiz belli oluyor. Bölük komutanı daha önce bizi mülakata almıştı. Ben dört arkadaşla beraber sosyal tesislerde görevlendiriliyorum. Sosyal tesislerden sorumlu komutan da bizi farklı yerlere dağıtıyor. Ben de pastaneye kasiyer olarak düşüyorum. Askerliğimin geri kalanı böyle geçecek. Bundan sonra artık hepimiz işimize bakıp askerliğimizi bitirmeye bakacağız.

30 Aralık 2011

2011'in Dökümü: Yeni Bir Yıla Giriş

31 Aralık 2010 günü. Vakit öğleden sonra, akşama az var. 7. Bölük 400'e yakın mevcuduyla bölük binası önünde dizilmiş bekliyor. Çavuşlar yoklama moklama alıyorlar. Bölük komutanı gelecek. Normalde pek gelmez, yüzünü çok az görüyoruz. Yoklama merasiminin rutin işleri hallediliyor. Biraz sonra bölük komutanı üsteğmen Erhan geliyor. Kısa bir konuşma yapıyor. Havasını atmayı da ihmal etmiyor. "Biraz sonra Eskişehir'e gideceğim, yeni yıla eğlenerek gireceğim" falan filan... "Gönül isterdi ki sizi de götüreyim ama..." diye de bağlıyor. Eğlenin ama tozutmayın, anlamında uyarısını yapıp yeni yılımızı da kutlayıp gidiyor. Hepimizin içinde genel anlamda bir sevinç var. Hem yeni yıla hem de acemi eğitiminin son haftasına giriyor olmanın sevinci.

Akşam oluyor. Hepimiz koğuşlarımıza gidiyoruz. Gündüzden çerezler, cipsler, içecekler alınmış. Bazı arkadaşlar bu işle ilgileniyorlar. Koğuşlar, içlerinde fazladan ranzalar olduğu için epey dar. Ranzaları kenarlara çekip ortada yer açıyor ve yere battaniyeler seriyoruz. Herkes oturuyor. Fıkralar falan anlatılıyor. Çerezler yeniyor, kolalar, gazozlar içiliyor. Herkes yılbaşı havasına kapılmışken benim aklımdan bir hinlik yapmak geçiyor. Tam banyo yapılacak vakit. Neden mi? Çünkü acemi birliklerinde öyle her istediğinizde yıkanamıyorsunuz. Haftada bir yıkama imkânınız varsa ne âlâ. İçimden, hazır kimsenin aklında banyoya gitmek yokken gidip şöyle doyasıya yıkanayım, diyorum. Normalde banyoda beş on dakika ancak kalabiliyorsunuz, siz duştayken de sırada bekleyenler ha bire sıranın kendilerine gelmesi için seslenirler. Kısacası acemi birliğindeyseniz banyo yapmanız hiç de kolay değil.

Özetle, arkadaşlarımı koğuşta eğlencelerine bırakıp havlumu alıyor ve aşağı iniyorum. Banyoda bir iki kişi var. Doyasıya yıkanıyorum. Yeni yıla tertemiz girme şansım oluyor böylece.

Koğuşta eğlence biraz daha devam ediyor. Sonra toparlanıyoruz haliyle. Ranzaları yerine çekiyoruz. Yatağıma çıkıyorum. Başımı yastığa koyuyorum. Böylece 2010 yılı da bitiriyor. Giden ömrümüzden gidiyor.

16 Aralık 2011

Döneceğim

Dağıtır saçlarını ve yalvarıp uzaktan
Mavi bir iklim gibi çağırır beni sesin,
Tertemiz göklerinde dal dal erguvan açan
Rüyalarıma ışık ve özlem serpmektesin.

Bir mayıs sabahını yaşayacak böcekler
Çılgın karanfillerle dolacak yeşil saksın,
Ve sen bir fidan gibi yeşermiş olacaksın,
Serin, çakıl yollarda kuşlar birikecekler.

Melih Cevdet Anday

26 Kasım 2011

25 Kasım 2011

Depremzede haller

Depremden tam 33 gün sonra, bu gece ilk defa evde yatacağım. Geçenlerde de karar vermiştim ama büyük bir artçı olunca vaz geçmek zorunda kalmıştım. Bir de zaten annem bırakmıyordu. Gelgelelim, nereye kadar? Çadırda artık dayanılmıyor. Özellikle geceleri çok soğuk. Memleketimizin soğuğuna alışkınız alışkın olmasına da, çadır soğuğu bildiğiniz gibi değil. Öyle Sibirya soğukları falan deniyor ya, yok arkadaş, Sibirya da olsa, Grönland da olsa, sonuçta evde yatılıyor, çadırda değil. Allah kimseyi kışın çadırda yatmak zorunda bırakmasın; değil Erciş'te, Antalya'da, Mersin'de bile olsa.

Artçılar ara vermeden devam ediyor ama, depremden 33 gün sonra, bu gece ilk defa evde yatacağım. Yatağımı bile hazırladım. Salonda, kanepenin üzerindeyim. Annemi de ikna ettim sayılır. Hem bu gece içeride yatarsam, üzerimizdeki korkuyu da kırmış olacağız ailece. Ablam hatırlatmasa belki aklıma gelmezdi, yanıbaşıma el feneri, su falan bırakacağım, kıyafetlerimi de çıkarmayacağım; insan bir kere yaşadı mı anlıyor tedbirli olmanın ne demek olduğunu.

Sözü kısa keseyim, içerideyim bu gece. Ev halkı çadırda, yatmaya hazırlanıyor. Ben de bir taraftan internete bakıyorum, diğer taraftan TV'ye. Fener'in de maçı varmış.Gençlerbirliği ile 0-0 devam ediyor. Umarım kazanırız.

Sağlıkla kalınız.

29 Ekim 2011

Deprem

Sevgili blogger kardeşlerim, sayın takipçiler; deprem bizi feci şekilde sarstı. Hesabını yaptığımız birçok şeyi bile doğru dürüst yerine getiremediğimiz bu hayatta hesabını hiç yapmadığımız şeyler var bir de. Neylersin!

Ben ve ailem iyiyiz şükür. Bazı tanıdıkları ve arkadaşları kaybettik maalesef. En büyük beklentim hayatın mümkün olan en kısa sürede normale dönmesi. Sonuçta biz oldukça hayat devam edecek. 

Demem o ki, blog zorunlu olarak bir süre dinlenecek. Allah bizim yaşadığımızı kimseye yaşatmasın! Sağlıkla kalınız. 

21 Ekim 2011

Çocukla çocuk...

Adam yolda yürürken küçük bir çocuğa rastladı. "Adın ne senin bakiim?" diye sordu. "Söylemem, tahmin et" dedi çocuk. "İyi bari, baş harfini söyle de tahmin edeyim" diye sürdürdü adam. Çocuk "Y" dedi. Diyalog şöyle devam etti:
"Yunus"
"Değil"
"Yusuf"
"Değil"
"Yakup"
"O da değil"
"Yavuz"
"Yok"
"Yasin"
"Yok, değil"
"Yıldırım"
"Değil"
"Yıldıray"
"Değil"
"Yetkin"
"..."
"Hay Allah... Yücel"
"..."
"Yılmaz"
"..."
"Yalçın"
"..."
"Yahya"
"Hayıııy, hiçbiyi değil"
"Allah Allaaah, adın ne oğlum senin?"
"Yamazan"

4 Ekim 2011

Kavga

Falankes ikinci defa evlenince karısı kalkıp babasının evine gitti. Şehirde konuşulanların doğruluk derecesi her zaman tartışılan bir konu olsa da adamın gidip komşu ilçelerin birinden bir kız kaçırdığı söylentileri daha ağır basıyordu. Daha zayıf söylenti ise falankesin kızı usulüne göre istetip düğün yapmak suretiyle ikinci evliliğini yapmış olduğuydu.

Falankesin birinci karısı, yine söylentilere göre, yaklaşık bir yıldır babasının evinde kalıyordu. Hiç anlaşılmayan konu ise mahkemede hakimin falankese evden bilmemnekadar uzaklaştırma cezası vermiş olmasıydı, böyleyken hem falankesin hem de ilk karısının evden uzaklaşmış olup evin boş kaldığı sonucuna varıyoruz.

Söylenenlere bakılırsa, bir gün birinci kadınla babası, kadının evine eşyaları almaya gitmişlermiş. Kadın, artık yanlışlıkla mı, mahsus mu onu çıkaramadım, kocasının senetlerini de eşyalarla beraber yanında götürmüşmüş. Kocası tekin bir adam değilmiş. Birçok yerlere borcu morcu varmış. Tefecilerle çok aldığı verdiği olurmuş. Hem kendisi de tefeciymiş zaten. (Bu söylenenler galiba doğru). Ne olduysa da bundan sonra olmuş işte.

Bir gün borçlular borçlarını falankese ödemişler. Ödemişler ödemesine de ortada senetler yokmuş. Adamlar da haklı olarak paranı ödedik senetlerimizi isteriz, diye tutturmuşlar. Falankes de ne yapsın, karısının senetleri babasının evine götürdüğünü biliyormuş, gitmiş kapılarına dayanmış senetleri geri verin diye diretmiş. Vermemişler herhalde...

Vermemişler ki ertesi gün, ya da başka bir gün, çarşıda falankesle kayınpederi filankes bu mesele hakkında tekrar buluşup konuşmuşlar. Artık kendileri mi konuşmuş silahları mı, ben de anlayamadım. Zira kayınpeder filankes, silahını çıkarıp, söylenenlere bakılırsa, rastgele ateş etmeye başlamış. Beş on kişi yaralanmış. Bir ikisinin durumu ağırmış. O yaralananlar arasında olayla hiç ilgisi olmayanlar da varmış. Öylesine geçiyorlarmış oradan. Hatta, bu da bir söylenti ama, ağır yaralanan adamlardan biri de bunlardan biriymiş, yani tek günahı o sırada oradan geçiyor olmakmış.

Bu silahlı kavganın ertesi günü iki tarafın adamları çarşıda tekrar buluşmuşlar, bu kavga henüz bitmedi, diyerek kavga etmeye başlamışlar.

Emrah ile Selvi Çay Bahçesi'ne gidiyordum her zamanki gibi. Vakit öğle sonrasıydı. Hükümet Konağı'nı yeni geçmiştim ki arkadaşım Atakan’ı aradım, çarşıdaysa gelsin beraber çay içer belki tavla oynarız diye. Tam Atakan’la konuştuğum esnada kendimi bir kavganın ortasında buldum. Artık telefonu kapatacaktık ki, “Dur, kapatma” dedim, “kavganın ortasına düştüm, sana da sıcağı sıcağına haberleri vereyim”. O da meraklana durdu. Ben de, olur ki kör bir kurşuna hedef olur, pisi pisine giderim diyerek yola devam etmedim, alışveriş merkezinin girişinde bir yere sığındım, böylece kavgayı da canlı canlı izlerim, diye geçirdim içimden. O sırada Adliye'nin önünde duran polisler koşarak geldiler ve kavga büyümeden önlenmiş oldu.  

27 Eylül 2011

Ahmet ile Mehmet vs. Hans ile Müller

Ahmet ile Mehmet Frankfurt’tan Köln’e gitmek için trene binerler. Ancak ellerinde sadece bir bilet vardır. Kompartıman komşuları Hans ile Müller, kondüktörün yaklaşmakta olduğunu gören Ahmet ile Mehmet’in koşarak tuvalete girdiklerini görünce merakla olayı izlerler. Biraz sonra tuvalet kapısını tıklatan kondüktör, kapının altından uzatılan bileti kontrol edip geri verir. Böylece iki Türk tek biletle yolculuklarını tamamlarlar.
Dönüş yolunda Hans ile Müller ve Ahmet ile Mehmet rastlantı sonucu yine aynı kompartımana düşerler. Bu kez iki Alman’da tek bir bilet vardır. Ahmet ile Mehmet’in ise hiç bileti yoktur. Kondüktörün yaklaştığını görünce iki Alman tuvalete kapanırlar. Arkalarından gelen Ahmet ile Mehmet kapıyı çalarlar. Kapı altından uzatılan bileti alan iki arkadaş hemen yandaki tuvalete koşarlar ve kondüktör kapıyı çaldığında Almanların biletiyle kontrolü atlatırlar.
Yalçın Pekşen, The Türkler.

20 Eylül 2011

Bir hediye kitap daha

İki hediye kitap aldım yakın zamanda. Birinden geçen gün bahsetmiştim. Bir İstanbul kitabı. Bir de bir ayı aşkın bir süre önce sevgili kardeşim Cihat Albayrak bir şiir kitabı hediye ettiydi. Şükran Belen'in İpeğin Ağrısı adlı kitabı. Şairin adını daha önce duymuş olsam bile hatırlamıyorum, ilk defa duyuyor olmalıyım. Güzel şiirler yazmış. Yalnız şunu belirtmeliyim ki, şairin kim olduğunu söylemeden önüme koysalardı, bu şiirlerin bir kadının kaleminden çıktığını hemen anlardım. Son zamanlarda pek şiir kitabı okumuyordum doğrusu. Şiir okuyorum elbette ama daha çok dergilerden ve internetten. Bu kitap, bu rutini bozmak için bir vesile oldu.

Cihat Albayrak'a tekrar teşekkür ederim.

Sır Perdesi
Ey! Evvel!
Ey! Ahir!
Bu söz dalgası!
Yazanın öfkesi!
Denizin korkusu!
Var oldu aşk..!
Sözümden, ayrılık...
                     Ne olur bak bana... merhamet nazarıyla!

Ey Nemrut'un ateşi
Donmuş bir damlayım
           Yak selamı!

An; dönmeze gitti
Hasret; tükenmeze... kalem!
Yarın; kendi iradesine kalkan!

Şükran Belen

19 Eylül 2011

Çehov'dan Öğütler: Yazarlığın Kuralları

Çehov ustamız gençlerin zinhar yazar olmamasını öğütlediydi geçen gün. Ardından, "Tüm uyarılara karşın, kaçınılmaz yazgı kişiyi yazarlık yoluna iterse, bu talihsiz, başına gelecekleri hafifletmek için şu kurallara uymalı", diye de eklediydi.

Ben de kalkıp yanına gittim ve kendisiyle bu kurallar üzerine konuşmanın mümkün olup olmadığını sordum. Belli ki zamanı dardı, işleri başından aşkındı, bundan ötürü ilkin kabul etmeyecek gibi göründü ama gözlerimin içine bakınca benim de yazar olmak isteyen o talihsizlerden biri olduğumu oracıkta anladı ve, "Olur ki yol yakınken caydırırım bu sevdadan" diye geçirdi içinden ve içeri davet etti.

Vakit kaybetmeden başladı nasihatlerini sıralamaya:

1. Yazarlığı zevk olsun diye yapmanın, onu meslek edinmekten daha iyi bir yaşam sağlayacağını bilmeli.

Hocam söylediklerinize katılmamak mümkün değil. Zaten bizim memlekette yazarlığı meslek olarak icra ediyorsanız, babanızdan da bir şey kalmamışsa yoksulluğu, sefilliği göze almışsınız demektir, en basit bir örnek olarak. 
2. Edebiyat arenasında başarısızlığın başarıdan bin kat daha iyi olduğu kulağına küpe olmalı.
Türkiye'de bir kişinin kitapları çok satıyorsa o kişi otomatikman başarılı yazar sayılıyor. Sözünüze bu noktadan bakıldıkta bin kere haklısınız.
3. “Sanat için sanat” yapmanın, acınası bir malzemeyi işlemekten daha avantajlı olduğunu aklından çıkarmamalı.
"Toplum için sanat" da –bazen– fena değildir. (Diyorlar).
4. Tercihen genç bir asilzade ya da bir lise öğrencisi olmamalı.
Elhak!
5. Mutlaka akli melekeleri yerinde olmalı ve yazarlıkta deneyim edinmeli.
Amenna!
6. Çekingen olmamalı; önüne kâğıdı koyup, eline kalemi alıp, aklına geleni yazmalı, sonra dosyasını kapıp yayınevi yayınevi dolaşmalı, kabul ettiremezse yılmayıp kendisi bastırmalı.
Her şeyi yazmak için cesaretlendiriyorsunuz da sayın hocam, buralarda gençler eline kalem aldı mı frenleri patlıyor. Durdur durdurabilirsen. Öte taraftan o, yayınevi yayınevi dolaşma devri geçti, Türkiye'de parayla her bi boku basan "yayınevleri" var affedersiniz.
7. Kitapları basılan ve okunan bir yazar olmak için mutlaka okuryazar olmalı ve en azından arpa tanesi kadar yeteneği bulunmalı.
E, bu işin ilkelerinden biri değil mi bu zaten?
8. Dürüst olmalı; çalıntı bir şeyi özgünmüş gibi sunmamalı, aynı kitabı iki yayınevinden birden çıkarmamalı, yabancı kökenli bir şeyin yerli olduğunu savunmamalı.
Hırsızlık her hâlükârda kötüdür. Hem sonra, Kant hocamızın öğrettiği bir dünya şey var dürüstlük konusunda. 
9. Gerçek yaşamda olduğu gibi, basılı sözcükler dünyasında da edepli davranmalı; başkasının nasırına basmamalı, mendiline sümkürmemeli, tabağındakine el uzatmamalı.
Hocam bizim memlekette bu söylediklerinizin tam tersini yapan bir dünya adam var. Üstelik bizcileyin genç menç de değiller ha, yaşını başını almış, üstüne bir de yazar diye geçen sürüyle adam.
10. Yazmaya başlamadan önce bir tema seçmeli, ama Amerika’yı ikinci kez keşfetmiş ya da barutu ikinci kez bulmuş olmamak için, çiğnene çiğnene tadı kaçan sakıza dönmüş temalardan uzak durmalı.
Diğer birçok hocamız da böyle söylüyor.
11. Hayal gücünü özgür bırakmalı, ama eline hâkim olmalı; ne kadar kısa ve öz yazarsa, o kadar sık ve zevkle basılacağını unutmamalı.
Ne demiş atalarımız: Nerede çokluk orada... 
12. Şöhret peşinde koşmuyorsa ve dayak yemekten korkuyorsa takma ad kullanmalı, ama asıl adını ve adresini yayınevine bildirmeyi ihmal etmemeli.
Ya yayınevinde de casus varsa.
13. Ücreti kitap yayımlandıktan sonra almalı, gelecekten yemek anlamına gelen avanstan kaçınmalı.
Valla hocam, bizde bu işten para kazananların sayısı oldukça az. Bu işin içinde olanların yalancısıyım. Diğer yandan, kitap yayınlanmadan yayınevlerinin para verdiğini de zaten hiç sanmıyorum. 
14. Aldığı parayı canı nereye isterse oraya harcamalı.
Bence harcamayıp bir köşede tutması daha iyidir, zira her zaman kitaplarından para kazanmayabilir.  
15. Son olarak, bu kuralları bir kez daha okumalı.
Tamam hocam, eve gider gitmez hemen okuyacağım. 

via
Ben böyle der demez masasından kalktı. Ben bunun "artık gidebilirsin" işareti olduğunu anladım. Oturduğum yerden kalktım, bir saygı göstergesi olarak eğilerek elimi uzattım. El sıkıştık. Saygılar hocam, deyip kapıya yöneldim. "Bana bak," diye seslendi arkamdan, "ben yazar olmayın, o yola sürüklenmeyin diye onca sayıp döküyorum, sen gelmiş yazarlığın kurallarını öğrenmek istiyorsun, dalga geçer gibi. Bunlarla kafa bozacağına o ilk tavsiyelerime uysan ya!"

Kaşlarını hafifçe çattı. Tatlı-sert bir görünüşü vardı şimdi. Ben ufak ufak korktum, şimdi sağlam bir azar çekecek, diye. Hem epey de vaktini çalmıştım, daha fazla oyalamış olmamak için peki hocam, diyerek arkamı döndüm, kapıdan çıkmak üzereydim ki, "gel buraya, gel!" dedi, sesini yükselterek. Yaklaştım. Masasının üst çekmecesinden birbirine zımbayla bitiştirilmiş bir deste kâğıt çıkarıp uzattı. Aldım. Hadi bakalım, dedi. "Sağolun hocam, rahatsız ettik, kusura bakmayın," deyip odadan hızlı adımlarla çıktım.

Dışarı çıkar çıkmaz hemen verdiği kağıtlara baktım. En üstteki sayfada "Öyle Bir Hikâye" yazıyordu. Bir sonraki sayfayı açtım. Bunun, kendi yazdığı bir hikâye olduğunu anlamam uzun sürmedi. Koşar adım eve gittim. Derhal oturup okumaya başladım.

(Orijinal metin için buraya bakınız.)

13 Eylül 2011

Dilek

via
İsterdim
İki yüreğim olsun
Biri durduğu zaman
Aşkımı yedeği korusun

Nahit Kayabaşı

11 Eylül 2011

Neredesin Pakize?

Haberturk'te Pakize Suda mikrofonunu almış, Aydın caddelerinde millete "Gazze nerede?" diye soruyor. Ekranın altında da güya sorunun doğru cevabı olarak "Gazze İsrail ile Filistin arasındadır" yazıyor. Halkımızın coğrafya bilgisi malum. "Gazze İstanbul'dadır" diyen bile var.

Hadi halkı hoş görelim, sonuçta onlar sorunun muhatabı. Peki ya, soruyu sorana ne demeli? Madem cevabı kendin de bilmiyorsun, ne demelere sokaklara çıkıp her gördüğüne soruyorsun?

9 Eylül 2011

Yazar Olmamalısın!

Bu aralar ha bire eski kitap-lık'ları karıştırıyorum. Ne güzel şeyler var içlerinde... Önümüzdeki Dünya Şiir Günü için hazırlayacağım slayt için kullanacağım şiirler için de karıştıracağım bir ara. Güzel şiirler de var zira.

Bakınız Çehov Usta ne demiş:
Yeni doğan her bebeğin poposuna vura vura şu sözler kafasına sokulmalı: "Yazı yazmamalısın! Yazı yazmamalısın! Yazar olmamalısın!" Yine de yazarlık eğilimleri göstermeye kalkarsa, bu kez sevgiyle vazgeçirmeye çalışmalı. Sevgi de işe yaramazsa, pes edip "kayıplar" listesine eklenmeli. Yazarlık öyle bir kaşıntı ki, tedavisi yok. 
Yazarın yolu baştan sona dikenler, çiviler ve ısırganlarla kaplı, dolayısıyla aklıselim sahibi insan ne yapıp edip yazarlıktan uzak durmalı. Yine de, tüm uyarılara karşın, kaçınılmaz yazgı kişiyi yazarlık yoluna iterse, bu talihsiz, başına gelecekleri hafifletmek için bazı kurallara uymalı. 
kitap-lık 71 (Nisan 2004), Almancadan Derleyen: Ayça Sabuncuoğlu 

15 kural var. Şu an vaktim dar, daha sonra yazacağım onları da.

6 Eylül 2011

Kitabım geldi

Buğdaytanesi'nin öncülüğünde kendi çapımızda bir kitap değiş-tokuş şenliği düzenlemiştik. Ben Bilge ve Annesi'yle, Zeya ise benle eşleşmişti. Kargoda bir hayli gecikme oldu, ancak dün alabildim.

İstanbul'un 100 Romanı, İstanbul üzerine yazılmış, ya da İstanbul'u konu alan, orada geçen 100 roman hakkında ansiklopedik bilgiler içeriyor, adından da anlaşılacağı gibi.

İlginç bir tesadüf olarak, Zeya'ya da Bilge ve Annesi aynı kitabı göndermiş.

İstanbul'da yaşamak, çok istememe rağmen, şimdiye kadar nasip olmadı. Bir iki kere kısa gezmeler için gittim, o kadar. İstanbul'a adayarak okuyacağım.

İçinden bir de püsküllü bir ayraç çıktı. Ayraç koleksiyonu yaptığım içine mi doğmuş ne?
Teşekkürler Zeya.


5 Eylül 2011

İnsaf dedikleri, neresindedir insanın?

Yayıncısı, Ahmet Hâşim'in telif hakkını vermek istemez. Ahmet Hâşim ısrar edince de, "Benim gözlerimden biri camdandır", der, "İsviçre'de yaptırdım. Hangisinin cam olduğunu bilirseniz istediğiniz parayı hemen veririm."
Ahmet Hâşim adamın gözlerine dikkatle bakar ve "Sağ gözünüz camdandır", der. "Nasıl bildiniz?" diye sorar yayıncı. Yazarın cevabı kayda değerdir: "İlk defa olarak o gözünüzde bir insaf parıltısı gördüm!"
kitap-lık 68 (Ocak 2004)

1 Eylül 2011

Memleket İnsanı

  • Gazete ve dergilerdeki resimlere sakal, bıyık ve gözlük yapar
  • Ünlü birini görünce fotoğraf çektirip samimi havası verir
  • Kırmızı ışıkta beklerken yeşil yanar yanmaz kornaya basar
  • Faturaları hep son gününde öder
  • Meydandaki güvercinlerin üzerine koşup onları kaçırır
  • Takım elbise giyince elini cebine koyar
  • Mesleki ünvanını İngilizce söyler
  • Ağaçlara, banklara vs. kalp çizer, kendisinin ve hayali sevgilisinin isminin baş harfini yazar
  • Yaşamadığı olayları yaşamış gibi anlatır
  • Aynı filmden çıkan arkadaşına filmi anlatır
  • Yeni döşenmiş betona basar, ismini yazar altına tarih atar
        From Coffee News

26 Ağustos 2011

Tozkoparan

Okuyalı daha bir iki yıl oldu sanıyordum ama altı yılı bile geçmiş. Zaman nasıl geçiyor. Norveçli yazar Thorvald Steen'in Tozkoparan adlı romanını Marmaris'te D&R'da bakınırken görmüştüm. Kapaktaki, Bir Selahaddin Eyyubi Romanı yazısını görmesem, ne yalan söyleyeyim, dikkatimi çekmeyecekti. Steen'in adını da ilk kez duyuyordum zaten. O zaman iki solukta okuduğum bu romanı, önceki gün Edgü'nün Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı'sını bitirir bitirmez, ne okusam diye düşünürken, hazır eskiden okuduklarımı tekrar okuma hevesi uyanmışken, Tozkoparan'ı bir kez daha okuyayım, diyerek elime aldım ve bu kez tek bir solukta okudum.

Olağanüstü akıcılıkta yazılan romanı, Norveççe aslından çeviren usta çevirmen Deniz Canefe'nin bir o kadar enfes çevirisiyle okumak insanın ağzında lezzetli bir tat bırakıyor.

25 Ağustos 2011

İkisi gitti biri kaldı, nedir?

Merak kediyi öldürdü, derler. Vallahi ben kefilim, zavallı kedinin suçu günahı yok. Bir şeyi merak etmeye gör, sen de ölürsün ey ademoğlu. Bendeniz uzun süredir iki bitkiyle bir böceğin adlarını merak eder dururdum. Nihayet ikisinin adını öğrenebildim, biriyse hâlâ merak konusu.


via
via
Canlı ve solgun halini gördüğünüz bu çiçek hayatımda tanıdığım ilk çiçeklerden biridir. Zira her bahar köyümüzün meraları, kırları, bağ bahçeleri bunlarla dolup taşardı. Ne var ki üç ay öncesine kadar bile adını bilmiyordum. Kürtçede de bunların adını doğru bilen pek kimse yok galiba, öyle ki kısaca ew kulîlkên zer (o sarı çiçekler) der geçeriz. Karahindiba'yı elbet duymuştum, gelgelelim kırk yıl düşünsem bu sarı çiçeğin kara-hindiba olacağı aklımın ucundan geçmezdi. Buz Devri'ni çoğunluk izlemiştir. Yanlış hatırlamıyorsam mamut, kaç zamandır bir karahindibaya hasret olduğundan dem vuruyordu. Sahi niye kara?

Bir kaç ay önce askerdeyken, baharla beraber ortalık yine bunlarla dolup taşmışken Erzurumlu Yakup'a bunların adının ne olduğunu sormuştum. O da mayıs çiçeği demişti. Salladı mı yoksa Erzurum yöresinde sahiden de bu adla mı anılıyor, bilemedim. Askerden geldikten birkaç gün sonra Mehmet dayımla pikniğe gittiydik Van Kalesine. Orada görünce hemen sordum dayıma. Vay anasını, karahindiba dedikleri buymuş!

Bir de bizim yörede bolca bulunan, yine çocukluğumdan beri tanıdığım, su kenarlarında yetişen, suya ziyadesiyle ihtiyaç duyan aşağıdaki otsu bitkinin de adını geçen yıla kadar bilmiyordum. İlginç olan, birçok kez bilebileceğini tahmin ettiğim kimselere de sormuştum ama onlardan da bir maaleseften başka cevap alamamıştım. Yine Mehmet dayım yetişti imdadıma. Kitaplığındaki bir Şifalı Bitkiler kitabında gösterdi. Bizim Kürtçede suh (söh okunur) dediğimiz bu bitkinin adı melek otu'ymuş. 






Son olarak, şu resmini gördüğünüz, bahar böceği dediğimiz hayvancağızın adını ise daha öğrenebilmiş değilim. (Edit - 17.08.2014: sonunda öğrendim).







22 Ağustos 2011

Eylülün Gölgesinde

2006, 2008, 2011. Üçüncü kez okudum Ferit Edgü'nün Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı romanını. Hemingway'i bitirdikten sonra ne okusam, diye kitaplığa bakınırken, tam da eylülün gölgesindeki bir yaz gününde bir daha okumanın yerinde olacağına karar vererek elime aldım bu romanı.

Ferit Edgü
Yanılmıyorsam, romanın bizzat adında, eğer eylülün gölgesinde zaman geçiriyorsanız, sizi kendine çeken bir şey var zaten. "Al da oku, bundan daha iyi bir zaman mı bekleyeceksin, bu kitabı okumak için," der gibi. Ama sadece bu da değil, romanın kahramanı Çakır'ın öyküsü de bana epey "tanıdık" geldiğinden olacak, tekrar okuyorum bu romanı galiba. Çakır, bir at bakıcısı. Kimi kimsesi yok. Ne ana tanımış ne baba. Ahırda, atlarla beraber yaşıyor. Onun öyküsünü okuyunca her seferinde çocukluğumdaki benzerlerini anımsıyorum. Çocukken çok kereler, özellikle yaz tatillerinde dedemlerin köyüne giderdim. Oradaki çobanların, uşakların gündelik hayatı onunki kadar acıklı olmasa da Çakır'ınkine epey benzerdi. Ahırlar, onların başlıca yaşam alanıydı sanki. Hayvanlarla da pek içli dışlıydılar, Çakır'ın atlarıyla içli dışlı olduğu gibi. Kim bilir, belki de gözümün önündeki bu resimler Çakır'ın öyküsünün kafamdaki karşılıkları olduğu için Ferit Edgü'nün bu romanını bizzat yaşamışım hissiyle okumama neden oluyordur.

İki öykü anlatılıyor kitapta. Birincisinin başkahramanı Çakır. Gerçek hayatta herhangi bir figüranken, romanda baş kahraman oluvermiş. Herhalde böylesi bir garip, ancak bir roman ya da öyküde baş kahraman olabilir. İkinci öyküde ise Çakır, bir iki defa görünen yan karakterlerden biri.

Hani bazen duyarız ya, edebiyat asıl sıradan insanı, sıradan hayatı konu edindi mi gerçek anlamda edebiyattır, diye. Usta bir yazarın kaleminden sıradan, kıyıda köşede kalmış, çoğu zaman farkına bile varılmayacak insanların, pek o kadar sıradan hayatı ancak bu kadar iyi anlatılabilir.

14 Ağustos 2011

"Bağyan" değil, kadın

Kendilerine Bayan Olmayan Kadınlar adını veren bir grup, internette Bayan Değil Kadın adlı bir kampanya düzenliyor. Geçen yıl rast gelmiştim. Bir de siteleri var. "Sizi bilemeyiz ama biz bu işten gerçekten çok baydık!" diyorlar. Yani kadınlara, bayan denmesinden.

Ben bu "kadınların", enerjilerini neden daha farklı kampanyalar yerine böyle bir işte harcadıklarını doğrusu anlamadım. Ne bileyim, kadınlar söz konusu oldu mu bir çok konuda farkındalık yaratmak için çalışabilirler değil mi? Kadın hakları konusu örneğin. Ya da ülkemizdeki, kadına şiddet olgusu hepimizin malumu. Hal böyleyken neden "daha az basit" bir meseleyi bu kadar büyütüyorlar ki (!).

Türkiye, bilindiği gibi 80'lerin başlarından itibaren sadece ekonomide serbest piyasaya geçmekle kalmadı, birçok alanda başka geçişimler/değişimler de yaşadı. Bu tarihlerde insanlarımız önüne geçilemez bir modernleşme tutkusuyla yanıp kavrulmaya başladı. Ben o zamanlar henüz yeni doğmuş bir çocuktum, olup bitenlere canlı tanık olmadım, okuyup kavramakla yetiniyorum sadece. Fakat bizzat yaşayanlar için epey ilginç bir dönem olduğu kesin. Özellikle 80'lerin İstanbul'unun sosyologlar için bulunmaz bir nimet olduğunu bilmek için profesör olmaya gerek yok.

İşte bu tarihlerdedir ki yeni yeni sınıflar türemeye başladı toplumumuzda. Kıroyum ama para bende sınıfı bilhassa laboratuar ortamında bir vakıa olarak incelenmeli. Tahminimce moderen ve kibar birer şehir insanı olmak için birbiriyle yarışan toplumumuzun seksenler insanı, artık adına Homo "sexenicus" turchica mı dersiniz, moderenleşip kibarlaşmaya konuşmasını düzelterek başladığı için, gayet doğal bir sonuç olarak kadın gibi demode bir kelimeyi terk ederek bağyan kelimesine sarıldı sıkı sıkıya. Bu kelime kuşkusuz daha önce de vardı ama yaygınlaşmaya başlaması bu tarihlerdedir. Okuyup, izlediklerime dayanarak ben bu sonuca varıyorum.

Şimdi 2011 yılında, toplumumuzun neredeyse tamamı moderenleşmişken (!) bu kelimenin tek bir kampanyayla kullanımdan kaldırılabileceğini hiç sanmıyorum. Söz konusu kampanyayı başlatmış olan kadınlarımıza naçizane bir tavsiyem olsun bu da.

Asıl bayan sizsiniz "bay"ım!
Bayan kelimesi geçmişken aklıma geldi, Türk Dil Kurumu first lady için başbayan'ı önerdiydi. Haberleri var mı acaba kampanya düzenleyicilerinin? Bence bir an önce bir dilekçeyle başvurup bu önerinin değiştirilmesini talep etmeliler. Bu noktada ben de TDK'ye bir öneride bulunmak istiyorum. Devlet büyüklerinin karılarına başbayan demeye ne hacet, dilimizde kadın efendi gibi kadim bir söz var.

Bu arada, hep Hollywood filmlerinde görürüz ya, Amerikan erkekleri birbirlerine "Bayım" diye hitap eder de neden kadınları "Bayanım" demez, onu da merak ettim bak şimdi.

Bir de bayan olmayan kadınlar'ın İngilizceye nasıl çevrileceğini merak ederek Google Translator'a danıştım. Yanıt şöyle: female non-pregnant women. "Hamile olmayan dişiler". Seni haylaz translator seni!

12 Ağustos 2011

Derdest Çağrışım - (I)

Bugünden itibaren blogda Derdest Çağrışım adlı bir köşe açıyorum. İnternette dolaşırken gördüklerim o kadar çok şey çağrıştırıyorlar ki, hiç olmazsa blogda paylaşayım bir kısmını, dedim. O zaman belki başka şeyler de çağrıştırırlar, kim bilir?

by Gerald Larocque

Ölümsüzlük iksirini ararken ne buldu?

Aşağı yukarı aynı zamanlarda, [MS. 950-1000 civarları] Çinli bir mucit, bal, kükürt ve güherçileyi karıştırıp bu karışımı ısıtmıştı. Sonsuza kadar yaşamayı sağlayacak bir iksir arıyordu, oysa tam tersi bir etkisi olan bir şey bulmuştu. Ondan sonrakiler bal yerine odunkömürü kullandılar. Maalesef, ortaya çıkan barutu, tarihçilerin iddia ettikleri gibi, yalnızca çatapat için değil, el bombası ve mayın yapmak için de kullandılar. 
James C. Davis, İnsanın Hikâyesi, Taş Devrinden Bugüne Tarihimiz

10 Ağustos 2011

Açlık

Ay takviminden en çok cemaziyelevvel'i severim. Sebebi şurada. Fakat ramazana girdik ya, aklıma birkaç yıl önce okuduğum Kafka'nın Açlık Cambazı geldi. Bu vesileyle bir kez daha okuyasım tuttu, çıkardım okudum. Enfes bir öyküdür.

Siz hiç açlığı meslek edinmiş birini duydunuz mu? Adam, adı üstünde açlık cambazı, düpedüz meslek olarak benimsemiş açlığı. Marangozluk, öğretmenlik, terzilik... gibi açlığı kendine meslek bilmiş. Hem de öyle böyle değil, namusu, şerefiyle yürütmek istiyor işini. Hayattaki en büyük amacı mesleğinin hakkını vermek.

via
"... çünkü bu işin içindekiler açlık cambazının açlık süresinde zorla bile olsa ağzına bir tek lokma koymayacağını bilirlerdi; mesleğinin onuru böyle bir şeyi yasaklardı." Sirklerde, panayırlarda vs. kaplanlarınkine benzer bir kafese kapatılmak suretiyle, günlerce; yirmi, otuz, kırk gün boyunca aç kalma esasına dayanıyor açlık cambazının mesleği. İnsanlar da gelip seyrediyorlar onu. Kimileri kafesinin yanına kuruluyor, gece gündüz merak içinde bakıp duruyorlar. Fakat bazen de hiç meraklı çıkmıyor, insanlar yanından geçerken dönüp bakmıyorlar bile, çocuklar dahi. İşte öylesi zamanlarda bir kederlenmedir alıyor açlık cambazını. Can evinden vuruluyor. Aç kalmak mı? Hiç ama hiç sorun değil onun için. Fakat işte insanların bu ilgisizliği yok mu yiyip bitiriyor onu.

İlginç olan, günlerce aç kalmanın onun için işten bile olmaması. Gel gelelim, bir insan illa fizyolojik olarak mı acıkır? Açlık dediğin şey midenin boşalıp guruldaması mıdır sade? Peki ya ruhumuz? Ruhumuz hiç acıkmıyor mu acaba? 


"Belki de kendisini yiyip bitiren şey açlık değil, kendi kendine tatmin olmamasıydı. Sadece o bilirdi açlığın ne kadar kolay olduğunu. Bu dünyanın en kolay şeyiydi. Bunu saklamıyordu, ama insanlar da kendisine inanmıyorlardı; çok çok bu itirafını alçakgönüllülüğüne veriyorlardı."


Öykünün sonu da pek bir acıklı:
"Çünkü elimde değil, aç kalmak zorundayım ben."
"Ne adamsın sen!" dedi müfettiş, "nedenmiş o?"
(...)
"Çünkü sevdiğim yemekleri bulamadım, inanın bana, bulmuş olsaydım hiç direnmez, ben de sizler gibi karnımı tıka basa doldururdum."

Bu öyküyü okuyunca düşünüp duruyorum; insan, özellikle günümüz insanı fizyolojik açlığın çok çok ötesinde nasıl da ruhsal açlık çekiyor değil mi? Somalili çocukların açlığını hepimiz ne de güzel açıklayabiliyoruz. Peki ya metropollerde, yeni çıkan iPhone'u herkesten önce alabilmek için sabahlara kadar kaldırımlarda bekleşen binlerce insanın çektiği açlığı nasıl açıklayacağız?

8 Ağustos 2011

Elif Şafak ile Telif Şafak arasında gidip gelen bir edebiyat ortamı

Ülkemizin Kültür-Sanat Haritası: 
Ülkemizde okuryazarlık oranı: %100
Kişi başına yıllık okunan kitap sayısı: 40 (Japonya 25)
Kütüphane sayısı (okul kütüphaneleri hariç): 8207
En az bir kütüphaneye üye olan kişi sayısı: 65.000.000
En büyük kütüphanedeki toplam kitap sayısı: 149.842.703 (Library of Congress 147.093.357) 
En küçük kütüphanedeki kitap sayısı: 3.214.668
Müze sayısı: 172
Ulusal sanat galerisi sayısı: 93
Bir yılda düzenlenen kitap fuarı sayısı: 20
Diğer yıllık kültürel ve sanatsal etkinliklerin sayısı (üniversiteler dahil): 15.471

İşte böyle bir ülkenin, adı lazım değil bir yazarının, geçen gün yeni bir kitabı yayımlandı. Yayımlanır yayımlanmaz da edebiyat çevrelerince bir "eleştiri" bombardımanıdır başladı. Sıradan okurların "eleştirilerini" saymıyoruz bile.

Mesele ne ki? Efendim mesele şu: Yazarımız Zadie Smith adlı bir İngiliz Hanımefendisinin kitabından aşırma yapmış. Aşırma deyip geçmeyin. Bilenler bilir, Doğu Anadolu taraflarında aşırma bir halay türüdür. Bilhassa kızlar oynadı mı seyrine doyum olmaz. Ellerin omuzlardan arkaya doğru aşırılıp aşırılıp tekrar öne getirilmesi esasına dayanır...

Bendeniz okur olmak isteyen bir edebiyat okuyucusuyum. Söylemekten imtina ederim, yedi-sekiz yıl kadardır da başta Varlık, kitap-lık, Notos olmak üzere edebiyat çevrelerini izlemeye pek hevesliyim. Edebiyat üzerine sayısız web sitesi, blog da cabası. Ben de ne saftım eskiden! Yazarlık makamını kutsal bilirdim. Yazarlık son duraktı. Bir kimse yazar olmuşsa onun için ötesi yoktu. Nereden bilirdim "sürüyle" b.ktan yazarın da olabileceğini. Hele hele günümüzde eline kalemi alan ben yazarım diye ortaya çıkıyor anasını satayım. Yazar'sın yazmasına da ne yazar'sın? Türkçe'de author/writer ayrımı olaydı görürdük yazar mıydın yazmaz mıydın? Okurları da ahmak sayma bu arada, her şeyi açık seçik görüyorlar.

Efendim sadede gelelim. Mevzubahis yazarımızın yeni kitabı gelmeden önce reklamları geldi. Reklamlarla birlikte de "eleştiri" tozları geldi ufaktan ufaktan. Bir de birkaç gün önce kitabın kendisi geldi ki sormayın. Saldırı başladı. Sanırsın Amerika İran'a saldırdı.

Ben de oturmuş, başım ellerimin arasında kara kara düşünüyorum: Neden saldırıyorlar ki kadıncağıza? Ne var bu kadar hırçınlaşacak?

Ben böyle meraklanadururken, birçok kimse de pusuya yatmış nereden vuralım, diye bekliyordu. Birden bir intihal lafıdır aldı yürüdü. Haydi bakalım. "Ben zaten tee ne zaman demiştim bu kadının yazdıklarında iş yok diye." "Evet evet, ben de dem vurmuştum zaten kumaşının kıymetinden."

İyi güzel. Tutalım Smith'ten esinlenerek yazdı bu kitabı. Hatta bırak esini esrayı, diyelim ki çaldı bu kitabı. Evet çaldı. Hırsızlığın bu kadar meşru olduğu bir toplumda bu tepkilerin ölçüsü biraz aşırıya kaçmıyor mu acaba? Bir kitabı beğenmezsin olur biter. Bu bir tarafa, önceki kitapları üzerinden neden bu kadar eleştiriliyordu peki?

Ama dur bir dakika, sakın işin içinde kıskançlık neyim olmasın? Ne bileyim, sonuçta bu vatandaşın kitapları peynir ekmek gibi satıyor. Ama yok yok, kıskançlık olamaz. Olamaz, zira ülkemizde zaten her "yazar" çok satıyor. En kıytırık roman elli bin satıyor. Yok canım, kıskançlık olamaz.

5 Ağustos 2011

Sevdiğinin peşinden giden kız

En beğendiğim filmlerden biri. Bir Tony Gatlif klasiği. Sevdiği adam uğruna Fransalardan kalkıp Transilvanyalara kadar giden, ne çare ki umduğunu da bulamayan bir çingene kızın öyküsü. Transylvania. Mutlaka izlenmeli.

3 Ağustos 2011

Çivisi Çıkmış Dünya

Tam da bu aralar Amin Maalouf'un Çivisi Çıkmış Dünya kitabını bir yerlerden bulup okumayı planlarken Derya Sazak'ın yazısına rastladım:
‘Afrika Boynuzu’ adı verilen Etiyopya, Somali, Eritre ve Cibuti’de son 60 yılın en yakıcı kuraklığı 12 milyon insanın yaşamını tehdit ederken, ‘refah toplumu’ Norveç’te 91 kişinin öldüğü saldırılar, ‘çivisi çıkmış bir dünya’ gerçeğini gözler önüne seriyor.Bir yanda kişi başına 40-50 bin dolar yaşam düzeyine sahip gelişmiş bir ülkeyi kana bulayan muhafazakâr-ırkçı saldırganlık. Gaddarlık. Öte yanda açlık ve susuzluk nedeniyle mülteci kamplarında çocuk ölümlerine yol açan kayıtsızlık. Çaresizlik.BM Gıda ve Tarım Örgütü insanlığın büyük trajedisi karşısında Afrika Boynuzu için 620 milyon dolarlık yardım çağrısında bulundu. Yunanistan’ı iflastan kurtarmak için sağlanan destek 159 milyar euro.
...

1 Ağustos 2011

Gençlerin ölümüyle yaşlıların ölümü

Gençlerin başına ölümün gelmesi tabiata aykırı bir şeydir. İşte bunun için gençlerin ölmesi bana, harlı bir ateşin bol suyla söndürülmesi gibi gelir; ihtiyarların ölümü ise, geçmiş bir ateşin hiçbir tesirle değil de, kendiliğinden sönmesi gibidir. Nasıl elmalar hamken çekilip koparılır, iyice olgunlaşınca düşerlerse, öylece gençlerin canını bir kuvvet çeker alır da, ihtiyarlar olgunluktan ölür. Bu olgunluk bana öyle tatlı geliyor ki ölüme yaklaştıkça, uzun bir deniz yolculuğundan sonra karayı görür gibi oluyor, nihayet limana varacağımı sanıyorum. 
Cicero, İhtiyarlık.

31 Temmuz 2011

Şu Alternatif Sözlükler...

Şeytan'ın Sözlüğü diye bir kitap varmış. Hiç duymamıştım, sabah kitap-lık'ı okurken öğrenmiş oldum. Ambrose Bierce diye biri yazmış. Onu da ilk duyuyorum. kitap-lık birkaç madde alıntılamış, beğenerek okudum, üç tanesini de aşağıda alıntıladım. Yeni bir kitap sandım önce, sonra, Allah Wikipedia'yı başımızdan eksik etmesin, baktım ilk olarak 1906'da yayımlanmış.

Okunacaklar sırasına koydum bunu da. Bu tür satirik kitapları da pek severim. Umarım kısa zamanda bir kütüphanede rastlarım.
Kerberos, a. Hades'in bekçi köpeği, görevi girişi korumaktı —kime ya da neye karşı koruduğu çok açık değildir, çünkü hem herkesin er geç oraya gitmesi gerekmekteydi, hem de kimsenin kapıyı zorladığı falan yoktu.
Kurşun, a. Ağır, mavi-gri bir metal. Hafif âşıklara durağanlık sağlamak için kullanılır — özellikle düşüncesizlik edip başkasının karısına âşık olanlara. Kurşun aynı zamanda bir argümanı karşılayan ağırlık olarak öylesine faydalıdır ki, tartışmanın terazisini yanlış yöne çevirir. İki vatanseverliğin buluştuğu noktada büyük miktarda kurşun çökeltisi elde edilmesi, uluslararası anlaşmazlıkların kimyasıyla ilgili ilginç bir gerçektir. 
Manastır, a. Tembellik günahı üzerine tefekküre dalmak isteyen kadınlar için bir inziva mekânı. 
kitap-lık, Sayı 82 (Nisan 2005),  Çev.: Armağan Ekici

28 Temmuz 2011

Kıvanç diye imam olur mu?

Bir askerlik anısı...

Birkaç ay önce Eskişehir'de havacı olarak askerliğimi yapıyordum. Bir gün bir eğitim uçağı havalanırken düştü. Her iki pilot da fırlatma koltuğu sayesinde kurtuldu. Bu nedenle birkaç gün sonra uçağın bağlı olduğu filoda bir kurban kesimi tertip edildi. 
***
Bizim bölükte Kıvanç ve Cumali adında iki arkadaş vardı ki sormayın. Her ikisiyle de yataklarımız yan yanaydı. Cumali imamdı. Allah'ın her günü ranzanın üst katındaki yatağına çıkıp inmek için benim ranzama basıyordu. Ağır, hantal vücudunu başka türlü yukarıya taşıyamazdı. Askerlik biraz daha sürse öldürecektim herhalde.

Soldaki Kıvanç.
Ellerini açmış, yalvarıyor gibi durduğuna
bakmayın, bu işlerle uzaktan yakından
alakası yoktur.
Kıvanç ise dünyadaki en enteresan insanlardan biriydi. Bilmiyorum, sadece askerde mi öyleydi yoksa normal hayatında da mı öyle? Nasıldı ki, diye sorsanız bir cevap da veremem hani. Kafa dengi bir arkadaştı yalnız. O da Cumali'nin altındaki yatakta yatıyordu. 
***
Filoda kurban kesileceği için bizim bölükten imam istenmiş. Bölük komutanı da çağırtmış İmam Cumali'yi, "git", demiş, "ama yanına birini de al, yalnız gitme." "Emredersiniz komutanım!" deyip çıkmış Cumali. Kıvanç bölük binasında görevli olduğu için o saatte anca onu bulabilmiş, beraber gitmişler. 

Filoda da meğer törene katılacak herkes hazır, toplanmış imam bekleniyormuş. Karşıdan bunların geldiğini görünce yarbay el işaretiyle çabuk olmalarını söylemiş. Koşmaya başlamışlar. Kıvanç her zamanki hareketliliğiyle önden koşmuş. Daha tekmil vermeye fırsat bulamadan yarbay nerede kaldınız, deyip adını sormuş. "Kıvanç Cankurt, Adana!" diye bağırmış bizimki. Bunu duyan yarbay, hayatımda duyup duyacağım en komik cevaplardan birini yapıştırmış: 
"S..tir lan, Kıvanç diye imam mı olurmuş!" 
Kıvanç hemen yanıtlamış, 
"İmam olan ben değilim zaten komutanım, bu arkadaş." 
"Ha, öyle mi, senin adın ne evladım?"
"Cumali komutanım."
"Haah! Şimdi oldu işte, gelin bakalım!"


Bu da Cumali Hocaefendimiz.



27 Temmuz 2011

Aşk'ın Temcit Pilavı

Beş-altı yıl önce Muriel Maufroy'un Mevlana'nın Kızı adlı bir romanını okumuştum. Güzel, akıcı bir dille yazılmıştı. Pek beğenmiştim. Yabancıların Mevlana'yı bizden daha iyi anladığı hep söylenegelir ya, galiba doğru. 

Geçen gün Idefix'ten gelen yeni çıkanlar emailini okuyunca baktım, Aşkın Kimya'sı diye yeni(!) bir kitap çıkmış. Yazarının Muriel Maufroy olduğunu görünce işkillendim. Bu kitap, başka bir yayınevi tarafından yeniden ısıtılıp önümüze getirilen o kitap değilse ben de bir şey bilmiyorum, diye geçirdim içimden. Kızın adı da Kimya ya. 

Sonra İnternete bu meseleyle ilgili bir göz attım. Kitabın İngilizce adının Rumi's Daughter olduğunu o zaman iç kapakta okumuştum zaten. Baktım İngilizcesiyle yeni basılan Türkçesinin kapakları da aynı. Anlaşılan bütün dillerdeki edisyonlarda kapağın aynı kalmasını şart koşmuşlar.

Bir kitabın farklı yayınevleri tarafından basılmasına milyon kere şahit olduk. O, yazarı, ilk yayıncıyı vs. ilgilendiren teknik bir mesele. Fakat kitapları aynı dilde farklı isimlerle yayınlamaya ne diyeceğiz? Hele de özgün adına sadık kalmayıp da bambaşka adlar türetmek de neyin nesi? Bir zorunluluk söz konusuysa bir kitap, işin ehli bir kişi tarafından özgün adının birebir karşılığı olmayan bir adla çevrilebilir bence. Bu, sinemada yıllar yılı uygulanan, artık gelenekleşmiş bir yöntem. Bakıyorsunuz, A Place in the Sun, İnsanlık Suçu; The Big Sleep, Birleşen Kalpler diye Türkçeleştiriliyor. Dedim ya, bu artık gelenek oldu. Üstelik tahmin ettiğim kadarıyla bunu da öyle her aklına esen yapmıyor. Sinema otoriteleri yapıyor. Neyse, konudan sapmayalım.

Son yıllarda çok sayıda ufak tefek yayınevi sardı ortalığı, biliyorsunuz. Dünya klasiklerini yayınlayıp duruyorlar. Çoğunun telif hakkı yok ya. Adı sanı duyulmamış çevirmenler(?) tarafından çevrilip piyasaya sürülüyorlar. Bu başka bir yazının konusu.

Son yıllarda bir de aşk-meşk kitapları furyası var biliyorsunuz. Kitabın adında o efsunlu kelime varsa çok satıyor efendim. Sakın bu da o tür bir şark kurnazlığı olmasın? Millet şimdi Aşkın Kimya'sı adlı bu kitaba hücum eder, diye düşünülmüş olması kuvvetle muhtemeldir. Haksız da sayılmazlar bir anlamda. Çünkü bu tür yayınevlerinin derdi kültür-mültür değil, ticaret. E, aşk romanları da çok satıyor. Alan razı satan razı.

Son olarak bir uyarıda bulunayım. Ülkemizde insanlar ekseriya nasıl bir aşk aradıklarını bilmezler ama çoğunluğun peşinde olduğu fiziksel aşk'tan başka bir şey değildir. Aşkın Kimya'sı okunurken bunun göz önünde bulundurulmasında fayda var.

26 Temmuz 2011

Sultanlara Layık

Geçenlerde Borges Defteri Mail Grubundan Ertuğrul Günay bu kez doğru yaptı, başlıklı bir email geldi. Ben de bu email aracılığıyla öğrendim, Yusuf Benli adlı Topkapı Sarayı [eski] Müze Müdürü, III. Selim'in tahtını oturduğu lojmana taşıtmak istemiş. Kültür ve Turizm Bakanı da onu görevden almış. Mesajın sahibi Borges Defteri'nden Sufi, "Ne fantastaik ve abürst bir arzu, değil mi?", diye soruyor ve devam ediyor, "Tut ki o tahtı evine taşıdın, ne yapacaksın o tahtla? Üstelik Sultan Selim'in haremdeki [!] tahtı, hani biraz "kışkırtıcı". Böylesine tuhaflıklar başka nerede yaşanır?"

Haberturk'teki haberde de "...Yusuf Benli, önce tahtın taşınmadığını söylemiş, ertesi gün ifadesini değiştirerek Günay’a 'Depoda sıkışıklık vardı. Lojmanda boş odalar olduğu için oraya koyup sıkışıklığı rahatlatmak için taşıttım' demişti", deniyor.

Meselenin doğru olup olmadığını bilmiyorum ama Bakan görevden aldıysa elbet vardır bir bildiği. Diyelim ki doğru,size şaşırtıcı geliyor mu? Bana gelmiyor. Çünkü memlekette o kadar çok megaloman var ki. Burada konu tarihle ilgili olduğu için belki biraz enteresan ama işin özü aynı. Kendini peygamber ilan edenleri mi görmedik, adam padişahlığa özenmiş, çok mu?

25 Temmuz 2011

Doğunun Geçitleri

çok uzun anlatmak gerekti
ve biz, sadece ima ile geçtik

"yol verin sevdaya"
gördük ve yol verdik
acıdan kalkıp acıya
varan bir yol gibi
kendini göstere göstere
bir cihannüma ile geçtik

ve kalbimiz bize sahip çıkmadı
dağdır, kızılca kopup
ve döne döne düştü
döner dağdan sonbahar
hüzne geçit yok, ziganalar
ve kop'tan bu dönüşleri
bir sema ile geçtik

ateştir eski geceler
"tut ve yan, tut ve yan
kül ol , gülümüzden"
şairler akşamdır, ateşgedeler
ve biz kendi külümüzden
bir hüma ile geçtik

bir hayal olmadadır göl şimdi
göründü el ele göl ve giz
gördük, bir kuğuya yolcu olduğu
yerde kayboldu nergis
ve biz, öyle ki, bu yolculuğu
bir rüya ile geçtik

çok uzun anlatmak gerekti
ve biz, sadece ima ile geçtik

Hilmi Yavuz

23 Temmuz 2011

Tolstoy ve İnsanlık Halleri

Tolstoy’un İnsan Ne İle Yaşar’ını okudum. Kitaba değil de Tolstoy’a takıldım. Ne kadar dindar bir insan. Tanrı’dan, ilahi düzenden bahsediyor. Beş miydi, altı mı, öykü var kitapta. Hepsi de aynı minvalde. Sevgiden dem vuruyor, insana Tanrı’nın suretinden yansımış ebedi sevgiden.

Sonra insanların gündelik meselelerini, kıskançlıklarını, geçimsizliklerini… küçümsüyor. İnsana Ne Kadar Toprak Lazım? adlı öyküye bayıldım. Adamın biri Başkurtlar diyarında toprağın sudan ucuz olduğunu duyunca oraya göçüyor. Onlara bir iki parça kıymetsiz hediye götürüyor. “İstediğin toprağı seç senin olsun” diyorlar. “Fakat bir şartla: bir gün içinde ne kadarını dolaşabilirsen, o kadarını alabilirsin.” Adam muhteris, gözleri fal taşı gibi açılıyor, elinde mi?

Fakat işte insandaki o hırs yok mu o hırs… Tolstoy’un da bize vermek istediği mesaj bu ya: İhtiraslarımızın kölesi olmayalım.

Gündoğumunda başlıyor adam uçsuz bucaksız araziyi arşınlamaya. Yürü babam yürü. Orası da benim olsun, şurası da benim olsun… Derken akşam yaklaşıyor. Güneş ufkun yolunu tutmuş gidiyor. Azıcık ferasetli davransa, ömründe hayal edemediği kadar toprağı olacak. Şeytan dürtüklüyor öte taraftan. “Şu güzelim yerleri de almazsam olmaz!” Fakat o da ne! Gün batıyor. Etekleri tutuşuyor adamın. Koş bre! Koş ki başladığın yere zamanında varabilesin. Zira şart bu. Nereden başladıysan oraya döneceksin. Gün batmadan.

Aç, susuz, yorgun, tam yettim derken güneş batmasın mı? Tam o sırada bir umut ışığı beliriyor ama: “Tepede, onların beni beklediği yerde henüz güneş batmadı. Hadi son bir gayret daha. Ondan sonra bu uçsuz bucaksız topraklar benim!” Kalkıyor çöktüğü yerden. Koşuyor, tepeyi çıkmaya çabalıyor. Bir de yorgun, bir de bitkin sormayın.

Ufacık tepe dağ oluveriyor. Bitmek bilmiyor. Sefil adam kan ter içinde. Güneşle yarışıyor. Heyhat! Tam tepeyi çıktım derken gün batmış oluyor. Onu bekleyenlerin ayakları dibine yığılıveriyor. Bitiyor. Birkaç karış fazladan toprak için… Hırsının kölesiyken şimdi kurbanı oluyor. Oracıkta can veriyor. Ve işte şimdi ihtiyacı olan, bir iki metre toprak.

İşte Tolstoy bu tür meseleler anlatıyor. Onun yazar olarak kalitesini tartışmak haddimize değil. Fakat insan olarak ondan bile daha ilerideymiş. Büyük yazar olması büyük insan olmasından ileri geliyormuş. Bu kitabı okuyunca bunu daha iyi anladım.

19 Temmuz 2011

Coelho'dan Tespitler

Moda
Moda. İnsanlar ne düşünüyor olabilirler? Modanın mevsime göre değişen bir şey olduğunu mu sanıyorlar? (…) Anlamıyorlar. “Moda” aslında, “Ben sizin dünyanızdanım. Sizin ordunuzla aynı üniformayı giyiyorum, onun için beni vurmayın,” demenin bir biçimidir.
Erkekler ve kadınlardan oluşan toplulukların mağaralarda ilk kez birlikte yaşamaya başladıklarından bu yana, moda herkesin, hatta tümden yabancıların bile anlayabildiği tek dil olmuştur. “Aynı biçimde giyiniyoruz. Ben sizin kabilenizdenim. Haydi varlığımızı sürdürebilmek için güçsüzlerin üstüne çullanalım. (s. 20-21)
Ayrıca modanın halka ulaşması hakkında 164-165. sayfaların okunmasını öneririm.


Filmler
Aslına bakılırsa tüm film senaryolarının çoğu şöyle özetlenebilir: Adam kadını sever. Adam kadını yitirir. Adam kadını yeniden elde eder. Tüm filmlerin yüzde doksanı aynı temanın çeşitlemeleridir. (s. 69)


Ünlüler ve Hayranları
Şöhretlerin birer idol, birer ikon oldukları da söylenebilir; bir bakıma kiliselerde gördüğün resimlere benzerler ve gençlerin ya da ev kadınlarının yatak odalarına, hatta onca zenginliklerine rağmen onların şöhretine özenene sanayi patronlarının ofislerine astıkları birer tapınma nesnesi haline gelebilirler.
“Arada bir tek fark var: Bu durumda halk baş yargıçtır, bugün alkışlayanlar, yarın bir dedikodu dergisinde idolleriyle ilgili bir rezaleti okuduklarında aynı ölçüde mutlu olabilirler. O zaman da şöyle diyeceklerdir: ‘Zavallıcık. Çok şükür onun yerinde değilim.’ Bugün idollerine tapınanlar, yarın onu taşa tutabilir, en küçük bir vicdan azabı duymadan çarmıha gerebilirler.” (s. 119)


Gençler
Bütün gençler dünyayı kurtarmayı hayal ederler. Bazıları aile kurmak, para kazanmak, seyahat etmek ve yabancı dil öğrenmek gibi daha önemli şeyler olduğu sonucuna vararak bu hayalden çabucak vazgeçerler. Ama bazıları da, toplumu değiştirmenin ve gelecek kuşaklara bırakacağımız dünyayı biçimlendirmenin gerçekten mümkün olduğuna karar verirler. (s. 169)


Paulo Coelho, Kazanan Yalnızdır


16 Temmuz 2011

Aşk

Cervantes artık ihtiyarlamıştı. Bir gün bir köy meyhanesinin önünde durup genç ve güzel meyhaneci kıza aşkını ilan etmeye başladı. Kız pek yüz vermedi tabii:
"Otuz yıl önce buradan geçmiş olsaydınız belki aşkınıza karşılık verebilirdim."
 Cervantes önce gülümsedi ve:
"Otuz yıl önce de geçtim buradan, dedi. Ama o zaman annenize rastlamıştım ve tıpkı sizin sözlerinizi söylemiştim ben de ona."

14 Temmuz 2011

Joga Bonito'dan Joga Feio'ya Futbol

89-90 yıllarında futbol izlemeye başladım. O zamanlar Digiturk migiturk yoktu tabii. TRT'den bedava izleniyordu maçlar. Zaten TRT'den başka kanal da yoktu. Bir de radyo vardı tabii. Bakkal Cemşit Amca koyu Beşiktaşlıydı. Beşiktaş maçları oynanınca penceresini açar, radyoyu pencereye koyar ve sesini sonuna kadar açardı. Böylece kendisiyle beraber bütün bir mahalle dinlerdi maçı.

O zamanlar, futbol da çoğu şey gibi bozulmamıştı henüz. Futbolcular sakallı makallıydı. Galatasaraylı Uğur örneğin. Bir de Rıdvan. İşleri güçleri futbol oynamaktı. Başka işe burunlarını sokmazlardı.

Faul kuralı, günümüzle karşılaştırıldıkta çok farklı bir şeydi sanki. O zamanlar faul diye geçen hareketlere bugün düdük bile çalınmıyor. Biri düştü mü öteki hemen elinden tutup kaldırırdı. Bugün öyle mi? Biri birine yanlışlıkla bir çelme takmaya görsün sokak köpekleri gibi yirmi ikisi birden toplanıyorlar olay yerinde.

Sonra işler değişti. Zaman doksanlı yıllardan iki binlere doğru akarken futbol değişti de değişti. Daha bir Avrupai olmaya çalıştı. Örneğin her golden sonra elinde mikrofonuyla önde muhabir peşinde kameraman, gol atan futbolcunun yanına koşulup 'duyguları' sorulurdu. Bunun gibi amatörce adetler kalktı. Gelgeleim futbolu çağdaşlaştıracağız derken çuvalladık galiba. Hani, bize Batının ahlakı, kültürü değil bilimi, teknolojisi lazım diye hep söylenegelir ya. Ne var ki, bilimin teknolojinin dönüp yüzüne bakmaya tenezzül etmezken, "efendim bu yozlaşmış Batı kültürü bizi esir aldı" diye de hayıflanırız. Futbolda da Avrupa'yı örnek alalım derken asıl almamız gerekenleri bir kenara ittik. Sonra da kendi kafamıza göre bir sistem oturttuk. Profesyonellik diye diye çok farklı konularda 'profesyonelleştik'.

4 ya da 5 yaşlarındaydım. Yaz gelmişti. Babam bana tişört niyetine bir Fenerbahçe forması almıştı. Şimdikiler gibi öyle ahım şahım lisanslı ürünler nerdee. Atlet kumaşından yapılma, sırtında sadece numara yazan, klasik çizgili bir formaydı. Sokakta beni her gören Fenerbahçeli, Fenerbahçeli deyince hep merak ederdim ne demek bu Fenerbahçe diye. İşte öyle Fenerbahçeli oldum. O gün bugündür de başka takım tutmadım.

İşte formaların atlet kumaşından üretildiği o zamanlarda futbol gerçek anlamda joga bonitoydu. Futbol sadece futboldu yani. Kaldı ki ben bundan sadece 20-22 yıl öncesinden bahsediyorum. Siz varın bir de 40-50 yıl öncesini düşünün.

Fakat doksanlı yılların ortalarından itibaren bir şeyler hızla değişmeye başladı. Futbol asla sadece futbol değildir efsanesi Avrupa'da ne zaman doğdu bilmiyorum ama, Türkiye'ye gelişi bu tarihlerdedir. Ondan sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmadı artık. İşin içinde büyük paralar da girince zaten, futbol, futbol olmaktan iyice çıktı.

İşte birkaç gündür gündemin birinci maddesi Futbolda Şike.

Bazı meseleler vardır ki herkes var olduğunu bilir ama hiç kimse nerede ve nasıl olduğunu bilmez. Bu da onlardan biri. Türkiye'de yediden yetmişe hepimiz futbolun kirli olduğunu bilmiyor muyduk? Bakalım bu şike operasyonuyla ne kadar kirli çamaşır ortaya dökülecek. Ne kadarı temizlenecek.

Bir Fenerbahçeli olarak, şayet Fenerbahçe'nin bir suçu, günahı, pisliği varsa derhal 1. Lige, hatta gerekiyorsa 2., 3. Lige düşürülmesine gönülden destek veriyorum. Temiz futbola en çok taraftarların ve izleyicilerin ihtiyacı var, değil mi?

Joga Bonito: Güzel Oyun
Joga Feio: Çirkin Oyun
Sayfa başına git