31 Aralık 2012
27 Aralık 2012
Yılsonu
september: eylül
october: ekim
november: kasım
december: aralık.
sept 7 demek, oct 8, nov 9, dec 10.
Demek ki, eskiden yıl 12 değil 10 aydan oluşuyormuş.
(— Ee, devamı yok mu?
— Yok valla, bu kadar.)
26 Aralık 2012
Kadının Akşam Duası
Durmadan
dağılır oda
Küflü
bir ıslaklık dolaplarda
-
Aşkı düşün aşkı, dayan -
Işıldayan
sabun köpüğü
- Öyle yakınımda ki seçilmiyor
Yaşamanın çizgileri
Saçlarıma değmeden geçiyor
Camlarda kalıyor izi
-
Bir çayevinde olmalı şimdi
Şiirler
okumalı akşam serinliğinde
Uzaktan
uzağa toprak kokusu -
Bulaşık
kalsın
Soğudu
su, yağlar dondu
Çorba
pişmeli
- Yüreğine akşamla çökeni
Sokaklar uzaklaştıramaz
Uyanırsın yanında yabancı biri
Aşkı kimseler kurtaramaz
Öyle
yakınımda ki seçilmiyor
Yaşamanın
çizgileri
Sennur Sezer
25 Aralık 2012
Coelho
24 Aralık 2012
20 Aralık 2012
Neden Kitap Okuyorsun?
Yeryüzünde, "neden bu kadar kitap okuyorsun?" sorusuna cevap verirken hiç zorlanmayacağınız yegâne ülke Türkiye'dir. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde bu soruyu yanıtlamak bu kadar kolay değildir. "Sen neden bu kadar çok dizi izliyorsan, ben de o yüzden bu kadar çok kitap okuyorum," der, geçersiniz.
19 Aralık 2012
18 Aralık 2012
Bu Sabah
Kelimeler
Mühendis, aslında geometrici demek. Bu da nereden çıktı, diyeceksiniz. Şuradan çıktı: Hendese, geometrinin Arapçası değil mi? E, hendese geometriyse, mühendis de geometrici oluyor doğal olarak.
O tamam da, durduk yerde bu mühendis falan da nereden çıktı, diyeceksiniz. Anlatayım. Efendim, özel ilgi alanlarımdan biri etimoloji. Biliyorsunuz, etimoloji, kelimelerin kökenini araştıran bilimin adı. Ne zaman, nasıl başladı bu ilgi, doğrusu hatırlamıyorum. Lisede başlamış olmalı. Arada sırada bazı ilginç şeyleri, bana ilginç görünen şeyleri tabii, burada paylaşıyorum. Bir zararı yok sanırım. Hatta insanlar öğrenmiş olur, fena mı.
Ben de, bir zamanlar mesleğimi soranlara, kahve içme mühendisi diyordum.
Geometri dedim de aklıma coğrafya geldi. İki kardeş düşünün, büyüyünce yolları ayrılıyor. Biri, diyelim ki okuyup doktor falan oluyor, diğeri top oynuyor, futbolcu oluyor. Kardeşler, ama yolları, yaşam biçimleri zamanla tamamen farklılaşıyor.
geo-metry
geo-graphy
Metry'ye kabaca ölçüm diyelim, metre de buradan geliyor zaten, graphy çizim olsun. Grafik de aynı kökenden. Geo ise zaten yer demek. Yer bilimi anlamındaki jeoloji'yi hatırlayın.
Böylelikle, geometri için, yer ölçümü diyebiliriz, değil mi? Geography için de yer çizimi. Coğrafya ile yer çizimi başta mantıksız görünebilir tabii. O konuya şimdi girmeyelim.
Geometri Türkçeye büyük olasılıkla Fransızcadan geçmiş. Géométrie diyor ya onlar da. Yalnız, Fransızlar jeometği şeklinde okurlar bunu, Türkçede ise yazıldığı gibi okunup geometri olmuş.
Coğrafya ise Türkçeye Arapçadan girmiş. Bilindiği gibi Grekçedeki g sesi pek çok Avrupa diline j veya c olarak geçer. Büyük İskender'e, gölge etme başka ihsan istemem, diyen ünlü filozof Diyogenes'e Diyojen denmesinin nedeni de bu. İhtimal odur ki, Araplar bir Avrupa dilinden cografi'yi alıp kendi dillerine uyarladılar. Biliyorsunuz, Araplar g sesini bilmezler. Doğal olarak da oradaki g'yi ğ'ye çevirdiler, kelime oldu coğrafi. Sonuna da bir çengel attılar, oldu sana coğrafya (جغرافية). İşte Türkçeye de oradan olduğu gibi geçmiş bu kelime.
Kelimelerin yolculuğuna bayılıyorum. Bayılmamak elde mi.
O tamam da, durduk yerde bu mühendis falan da nereden çıktı, diyeceksiniz. Anlatayım. Efendim, özel ilgi alanlarımdan biri etimoloji. Biliyorsunuz, etimoloji, kelimelerin kökenini araştıran bilimin adı. Ne zaman, nasıl başladı bu ilgi, doğrusu hatırlamıyorum. Lisede başlamış olmalı. Arada sırada bazı ilginç şeyleri, bana ilginç görünen şeyleri tabii, burada paylaşıyorum. Bir zararı yok sanırım. Hatta insanlar öğrenmiş olur, fena mı.
Ben de, bir zamanlar mesleğimi soranlara, kahve içme mühendisi diyordum.
Geometri dedim de aklıma coğrafya geldi. İki kardeş düşünün, büyüyünce yolları ayrılıyor. Biri, diyelim ki okuyup doktor falan oluyor, diğeri top oynuyor, futbolcu oluyor. Kardeşler, ama yolları, yaşam biçimleri zamanla tamamen farklılaşıyor.
geo-metry
geo-graphy
Metry'ye kabaca ölçüm diyelim, metre de buradan geliyor zaten, graphy çizim olsun. Grafik de aynı kökenden. Geo ise zaten yer demek. Yer bilimi anlamındaki jeoloji'yi hatırlayın.
Böylelikle, geometri için, yer ölçümü diyebiliriz, değil mi? Geography için de yer çizimi. Coğrafya ile yer çizimi başta mantıksız görünebilir tabii. O konuya şimdi girmeyelim.
Geometri Türkçeye büyük olasılıkla Fransızcadan geçmiş. Géométrie diyor ya onlar da. Yalnız, Fransızlar jeometği şeklinde okurlar bunu, Türkçede ise yazıldığı gibi okunup geometri olmuş.
Coğrafya ise Türkçeye Arapçadan girmiş. Bilindiği gibi Grekçedeki g sesi pek çok Avrupa diline j veya c olarak geçer. Büyük İskender'e, gölge etme başka ihsan istemem, diyen ünlü filozof Diyogenes'e Diyojen denmesinin nedeni de bu. İhtimal odur ki, Araplar bir Avrupa dilinden cografi'yi alıp kendi dillerine uyarladılar. Biliyorsunuz, Araplar g sesini bilmezler. Doğal olarak da oradaki g'yi ğ'ye çevirdiler, kelime oldu coğrafi. Sonuna da bir çengel attılar, oldu sana coğrafya (جغرافية). İşte Türkçeye de oradan olduğu gibi geçmiş bu kelime.
Kelimelerin yolculuğuna bayılıyorum. Bayılmamak elde mi.
17 Aralık 2012
Kıyametin Alametleri
Kıyametin 7 tane alameti vardır. Birincisi 10 yaşına varmaktır. İkincisi 20 yaşına, üçüncüsü 30 yaşına varmaktır. Bu üçü, kıyametin küçük alametleridir.
Diğerleri de büyük alametler olup, şunlardır: dördüncüsü 40 yaşına, beşincisi 50 yaşına varmaktır. Altıncısıysa 60 yaşına varmaktır ki, gayet büyük bir alamettir, kıyametin iyiden iyiye yaklaştığını haber verir.
Ve nihayet son alamet 70 yaşına varmaktır. Kişi bu yaşa geldi mi, kıyamet kapıda demektir.
(Ne enteresan şeyler şu insanlar, kendi kıyametlerini düşündükleri yok, oturmuş dünyanın kıyameti üzerine kafa yoruyorlar. Sen 70 yaşına geldiğinde kıyamet ha elli yıl sonra kopmuuuş, ha bin yıl sonra, fark eder mi?)
16 Aralık 2012
15 Aralık 2012
Kıyamet
Bu topraklarda, insanların %99'unun Müslüman olduğu, bazı kesimlerce her zaman gurur dolu bir ses tonuyla dile getirildi. Toplumun ne kadarının ahmak olduğu ise ne yazık ki adam akıllı araştırılmadığı için hep muamma olarak kaldı.
Kendi dininin kitabında kıyamet üzerine ne yazıldığını bilmeyen bir toplum, oturmuş Mayaların dinine inanıyor ciddi ciddi. Önceleri, bu kıyamet söylentilerinin ciddiye alınmadığını, herkesin benim gibi gülüp geçtiğini sanıyordum, ama görüyorum ki toplumla aramda ciddi sayılabilecek bir uçurum var. Birkaç gün sonra kıyamet kopacağına, kopmasa bile bir şeyler olacağına basbayağı inanan insanlar var. Demek ki, %99'un Müslümanlığı falan aslında hikâye. Kişi, nüfus kâğıdında İslam yazılmayla Müslüman oluyorsa ömründe başı üç kere secde gören herkes cennetlik demektir.
Keşke toplumun %99'u Müslüman olacağına, sadece %10'u hakiki Müslüman olsaydı.
Kendi dininin kitabında kıyamet üzerine ne yazıldığını bilmeyen bir toplum, oturmuş Mayaların dinine inanıyor ciddi ciddi. Önceleri, bu kıyamet söylentilerinin ciddiye alınmadığını, herkesin benim gibi gülüp geçtiğini sanıyordum, ama görüyorum ki toplumla aramda ciddi sayılabilecek bir uçurum var. Birkaç gün sonra kıyamet kopacağına, kopmasa bile bir şeyler olacağına basbayağı inanan insanlar var. Demek ki, %99'un Müslümanlığı falan aslında hikâye. Kişi, nüfus kâğıdında İslam yazılmayla Müslüman oluyorsa ömründe başı üç kere secde gören herkes cennetlik demektir.
Keşke toplumun %99'u Müslüman olacağına, sadece %10'u hakiki Müslüman olsaydı.
Sere Serpe
Uzanıp yatıvermiş sere serpe,
Entarisi sıyrılmış hafiften,
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Keşke fotoğraf makinem yanımda olsaydı.
Entarisi sıyrılmış hafiften,
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Keşke fotoğraf makinem yanımda olsaydı.
14 Aralık 2012
Zeitgeist
Hz. Google'ın Zeitgeist adında pek faydalı bir istatistik hizmeti var. Her yıl, dünyanın çok sayıda ülkesinde insanların internette ne aradıklarını sayıp döken bir servis bu. 2012 yılında, Google arama motorunu kullanarak, 146 dilde 1 trilyon 200 milyar arama yapmışız. Maşallah.
Zeitgeist (zayt-gayst) aslen Almanca bir kelime, pek çok dilde de aynen bu şekilde kullanılıyor. Zeit: zaman, geist: ruh. Zamanın ruhu. Hakikaten de, zamanımız dünyasının ruhu bundan daha iyi bir biçimde gözler önüne serilemezdi. Büyüksün Google.
İnsan hemen merak ediveriyor haliyle, yıl boyunca bizim sokakta neler olmuş, diye? Gerçi neler olduğu az buçuk tahmin edilebiliyor. Listenin başında feysbok var. (Umarım kusuruma bakmazsınız, nasıl oldu hatırlamıyorum, yaklaşık iki yıl önce feysbuk yerine feysbok demeye başladım ve öyle devam etti gitti. Daha da düzeltemiyorum. Herhalde, bilinçaltımda Facebook, içinde her bir bokun olduğu bir şey olarak yerleştiği için, buk yerine bok diyorum). Neyse efendim, bakalım 2012'de Türkiye'de neler aranmış.
Zeitgeist (zayt-gayst) aslen Almanca bir kelime, pek çok dilde de aynen bu şekilde kullanılıyor. Zeit: zaman, geist: ruh. Zamanın ruhu. Hakikaten de, zamanımız dünyasının ruhu bundan daha iyi bir biçimde gözler önüne serilemezdi. Büyüksün Google.
İnsan hemen merak ediveriyor haliyle, yıl boyunca bizim sokakta neler olmuş, diye? Gerçi neler olduğu az buçuk tahmin edilebiliyor. Listenin başında feysbok var. (Umarım kusuruma bakmazsınız, nasıl oldu hatırlamıyorum, yaklaşık iki yıl önce feysbuk yerine feysbok demeye başladım ve öyle devam etti gitti. Daha da düzeltemiyorum. Herhalde, bilinçaltımda Facebook, içinde her bir bokun olduğu bir şey olarak yerleştiği için, buk yerine bok diyorum). Neyse efendim, bakalım 2012'de Türkiye'de neler aranmış.
- YouTube
- e-Okul
- Ösym
- Ekşi Sözlük
- Araba Oyunları
- Milliyet
- İşkur
- Hürriyet
- Habertürk
Neden en çok bunları aramışız acaba? İzninizle, naçizane teker teker yorumlamak istiyorum.
1. Facebook: Yoruma pek de ihtiyacı yok. Sadece Türkiye'de değil, Moğolistan'dan Kanada'ya, Tataristan'dan Zanzibar'a, bütün dünya vaktinin önemli bir kısmını Facebook'ta öldürüyor. Artık insanlar 24 saatlerini, çalışma zamanı, uyku zamanı, diğer faaliyetlere ayrılan zaman ve Facebook zamanı diye dörde ayırıyorlar, bilmem farkında mısınız?
2. YouTube: Memlekete televizyon geldi geleli, dünyada her daim en çok televizyon izlenen ülkelerden birinin de Türkiye olduğunu yerli yabancı herkes biliyor. YouTube da bir tür televizyon olduğuna göre, en çok aranan ikinci sözcük olmasında şaşılacak bir şey yok. Hatta asıl şaşılası nokta, neden Facebook'un önünde yer almadığı.
3. E-Okul: Milli Eğitim'in bin bir türlü okul mokul işlerinin yürütüldüğü sistemin adıdır e-okul. Benim bildiğim kadarıyla Türkiye'de bir milyon dolayında öğretmen var. Her birinin, sadece öğrenci sınav tarihlerini ve puanlarını girmek için yılda ortalama on kez bu siteyi ziyaret ettiğini hesaplasak bile, on milyon tıklama eder ki, az buz değil. Eğer üç çocuk politikası ilerleyen yıllarda tutarsa, öğrenci sayısı artacağından doğal olarak öğretmen sayısı da artacağı için, önümüzdeki on beş yıl içinde e-okul'un YouTube, hatta Facebook'u sollama imkânı bile doğabilir, ne dersiniz?
4. ÖSYM: Bunun da yoruma ihtiyacı yok. Sınavlar ülkesinde, sınavlardan sorumlu kurumun internet sitesinin çok tıklanması kadar doğal ne olabilir? Ösese, öyese, kapesese, degese, yegese, leyese, ales, üdese, kapedese, tus, dus ve daha onlarca "S". Bu arada, pes dedikleri bir şey de var, pes 2012, pes 2013 falan, o sınav mı?
5. Ekşi Sözlük: Siz de hiç farkına vardınız mı, pek çok kere Google'a bir kelime yazdığınızda en üstte veya ilk üçte Ekşi Sözlük'ün çıkacağını tahmin edebiliyorsunuz. Misal, katalitik yazıyorsunuz, kesin vardır Ekşi Sözlük, diyorsunuz, bakıyorsunuz sahiden de var. Bu, Ekşi Sözlük'ün sandığımızdan da büyük bir sözlük olduğunu gösteriyor. Pek çok faydalı şey de var içinde, bin bir çeşit zırva da. Fazlasıyla ciddiye alıp yazanı da var, gırgır olsun diye yazanı da. Ekşi Sözlük hakkında bilmemiz gereken en önemli şey, içinde yazılan hiçbir şeyin %100 doğru olmadığıdır. Ancak çok iyi bir fikir verici/bir yönlendiricidir. Asparagas diye sorduğunuz zaman, Ekşi Sözlük asparagasın ne olduğunu, yani hakkındaki tam doğru bilgiyi size hiçbir zaman vermez. Ancak, oradan edindiğiniz fikirle, en azından asparagası nereden ve nasıl öğrenebileceğinizi öğrenirsiniz. Sözün kısası, binlerce adam bıkmadan usanmadan Ekşi Sözlük'e saçma sapan tonlarca şey yazıyor. E, bu kadar çok olunca yazılanlar, tıklayanı da çok oluyor haliyle.
6. Araba Oyunları: Sabahtan akşama kadar televizyonlarda araba reklamı... Renault, Opel, Toyota, Peugeot, Ford, Volkswagen, Mercedes, Fiat, Seat, Audi, BMW, Volvo, Hyundai, Honda, Chevrolet, Skoda, Dacia ve daha bilmem ne. Alman üretici, Fransız üretici, Amerikan üretici, Japon üretici, G. Kore üretici, İtalyan üretici, İspanyol üretici, Türkiye tüketici. Ee, böyle sabah akşam insanların gözüne gözüne sokarsan, yediden yetmişe herkes bir araba sahibi olmak isteyecek, değil mi. Ne var ki, çoğu insanda para yok. Olmayınca da, işte sanal oyunlarla tatmin olmak istiyorlar. Ben böyle bir tahmin yürütüyorum, bilmiyorum siz ne dersiniz.
7. Milliyet: Bu memlekette Van'dan İzmir'e, Samsun'dan Adana'ya, her akşam her evde ana haber bülteni izlenir. Gelgelelim, dünyadan bu kadar "haberdar" olan bir toplumun her konuda bu kadar duyarsız olmasını bir türlü anlayamıyor, açıklayamıyorum. Halk, haber almayı bu kadar sevdiği için, en çok ziyaret edilen on sitenin arasında haber sitelerinin de olması gayet normal. Gerçi, haber maber diyoruz ama, Milliyet'in internet sitesi çıplak kadından geçilmiyor, açın bakın. Bir de, Türkiye'de en çok satan iki gazete Sabah ve Hürriyet olmalarına rağmen, neden bunların sitesi daha az tıklanmış acaba, bir fikrim yok.
8. İşkur: Her seferinde, işsizlik azaldı, rakamlar küçüldü, ekonomide dünya ligine girdik falan filan, dense de, 2012'de en çok aranan 8. kelimenin İşkur olması, bu konudaki hemen her şeyi yoruma gerek bırakmayacak şekilde açıklıyor.
9. Hürriyet: bkz. 7. madde.
10. Habertürk: bkz. 7. madde.
Bu da Google'ın Zeitgeist videosu. Dünyada neler oldu, bir anımsayalım.
Boş Zamanlarında Ne Yaparsın?
Boş zaman, içinde hiçbir şey yapılmayan zamandır. Bir kimse, akşamleyin yuvalarına dönen kargaları izliyorsa dahi boş zamanda bir şey yapıyor sayılmaz. Kısacası, ben boş zamanlarımda hiçbir şey yapmıyorum dostlar.
13 Aralık 2012
Suriye'de Demokrasi Var
© Jerome Sessini |
Üniversitedeyken, bir gün ev arkadaşımın sınıfından bir kız ve onun arkadaşı başka bir kız bizim eve çaya gelmişlerdi. Kızların ikisi de Hataylı Arap'tı. Öyle, oradan buradan konuşuyorduk. Söz döndü dolaştı kimliklere mimliklere geldi. Oradan demokrasiye, rejimlere, dünyanın gidişatına, cartına curtuna atlanıldı. Memleketin ortalama üniversite öğrencisini ve ruh halini bilirsiniz, dünyanın bütün sorunlarının çözümü kendisindedir.
İşte biz de, o akşam oturmuş, bir yandan çayımızı yudumlayıp bir yandan çerezimizi yerken, dünyanın bin bir türlü sorununu çözmekle meşguldük. Bir ara Suriye'den açıldı söz. Kızlardan biri, etnik kimliğinin de verdiği bir refleksle, Suriye aslında Türkiye'den göründüğü gibi değil, demokrat bir ülke, deyince, diğeri arkadaşına destek vererek onun söylediklerini daha da ileriye götürdü. Suriye'nin olabildiğince demokrat, medeni ve açık bir toplum olduğunu söyledi. Ben itiraz edecek oldum haliyle, yok canım o kadar uzun boylu da değil, türünden bir şeyler söyledim. Kız beni ikna etmek için sesinin tonunu bir perde yükselterek devam etti söylediklerine. Ben, dedi, Suriye'ye bilmem ne zaman gittiydim. Kadınlar çok rahat, istedikleri kıyafetleri giyebiliyorlar. Toplum çok ilerlemiş, Türkiye'den daha fazla demokrasi var. Sen bakma, bu televizyonların, medyanın uydurmalarına, falan filan.
O böyle ateşli ateşli anlatınca, ben içimden, bununla zinhar baş edilmez, diyordum. Cevap olarak kendisine, tamam, dedim, Türkiye'de de eli ayağı düzgün bir demokrasi yok, ama Arap ülkelerinin durumu da ortada. Yok, ne dersem para etmedi. Kız illa ki Suriye'de demokrasi, Suriye'de çağdaşlık dedi durdu. Hani, utanmasa Suriye demokrasisini Britanya demokrasisinin yanına koyacaktı, o derece.
O böyle ateşli ateşli anlatınca, ben içimden, bununla zinhar baş edilmez, diyordum. Cevap olarak kendisine, tamam, dedim, Türkiye'de de eli ayağı düzgün bir demokrasi yok, ama Arap ülkelerinin durumu da ortada. Yok, ne dersem para etmedi. Kız illa ki Suriye'de demokrasi, Suriye'de çağdaşlık dedi durdu. Hani, utanmasa Suriye demokrasisini Britanya demokrasisinin yanına koyacaktı, o derece.
Adını da unuttum, keşke, diyorum, burada olsaydı da, o günkü sohbetimize kaldığımız yerden devam etseydik. Hazır, Suriye'de de son bir yıldır demokrasi bunca ilerlemişken, ne güzel olurdu, değil mi?
12 Aralık 2012
Arkada Kalan
İçimden, bu resimlerin altına neler neler yazmak geliyor! Ama bir türlü emin olamıyorum ne yazacağımdan. Ne yazılabilir? |
Ayna başlıbaşına bir metafor zaten. Kişi, ayna üzerine cilt cilt romanlar yazabilir. Bir ayna, tek bir ayna neler yazdırabilir insana. Ve neler yaptırabilir. |
Copyright © Jeff Clow |
9 Aralık 2012
Giderken Götürdüğümüz
Sokrates'e, birinden bahsederek, “seyahat onu hiç değiştirmedi,” dediler. Şöyle cevap verdi Sokrates: “Seyahatin onu değiştirmemesi gayet normal, çünkü kendisini de beraber götürmüştü.”
Montaigne, Denemeler
Montaigne, Denemeler
8 Aralık 2012
Yalnızlık Üzerine
Yalnız yaşamanın bir tek amacı vardır sanıyorum; o da daha başıboş, daha rahat yaşamak. Fakat buna hangi yoldan varacağımızı her zaman pek bilmiyoruz. Çoğu kez insan dünya işlerini bıraktığını sanır; oysa ki bu işlerin yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aileyi yönetmek bir devleti yönetmekten hiç de kolay değildir; akıl nerede bunalırsa bunalsın, hep aynı akıldır; ev işlerinin öneminin az olması, daha az yorucu olmalarını gerektirmez. Ayrıca saraydan ve pazardan el çekmekle hayatımızın baş kaygılarından kurtulmuş olmayız.Montaigne, Denemeler.
6 Aralık 2012
Korkuluk
4 Aralık 2012
3 Aralık 2012
Ters
İdmiş ub netsret amşunok ev anub rezneb reğid relşey nalaf, ralnub rerib kenetey im, liğed im?
Adlukoatro, ecniğidlibalo ılzıh "eçsret" mudruşunok, rallıy edniçi, ayamşunok ayamşunok zarib mıdalşavay elyilah, ama eniy ed muroyilibaşunok.
Adlukoatro, ecniğidlibalo ılzıh "eçsret" mudruşunok, rallıy edniçi, ayamşunok ayamşunok zarib mıdalşavay elyilah, ama eniy ed muroyilibaşunok.
29 Kasım 2012
Önlük Üzerine İlginç Bir Tespit
zengin önlüğü, yoksul önlüğü
okul üniformasını savunanlar, yoksul çocukların yoksulluğu, zenginlerin zenginliği görünmesin istiyorlar, yoksulları korumak adına. ne kadar işe yaradığı tartışılır. ama tersinden de bakmak gerekmez mi: zengin aile çocukları da üniforma sayesinde (eğer saklama işlevini yerine getirebiliyorsa) yoksullukla yüzleşmekten, kendi zenginliklerinden rahatsız olmaktan kurtulmuş olmuyor mu? bir "milli eğitim" sistemi, çocukların vicdanını geliştirmeyi hedeflemez mi?Cem Akaş
(Buradan)
28 Kasım 2012
6 Kelime
İsmet Berkan'ın blogunda gördüm bunu.
Türkçesi daha da acıklı, dört kelime:
"Satılık:
Bebek ayakkabıları. Giyilmemiş."
|
Edit (3.2.13): Cem Akaş'ın Facebook sayfasından öğrendiğime göre bu kısacık öykünün Hemingway'e ait olduğu epey tartışmalıymış. Şuradan aktardığına göre, bunun sahibi başka biri olabilirmiş.
27 Kasım 2012
Alacak
Yol kenarındaki
yağmur mazgallarını
kumbara sanıp
harçlığımı atardım
bu yüzden en çok
denizden alacaklıyım.
Sunay Akın
yağmur mazgallarını
kumbara sanıp
harçlığımı atardım
bu yüzden en çok
denizden alacaklıyım.
Sunay Akın
22 Kasım 2012
Bana Kara Diyen Dilber
Bana kara diyen dilber
Gözlerin kara değil mi
Yüzünü sevdiren gelin
Kaşların kara değil mi
Güzel ben seni isterim
Seni koynumda beslerim
Yüzünü güzel göreyim
Zülüfün kara değil mi
Boynun uzun, belin ince
Yanakların olmuş gonca
Salıverirsin kolunca
Beliğin kara değil mi
Utanırım akar terim
Güzellikte yok benzerin
En sevgili makbul yerin
Saçların kara değil mi
Beni kara diye yerme
Mevlam yaratmış hor görme
Ala göze siyah sürme
Çekilir kara değil mi
Hint'ten Yemen'den çekilir
Gelir Bağdat’a dökülür
Türlü tamah ekilir
Biber de kara değil mi
Göllerde kuğular olur
Göğsü ak, kara benlidir
Mısır’da çok zengin vardır
Kölesi kara değil mi
Pınara konan kuğunun
Kanadı beyaz çoğunun
Çöldeki Arap beyinin
Çadırı kara değil mi
İllerde konup göçenler
Lale sümbülü biçerler
Ağalar beyler içerler
Kahve de kara değil mi
Evlerinde sular akar
Güzelleri göze bakar
Hublar yanağına sokar
Sümbül de kara değil mi
Karac’oğlan der maşallah
Bir gün görürüm inşallah
Kara donludur Beytullah
Örtüsü kara değil mi
Karacaoğlan
20 Kasım 2012
Büyük Olmak ya da Olmamak
Ömür Dediğin
Sonu olan bir ömür uzun sürmüş sayılmaz. Çünkü sona varılınca geçmiş zaman akıp gitmiştir; elde kala kala fazilet ve dürüstlükle kazandığın şey kalır. Cicero
19 Kasım 2012
Odun Kırmak
Ne var ki babam bu işi de, diğer her iş gibi bana yaptırmazdı. Çocuktum çünkü.
Biri çıksa da "büyüyünce yaparsın"ın tarihini yazsa. Neler çıkar neler.
(Babam izin vermiyordu diye hiç odun kırmıyordum sanmayın, o evde değilken aklıma ne gelirse yapıyordum. Baltayla kafamı mı yarmadım, parmağımı mı kesmedim.)
Hayatta ne yapmak istiyorsa insan, o an yapmalı, kafasını yarma pahasına da olsa yapmalı, çünkü geçen zaman pek çok şeyi alıp götürüyor, bizse kalıyoruz kaldığımız yerde.
Çocukluğun elinden uçup gittiyse, odun kırma isteğin zamanın rüzgârına kapılıp gittiyse, kırmışsın kırmamışsın, neye yarar artık.
16 Kasım 2012
Öküzlerin Sayısındaki Hızlı Artışın Nedenleri Üzerine Kısacık Bir Deneme
Efendim, bildiğiniz gibi, son yıllarda ülkemizde öküzler giderek artıyor. Bunun nedeni üzerine pek çok şey söylenebilir elbette, ben de, naçizane bir iki şey söylemek istiyorum.
Öküzler eskiden hep çifter çifter dolaşırdı, hatırlıyor musunuz? Arabaya bağlıyken de, arabadan çözülmüşken de. Bir öküz gördüğünüzde, hemen diğerini arardı gözünüz. Şimdi devir değişti, tek tek dolaşan binlerce öküz de var, sürüler halinde dolaşanlar da. Bir de öküzün önde gideni icat oldu, eski öküzlük bozuldu. Ne güzeldi, yan yana yürüyüp gidiyorlardı. Şimdi bunları niye söyledim ki?
Konumuzu dağıtmayalım, öküzler neden giderek artıyor? Lisede biyoloji okudunuz, biliyorsunuz, canlıların yaşamlarını devam ettirmesinde besin zinciri esastır. Örneğin, çekirge ot yer, fare çekirge yer, yılan fare yer, şahin yılan yer falan. Eğer bir yerde bir canlı türü hızla artıyorsa, onu yiyen diğer canlı azalıyor demektir, böyle bir ters orantı var. Yılanlar giderek artıyorsa, şahinler azaldığı içindir.
Şimdi, bu formülü takip edelim, öküz dediğimiz canlı türünü hangi diğer canlı türü yer? Tabii ki insan. Eee, ne dedik, ters orantı, birinde artış varsa diğerinde azalma olduğu içindir. İnsanlık giderek azalıyor ki öküzlük de gün be gün artıyor, haksız mıyım?
15 Kasım 2012
Çağdaş Toplum Falan
Bazılarına neden filozof deriz? Bazıları neden beş bin yıl yaşar?
"Çocuklarda zayıflık, gençlerde taşkınlık, orta yaşlılarda ağır başlılık, ihtiyarlarda olgunluk doğal hallerdir, bunları zamanında kabul etmek gerekir." Marcus Tillius Cicero.
Kimin sözü yüzyılları, bin yılları deler geçerse, elbette ona filozof diyeceğiz.
Bugün, bizim ülkemizde de, yeryüzünün çokluk ülkelerinde de Cicero'nun 2056 yıl önce söylediği şu dört şey yok mudur? Var: Zayıflık, taşkınlık, ağır başlılık, olgunluk.
Gelgelelim, bunların dağılımında da bir dengesizlik yok mudur? Var. Örneğin taşkınlık, iste istediğin kadar, ama ağır başlılığı ara ki bulasın. Hele de olgunluğu...
Taşkınlık çoktur çok olmasına da, keşke sadece gençlerde olsaydı, normal karşılanırdı en azından, hoş görülürdü, zira filozof da demiş zaten, gençlerde doğaldır, diye. Gençlerle beraber çocuklarda da olsa, eminim yine hoş karşılanırdı. Ancak arkadaş, günümüz insanına baksanıza, çocuğu, yeni yetmesi, genci, orta yaşlısı, yaşlısı, yediden yetmişe herkes taşkınlık yapma çabasında. Biri de kalkıp bu taşkınlıkların aksi bir şey söyledi mi hemen başlıyor koro, özgürlüklerden, bireysel tercihlerden çalmaya. Yemişim bireysel tercihini, affedersiniz. Bu bireysellik mireysellikten hiç hazzetmiyorum. Her bir b.kun özgürlük kabuğuna sokulup getirilmesini de sevmiyorum. Tamam, her bireyin kendi yaşamı üzerinde tasarruf hakkı vardır, eyvallah, ama bir de işin toplumsal yanı var, sen bir toplumun içinde yaşıyorsan, topluma gereksinim duyuyorsan, yeri ve zamanı geldiğinde bireyselliğinden vazgeçmeyi bileceksin. Özgürlük dediğin şey de çok kişiliktir zaten, tek kişinin olduğu yerde özgürlüğe ne gerek vardır ne ihtiyaç.
Filozof ne kadar isabetli söylemiş.
Zamanımızın, üzerinde bir gıdım olgunluk taşımayan yaşlıları, ne çirkin şeylersiniz siz öyle. Üstünde ağır başlılığın izinin olmadığı yetişkinler, siz ne pis şeylersiniz öyle.
"Çocuklarda zayıflık, gençlerde taşkınlık, orta yaşlılarda ağır başlılık, ihtiyarlarda olgunluk doğal hallerdir, bunları zamanında kabul etmek gerekir." Marcus Tillius Cicero.
Genç Çiçero Kitap Okurken. Eser: Vincenzo Foppa |
Bugün, bizim ülkemizde de, yeryüzünün çokluk ülkelerinde de Cicero'nun 2056 yıl önce söylediği şu dört şey yok mudur? Var: Zayıflık, taşkınlık, ağır başlılık, olgunluk.
Gelgelelim, bunların dağılımında da bir dengesizlik yok mudur? Var. Örneğin taşkınlık, iste istediğin kadar, ama ağır başlılığı ara ki bulasın. Hele de olgunluğu...
Taşkınlık çoktur çok olmasına da, keşke sadece gençlerde olsaydı, normal karşılanırdı en azından, hoş görülürdü, zira filozof da demiş zaten, gençlerde doğaldır, diye. Gençlerle beraber çocuklarda da olsa, eminim yine hoş karşılanırdı. Ancak arkadaş, günümüz insanına baksanıza, çocuğu, yeni yetmesi, genci, orta yaşlısı, yaşlısı, yediden yetmişe herkes taşkınlık yapma çabasında. Biri de kalkıp bu taşkınlıkların aksi bir şey söyledi mi hemen başlıyor koro, özgürlüklerden, bireysel tercihlerden çalmaya. Yemişim bireysel tercihini, affedersiniz. Bu bireysellik mireysellikten hiç hazzetmiyorum. Her bir b.kun özgürlük kabuğuna sokulup getirilmesini de sevmiyorum. Tamam, her bireyin kendi yaşamı üzerinde tasarruf hakkı vardır, eyvallah, ama bir de işin toplumsal yanı var, sen bir toplumun içinde yaşıyorsan, topluma gereksinim duyuyorsan, yeri ve zamanı geldiğinde bireyselliğinden vazgeçmeyi bileceksin. Özgürlük dediğin şey de çok kişiliktir zaten, tek kişinin olduğu yerde özgürlüğe ne gerek vardır ne ihtiyaç.
Filozof ne kadar isabetli söylemiş.
Zamanımızın, üzerinde bir gıdım olgunluk taşımayan yaşlıları, ne çirkin şeylersiniz siz öyle. Üstünde ağır başlılığın izinin olmadığı yetişkinler, siz ne pis şeylersiniz öyle.
14 Kasım 2012
13 Kasım 2012
Sana Gelmediğim Gün
12 Kasım 2012
Nostalji
Bugün eski eşyalar arasında lise 1 ve 3 edebiyat kitaplarımı buldum.
Çok sevindim. O zamanlar en sevdiğim kitaplardı onlar.
Sabaha Kadar
Şu şairler sevgililerden beter;
Nedir bu adamlardan çektiğim?
Olur mu böyle, bütün bir geceyi
Bir mısranın mahremiyetinde geçirmek?
Dinle bakalım, işitebilir misin
Türküsünü damların, bacaların
Yahut da karıncaların buğday taşıdıklarını
Yuvalarına?
Beklesem olmaz mı güneşin doğmasını
Kullanılmış kafiyeleri yollamak için,
Kapıma gelecek çöpçülerle,
Deniz kenarına?
Şeytan diyor ki: “Aç pencereyi;
Bağır, bağır, bağır; sabaha kadar.”
Orhan Veli
10 Kasım 2012
İki Söz
Atasözü:
Ayarını bozduğun kantar
gün gelir seni de tartar.
Bu da naçizane benden:
Taş attığın kuş uçar
gün gelir kafana s.çar.
Miyazaki
8 Kasım 2012
Öyle Böyle
Kelimeleri çok seviyorum. Onlarla oynamayı daha çok seviyorum. Oturup kelimelerle yeni yeni şeyler üretiyorum. Yeni "sözlükler" yazıyorum falan.
Öyle:
iştirak: müşterek
istifa: müstefi
istihsal: müstahsil
ihtida: mühtedi
inkar: münkir
icbar: mecbur
iflas: müflis
Böyle:
aktivite: müktevit
aktüel: mükteil
antrenman: müntrenmin
asistan: müsestin
Hatta böyle:
emperyal: mümperyil
empoze: mümpezi
endüstri: mündestir
endirekt: münderikt
endeks: mündiks
enstitü: münsteti
enjeksiyon: münjeksi
entrika: müntreki
entegre: müntegri
etiket: mütekit
Kelimelerle ilgili açıklama istiyorsanız, çekinmeyiniz, sorunuz.
7 Kasım 2012
Tünaydın Zırvası
Tün gece demek değil mi? Evet, öyle.
Gün - tün: aydınlık - karanlık.
Peki, o halde neden gün ortasında tünaydın denir, bir türlü aklım ermiyor. Hangi akılsız bunu böyle demiş?
Tün'ün aydın olması durumunda Aristoteles mantığının üç temel ilkesi de çöker. Gece hiç aydın olur mu arkadaş?
İyi günler dense dünya mı yıkılacak yani?
6 Kasım 2012
Nefis Bir Öykü
Bu yıl okuduğum en güzel öykü. Siz de görün, dedim ve blogda paylaşıyorum.
Kadın Tohumu
Nazlı Eray
Pazar sabahı bir yandan kahvemi yudumluyor, bir yandan da günlük gazetenin iç sayfalarına göz atıyordum. Sabahın ilk sigarasını yakmıştım; her zaman olduğu gibi hafifçe başım dönüyordu; ilk sigarada böyle oluyordu. Hoşuma gidiyordu bu.
Üçüncü sayfanın altında, ölüm ilanlarının bir kenarına sıkışmış, tırtıllı çerçeveli bir ilan gözüme çarptı.
"Ankaralı bekarlara müjde! İthal kadın tohumu mağazamızda satışa sunulmuştur. Özel olarak hormonlanmış, aşılanmış, İsviçre’nin ünlü Basel laboratuvarlarında işlemden geçmiş; egzotik kadın tohumları, hava geçirmez vakumlu poşetlerde, uygun fiyatla satışa sunulmuştur. Tohumlar her türlü toprakta, saksıda büyüyebilir. Başlık parasına paydos! Geniş bilgi mağazamızın alt kat, mutfak gereçleri bölümünde. Tükenmeden alın!"
Heyecanlanmıştım; hemen gazeteyi bırakıp müzmin bekar bir arkadaşıma telefon açtım.
"Alo, Zekai, Okudun mu?"
"Neyi?"
"Egzotik kadın tohumları satışa sunulmuş.."
"Anlayamadım.."
"Gazetede ilan var. Uyuyorsun yahu! Kadın tohumları.. Yarın gidelim, sana bir tohum alalım. Saksıda büyütürsün."
"Kadın mı?"
"Evet. Galiba yabancı kadın."
"Tohumdan mı çıkacakmış?"
"Evet. Kadın tohumu. Bitmeden alalım."
"Aman, sorumluluktur. İstemem."
"Zekai. Hep böyle yapıyorsun. Tohum bu, tohum! Dene bakalım."
"Tamam, olur, gideriz" dedi. Telefonu kapattım.
Zekai'de hiç cesaret yok. Bu yüzden evlenemedi gitti. Yaşı otuzbeş...
Telefon çaldı. Açtım.
Bir arkadaşımın babası. Yaşlı bir dostum. İzmirli bir tüccar. İşleri iyidir.
"Okudunuz mu?" diyordu.
"Kadın tohumlarını mı? Az önce okudum."
"Ben birkaç kutu alacağım, yarın ilk iş..."
Elimde olmadan güldüm.
"Ama Faruk Bey... Eşiniz Neriman Hanım ne der?"
Gevrek bir kahkaha attı.
"İzmir'deki bahçeye dikeceğim. Kimsenin ruhu duymaz"
Uyku
© Laurie Melissa |
Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Dallarında gezinsin
Kül rengi güvercinler
Konsunlar yastığıma
Uyutmak için beni
Sırtlarında kuş tüyü
Gagalarında ninni
Kaldırıp yatağımı
Uçursunlar göklere
Kendimi yıldızlarda
Bulayım birdenbire
Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Alnıma dokunanlar
İyileşmiş desinler
Ülkü Tamer
(1974)
2 Kasım 2012
Kitapların Kaderi
Şöyle demiş Michel Foucault:
Bir kitabın anlaşıldığını veya yanlış anlaşıldığını söylemek zor. Çünkü belki de o kitabı yazan kişidir onu yanlış anlayan.*
Askerde son yirmi günümü kütüphaneci olarak geçirdim. Çok büyük bir kütüphane değildi ama küçük olduğu da söylenemezdi. O yirmi günde oradaki kitapların tamamını elden geçirme imkânım elbette yoktu ama, bir tekini bile kaçırmadan hepsini "gözden geçirdim." On beş kadarını da okudum. Onlardan biri de Luan Starova'nın Babamın Kitapları adlı kitabıydı. İyi ki okumuşum, çok beğendim.
O kitabın girişinde Latince bir deyiş var: Habent sua fata libelli. "Kitapların da bir kaderi vardır," diye çevrilmiş. Foucault'nun yukarıda söylediklerini okuyunca aklıma bu söz geldi.
Geçen yıl bu sözle ilgili internete bir göz gezdirmiştim. Wikipedia'dan öğrendiğime göre, bu söz bugün her ne kadar bu yazdığım şekliyle biliniyorsa da, aslı, pro captu lectoris habent sua fata libelli'ymiş. Her nasıl olmuşsa baş kısmı atılmış. İkinci kısmı birilerine "romantik" gelmiş olacak ki yalnız o kısmı kullanıvermişler, tahminim bu. Wikipedia yazarının söylediğine göre, söz bu biçimde ikiye bölünüp de kullanıldığı için yanlış olarak veya yanlış anlaşılarak, "kitapların kendi kaderleri vardır," biçiminde çevrilmektedir. Sözü tam haliyle İngilizceye şöyle çevirmişler: According to the capabilities of the reader, books have their destiny. Şöyle bir şey herhalde: Kitaplar, okuyanın havsalasına göre bir kadere sahip olurlar. Ya da şöyle: Kitapların kaderi, onları okuyanın havsalasına göre belirlenir. Umberto Eco da bu sözü, "okuyanlar, kitapların kaderlerine ortak olurlar," diye çevirmiş.
Bu söz, Terentianus Maurus adlı vatandaşın 1286'da çıkan De litteris, de syllabis, de metris adlı kitabında geçmiş.
Kitaplığıma bakıyorum da, babamdan aşırdığım birkaç tanesini saymazsak, içindeki en eski kitap on dört yıl önce alınmış. Bu kadar yenice olmalarına rağmen her birinin kaderi var sahiden.
* "Cinselliğin Tarihi’nin birinci cildinin en yanlış anlaşılmış kitabınız olduğunu düşünmenizin nedeni nedir?" sorusuna verdiği cevap. (Cevap biraz daha sürüyor, bu başlangıcı). Cogito, Sayı 70.
Bir kitabın anlaşıldığını veya yanlış anlaşıldığını söylemek zor. Çünkü belki de o kitabı yazan kişidir onu yanlış anlayan.*
Askerde son yirmi günümü kütüphaneci olarak geçirdim. Çok büyük bir kütüphane değildi ama küçük olduğu da söylenemezdi. O yirmi günde oradaki kitapların tamamını elden geçirme imkânım elbette yoktu ama, bir tekini bile kaçırmadan hepsini "gözden geçirdim." On beş kadarını da okudum. Onlardan biri de Luan Starova'nın Babamın Kitapları adlı kitabıydı. İyi ki okumuşum, çok beğendim.
O kitabın girişinde Latince bir deyiş var: Habent sua fata libelli. "Kitapların da bir kaderi vardır," diye çevrilmiş. Foucault'nun yukarıda söylediklerini okuyunca aklıma bu söz geldi.
Geçen yıl bu sözle ilgili internete bir göz gezdirmiştim. Wikipedia'dan öğrendiğime göre, bu söz bugün her ne kadar bu yazdığım şekliyle biliniyorsa da, aslı, pro captu lectoris habent sua fata libelli'ymiş. Her nasıl olmuşsa baş kısmı atılmış. İkinci kısmı birilerine "romantik" gelmiş olacak ki yalnız o kısmı kullanıvermişler, tahminim bu. Wikipedia yazarının söylediğine göre, söz bu biçimde ikiye bölünüp de kullanıldığı için yanlış olarak veya yanlış anlaşılarak, "kitapların kendi kaderleri vardır," biçiminde çevrilmektedir. Sözü tam haliyle İngilizceye şöyle çevirmişler: According to the capabilities of the reader, books have their destiny. Şöyle bir şey herhalde: Kitaplar, okuyanın havsalasına göre bir kadere sahip olurlar. Ya da şöyle: Kitapların kaderi, onları okuyanın havsalasına göre belirlenir. Umberto Eco da bu sözü, "okuyanlar, kitapların kaderlerine ortak olurlar," diye çevirmiş.
Bu söz, Terentianus Maurus adlı vatandaşın 1286'da çıkan De litteris, de syllabis, de metris adlı kitabında geçmiş.
Kitaplığıma bakıyorum da, babamdan aşırdığım birkaç tanesini saymazsak, içindeki en eski kitap on dört yıl önce alınmış. Bu kadar yenice olmalarına rağmen her birinin kaderi var sahiden.
* "Cinselliğin Tarihi’nin birinci cildinin en yanlış anlaşılmış kitabınız olduğunu düşünmenizin nedeni nedir?" sorusuna verdiği cevap. (Cevap biraz daha sürüyor, bu başlangıcı). Cogito, Sayı 70.
1 Kasım 2012
Bütün Yaz
Ne güzel geçti bütün yaz,
Geceler küçük bahçede...
Sen zambaklar kadar beyaz
Ve ürkek bir düşüncede,
Sanki mehtaplı gecede,
Hülyan, eşiği aşılmaz
Bir saray olmuştur bize;
Hapsolmuş gibiydim bense,
Bir çözülmez bilmecede.
Ne güzel geçti bütün yaz,
Geceler küçük bahçede
Ahmet Hamdi Tanpınar
Geceler küçük bahçede...
Sen zambaklar kadar beyaz
Ve ürkek bir düşüncede,
Sanki mehtaplı gecede,
Hülyan, eşiği aşılmaz
Bir saray olmuştur bize;
Hapsolmuş gibiydim bense,
Bir çözülmez bilmecede.
Ne güzel geçti bütün yaz,
Geceler küçük bahçede
Ahmet Hamdi Tanpınar
31 Ekim 2012
Sallanır, Durur, Hayat Devam Eder
30 Ekim 2012
Kediler Denize de Bakabilir
© Gregory İvaşenko |
Hz. Nuh Nebi zamanında Ben-i Felid, yani Felidoğuları adında bir kavim yaşardı. Ataları Felid'in Hz. Adem zamanında yaşamış olduğuna dair rivayetler vardı.
Felidoğulları Mundus diyarlarına dağılmış 16 boy halinde yaşarlardı. Bu boylar şunlardı:
Nuh Nebi, tanıdığı bildiği kim varsa hepsine bir haber gönderdi ve yakında bir tufan kopacağını, bundan kurtulmak isteyenlerin kendi gemisine binmesi gerektiğini söyledi. Pek çok kimse gibi Felidoğlulları da gemiye binmeye karar verdiler.
Zaman geldi, Nuh Nebi geminin kapılarının açılmasını emretti. Felidoğulları da gelip gemiye bindiler ve kendilerine gösterilen yerlere geçip yerleştiler. Ancak gemiye biniş esnasında Felisiler'den Tom ile Musoğulları'ndan Ceri arasında nedeni anlaşılmayan bir tartışma yaşandı ve kısa sürede kavgaya dönüştü. Bereket versin ki Asinusoğullarından Benjamin oradaydı da hemen araya girdi ve Tomas'ın çelimsiz Ceri'yi haşat etmesini önledi. Bunu gören Nuh Nebi'nin komutanlarından biri geldi ve görevlilere, "Felisiler'i diğer Felidoğulları'ndan ayrı bir bölüme alın," diye emir verdi. Felisiler'in reisi itiraz edecek oldu ama itirazı para etmedi.
Böylece Felisiler aşireti gemide insanların olduğu bölüme alındı. Önce insanlara karşı biraz çekingen davrandılar ama insanların onları kendilerine alıştırmaları uzun sürmedi.
Tufan koptu, sular yükseldi, Mundus diyarı sulara gömülüp kayboldu. Sonra Tufan durdu, sular geri çekildi ve gemi Cudi Dağı'nın doruğuna oturdu. Nuh Nebi, "çıkabilirsiniz," deyince içerideki herkes çıkmaya başladı. Baktılar ki koca bir dağın tepesindeler. Topluluklardan kimi aşağılara inmeye karar verdi, kimi orada kalmaya.
Pantera Aşiretinden Pantera Leo, bütün Felidoğulları aşiretlerinin reislerini topladı ve, "biz burada kalalım, aşağılara inmeyelim," dedi ve ekledi, "ne olacağı belli olmaz, en azından şimdilik gitmeyelim. Bakarsın tekrar Tufan kopar, hiç olmazsa gemi burada, öylesi bir durumda derhal gemiye bineriz tekrar. Çoluk çocuğu düşünmek zorundayız."
Pantera Leo'nun bu sözlerine on altı Felidoğlu aşiretinden destek geldi. Yalnız, Felisiler aşiretine mensup Pişîk lakaplı Felis Catus adlı biri, "ben burada kalmam arkadaş, insanlarla beraber gideceğim. Burada, bu dağ başında vahşi bir hayat süremem," diye ileri atıldı. O böyle deyince uğuldamalar başladı, kimileri itiraz etti, "oyunbozanlık etme!" diye bağırdı arkalardan biri. Pantera Leo da, "güzel evladım, bak hepimiz burada kalıyoruz, sen sadece aileni değil, bütün bir halkını, milletini bırakıp da nereye gidersin, insanlar arasında nasıl yaşarsın," diyerek onu kararından vazgeçirmeye çalıştı. Ama Pişîk olabildiğince kararlı görünüyordu. Bu kez teyzesinin büyük kızı Felis Margarita ile amcasının oğlu Felis Nigripes şanslarını denediler, "ablacım," dedi F. Margarita, "insanlar kim, biz kim. Görülmüş duyulmuş şey midir, Felidoğullarından birinin insanlar arasında yaşadığı?" Amcaoğlu F. Nigripes de destek verdi F. Margarita'nın bu sözlerine, "gel vazgeç bu sevdadan kardeşim, insanlarla biz bir değiliz. Bir iki günde hevesini alır, aileni, akrabalarını özlersin. O zaman geri dönüş imkânın da olmaz. Ne yaparsın, ne edersin, ne yer ne içersin orada, insanların arasında?"
Bunlardan başka bir dünya söz daha söylendi ama hiçbiri fayda etmedi. Felis Catus, namıdiğer Pişîk, Nuh diyor peygamber demiyordu. Baktılar olacak gibi değil, "git hadi, ne halin varsa gör. Bundan böyle seni bilmeyiz, tanımaz etmeyiz," diyerek yol gösterdiler ona. O da koşarak, dağdan inmeye başlayan insanlara karıştı ve aldı başını gitti.
İşin aslı ise şuydu, gemide Felisiler aşireti insanların olduğu bölüme alınınca onlardan kimileri insanlarla hemen dost olmuşlardı. Felis Catus da, daha gemiye bindikleri ilk gün İbrahim adında küçük bir insanla arkadaş oluvermişti. İbrahim onu o denli sevmişti ki buna çok şaşırmıştı. İnsan kavminden birinin onu bu kadar sevebileceğini hiç düşünmemişti. Gemide oldukları sürece birbirlerinden hiç ayrılmamışlar, aralarında kuvvetli bir dostluk bağı oluşturmuşlardı. Böylece Felis Catus ne pahasına olursa olsun insanlarla gitmeye karar vermişti.
İşte o gün bugündür, Felidoğullarından bir sürü aile dağlarda, ormanlarda, vadilerde, hatta ıssız çöllerde yaşarken, onların kavminden Felis Catus ailesi biz insanlarla beraber yaşamakta.
Bunlardan başka bir dünya söz daha söylendi ama hiçbiri fayda etmedi. Felis Catus, namıdiğer Pişîk, Nuh diyor peygamber demiyordu. Baktılar olacak gibi değil, "git hadi, ne halin varsa gör. Bundan böyle seni bilmeyiz, tanımaz etmeyiz," diyerek yol gösterdiler ona. O da koşarak, dağdan inmeye başlayan insanlara karıştı ve aldı başını gitti.
İşin aslı ise şuydu, gemide Felisiler aşireti insanların olduğu bölüme alınınca onlardan kimileri insanlarla hemen dost olmuşlardı. Felis Catus da, daha gemiye bindikleri ilk gün İbrahim adında küçük bir insanla arkadaş oluvermişti. İbrahim onu o denli sevmişti ki buna çok şaşırmıştı. İnsan kavminden birinin onu bu kadar sevebileceğini hiç düşünmemişti. Gemide oldukları sürece birbirlerinden hiç ayrılmamışlar, aralarında kuvvetli bir dostluk bağı oluşturmuşlardı. Böylece Felis Catus ne pahasına olursa olsun insanlarla gitmeye karar vermişti.
İşte o gün bugündür, Felidoğullarından bir sürü aile dağlarda, ormanlarda, vadilerde, hatta ıssız çöllerde yaşarken, onların kavminden Felis Catus ailesi biz insanlarla beraber yaşamakta.
29 Ekim 2012
Düş'üp Kalkmak
Dün gece çok ilginç bir rüya gördüm.
K köyündeyiz. Yanımda yakın arkadaşlarım Y ve A var. Neden K köyündeyiz, orada ne işimiz var, bilmiyorum. Bu köy, oralı olmadığım halde doğup büyüdüğüm, arkadaşım Y’nin de oralı olduğu halde neredeyse hiç yaşamadığı köy. Diğer arkadaşımız A’nınsa, yanlış bilmiyorsam hiç o köye gitmişliği yok.
Köyde, işimiz her ne ise bitirmiş, şehir merkezine dönmek için yola çıkmış dolmuş molmuş bekliyoruz. Hayret, o kadar araba geçiyor da tek bir dolmuş geçmiyor. Normalin üstü sayılabilecek bir süre bekliyoruz yolun ağzında.
Bu arada, arkadaşım Y’nin yolun karşı tarafında beklediğini fark ediyorum. Sıkılmış olmalı ki o tarafta bekliyor. Ben onu karşıda fark ettiğim sırada, havada dumanı kuyruk olmuş bir uçak görüyorum. Küçükken havada bir uçak gördük mü herkes görsün diye hemen birbirimize haber verirdik. Çocukluğumuzu yâd edelim, bir de şaka olsun diye, gülerek arkadaşım Y’ye, “aa bak, havada bir uçak var!” diye bağırıyorum. O da hemen bakıyor.
Tam da bu sırada, uçağın normalden daha alçakta uçtuğunu ayırt ediyorum. Hemen ardından, üstündeki yazı mazıların da okunabildiğini görüyorum. Kuyruğunda Pegasus’un sarı logosu açık bir biçimde görülüyor. Evet, bu Pegasus’a ait bir uçak.
Derken, çok ilginç bir şey oluyor, bu uçağın inişe geçmiş olduğunu anlıyorum. Eyvah, o da ne! Uçağın indiği yerde havaalanı, pist falan yok ki! Bu civarda Van Havaalanından başka havaalanı da yok. Üstelik o da uçağın indiği tarafta değil. Yüz km. uzakta. Kaldı ki uçak olabildiğince alçalmış durumda. Bütün bunlar saliseler içinde aklımdan geçiyor.
İşte ben tam bunları düşünürken, uçak bizden birkaç yüz metre ötedeki düzlüğe çakılıyor. Çakılıyor ama hiçbir şey olmuyor uçağa, en ufak bir parçalanma yok. Yangın mangın yok. Sanki biri koca uçağı eliyle oraya koyuvermiş gibi. Çok ilginç bir şey daha fark ediyorum o anda, uçak düştükten sonra kanatları yok. Sadece gövdesi yerde öylece duruyor.
Uçağın düştüğünü görür görmez, ben ve arkadaşlarım Y ile A, insanları kurtarmak için derhal o yöne doğru koşmaya başlıyoruz. Benle A, yolun uçağın düştüğü tarafında olduğumuz için önden fırlıyoruz. Daha koştuğumuz birkaç metreyi bulmadan önümüze tepelerin çıktığını görüyoruz. Halbuki az önce yoktu hiçbiri, dümdüzdü ortalık. Orada gerçekte de tepelik falan yok zaten.
A ile ben önümüze çıkan tepeleri bir an önce aşıp uçağa ulaşmaya çalışırken, tepeler de gitgide dikleşmeye başlıyor. Zorlanıyoruz haliyle, var gücümüzle çıkmaya çalışıyoruz, derken arkadaşımız Y’nin son derece çevik ve hızlı, bizi geçtiğini görüyoruz. Düzlükte koşuyormuşçasına tepeyi çıkıp ardında kayboluyor. O kaybolduktan sonra, tepe, bize kastı varmışçasına daha bir dikleşiyor, artık uçağı unutup kendi can derdimize düşüyoruz. Olduğumuz yer o denli sarp bir yere dönüşüyor ki, düşsek kurtuluşumuz yok. Durmadan çırpınıyoruz kurtulmak için. Elimizi atacağımız bir taş falan olsa hani, yok, hiçbir şey yok.
Mücadelemiz böyle devam ederken, uyanıyorum. Hayırdır inşallah.
K köyündeyiz. Yanımda yakın arkadaşlarım Y ve A var. Neden K köyündeyiz, orada ne işimiz var, bilmiyorum. Bu köy, oralı olmadığım halde doğup büyüdüğüm, arkadaşım Y’nin de oralı olduğu halde neredeyse hiç yaşamadığı köy. Diğer arkadaşımız A’nınsa, yanlış bilmiyorsam hiç o köye gitmişliği yok.
Köyde, işimiz her ne ise bitirmiş, şehir merkezine dönmek için yola çıkmış dolmuş molmuş bekliyoruz. Hayret, o kadar araba geçiyor da tek bir dolmuş geçmiyor. Normalin üstü sayılabilecek bir süre bekliyoruz yolun ağzında.
Bu arada, arkadaşım Y’nin yolun karşı tarafında beklediğini fark ediyorum. Sıkılmış olmalı ki o tarafta bekliyor. Ben onu karşıda fark ettiğim sırada, havada dumanı kuyruk olmuş bir uçak görüyorum. Küçükken havada bir uçak gördük mü herkes görsün diye hemen birbirimize haber verirdik. Çocukluğumuzu yâd edelim, bir de şaka olsun diye, gülerek arkadaşım Y’ye, “aa bak, havada bir uçak var!” diye bağırıyorum. O da hemen bakıyor.
Tam da bu sırada, uçağın normalden daha alçakta uçtuğunu ayırt ediyorum. Hemen ardından, üstündeki yazı mazıların da okunabildiğini görüyorum. Kuyruğunda Pegasus’un sarı logosu açık bir biçimde görülüyor. Evet, bu Pegasus’a ait bir uçak.
Derken, çok ilginç bir şey oluyor, bu uçağın inişe geçmiş olduğunu anlıyorum. Eyvah, o da ne! Uçağın indiği yerde havaalanı, pist falan yok ki! Bu civarda Van Havaalanından başka havaalanı da yok. Üstelik o da uçağın indiği tarafta değil. Yüz km. uzakta. Kaldı ki uçak olabildiğince alçalmış durumda. Bütün bunlar saliseler içinde aklımdan geçiyor.
İşte ben tam bunları düşünürken, uçak bizden birkaç yüz metre ötedeki düzlüğe çakılıyor. Çakılıyor ama hiçbir şey olmuyor uçağa, en ufak bir parçalanma yok. Yangın mangın yok. Sanki biri koca uçağı eliyle oraya koyuvermiş gibi. Çok ilginç bir şey daha fark ediyorum o anda, uçak düştükten sonra kanatları yok. Sadece gövdesi yerde öylece duruyor.
Uçağın düştüğünü görür görmez, ben ve arkadaşlarım Y ile A, insanları kurtarmak için derhal o yöne doğru koşmaya başlıyoruz. Benle A, yolun uçağın düştüğü tarafında olduğumuz için önden fırlıyoruz. Daha koştuğumuz birkaç metreyi bulmadan önümüze tepelerin çıktığını görüyoruz. Halbuki az önce yoktu hiçbiri, dümdüzdü ortalık. Orada gerçekte de tepelik falan yok zaten.
A ile ben önümüze çıkan tepeleri bir an önce aşıp uçağa ulaşmaya çalışırken, tepeler de gitgide dikleşmeye başlıyor. Zorlanıyoruz haliyle, var gücümüzle çıkmaya çalışıyoruz, derken arkadaşımız Y’nin son derece çevik ve hızlı, bizi geçtiğini görüyoruz. Düzlükte koşuyormuşçasına tepeyi çıkıp ardında kayboluyor. O kaybolduktan sonra, tepe, bize kastı varmışçasına daha bir dikleşiyor, artık uçağı unutup kendi can derdimize düşüyoruz. Olduğumuz yer o denli sarp bir yere dönüşüyor ki, düşsek kurtuluşumuz yok. Durmadan çırpınıyoruz kurtulmak için. Elimizi atacağımız bir taş falan olsa hani, yok, hiçbir şey yok.
Mücadelemiz böyle devam ederken, uyanıyorum. Hayırdır inşallah.
28 Ekim 2012
Yıldızların Altında
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)