***
O yıllarda merdivenler durup dururken isyan çıkarmışlar. İsyan kısa sürede memleketin dört bir yanına yayılmış. Tüm büyük şehirler merdivenlerin büyük protestolarına sahne olmuş. Ülkenin kralı bir türlü anlam verememiş olup bitenlere. Ne yapacağını da bilememiş. Vezirlerini, danışmanlarını toplayıp sormuş, ne oluyor, diye. Ama hiçbiri adamakıllı bir yanıt verememiş. Kralın canı sıkılmış bu duruma. İçinden, "Topunuzun a.ına koyim," demiş, "onca vezir ve danışmansınız, bir boka yaradığınız yok." Kralının içinden geçen her şeyi hemen anlamak gibi bir özelliği olan Soytarı atılmış oradan, çok akıllı bir soytarıymış bu, –o zamanın tüm soytarıları öyleymiş zaten, darısı bu zamanın soytarılarının başına– şöyle demiş: "Sayın Kralım, vezirlerin, danışmanların bir boka yaradığı nerede görülmüş ki?" Kralın çok hoşuna gitmiş bu söyledikleri, "Aferin," demiş. Aradan yüzyıllar geçmiş. O zamanın izini süren bir tarihçi aydınlatmış meseleyi: Meğer tam da o zaman asansör icat edilmişmiş, merdivenler de, pabucumuz dama atılacak korkusuyla isyan çıkarmışlar. İsyan para etmemiş elbette, asansörler varlıklarını sürdürmüşler, üstelik de her geçen gün güçlenerek. Ne var ki çok koymamış bu onlara. Asıl büyük darbeyi "içeriden" yediklerinde bütünüyle çökmüşler: yürüyen merdivenin icadı.
***
İnsan bir hastanede bazen hasta olur, bazen de refakatçi. Hayatın düzenidir bu; bazen şöyle olursun, bazen böyle. Yoksa zaman nasıl geçecek?
***
Hastanenin önünden dolmuşa biniyorum şehir merkezine gitmek için. Dolmuş tıklım tıkış. Ayaktayım. Yanımda iki üniversite öğrencisi var, birinin elinde telefonu, oyun oynuyor. Candy crush lafı geçiyor, başımı çevirip bakıyorum. Hiç yapmadığım bir şeyi yapıyorum, "Candy crush dedikleri bu mu?" diye soruyorum çocuklara. Başlarını çevirip bana bakıyorlar. Sürdürüyorum: "Günde kırk kez facebook'tan candy crush davetiyesi geliyor." Gülüyor çocuklar. "Aman abi," diyor biri, "sakın başlama." "Hiç meraklanma," diyorum ben de, "para verseler başlamam." İnsanlar nelere bağımlı oluyorlar Tanrım! Ya bende bir anormallik var, ya bu insanlarda.
***
Daha geçen gün güncellenen nüfus istatistiklerine göre bu şehrin nüfusu bir milyon yetmiş bin. Ve bu şehirde aradığım edebiyat dergilerini bulamıyorum. Büyük kitapçılara bakıyorum üstelik. İçimden sayıp dökmek geliyor ama kime? Siz olsaydınız ne yapardınız, söylesenize? Birkaç edebiyatseverin bir araya gelip de çıkardığı amatör dergiler bile var, ama benim aradıklarım yok. Bundan daha da kötüsü, adı sanı duyulmamış, kıytırık, içinde edebiyat adına zerrece şey olmayan yığınla "edebiyat dergisi" var ama Kitap-lık yok, Sözcükler yok, Notos yok, Varlık yok. Yokluk var.
***
Kitabevinde kitaplara bakıyorum. Rafın birinde –ister inanın, ister inanmayın– sırasıyla Oktay Rıfat, Özdemir Asaf, Cemal Süreya ve Bedirhan Gökçe'nin "şiir" kitapları yan yana duruyorlar.
***
Başka bir kitabevindeyim. Özel ilgi alanıma giren bir konuda yeni bir kitap çıkmış. Ceketimin iç cebinden not defterimle kalemimi çıkarıp adını not alıyorum kitabın. Yanımda bir kız, bencileyin kitaplara bakıyor, elinde de akıllı telefonu var. Ben yazınca defterim öyle bir gururlanıyor ki, kendini tutamayıp şöyle diyor kızın telefonuna: "İnadına işte, hâlâ varım, hâlâ dimdik, ayaktayım!" Ben hemen atılıyorum, "Ayıp," diyorum defterime, "hiç öyle denir mi yabancı bir telefona!" Defterim ne yapsa beğenirsiniz, kızın telefonuna dil çıkarıyor. Bir de pişkin pişkin gülüyor. Ah bu not defterleri!.. Ah bu dil çıkarmak!..
***
Bir arkadaş. Çok oturup kalkmışlığımız, birlikte çok yiyip içmişliğimiz var. Ne zaman arayıp, gel bir çay içelim, desem, işim var, diyor. Bildiğiniz bahane. Numarasını sileyim mi telefonumdan, ne dersiniz?
***
Hasta la vista, İspanyolca görüşürüz demek sevgili kardeşlerim.