11 Mayıs 2012
9 Mayıs 2012
Depremin 200. Günü
İster inanın, ister inanmayın, depreme yirmi gün kalmıştı ve ben yazmayı planladığım bir deprem öyküsünü kafamda kurmakla meşguldüm. Öykümde deprem şehri alt üst ediyordu. Tüm insanlar önce can havliyle oraya buraya kaçışıyorlardı, aradan birkaç saat geçmiyordu ki yağmalamaya başlıyorlardı şehri. Öykümün kahramanıysa büyük bir utanç duyuyordu; yapılanlardan değil tabii ki, insan olduğundan, insanlık paydasını onlarla paylaştığından.
(Öyküyü kurmaya çalışırken aklıma Bağdat geliyordu ikide bir. Hani 2003'te Amerika ele geçirirken nasıl da yağmalamışlardı şehirlerini Bağdatlılar.)
Kahramanımın aklına birden şehrin kütüphanesi geliyordu. Öylesi bir felakette hiçkimsenin aklının ucundan geçmez kütüphanenin yolu. Ortalık güllük gülistanlıkken bile geçmiyorken... Oraya gidiyordu ve içinde işine yarar ne kadar kitap varsa almak istiyordu. Hepsini alması elbette mümkün değildi, kollarını kalın kalın kitaplarla doldurup çıkıyordu. (Tekrar gelecekti nasıl olsa). İçi de pek rahattı, onca kitapla yıkılmış sokaklardan geçerken kendisini görenler ne diyebilirlerdi ki? Bu bir felaket zamanıydı, kimse kimsenin ne yaptığının farkında değildi. Hani sokaktan geçersiniz de şehrin çöplüklerini mesken tutmuş sahipsiz bir köpek öğle sonrası sıcağında bir duvarın dibindeki gölgelikte dinleniyordur, siz ona bakarsınız o size, geçer gidersiniz yanından, ona zarar vermediğiniz için minnettar kalır; kahramanım elinde kütüphaneden çaldığı kitaplarla giderken onu görenler öylece bakıp geçiyorlardı. Bir bakış, hepsi bu.
Ekimin başından ortalarına kadar kafamda dolandırıp durdurdum öyküyü. Kahramanımın konumu bana çok "romantik" geliyordu. Kitap götürüyordu alt tarafı, hem yağmalıyor da sayılmazdı, zira tek başınaydı. Diğer insanlar leş kargaları gibi dükkanları yağmalarken, ona biçtiğim aslan rolüyle o tek başına avlanıyordu. Hiçbir telaşa, aceleye yer vermiyordu.
Öyküyü buraya kadar kurmuştum. Ana ekseni de buydu zaten, ama devamı bir türlü gelmiyordu. Nasıl bağlayacağımı bilmiyordum.
***
Hayat seni sallar. Başlarda bütün sallanmaların farkındasındır ama hiç mi hiç kaydetmezsin, çok çok oyun sanırsın, beşiğinden yeni çıkmışsındır ne de olsa, alışkınsın sallanmalara. Sonra büyürsün yavaş yavaş, sallanmalar da sarsıntılara dönüşür. Gelgelelim, artık o kadar da farkında değilsindir. Sarsıntı daimidir çünkü.
Hayat seni sarsar. Üzerken de sarsar, mutlu ederken de. Sevdirirken de, nefret ettirirken de. Hele de büyütürken. Ama, dedim ya, farkında değilsindir olup bitenlerin. Çünkü o kadar profesyonelce yapar ki bunu, ayakların olduğu yerde duruyordur, bedenin dimdik ayakta.
Deprem dediğin şey, daimi olan sarsıntının kendini bir anlığına fark ettirmesidir. Aç kalırsın birkaç gün, yiyecek doğru dürüst bir şey yoktur. Hatta su bulamadığın olur. Önemli mi? Tabii ki hayır: Ruhumuz aç susuz. Zihnimiz kupkuru.
Her cuma Somali'deki "aç" kardeşlerimiz için para toplanıyordu camide. Cebimde bozukluk varsa çıkarıp 1 lira atıyordum, geçip gidiyordum. Ne de rahattı içim. 1 lira. İki ekmek parası. Belki Somali'de üç ekmek bile ediyordur, kim bilir? Orada hergün açlıktan -evet gerçekten başka bir şeyden değil- çocuklar ölüyordu ve her akşam ana haber bültenleri pek sıradan bir haber olarak ne rahat verip geçiyorlardı. Ya biz? Ne rahat izleyip geçiyorduk. Hani adamın biri, İngiliz miydi kimdi o, bir kişi ölürse trajedi, yüz kişi ölürse istatistik yollu bir şeyler geveliyordu... Dedim ya, her gün sarsılıyoruz, farkında değiliz. Zamanımız hoyrat bir zaman. Halbuki o "eski" diye küçümsediğimiz zamanlar bizimkinden üstündü. Ne demişlerdi o eski zamanların birinde: tok açın halinden anlamaz.
Kendi zamanımızın yeryüzünü doldurmuş 7 milyar insanı, kaçımızın gönlü tok, soru bu.
***
23 Ekim günü masamda oturmuş bulmaca çözüyordum. Saate bakmamıştım. Birazdan bulmaca bitecek, ceketimi alıp çıkacaktım. Ayaklarım olduğu yerde sapasağlam duruyordu, bedenim de kendinden hayli emin görünüyordu. Neden sonra yerin ayaklarımın altından kayıp gittiğini hissettim. Kalktım. Tam sarsılacaktım ki sandalyeye tutundum. Hayret, neden böyle değişik hislere büründüm böyle? Birçok insanın aksine, hayattaki handiyse tüm sarsıntıların farkındaydım oysa.
(Öyküyü kurmaya çalışırken aklıma Bağdat geliyordu ikide bir. Hani 2003'te Amerika ele geçirirken nasıl da yağmalamışlardı şehirlerini Bağdatlılar.)
![]() |
Bruegel'in Babil Kulesi. Birbirimizi ne zaman kaybettik? |
Ekimin başından ortalarına kadar kafamda dolandırıp durdurdum öyküyü. Kahramanımın konumu bana çok "romantik" geliyordu. Kitap götürüyordu alt tarafı, hem yağmalıyor da sayılmazdı, zira tek başınaydı. Diğer insanlar leş kargaları gibi dükkanları yağmalarken, ona biçtiğim aslan rolüyle o tek başına avlanıyordu. Hiçbir telaşa, aceleye yer vermiyordu.
Öyküyü buraya kadar kurmuştum. Ana ekseni de buydu zaten, ama devamı bir türlü gelmiyordu. Nasıl bağlayacağımı bilmiyordum.
***
Hayat seni sallar. Başlarda bütün sallanmaların farkındasındır ama hiç mi hiç kaydetmezsin, çok çok oyun sanırsın, beşiğinden yeni çıkmışsındır ne de olsa, alışkınsın sallanmalara. Sonra büyürsün yavaş yavaş, sallanmalar da sarsıntılara dönüşür. Gelgelelim, artık o kadar da farkında değilsindir. Sarsıntı daimidir çünkü.
Hayat seni sarsar. Üzerken de sarsar, mutlu ederken de. Sevdirirken de, nefret ettirirken de. Hele de büyütürken. Ama, dedim ya, farkında değilsindir olup bitenlerin. Çünkü o kadar profesyonelce yapar ki bunu, ayakların olduğu yerde duruyordur, bedenin dimdik ayakta.
![]() |
© Ali Dağer |
Her cuma Somali'deki "aç" kardeşlerimiz için para toplanıyordu camide. Cebimde bozukluk varsa çıkarıp 1 lira atıyordum, geçip gidiyordum. Ne de rahattı içim. 1 lira. İki ekmek parası. Belki Somali'de üç ekmek bile ediyordur, kim bilir? Orada hergün açlıktan -evet gerçekten başka bir şeyden değil- çocuklar ölüyordu ve her akşam ana haber bültenleri pek sıradan bir haber olarak ne rahat verip geçiyorlardı. Ya biz? Ne rahat izleyip geçiyorduk. Hani adamın biri, İngiliz miydi kimdi o, bir kişi ölürse trajedi, yüz kişi ölürse istatistik yollu bir şeyler geveliyordu... Dedim ya, her gün sarsılıyoruz, farkında değiliz. Zamanımız hoyrat bir zaman. Halbuki o "eski" diye küçümsediğimiz zamanlar bizimkinden üstündü. Ne demişlerdi o eski zamanların birinde: tok açın halinden anlamaz.
Kendi zamanımızın yeryüzünü doldurmuş 7 milyar insanı, kaçımızın gönlü tok, soru bu.
***
23 Ekim günü masamda oturmuş bulmaca çözüyordum. Saate bakmamıştım. Birazdan bulmaca bitecek, ceketimi alıp çıkacaktım. Ayaklarım olduğu yerde sapasağlam duruyordu, bedenim de kendinden hayli emin görünüyordu. Neden sonra yerin ayaklarımın altından kayıp gittiğini hissettim. Kalktım. Tam sarsılacaktım ki sandalyeye tutundum. Hayret, neden böyle değişik hislere büründüm böyle? Birçok insanın aksine, hayattaki handiyse tüm sarsıntıların farkındaydım oysa.
2 Mayıs 2012
30 Nisan 2012
22 Nisan 2012
İsa
Çocukken annemin anlattığı bir meselden.
Çocuk İsa karnı acıkınca eve geldi. Annesi Meryem'e aç olduğunu söyledi. Meryem fakir bir kadındı. Kocası yoktu. Hiç de olmamıştı. Evde sıcak yemek yoktu. Oğluna bir tas ayranla bir arpa ekmeği getirdi. İsa itiraz edecek oldu:
"Yiyecek başka bir şey yok mu?"
"Yok."
"Buğday ekmeği de mi yok?"
"Yok."
Kızdı çocuk. Sofradan kalktı, kapıya yöneldi. Meryem'in arkasından bir şey söylemesine mahal vermeden kapıyı vurdu, gitti.
Başını alıp gitmeye karar verdi. Belki o uzaklarda bir yerde daha iyi bir hayat vardı, kim bilir? Kasabadan çıktı. Öğlen sıcağının altında bilinmedik yollara düştü ve uzaklaşmaya başladı. Her yer ne kadar da ıssızdı. Bir iki saat sonra küçük bir kervana rastladı. Onlara sığınmalıydı. Başına bir şey gelmesi işten bile değildi yoksa. Onlara katıldı. Kim olduğunu sormadılar bile. Kervan yürüdü gitti. Gitti gitmesine de yolda eşkıyalar durdurdu onları. Mallarını yağmaladılar, İsa'yı işlerine yarar diye alıkoydular. Birkaç fersah ötede, konakladıkları yere götürdüler. Tutsakları kapattıkları küçük bir mağaraya koyup başına bir adam diktiler.
Akşam oldu. İsa'nın ayaklarına kara sular inmişti. Ya Rab, böyle yorgunluk görülmüş şey miydi? Açlıktan ölmek üzereydi. Ölmek üzereydi ki...
Eşkıyaların reisi geldi. Mağaranın kapısında durup çocuğu şöyle bir süzdü. İsa korku içinde bir köşeye sinmiş kalmıştı. Emir verdi adam:
"Şuna yiyecek bir şey verin de açlıktan ölmesin!"
Biraz sonra adamlardan biri mağaradan içeri girdi. İsa'nın yüzüne bile bakmadan elindeki bir arpa ekmeğiyle bir tas ayranı önüne bırakıp gitti.
18 Nisan 2012
Çocuk Edebiyatı Okumanın Zevki
Değişmez bir kural vardır. Kural değil hatta, yasa: Her çocuk bir an önce büyümek ister, her büyük çocukluğunu özler.
Ben son sınıftayken üniversiteye yeni başlamış biri elimde Binbir Gece Masalları'nı görünce şaşırmıştı. Kendisinden iki üç yaş büyük olduğum için belli etmek istememişti sanki ama kafasından geçenleri okumuştum hemen. Üniversiteyi bitirmek üzere olan birinin "hâlâ" masal okuyor olması tuhaf gelmişti ona.
Bense onun bu tavrını hiç yadırgamamıştım. Hatta tam tersi olsa asıl o zaman yadırgayacaktım işte. Tepeden tırnağa faul olan eğitim-öğretim düzenimizin basamaklarını sırayla çıkıp bir şekilde üniversiteye "kapağı atmış" olan bu arkadaşın Binbir Gece Masalları'nın içeriğini, edebi değerini... bilmemesine şaşırmam elde değildi.
![]() |
Birçok kimse çocukluğuna dönmek ister, biliyorum. Tom ve Jerry'yi, Bugs Bunny'yi izleyen koca koca adamların olduğunu da biliyorum. Ama çizgi film izlemek yeter mi? İnsan çocukluğuna, asıl çocuk kitapları okuyarak dönüyor, bunu keşfetmeli bir an önce.
Zaman zaman kitap okumayanlardan duyduğum bir söz vardır: Ben de çok okumak istiyorum ama... Cevabım çoğu kez aynı: Çocuk kitapları okuyun. Kendileriyle eğlendiğimi, dalga geçtiğimi sanıyorlar.
13 Nisan 2012
Bahar
Evvel Bahar Olmayınca
Evvel bahar olmayınca
Kızıl gül açılmaz imiş
Kızıl gül açılmayınca
Bülbül zârı kılmaz imiş
Bülbül hevestir ötmeğe
Güle sarmaşıp yatmağa
Bağban kasdeyler satmağa
Gül kadrini bilmez imiş
Bre bağban satma gülü
Haramdır akçesi pulu
İnletme âşık bülbülü
Gözü yaşı dinmez imiş
Yılda bir kez hayvanlara
Aş yeli eser bunlara
Kimi âdem hayvan olur
Hayvan âşık olmaz imiş
Âşık olamayan âdem
Benzerimiş bir ağaca
Ağaç yemiş vermeyince
Budağı ezilmez imiş
Yunus Emre'm hey biçare
Yârdan ayrıldın âvare
Yârdan ayrılmayınca dost
Yâr kadrini bilmez imiş
Yunus Emre
Evvel bahar olmayınca
Kızıl gül açılmaz imiş
Kızıl gül açılmayınca
Bülbül zârı kılmaz imiş
Bülbül hevestir ötmeğe
Güle sarmaşıp yatmağa
Bağban kasdeyler satmağa
Gül kadrini bilmez imiş
Bre bağban satma gülü
Haramdır akçesi pulu
İnletme âşık bülbülü
Gözü yaşı dinmez imiş
Yılda bir kez hayvanlara
Aş yeli eser bunlara
Kimi âdem hayvan olur
Hayvan âşık olmaz imiş
Âşık olamayan âdem
Benzerimiş bir ağaca
Ağaç yemiş vermeyince
Budağı ezilmez imiş
Yunus Emre'm hey biçare
Yârdan ayrıldın âvare
Yârdan ayrılmayınca dost
Yâr kadrini bilmez imiş
Yunus Emre
![]() |
© Copyright |
12 Nisan 2012
Ceymıs Bond
Haberlerde söyledi, James Bond İstanbul'a geliyormuş. Bu vesileyle ben de bir James Bond fıkrası anlatayım.
(Fıkra mıkra diyoruz da, eskiden -daha çok eskiden yani- gazetelerin köşe yazılarına fıkra derlerdi, gel zaman git zaman her bir b.ka fıkra der olduk. Dil canlı bir organizmadır dedikleri bu olsa gerek, her bir şekle giriyor maşallah!)
Kore Savaşı yıllarında bir Türk ile bir Amerikalı karşılaşırlar. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:
"Pardon, adınız neydi acaba?"
"Bond."
"Hangi Bond?"
"Ceymıs Bond, peki ya sizin adınız neydi acaba?"
"Benimki de Dullah."
"Hangi Dullah?"
"Abdullah."
Bir gün de Ceymıs Bond ile Öküz karşılaşırlar, aralarında şöyle bir konuşma geçer:
(Fıkra mıkra diyoruz da, eskiden -daha çok eskiden yani- gazetelerin köşe yazılarına fıkra derlerdi, gel zaman git zaman her bir b.ka fıkra der olduk. Dil canlı bir organizmadır dedikleri bu olsa gerek, her bir şekle giriyor maşallah!)
Kore Savaşı yıllarında bir Türk ile bir Amerikalı karşılaşırlar. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:
"Pardon, adınız neydi acaba?"
"Bond."
"Hangi Bond?"
"Ceymıs Bond, peki ya sizin adınız neydi acaba?"
"Benimki de Dullah."
"Hangi Dullah?"
"Abdullah."
Bir gün de Ceymıs Bond ile Öküz karşılaşırlar, aralarında şöyle bir konuşma geçer:
Kazanmak, Kaybetmek
Bu adam [Q. Fabius] pek yaşlı olduğu halde genç gibi harb ederdi; gençlik ateşi ile parlayan Hannibal’i sabrı ile yatıştırdı. (…) Gerçekten, Tarentum’u geri alırken ne kadar uyanık, ne ihtiyatlı davranmıştı! Şehir elden gittikten sonra iç kaleye kaçan Salinator ona böbürlene böbürlene “Q. Fabius, Tarentum’u benim sayemde kurtardın” dediği zaman Fabius gülerek: “Doğru, sen onu kaybetmeseydin hiçbir zaman geri alamazdım” demiş.
(Q. Fabius Maximus Verrucusus Cunctator, 238, 228, 215, 214, 209 yıllarında konsüllük etmiş, Hannibal’e karşı savaşmış komutan.)Cicero, İhtiyarlık.
11 Nisan 2012
10 Nisan 2012
Türk Ramo vs. Kürt Sülo
Bir varmış bir yokmuş.
Günlerden bir gün bir yarışma duyurusu yapılmış: "Köpek Konuşturma Yarışması". Katılımcılara birer köpek verilecek, onlar da belli bir hazırlık süresi sonunda köpekleri jüri ve halkın önünde konuşturacaklarmış.
Yarışmaya iki kişi başvurmuş. Biri Türk Ramo, biri de Kürt Sülo. Her birine birer köpek verilmiş. Onlar da köpeklerini alıp üç ay sonra şehir meydanında düzenlenecek olan yarışma törenine hazırlanmak üzere evlerinin yolunu tutmuşlar ve hiç vakit kaybetmeden eğitime başlamışlar.
Türk Ramo yememiş içmemiş köpeğe yedirmiş. Divanlarda, döşeklerde yatırmış. Yağla balla beslemiş. Önünde bir kuş sütü eksikmiş köpeğin. Bütün bunlar konuşması içinmiş tabii ama nafile. Köpek bu, konuşur mu?
Beri tarafta bizim Kürt Sülo köpeğin önüne bir parça kuru ekmek atarken bile on defa düşünüyormuş. İki ay içinde zavallı hayvan bir deri bir kemik kalmış.
Ve nihayet büyük gün gelmiş çatmış. Halk büyük bir heyecan içinde meydanı tıklım tıklım doldurmuş, bekliyormuş. Yarışma saati gelince heyecan doruğa ulaşmış. İlk olarak Türk Ramo çıkmış sahneye. Bakmışlar kocaman bir köpek, o kadar semirmiş ki yürüyemiyor. Başlamış Ramo köpekle konuşmaya ama köpekte ne bir ses ne bir seda. Uğraşmış, yalvarmış, "ne olur, tek bir kelime olsun konuş," demiş ama ne çare. Ne yapıp ettiyse köpeği konuşturamamış ve çaresiz, ensesini kaşıya kaşıya inmiş sahneden.
Sıra Kürt Sülo'ya gelmiş. Sülo'yla köpeği çıkmışlar sahneye. Bakmışlar o kadar cılız bir köpek ki üflesen düşecek. Sülo elini cebine atıp bir mendil çıkarmış. Herkes nefesini tutmuş, büyük bir merakla yapacağı şeyi beklemiş. Bağlanmış olan mendilini çözmüş Sülo, içinden bir şey alıp ağzına atmış. Bunu gören köpek derhal Sülo'nun ayaklarına atılmış: "Allah'ını seversen Sülo, bana da bir parça et ver!"
6 Nisan 2012
Saksağan
Neredeyse her gün birçok saksağan görüyorum dağ başındaki köyümüzde. Kaç kezdir, "ne de yerinde söylemiş atalarımız", diyorum, "sahiden de dağ başında ne çok saksağan varmış." Halbuki yanılıyormuşum.
Çoğunluk "dağ başında saksağan vur beline kazmayı", şeklinde bilir, düne kadar ben de öyle sanıyordum. Meğer doğrusu "dam üstünde saksağan, vur beline kazmaynan"mış.
Çoğunluk "dağ başında saksağan vur beline kazmayı", şeklinde bilir, düne kadar ben de öyle sanıyordum. Meğer doğrusu "dam üstünde saksağan, vur beline kazmaynan"mış.
4 Nisan 2012
Bir Öğretmen "Nasıl" Yazar?
Feyza Hepçilingirler'in Dilim Dilim Anadilim kitabını okudum. Türkçe "Off" ve Dedim: Ah!'ın devamı olan bu kitapta da Hepçilingirler, Türkçenin ne hallere düştüğünü, çoğunluğunu sokaktan topladığı çok sayıda örnekle gösteriyor. İnsan bu örnekleri gördü mü, hakikaten Türkçe kalmamış, deyiveriyor. "Bir Amerikalı, bizim büyük kentlerimizde, hatta küçüklerinde bile hiçbir yabancılık duygusuna kapılmadan, kendisini evinde hissederek dolaşabilir." diyor, İngilizcenin Türkçeye ne denli baskın hale geldiğini anlatmak için. Hatta, durumun vahametini anlatmak için de, "Zaman zaman kendisinin bile bilmediği İngilizce sözcüklere rastladığında bize hayranlığı artacaktır Amerikalının." diyor.
Yukarıdakinden çok daha vahim olan bir başka örnek:
Bana kalırsa Feyza Hanım sokaklara boşuna iniyor. Çünkü öğretmenlerin böyle yazdığı bir ülkede sokaktaki insanın değil yanlış yazması, yazmayı hiç bilmemesi bile olağan karşılanmamalı mıdır?
Kitabı okuyunca, birkaç ay önce bazı öğretmen arkadaşların çıkardığı tek sayfalık bir "el dergisi"ni hatırladım. Baştan sona yazım yanlışları ve anlatım bozukluklarıyla doluydu. Ayrıca bırakın metinlerde, cümlelerde bile anlam bütünlüğü hemen hemen hiç yoktu. Elime bir kalem almış ve görebildiğim bütün yanlışlıkları göstermeye çalışmıştım. Niyetim bunu, aramızdaki samimiyete de dayanarak o öğretmen arkadaşlardan birine vermek, böylece yanlışlarını uygun bir dille kendilerine söylemekti. Ne yazık ki yanlışlıkları yaza yaza sayfa kenarlarında ve yazı aralarında boş yer kalmadı. İşte onlardan bir örnek:
'Kuzey Güney' dizisindeki Cemre pusula gibi kız. Bi Kuzey de bi güney de. Şimdi biraz haddimizi de aşarak bu tek satırdaki yanlışlıkları sıralayalım:
- Tek tırnak işareti, çift tırnak içine alınmış bir yazıda ikinci bir tırnak kullanmak gerekirse kullanılır. Kuzey Güney ille alınacaksa çift tırnak içine alınmalıdır.
- Bir insan pusulaya ancak diğer insanlara yol göstericiliği yönünden benzetilebilir.
- Bi diye bir kelime sözlüklerde var mıdır? Kuzey kelimesi niye büyük harfle başlıyor da güney küçük harfle başlıyor?
- Bir kuzeyde bir güneyde ile bir kuzey de bir güney de cümleleri arasında Ağrı, Süphan ve Nemrut dağları kadar fark vardır. de'yi ayrı yazdınız mı bağlaç olur. Oysa, bir kuzeyde bir güneyde cümlesindeki de bulunma ekidir ki her zaman bitişik yazılır. Okulda oynuyor dediğinizde, falanca kişinin okulda oynadığı anlaşılır ama okul da oynuyor dediğinizde okulun diğer bazı okullarla zil takıp oynadığı anlaşılır.
- Güneyi gösteren bir pusula var mıdır ki, pusula gibi olan Cemre bir kuzeyde bir güneydedir?
Bir başka örnek, olduğu gibi aktarıyorum:
ALEV ALEV
Klasik müfettiş sendromları yaşanır hani bazen...Mesleğimin ilk ayları...Okuluma müfettiş gelmişti.Müfettiş öğrencileri gözlemledi,sorular sordu.Her şey o kadar yolunda gidiyordu ki;Müfettiş çocuklara :"Haydi öğretmeninizin öğrettiği şarkılardan birini söyleyin" dedi.Ben gururlu...:) Çok fazla okul şarkısı öğretmişim ya! Her kalkan öğrenci okul şarkısı haricinde şarkılar ve türküler söyledi.:(Ben ise diplerde...Son olarak Derya kalktı ve öğretmeninin teneffüste mırıldandığı "Alev alev" şarkısını öyle içten okudu ki:):):)Sadece al renge boyanmış suratımı ve alev alev yanan yanaklarımı hatırlıyorum...Ah Derya'm ah!Bu da bana ders oldu...:)Altına şunları yazmışım: "Noktadan, iki noktadan, üç noktadan sonra bir karakter boşluk bırakılır. Virgül, ünlem ve soru işaretinden sonra da. 'Ben gururlu' diye başlayan bir sözden sonra üç nokta gelmez. 'Ben diplerde' diye bir söz olamaz. Metnin anlam bütünlüğü neredeyse sıfır. Bunu bir öğretmenin yazmış olması vahim."
Yukarıdakinden çok daha vahim olan bir başka örnek:
ŞİMDİ OKUMA ZAMANI
[Fareler ve İnsanlar'ın kapak resmi]
George ve Lennie nin tek bir hayali vardır çok para kazanıp kendilerine bir çiftlik satın almaktır. Bunun için çalıştıkları çiftlikte yaşadıkları hayatlarını değiştirecek ve hayal ettikleri çiftlik fikrini unutmaları gerekeceğini çok sonra anlayacaklar. John Steinbeck tarafından yazılan kitap 100 temel eser arasında bulunan klasik edebi eserlerden biridir. Bir çok yazar kitap hakkında övgüyle bahsetmektedir. Ayrıca kitaptan kurgulanarak aynı isimle çekilen filmde Oscar adayları John Malkovich (Being John Malkovich) ve Gary Sinise'nin (The Green Mile) başrolleri paylaştığı bu güzel ve etkileyici filmde canlanıyor.Sondan başlayalım:
- John Malkovich'ten itibaren yazı italikleşmeye başlıyor. Sebep?
- Bu bir cümle midir?: Ayrıca kitaptan kurgulanarak aynı isimle çekilen filmde Oscar adayları John Malkovich (Being John Malkovich) ve Gary Sinise'nin (The Green Mile) başrolleri paylaştığı bu güzel ve etkileyici filmde canlanıyor.
- Peki, bu bir cümle midir?: Bunun için çalıştıkları çiftlikte yaşadıkları hayatlarını değiştirecek ve hayal ettikleri çiftlik fikrini unutmaları gerekeceğini çok sonra anlayacaklar.
- Bir çok diye değil, birçok diye yazılır. Birçok yazar kitap hakkında övgüyle bahsetmez, birçok yazar kitaptan övgüyle bahseder.
- Bunun için diye başlayan ikinci cümleye dikkat çekmek isterim. Madem George ve Lennie'nin çok para kazanıp bir çiftlik satın almak gibi tek bir hayalleri vardır, o vakit bunun için diye başlayan ikinci cümlede bu hayallerini gerçekleştirmeye yönelik bir eylemlerinden söz edilmemeli midir? Oysaki tam tersi oluyor, adamlar bu bir tek hayallerini gerçekleştirmek için çalıştıkları çiftlikte "yaşadıkları hayatlarını" değiştiriyorlar ve de çok sonraları bu hayali unutmaları gerektiğini anlıyorlar.
- Özel adlara gelen ekler kesme işaretiyle ayrılmıyor muydu? (Lennie nin).
Bana kalırsa Feyza Hanım sokaklara boşuna iniyor. Çünkü öğretmenlerin böyle yazdığı bir ülkede sokaktaki insanın değil yanlış yazması, yazmayı hiç bilmemesi bile olağan karşılanmamalı mıdır?
2 Nisan 2012
Sitem
Önde zeytin ağaçları arkasında yar
Sene 1946
Mevsim
Sonbahar
Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim
Dalları neyleyim.
Yar yollarına dökülmedik dilleri neyleyim.
Yar yar!... Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar
Değirmen misali döner başım
Sevda değil bu bir hışım
Gel gör beni darmadağın
Tel tel çözülüp kalmışım.
Yar yar
Canımın çekirdeğinde diken
Gözümün bebeğinde sitem var.
Bedri Rahmi Eyüboğlu
Sene 1946
Mevsim
Sonbahar
Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim
Dalları neyleyim.
Yar yollarına dökülmedik dilleri neyleyim.
Yar yar!... Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar
Değirmen misali döner başım
Sevda değil bu bir hışım
Gel gör beni darmadağın
Tel tel çözülüp kalmışım.
Yar yar
Canımın çekirdeğinde diken
Gözümün bebeğinde sitem var.
Bedri Rahmi Eyüboğlu
1 Nisan 2012
Eşek Şakası
Bir ahmaklık öyküsü: (Camus'nün Yabancı'sından)
Adamın biri para kazanmak için bir Çek köyünden ayrılmış. Yirmi beş yıl sonra, zengin olarak, karısı ve bir çocuğuyla beraber köyüne dönmüş. Annesi, kız kardeşiyle birlikte, doğduğu köyde otel işletiyorlarmış. Adam onlara sürpriz yapmak için, karısıyla çocuğunu bir başka otele yerleştirerek annesinin oteline gitmiş. Annesi onu tanımamış. O da şaka olsun diye bir oda tutmuş. Paralarını da göstermiş. Geceleyin, annesiyle kız kardeşi, paralarını almak için odasına girmişler, kafasına çekiçle vura vura adamı öldürmüşler, cesedini de nehre atmışlar. Sabahleyin karısı gelip, olup bitenden habersiz, yolcunun kim olduğunu söylemiş. Anası kendini asmış, kız kardeşi de kendini kuyuya atmış.Yabancı'nın yorumu:
(...) Öykü bir yandan gerçeğe uymuyordu, bir yandan da olağan bir şeydi. Kısacası, bana kalırsa, yolcu bunu biraz da hak etmişti. İnsan hiçbir zaman böyle oyun oynamamalı.Bense böyle oyunlara kısaca ahmaklık diyorum.
31 Mart 2012
Şiddetin Tarihçesi
Film vardır hikâyesini beğenirsiniz, film vardır kurgusunu. Film de vardır bu ikisini birden. Bir filmi beğenme kriterleri sadece bu ikisi değil elbette. Daha birçoğunu sıralayabilirsiniz. Bir filmin çekildiği doğal ortamlar bile o filmi beğenmemi sağlamıştır örneğin.
Şiddetin Tarihçesi'ni beğenmeme sebep olansa, hikâyesi ve kurgusuyla beraber oyuncuların performansı oldu. Özellikle Ed Harris'in oyunculuğuna şapka çıkardım.
Başrol oyuncusu Viggo Mortensen de en az onun kadar harikaydı. Geçmişte çeşitli suçlara bulaşmış, daha sonra adını değiştirip başka bir memlekette yepyeni bir hayata başlamış olan bir adamın geçmişini 40 yıl geçse tahmin edemezdim kendi payıma.
İzlemediyseniz, tavsiye ederim.
Şiddetin Tarihçesi'ni beğenmeme sebep olansa, hikâyesi ve kurgusuyla beraber oyuncuların performansı oldu. Özellikle Ed Harris'in oyunculuğuna şapka çıkardım.
Başrol oyuncusu Viggo Mortensen de en az onun kadar harikaydı. Geçmişte çeşitli suçlara bulaşmış, daha sonra adını değiştirip başka bir memlekette yepyeni bir hayata başlamış olan bir adamın geçmişini 40 yıl geçse tahmin edemezdim kendi payıma.
İzlemediyseniz, tavsiye ederim.
29 Mart 2012
11 Mart 2012
"Eğitimin Kötülükleri"
Bakınız Lao Tzeu ne demiş:
Bir halkın yönetilmesi güçleşti mi, o halk çok şeyler öğrendi demektir. Eğitimi yaymakla bir halkı rahata kavuşturacağını sanan kimse, yanılmakta ve memleketini yıkıma sürüklemektedir.
Gaston Bouthoul’un Politika Sanatı adlı kitabına göz gezdiriyordum. Kitabın hemen başlarında Lao Tzeu’nun adına rastladım. Daha önce bu adı duyup duymadığıma emin değilim, duymuştum sanki bir ara. Fakat kim olduğuna dair bir bilgim yoktu.
Bouthoul, Uygarlık Tarihinin değişik evrelerinde politika üzerine düşünce üretmiş yaklaşık 80 ismin ünlü yapıtlarından pasajlar almış kitaba. Kendince başlıklar da eklemiş bu pasajlara. İşte Lao Tzeu’dan yaptığı bir alıntıya koyduğu "Eğitimin Kötülükleri" başlığı da bunlardan biri. Okuyunca merak ettim haliyle, eğitimin faydalarını biliyorduk bilmesine de kötülükleri de nelermiş, diye. Yukarıdaki pasajdı okuduğum. Adam düpedüz eğitime karşı. Allah’tan bin yıllar önce yaşamış, yoksa günümüzde böyle yazsa başına neler gelirdi az çok tahmin edersiniz.
Ben merak içinde okumaya devam ederken, kitabın yazarının Lao Tzeu’yla ilgili düştüğü kısa bilgi notu ilişti gözüme. Tao-te King adlı kitabın yazarı kabul edilirmiş ve bu kitap da Taoizm’in kutsal kitabıymış. Hatta taoistler Tzeu’ya insanüstü bir varlık gözüyle de bakarlarmış. MÖ. 600 yıllarında yaşamış. Konfüçyüs’le de birkaç kez görüşüp konuştuğu söylenirmiş. Taoizm tarihe ve eğitime karşıymış ve her şeyin oluruna bırakılmasını öğütlermiş.
Dedim ya, şansı varmış ki bunları çok önceleri söylemiş. Sen gel de bu devirde eğitimin kötü olduğunu söyle…
Politika Sanatı, Gaston Bouthoul, Çev.: S. Eyüboğlu - V. Günyol, Cem Yayınevi
Bir halkın yönetilmesi güçleşti mi, o halk çok şeyler öğrendi demektir. Eğitimi yaymakla bir halkı rahata kavuşturacağını sanan kimse, yanılmakta ve memleketini yıkıma sürüklemektedir.
Gaston Bouthoul’un Politika Sanatı adlı kitabına göz gezdiriyordum. Kitabın hemen başlarında Lao Tzeu’nun adına rastladım. Daha önce bu adı duyup duymadığıma emin değilim, duymuştum sanki bir ara. Fakat kim olduğuna dair bir bilgim yoktu.
Bouthoul, Uygarlık Tarihinin değişik evrelerinde politika üzerine düşünce üretmiş yaklaşık 80 ismin ünlü yapıtlarından pasajlar almış kitaba. Kendince başlıklar da eklemiş bu pasajlara. İşte Lao Tzeu’dan yaptığı bir alıntıya koyduğu "Eğitimin Kötülükleri" başlığı da bunlardan biri. Okuyunca merak ettim haliyle, eğitimin faydalarını biliyorduk bilmesine de kötülükleri de nelermiş, diye. Yukarıdaki pasajdı okuduğum. Adam düpedüz eğitime karşı. Allah’tan bin yıllar önce yaşamış, yoksa günümüzde böyle yazsa başına neler gelirdi az çok tahmin edersiniz.
Ben merak içinde okumaya devam ederken, kitabın yazarının Lao Tzeu’yla ilgili düştüğü kısa bilgi notu ilişti gözüme. Tao-te King adlı kitabın yazarı kabul edilirmiş ve bu kitap da Taoizm’in kutsal kitabıymış. Hatta taoistler Tzeu’ya insanüstü bir varlık gözüyle de bakarlarmış. MÖ. 600 yıllarında yaşamış. Konfüçyüs’le de birkaç kez görüşüp konuştuğu söylenirmiş. Taoizm tarihe ve eğitime karşıymış ve her şeyin oluruna bırakılmasını öğütlermiş.
Dedim ya, şansı varmış ki bunları çok önceleri söylemiş. Sen gel de bu devirde eğitimin kötü olduğunu söyle…
Politika Sanatı, Gaston Bouthoul, Çev.: S. Eyüboğlu - V. Günyol, Cem Yayınevi
3 Mart 2012
"Öyle tükettin demektir yeryüzünde de"
En sevdiğim şiirlerden biridir Kafavis'in Şehir adlı şiiri. Onun bir de Barbarlar'ı Beklerken'i vardır ama kanımca bu onun en güzel şiiri. Bu şiiri ilkin ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum, ya lisede ya da üniversitenin ilk sınıfında olmalı. İlk okuduğumda çok beğendiğimi hatırlıyorum. Bana bu şiiri bu kadar sevdiren nedir, doğrusu bilmiyorum. Belki de kendi hayat öykümü, en azından öykümün bir bölümünü bu şiirde bulduğum içindir.
Ben de vakti zamanında uzakta yaşamaya başlamış ve bir süre sonra memleketimden soğumaya başladığımı hissetmiştim. Öyle zamanlar oldu ki ondan nefret bile edecek hale geldim. İnsanlarını sevmemeye başladım örneğin. Ne var ki hep içimde bir yerlerde oradan bir türlü kopamadığımı, kopamayacağımı söyleyen bir ses vardı sanki. Şimdi meseleye daha farklı yaklaşıyorum tabii. Zira daha aklı başında düşünmeye alışınca insan, uzakta yaşamaya mecbur ya da mahkumsa, veya gönüllüyse, bu şartlarda bile toprağından kopmadan uzaklarda yaşayabileceğini biliyor. Memleket dediğimiz başlı başına bir mesele zaten... Gönüllü olarak ait olduğunuz yerden uzaklaşsanız bile o yer peşinizi bırakmıyor. Siz istediğiniz kadar kendinizi oraya ait hissetmeyin. Yapışmıştır bir kere size. Bu yüzdendir ki Kavafis, Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın / Bu şehir arkandan gelecektir. diyor.
Şehir
'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin
'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.'
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.
Konstantin Kavafis
Çev.: Cevat Çapan
Ben de vakti zamanında uzakta yaşamaya başlamış ve bir süre sonra memleketimden soğumaya başladığımı hissetmiştim. Öyle zamanlar oldu ki ondan nefret bile edecek hale geldim. İnsanlarını sevmemeye başladım örneğin. Ne var ki hep içimde bir yerlerde oradan bir türlü kopamadığımı, kopamayacağımı söyleyen bir ses vardı sanki. Şimdi meseleye daha farklı yaklaşıyorum tabii. Zira daha aklı başında düşünmeye alışınca insan, uzakta yaşamaya mecbur ya da mahkumsa, veya gönüllüyse, bu şartlarda bile toprağından kopmadan uzaklarda yaşayabileceğini biliyor. Memleket dediğimiz başlı başına bir mesele zaten... Gönüllü olarak ait olduğunuz yerden uzaklaşsanız bile o yer peşinizi bırakmıyor. Siz istediğiniz kadar kendinizi oraya ait hissetmeyin. Yapışmıştır bir kere size. Bu yüzdendir ki Kavafis, Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın / Bu şehir arkandan gelecektir. diyor.
Şehir
'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin
'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.'
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.
Konstantin Kavafis
Çev.: Cevat Çapan
2 Mart 2012
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)